02 Temmuz 2024

,

Karanfiller İçin


Söze nereden başlanacağı bilinmese de başlanır ama bazen ya da çoğu kez yazıya nereden başlanacağı önemli bir sorundur. Yazmaya başladıktan sonra dil kendini bulur, kalem o dilin peşinden gider. Bu yazı da belki öyledir. Asıl söyleneceği sonda söylemeden önce değinilmesi gerekenlere yer vermek gerekir.

68 kuşağı, birçok genç solcu için solculuğa başlamada önemli bir romantizm içerir fakat asıl etkileyici olan, 89’da Berlin Duvarı'nın bir sembol olarak yıkılmasının ardından tüm dünyada sosyalist mücadelede moral çöküntü yaşanırken ülkemizde 12 Eylül zindanlarında sınavını veren sol çevreler sınıfsız sömürüsüz bir düzen ideali için hızlı bir toparlanma sürecine girer. Sınavı veremeyenler, darbe mahkemelerinde tek tip giyen sendikacılar, 80’e kadar ülkenin en kitlesel çevresi olup da mahkeme de “Biz zaten gazete-dergi çevresiyiz/çevresiydik” diyenler, 95 sürecinde hızlı bir reformistleşme evresine geçerek düzen-içileşme ve muhalefet olma yolunu seçtiler ve bu yolu kitlelere dayattılar.

Bu süreçte dikkat çeken başka bir husus da şuydu: bu savrulmaya direnenler hatta direnmekle kalmayıp ağır bedeller ödeyenler oldu. Bugün 90’ların “karanlık” günleri adına demokrasi ve insan hakları mücadelesi verenler, asıl olarak o karanlığa maruz kalanların ödediği bedel üzerine kendini var ettiler.

Bu dönemden itibaren sınıf mücadelesinin ideolojik hattını iki paradigma hedef aldı: reformizm ve ezilen halk “adına” yürütülen milliyetçilik. İki paradigmayı sol adına yenilik olarak sunanlar, bugün emperyalizmden fon alanlar ve CHP’nin fahri “sosyalistleri”.

2010’a kadar adım adım gelen çözülme; Suriye meselesinden sonra dağılma dönemine geldi. Oynanan satrançta beyaz taşların içinde yer alan özünde gri olan taşlar, siyah taşlar adına hareket etti ama beyaz göründüler. Gezi’yle Haziran’ın ayrışması ideolojik olarak inşa edilemeyince Gezi galip geldi: dost görünümlü post modernizm, çevrecilik, cinsel kimlikçilik, bireysel özgürlükçülük, yaşam tarzı anarşistlik, liberal sendikacılık ve bunların çatısının kurulduğu 7 Haziran seçimleri. Amaç mücadele değil muhalefet hattı kurmaktı. Çözüm sürecinde herkes Kürt oldu, her Kürt özgürlükçü oldu. OHAL geldi, hemen her Kürt Kemalist oldu. OHAL dönemi önemli bir gerçeği ortaya çıkardı: Neredeyse CHP’lileşmeyen çok az sol çevre kalmıştı.

Bir gün İştiraki'den bir yazı okuyunca aslında yakıştırmak istemediğimiz ve düşününce bu kadarının “ağır” bir eleştiri olacağından kaygılandığımız solun durumu ideolojik ve politik olarak terminolojiye uygun şekilde kaleme alınmıştı, yazının başlığı ise “Sarı Sol”, Eren Balkır imzalı.

Sendikalarımızın durumunu düşündük “Turuncu Sendikacılık” yazısını kaleme aldık. “Bu kadar eleştiriyorsan gel içeriden düzelt, sendikal faaliyette etkin görev al” diyenler haklıydı. OHAL’de anladığımız bir gerçek vardı ki gözümüzde büyüttüğümüz o sol çevrelerin birkaçı dışında diğerleri çoktan beyaz bayrak açmıştı. “Bireyler” bazında harekete geçtik, en zor zamanında 20 kişiye kadar düşen sendikal eylemlerde yer aldık. Umudunu sendikadan kesenlerle günlerce konuşa konuşa mitinglere gelmelerini sağladık. Bir kişi gelince ona güvenen ve inanan başka insanlar da geldi. Süreç böyle işlerken sendikamız işi, direnenleri üyelikten ihraç etmeye, delegenin onayıyla seçilen şubeye kayyum atamaya kadar vardırdı, hem de tüm tepkilere rağmen.

“Gel içeriden düzelt” diyenler, kendi yayınlarında iki cümle eleştiri yazdırmak için politik aidiyetlerinin kendilerinden yana olmasını talep ettiler. Genel oy hakkını tanımayan sendika, demokrasi mücadelesi verdiğini iddia ediyor ama içeriden düzeltmeye gelenleri yönetimde, şube toplantılarında bile görmeye tahammül edemiyor. Genel merkezinin de durumu bundan farklı değil.

İnsanların korktuğu, geriye çekildiği, sendikanın da eski gücünde olmadığı iddia ediliyor. Bu bir yalan. Gerçek ise şu ki geçmişte tanık olunan o dinamizmi asıl kimlerin ortaya koyduğu OHAL döneminde ortaya çıktı. Sendikayı sendika yapan hat bugün olmayınca şube yönetimleri de dernek tipi solculuğu ifa ediyorlar getiriyor. Turuncu sendikacılık yazısı böyle ortaya çıktı.

Ülke solunda tuhaf, anlamlandırılamaz bir gerçek daha var. Sünni gelenekten gelen, Alevi güzellemesi yapıyor, Türk milliyetinden gelenler, Kürt olmaya çalışıyorlar. Her ikisi de kültürde yurtsuzlaşarak halka sırtını dönüyor. Yunan mitolojisinin köşe taşlarını yazılarımızda kullanırken Göç Destanı’ndan da Dede Korkut’tan da bahsettik, Kerbela sürecinden çıkarılacak dersleri ve sembolleri güncelleyerek bugüne uyarlamaya çalıştık.

Kürt ve Alevi halkın mücadelesini Türk işçi ve emekçi sınıfların anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist mücadele hattıyla birleştirmeye çalışırken ne Kürt ne de Alevi olduk. Halka değil hakların ortak mücadelesine bağlanırken geldiğimiz kültürden ve inançtan utanmadık. Her kültürün geri ve ileri yönleri vardır. Ezilen halktan gelmek, ait olunan kültürün feodal yönlerinin eleştirilmeyeceği anlamını taşımıyor. Öyle bir atmosfer oluşturuldu ki ezilen kültür ve inanç eleştiriden muaftır fakat hâkim kültür ve inanç geridir. Bu yüzden ezilenleri daha da geriletecek ve kurtuluşa götürmeyecek olan çarpıklıkları eleştirmek sadece bu kimliksel aidiyete mensup çevreye ve bireylere mülk edildi. Bunu da önemli ölçüde sol yaptı. Oysa ki hiçbir kuş, başka bir kuşun kanatlarıyla ve kanatlarının üstüne/altına yerleşerek uçamaz.

Çözüm süreci, esasında solun anti-emperyalist bilincinden uzaklaştırılmasına yönelik solun çözülüş sürecinin hızlandırılmasıydı. Mücadele edilmemeliydi çünkü süreç “zarar” görürdü. Bu dönemde Suriye ilhak edildi. Suriye Kürtlerinin üzerine yürümesine müsaade edilen IŞİD, emperyalizmin Suriye’yi açık işgali için bir gerekçeydi. Sonra Suriye Kürtleri adına emperyalistler bölgeye çağrıldı. Gelmeleri için grev ilan edildi. Emperyalizm, “meşruiyeti” IŞİD aracılığıyla buldu. Aynı IŞİD, Rakka’yı konvoylar halinde terk etti.

Ülkemiz solu ise bu aşamada anti-emperyalist bir tavır almadı, alamazdı, çünkü sendikada yöneticiliği, mecliste vekilliği tehlikeye girerdi. Bu da yetmedi. Aynı sol, canla terle kurulmuş mahallelere giren emperyalizm destekçisi politika üreten milliyetçilerle kol kola girmeye çalıştı. “Faşistlerin” iş yerlerine kadar zarar verdiğine yönelik söylemlere ortak oldu. Mahallelerde uyuşturucu, kumar, alkol ve fuhuş gibi çeteler eliyle yürütülen yozlaştırmaya yönelik mücadele edenleri “gerici, sekter, kadın düşmanı, eril, ataerkil, tarikat gibi” diye ithamlarla yalnızlaştırdı. Şimdi o mahalleler çetelerin elinde ve 16-17 yaşındaki çocuklar uyuşturucu çetelerinin çatışması arasında kalıp can veriyor, faşistler duvarlara yazı yazıyor, “kentsel dönüşüm” denilerek konutların elektriği ve suyu kesiliyor, uyuşturucu ve fuhuş artarak devam ediyor. Buna taraf olan sol, birilerinden “izin alıp” Diyarbakır’da politik hat oluşturabiliyor mu ki batıdaki mahallelere yönelik söz sahibi olmak istiyor?

9 aydır Filistin direniyor. Orada komünist yapılar, dini referans alıp mücadele eden Hamas’la birlikte direnmeyi sorun yapmadığı gibi birbirlerinin alnından öpüyorlar ama ülkemiz solu buradaki muhalifliğini Hamas’a yöneltiyor. Olabilir. Peki o vakit Donbass’ın komünistleri için neden tek destek açıklaması yapılmıyor?

Ezilen halk “sözcülerinin” Suriye’ye emperyalistleri çağırması “mecburiyet”, Donbass Rus komünistlerinin Ukrayna faşist çetelerine karşı Rusya’yı çağırması “emperyalistler arası savaş” diye zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Sendikalar, partiler, “sivil” toplumcular “anti-emperyalist” olup Ukrayna faşistlerine kalkan oluyorlar; işçi sınıfının gazetesi, buna uygun köşe yazarlarına alan açıyor.

Tüm yazılarda “Sendikalar ve sol, tarihî görevini yerine getirsin” dedik. Tüm yetkileri CHP’ye devrettiklerinden bugün CHP; geçinemiyoruz mitingi, öğretmen mitingi, emekli mitingi düzenliyor. Bu yazıların okunduğundan eminiz. Birileri CHP’ye sözde ideologluğu bu yazılar üzerinden yapıyor olmalı ki bugün işçi sınıfının biricik gazetesi CHP mitingi için “emek mitingi” diye manşet atıyor. O zaman siz ne yapıyorsunuz! Siz küçük burjuva için siyaset üretiyorsunuz.

Söz uzarsa yazının tadı kaçar. Sonuca bağlamak gerekir. Uyuşturucu, kumar, borsa, bitcoin, bahis oyunları, fuhuş, ilişkilerdeki çürüme, ezilenlerin-sömürülenlerin birbirine yönelttiği şiddet, barınma sorunu, yalnızlaşma, güvensizlik ve güvencesizlik, adaletsizlik ve şikâyet ettiğimiz ne varsa her yanımızı kuşatmış durumda. Tüm yazılarda emperyalist kapitalizmin insanımızı nasıl kirleterek sömürdüğünü teşhir etmeye çalıştık. Bir kesim erkeği ifşa ederken, biz emperyalizmin suçlarını ifşa-teşhir etmeye yöneldik.

Erkeği ifşa edenler ne tuhaftır ki sol kesimdi. İdeolojiyi ahlak yasası olarak yaşam biçimi haline getiremeyen çevrelerin politik çıkmazına düşen tartışmalara girmedik. Eğitemediğiniz insanınız, erkeği değil sizin iç sorununuzu ilgilendirir. Yoldaşlık kültüründe taciz yoktur, kadın da yoktur erkek de, sadece yoldaş vardır. O yoldaşla alkol almak, flört ilişkilere kapılmak yoktur. Çağdaşlık anomalisine kapılarak değerleri, mezarları, ilkeleri terk etmek yoktur. O yüzden “Yoldaş” sözcüğü, rastgele kullanılacak bir hitap biçimi değildir. Bedel ödemeyen, bedel ödeyene ve ödemeyene yoldaş değil; sadece arkadaş olur çünkü yoldaşlık ailedir, ailede bu tür yozlaşma ve çarpıklıklar olmaz. O yüzden her koşulda aileyi savunduk. Ailesizlik ve mezarsızlık, yurtsuzluğu getirir.

Bu yazılar olmasaydı, ne o mitingler düzenlenirdi ne TİP’in feminist vekili konuşmasına çekidüzen verirdi, ne de sendika açıklamalarında “Filistin” sözcüğüne yer verilirdi.

Yaşam, çok sert ve keskin ilerliyor. Zaman, kirli bir su olarak akıyor. Temiz kalan tek gerçek, 90'ların mücadelesini bugüne taşıyan karanfiller, türküler, yazılar, biyografiler, değerler, ilkeler ve ahlak.

Küçük burjuva politikalarına da ezilenleri ve sömürülenleri CHP’de “terapi” edecek sola da onun sendikal bürokrasisine de ihtiyacımız yok.

Edip Cansever, Gökanlam 3 şiirinin sonunda “Soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı/ bir de sen kaldın buzul mavi” der. El almak gibi soğumuş ceylandan ateşten bir dil aldık. Ateşten dil de yeri geldi küçük burjuvanın hassas gururuna dokundu, üzüldü, sert ithamlar olarak algılandı. Ateşten dil, hiçbir şekilde bir ceylana dokunmadı. Kalpleri dursa da canlarını ateşten dillerinden alıp yeniden var olacaklar. Bizim yaptığımız ise o dili soğutmamak, can, o dilde var. O yüzden, canla terle tüm hatalarına rağmen bu zengin ideolojik birikimi bugüne miras olarak bırakan o güzel insanların geleneklerine söz etmedik, etmeyeceğiz de. O gelenekleri onlar var etti, uzaktan serap gören küçük burjuva solu ve bireyleri değil.

Bugün, o doksanlar konuşulurken otobiyografi ve anı üretenler, üniversite yıllarına sığınanlar, 12 Eylül’de 15 gün hapiste kalanlar, o doksanların dinamizmini ortaya çıkaranları tüm acemiliğine rağmen fedakarlığını görmeden eleştirenler; onların kurduğu mahallelerin tüm imkânlarından yararlanıp orayı rant kapısına çevirmek isteyenlerdir. O mahallelerde bir bardak çay içilebiliyorsa o insanların sayesinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçılıyor. O parti ve sendika bürolarınız açık kalabiliyor, reformist yayınlarınıza devam edebiliyorsanız o da bu mücadelenin sonucudur.

Bizi bugüne getirip bu değerler ortaya çıkartan, bireysel anarşist mücadeleler değil. Ne öğrendiysek onlardan öğrendik. Küçük burjuva ideolojisinin yüce bireyi ve politik kâhini olmayı tercih etmedik. “Ben”den ve yayılmaya çalışılan “ben” kültüründen uzak durduk. “Komünist ben” olmayı reddettik, ideolojinin gereği buydu. Komünden ayrı düşmedik. Tek başımıza da komün olmaya çalışmadık. İdeolojiyi, bilirkişilik olarak görmeyip öğrenme mekanizması olarak kabul ettik. Burada komünist, çevrede Kemalist CHP’li; söylemde kadın hakları savunucusu, ilişkilerde eril olmadık. İçinden geldiğimiz halkımızı değil, onu savunması gerekeni solu eleştirdik. Bunu halk ve sınıf için yaptık çünkü o, bu sürecin en suçsuz olanıydı ve bireyler toplamı değil, bir aileydi. Onun ilerici geleneklerini öğretici gördük, kolektifin eseriydi.

Halkımıza karşı yozlaşma bataklığına saplanmış Avrupa insan tipini üstün tutmadık ve Batı’yı güzellemedik, hiçbir halkı da küçük görmedik. Kendini dışarıda tutarak halkı ve sınıfı eleştiren her söylem, özünde kolektiften kopuştur. Halkını sevmeyen hiçbir “sosyalist”, düzenin değişeceğini beklemesin çünkü sevgi, bedel gerektirir. Sevmeyen, eylemeye cüret edemez, inanç boşluğu bu nedenle tesadüf ve duygusal değildir.

Duraklama dönemleri her daim olur; çelişki devam ettiği sürece, sömürü çarkları ve adaletsizlik işlediği sürece, emperyalizm var olduğu sürece o mücadele hiçbir zaman bitmeyecek çünkü gecenin en karanlık anı, sabaha en yakın zamandır.

Sonuç olarak, mücadele önce zihinde başlıyor ve bu duraklama döneminde zihinlerimizi sömürü karşısında işletecek, diri tutacak bir İştiraki var. Tüm samimiyetiyle ve özverisiyle bunu yapmaya çalışıyor. Sizde ezilenin ve sömürülenin sınıf tavrı dışında bir aidiyet aramaz. O nedenle solun önemli bir bölümü İştiraki olduğu sürece huzursuzluğu her gün yaşayacak. Teşhir, emperyalizme ve onun fahri temsilcisi sola olduğu sürece İştiraki var olacak. Evet, birileri sizin düşündüğünüz tüm çarpıklıkları görüyor ve size ulaşsın diye yazıya döküyor. Bu noktada hangi çevre ve insanı bu kolektifi eleştiriyorsa iki kez düşünüp karar vermek gerekir. Asıl düşünmesi gereken bireyler ise bir ayağı yozlaşmada bir ayağı da sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisinde olduğunu sanan reformist çevrelerin insanları. Sizce yaşadığınız bu çarpıklığın sorumlusu bağlı olduğunuz yapının şefleri olamaz mı?

Bu, bir bayrak devridir. Filmlerden, kitaplardan, destanlardan, mitolojiden, türkülerden, inançtan, kültürlerden ilham alarak dilimiz döndüğünce ve kalemimiz yettiğince yazmaya çalıştık. İştiraki, dertlerimizi ve emperyalizme öfkemizi ilk eylemimiz olan sözü üretecek bilinçlere kollektifin kapısını açıyor. Bu kadar kirlenmenin ortasında temiz kalma çabasını sınıfa ve kitlelere yaymak için gece gündüz çaba sarf eden İştiraki iyi ki var diyoruz. Bir tür veda olmasa da yayınlanan yazıları ve çevirileri daha iyi özümsemek için bir tür ara değil, ideolojik disiplin zamanı diyoruz.

S. Adalı
2 Temmuz 2024

0 Yorum: