Burjuva Üst İnsanı Üzerine Bir İnceleme
“Fabyusçuların içerisinde nadiren tesadüf edebileceğiniz
iyi insanlardandı.”
[Lenin]
Shaw,
ömrü boyunca hem İngiltere’de hem de Amerika’da “orta sınıf”ın sıradan üyeleri
arasında sosyalist düşüncenin temsilcisi olarak kabul edildi. Shaw, bir olgu
olarak, birçok yönden ilginç ve önemli; o, burjuva yanılsamasının ne kadar
inatçı olabileceğinin kanıtı.
Bir
burjuva, Marksizme aşina olabilir, toplumsal sistemi sert bir dille eleştirebilir,
onu büyük bir hevesle değiştirmek isteyebilir, ama gene de bu burjuva, insanın
kendi içinde özgür olduğuna inandığından, ortaya koyduğu tüm bu çabalar, boş
yere havanda su dövmekle neticelenir.
Eski
anarşist, vejetaryen ve Fabyusçu bir isim olarak Shaw, son demde sosyal faşist
oldu. Bu hâliyle bir ütopik sosyalist olması, tabii ki kaçınılmaz. Ondaki
ütopya düşüncesi, Back to Methuselah [“Methuselah’a Dönüş”] kitabında
gayet iyi izah ediliyor. Bu kitap, pratikte sanatsal yaratım ve bilimle alakalı
çalışmalara giren ayran gönüllü gençleri horgören ve günlerini düşünerek
geçiren eski çağ insanlarının yaşadığı cenneti tasvir ediyor.
Bu
türden çalışmalarıyla Bernard Shaw, ait olduğu, nitelik itibarıyla burjuva olan
sosyalizm anlayışındaki zafiyeti ve özünü ifşa ediyor. Onun sosyalizm anlayışı,
katışıksız tefekkür işlemini önceleyen, önemli gören bir anlayış. Bu katışıksız
tefekkürde insan yalnızdır, her türlü işbirliğinden, tümüyle azadedir ve özel
bir dünyanın içine hapsolmuştur. Buradan da şu türden bir kanaat geliştirilir:
Katışıksız tefekkürde yalnız olan insan, tam manasıyla ancak burjuva
düşüncesiyle özgür olabilir.
Peki
bu, bilim insanında görebileceğimiz türden bir yanılsama mıdır? Hayır, bilim,
katışıksız fikir değildir, o, eylemle ittifak hâlinde olan, tüm fikirlerini
gerçekliğin mahkemesinde yargılayıp sınamış fikirdir. Bilim, her daim bilmekle
olmak, düşle dış gerçeklik arasında seyreden diyalektik hareket dâhilinde oluşan
fikirdir. Shaw, modern bilimden ondaki insani zayıflıklar sebebiyle tiksinmez,
özünde modern bilimden, pratikte yaratma konusunda üstlendiği rolü layıkıyla
yerine getirdiği için nefret eder.
Karşımızda
hepimizin aşina olduğu bir kişilik türü var: bir aydın, her zaman olduğu gibi
gene düşman gördüğü gerçekliğe katışıksız fikirle hâkim olmaya çalışıyor. İnsanın
hayal âlemine çekilip kategoriler veya etkili olduğuna inanılan büyülerle
gerçekliği kendisine tabi kılacağı vehmine kapılması, insana has bir
zayıflıktır. Bu kusur, “teori” insanının, peygamberin, mutasavvıfın ve
metafizikçinin kusurudur. Hastalık düzleminde değerlendirirsek, bir nevrotiğin
işleyebileceği bir kusurdur. Burada hepimizde kalıntıları bulunan, büyüye
inanan ilkel insanın izlerini bulmak mümkündür. Shaw’da bu kusur, bildiğimiz
burjuva biçimine bürünmektedir.
Shaw,
hakikatin özgürlük getirdiğini görür ama bu anlayışın zeki bir insanın tek
başına bulduğu bir şey değil de toplumsal bir ürün olduğunu görmeyi reddeder. Shaw,
insanın dünyaya hükmedecek düşünceler biçimini almış saf aklı toplumsal eylem
olmaksızın, tartışma ve akıl yürütme yoluyla, kendisindeki Platoncu ruhtan
devşirebileceğine, yeni ve daha yüce bir bilinçlilik düzeyine ulaşabileceğine
hâlen daha inanmaktadır.
Bu
noktada şu önemli hususu vurgulamak gerekiyor: gerçek bilim insanı gibi gerçek
bir sanatçı da bu tür bir yanlışı yapmaz. Bilim insanı da sanatçı da
gerçeklikle sürekli temas hâlindedirler, gerçekliği kendilerinin dışında
ararlar, bulmayı arzularlar.
Gerçeklik,
geniş, çetin ve insan tanıdıkça giderek karmaşıklaşan maddedir. Onu bilmek için
insanların nesiller boyu toplumsal düzeyde akıttığı tere ihtiyaç vardır. Bugün
bilim o denli karmaşıklaşmıştır ki bir insan, ancak onun küçük bir kısmını tam
anlamıyla kavramayı ümit edebilir. Bir zihinde tüm bilgilerin toplanabileceğine
dair o eski düş, yok olup gitmiştir. İnsanlar, bu devasa duvar halısına birkaç
ilmek atarak katkı sunmakla yetinmek zorundadır, hatta bu birkaç ilmek, Newton
veya Darwin’in o büyük buluşları kadar karmaşık da olabilir.
Bugün
Shaw, o burjuva bireyciliğiyle, tek bir keskin zekânın gerçeklik üzerinde
kuracağı hâkimiyete getirdiği kısıtlamalara hiçbir şekilde tahammül
edememektedir. Shaw, bilimin araçlarını kullanmada ustalaşabileceğini umamadığı
için tüm o araçları birer hurafe diye çöpe atar. “Güneşin dünyadan doksan
milyon mil uzakta olması saçmalık” der. Doğal seleksiyon mantık dışıdır. Böylelikle
Shaw, onca terle elde edilmiş olan bu anlayışlar yerine, dünyaya dair teoriler
geliştiren bir Hindu mutasavvıfı gibi, kendi arzularından devşirilmiş fikirler
atar ortaya. Tüm bilimi saçma bulup çöpe atan Shaw, gerçekliğin tarihini
büyücülere has “yaşam gücü” ve boş yere hayaller kurduran Tanrı anlayışı
üzerinden yazar.
Shaw’un
kozmoloji, kâinat anlayışı, yabani ve ilkel ve idealisttir. Shaw, bu çetin,
sıkıntı verici, dikenli gerçekliğe, o bildiğimiz nevrotik yöntemle, kendi
arzularının gerçekleşmesine dair, zihninde kurguladığı bir dizi vesveseyle
hükmettiğini düşünür. Bunun nedeni Shaw’daki aptallık değil, doğal yollardan
edindiği keskin zekâsıdır. Bu zekâ öylesine keskindir ki Shaw,
onun sayesinde, salt düşünme pratiğiyle, toplumun yardımı olmaksızın, tüm
bilgiye hâkim olabileceğini düşünmek gibi bir kibre kapılır. Onun
kozmolojisinin bizde, hayat hakkında teoriler üreten, istisnai bir zekâya sahip
tıp insanının yol açacağı türden bir etkiye sebep olmasının nedeni buradadır. Vasat
bir aydın, hâlen daha ilkel bir teorileştirme pratiğinin etkisi altında olduğu
için, onun Shaw’un tüm felsefesinin özündeki kabalığı tespit edememesine hiçbir
şekilde şaşırmamak gerekir. Onda burjuva, burjuvayla konuşur.
“Düşünceden
azade eyleme inanmak” denilen ilkellik, faşistlere özgü bir sapkınlıktır. Ama
aynı şekilde, “Eylemden azade düşünceye inanmak” denilen ilkellik de burjuva
aydınına özgür bir sapkınlıktır. Düşünce eylemden kopartıldığı an eli kolu
bağlanır, daha doğrusu, hiçbir şey üretmeyen bir makine gibi hareket edip
durur, çünkü düşünce, eyleme yardım eden bir araçtır. Düşünce eyleme yön verir,
rehberlik eder, ama rehberlik etmeyi de eylemden öğrenir. Var olmak, tarihsel
planda her daim bilmeyi önceliyor olmalıdır, çünkü bilmek, var olmanın bir
uzantısı olarak gelişir.
Shaw’un
eylemden arınık, yapayalnız düşünceye öncelik veren içgüdüsel burjuva inancını
sadece o gülünç kozmolojisinde ve itici ütopya anlayışında değil, ayrıca,
muhtelif hayvanatın uzun boyna sahip olmaya karar verebildiklerinden,
zihinlerini amaçlarına odaklayıp büyümeyi bildiklerinden söz eden (İngiliz
yazar Samuel Butler’a atıfla) Batlırcı biyoloji anlayışında da görmek
mümkündür. Shaw’daki bu Batlırcı yeni Lamarkçılık, tüm o gülünç hâliyle,
burjuva zihnini duygusal yönden epey etkilemiştir. İlgili fikriyat öylesine
güçlüdür ki, bu hipotez konusunda ortada tek bir delil bulunmadığını, eldeki
tüm delillerin aksi görüşü desteklediğini kabul etmelerine rağmen ciddi bilim
insanları, sırf kendilerine hoş geliyor diye bu hipoteze koşullu da olsa onay
verirler. Tümüyle özgürlük ve bireyin zihninin özerkliği gibi burjuva
anlayışlara takıntılı olan bir akıl için bu türden bir anlayış, determinizmin
redde tabi tuttuğu cenneti vaat ediyormuş gibi görünür.
Eğer
Shaw’un Fabyusçuluğu, tüm eserlerine nüfuz edip o eserlerin sanatsal ve politik
değerini çalmamış olsaydı, bu söylenenin bir önemi yoktu. Düşüncenin kendine
kapalı üstünlüğüne inandığı için onun kaleme aldığı oyunlarda insanlık yoktur,
sadece yürüyen akıl olarak insanlar vardır. Neyse ki insanlar yürüyen akıl
değildirler. Öyle olsalardı, insan ırkı, mantığın ve metafiziğin kimi düş ve
kurgularında çoktan yok olup gitmişti.
Bilinçsiz
varlıklar olarak insanlar, dürtü ve basit hayatta açılmış eski oluklarda
ilerleyen, ara sıra zirvesinde bilincin nurunun belirdiği birer dağdır. Bu
bilinçli nur, değerini ve gücünü duygulara ve dürtülere borçludur. Sadece formunu
düşüncenin akılla oluşmuş biçimlerinden almıştır. İnsanlar, her çağda bu
bilinci daha yoğun kılmak için uğraşırlar. Bu uğraş dâhilinde sanatçı,
duyguları inceltip yoğunlaştırır, bilim insanı ise düşünce denilen formu daha
eksiksiz ve daha gerçek kılar. Her iki hâlde de bu iş, varlığı
inceden inceye yanan ateşe atarak ifa edilir.
Shaw
ise daha çok ateşle, varlıktan azade nurla ilgilidir. Bu şekilde varlıktan
soyutlanmış olan fikirler, boş ve önemsizdirler. Geride bıraktıkları ufak
çınlamayla çekip giderler. Böylelikle Shaw’un oyunları, “renksiz cansız
kategorilerin yerli yersiz dans ettikleri bir sahne”ye dönüşür.
Bu
bilinçle ilgili olarak geliştirilmiş olan fikir ve duygu karmaşası, toplumsal
iktidarın kaynağı değil, sadece bileşenidir. Toplum, atölyeleri, binaları,
maddi sağlamlığı ile her daim gerçek varlığın altında duran bir şey olarak
takdim edilir. O, her insanda bilinmeyenin, bilinçsiz ve akıl dışı olanın
devasa havuzu olarak görülür. Öyle ki her insanın bilinçli hayatı, tüm
varoluşunun ana kütlesi üzerinde ara sıra beliren bir parıltıdan ibarettir.
Ayrıca,
toplumun bilinçli kısmının sert ve her türden değişime direnen bir kabuğu
vardır. Üstelik bu direnç, tüm genellemelerin gerisinde, malzeme ve teknikteki
değişimde, varlık gerçek manada detaylı hâle gelirken bir biçimde hissedilir. Bu
direnç sayesinde her insanda bir gerilim oluşur. Bu gerilim, toplumdaki gerçek
dinamik güçtür. Sanatçıları, şairleri, peygamberleri, delileri, nevrotikleri ve
tüm o belirsizlikleri, akıl dışılıkları, itkileri, aniden gelişen nedensiz
duyguları, tüm hazları ve korkuları, hayatı hayat yapan, sanatçıyı aşka
getiren, nevrotiği korkutan şeyleri bahsini ettiğimiz gerilim üretir. O
toplamda, huzursuz, muhafazakârlık karşıtı ve devrimcidir. Bugünle yetinemeyen
her şeydir: âşıkların aşktan usanmalarına, çocukların o mutlu ebeveyn
kucağından kaçmalarına, insanların kendilerini faydasız olduğu aşikâr olan çabalarda
heba olmasına neden olan odur.
Tüm mutluluğun ve kederin kaynağı olarak gerilim,
insanın varlığı ile bilinci arasındaki mesafeyle ilgilidir. Toplumu yöneten,
hayatı canlı kılan odur. İşte Shaw, ölü olan düşünce alanının altında duran
her şeyi ve onları yaratan tüm bu gerilimi yok eder. Bu gerçek manada faal olan
varlığı teolojik düzeyde ikame eden fikir olarak Hayat Sevgisi’ni Shaw,
düşünsel düzeyde oluşturur. Bu sebeple, onun karakterlerinin insanla bir
alakası yoktur. Bu karakterlerin tüm çelişkileri akıl düzleminde oluşur ve
hiçbir çelişki çözüme kavuşturulmaz. Zaten mantık, yalnızca eylemde
sentezlenebilecek ebedi zıtlıkları nasıl çözüme kavuşturabilir ki?
Bahsini
ettiğimiz gerilim, Sezar ve Jan Dark gibi henüz sistematik bir ifadeye
kavuşturulmamış, deneyime yön verecek rehber uyarınca, doğasını hiç
bilmedikleri, ama tarihin itaat ediyormuş gibi göründüğü muazzam yetenekleri
haiz güçleri var kılan kahramanlar yaratandır. İşte Shaw, bu türden
kahramanları tahayyül ve tasavvur etme kabiliyetinden mahrumdur. O, o güçlerin
sebep oldukları şeyleri bile isteye yaptıklarını varsaymak zorundadır.
Dolayısıyla bu kahramanlar, Shaw’a bir burjuva tarih kitabından fırlamış,
insanlıktan pek nasibini almamış figürler olarak görünür. Onların hayatlarını
toplumsal değişime yol açan akımlara dair bir sınav kâğıdını inceler gibi sakin
yaşadıklarını düşünür. Yazdığı oyunlar birer tiyatro eseri değildir. Bunlar,
sanat olarak görülemezler. Burada sadece tartışma söz konusudur, dolayısıyla,
hiçbir yere çıkmayan tartışmalar gibi trajik bir sondan, zamansal ilerlemeden
veya sanatsal birlikten mahrumdur.
Bu sebeple, Shaw’un bir tür entelektüel aristokrat
olduğunu söyleyebiliriz. Onu harekete geçiren dürtüleri en iyi
oyunlarındaki komik veya ikinci sınıf figürler akli yoldan ifade ederler.
Oyunlarında dil bulan talepleri en çok da bu tiplerin ağzından işitiriz.
Aktörler birer hiçtir, düşünürlerse her şey.
Gerçek
hayatta kudretli, heybetli ama alabildiğine beyinsiz olan biri bile, misal
“Binbaşı Barbara” oyunundaki silâhtar, Shaw’un düşüncesine göre sahneye
çıktığında seyirciyi etkilesin diye zeki bir teorisyene dönüştürülmelidir. Oysa
biz biliyoruz ki zihnini biçimlendirme becerisinden yoksun, ama gerçekliği, pek
çok aydın dostumuzdan çok daha fazla, çok daha yoğun, çok daha güçlü bir
şekilde etkileyen insanlar var ve biz bu insanlara hayranızdır. Tüm hayatımız
boyunca yaşanan olaylarda düşüncenin tek başına dünyaya yön vermeye
yetmeyeceğini biliriz. “Hayali” ve “akıldışı” sanata, bize sadece kendi
deneyimlerimizi anlatan, kısa süreli de olsa saf duygusal bilincimizi
canlandıran sanata hürmetimiz, bunun kanıtıdır.
Savaşta,
sanatta, devlet adamlığında ve ahlak sahasında dünya tarihi açısından belirli
bir öneme sahip olan insanların hiçbirisi, Shaw’un oyunlarında karşımıza
çıkmaz. Shaw, burjuva diyalektiğini iyi savunan biri olmadan, insanları
etkileyen bir karakter yaratamaz. Bu acizlik, doğalında Shaw’un aktardığı
proleter karakterlerde karşılık bulur. Binbaşı Barbara’da anlatılan,
askeriyeye ait yurttaki proleterlerde görüldüğü gibi hepsi de birer karikatür
tiptir. Bu kişiler, ancak İnsan ve Üstinsan oyununda gördüğümüz şoför
gibi “eğitim” gördüğü takdirde saygın biri hâline gelirler.
Görüldüğü üzere Shaw’un idealize ettiği,
yücelttiği dünya, komünizmin dünyası değil, tıpkı Wells’in dünyası gibi, yoksul,
kafası karışık işçilere rehberlik eden aydın Samuray’ın yönettiği dünyadır. Bu, esasında faşizmin dünyasıdır.
Özgürlüğün doğası konusunda yanlış bir görüşe
sahip olan burjuva aydınları, bu anlayışlarının özünde olan çelişkiler
sebebiyle özgürlüğün karşıtı olan faşizme sürüklenirler. Shaw’un
Ütopya’sı, aydınların teşkil ettiği bürokrasinin örgütlediği, yukarıdan aşağıya
dayatılmış, planlı bir dünyayı ifade eder. Bu, esasen komünizmin dünyasınca
redde tabi tutulmuş, yadsınmış bir dünyadır. Komünizmin dünyası ise herkesin
yönetim süreçlerine dâhil olduğu, varlık âlemiyle rabıtasını kesmemiş, aktif
aydınların bilinçli işçiden öğrendiği, aynı şekilde, işçilerin taleplerine
düşüncenin yön verdiği bir dünyadır. Düşünce ile eylem arasındaki ölümcül
sonuçlar doğuran sınıfsal yarık kapanmıştır. Görevden alınıp yerlerini
başkasına bırakan memurların yürüttükleri görev için özel eğitim almadıkları bu
dünya, Fabyusçuların gördüğü düşün veya kâbusun karşıtıdır. Bu Fabyusçuların
sınıfsal Ütopya’sında yönetici sınıf, sürekli iktidarda kalan, entelektüel,
eğitimli bürokrasi biçimini almıştır ve devletin imkân ve yetkilerini
proletaryanın hayrına olacak şekilde kullanır. Aslında bu, tıpkı kapitalist
gibi dünyaya sahip olmayan ama aynı zamanda proletarya gibi o dünyaya bir gün
sahip olacağı kesin olan orta sınıfın gördüğü güzel bir düştür. Gerçekleşmesi imkânsız olan bu düş, aydını proletaryadan
uzaklaştırır ve onu gericilikle faşizmin kalesi hâline getirir.
Shaw,
özgürlüğün bir tür ilâç gibi iyi niyetli bir insanın cahil işçiye dışarıdan
dayatabileceği bir şey olduğunu söyleyen fikirden hâlen daha kopabilmiş
değildir. Oysa bu bahsi edilen özgürlük, proletarya
değil, burjuvazi için ilâçtır. Shaw, aydının da işçinin de özgürlüğe sahip
olmadığını, onların bu paha biçilmez bir şey olarak özgürlüğü kimseye
veremeyeceğini, her ikisinin de kendi dönemlerine ait kategorilerin sınırlarına
tabi olduğunu, kimsenin kimseye bahşedemeyeceği gerçek özgürlüğü fiiliyatta
ancak komünizmin yaratabileceğini görmez.
Özgürlük,
bir keşif yolculuğudur, ama gene de bu yolculukta bir konuda netiz: Romalının,
feodal lordun ve burjuvanın elde ettiği özgürlüğün hayali olduğu görülmüştür.
Bunun basit nedeni şudur: çünkü Romalı da feodal lord da burjuva da yönetici
sınıfın özgürlüğe kavuşacağına ve onu topluma dayatacağına inanmıştır. Oysa
gördük ki bu güçler başarısız oldular. Dolayısıyla, bugün insan her yerde esir.
Çünkü bu güçler, özgürleşirken kölelerini, serflerini veya sömürdükleri
proleterleri özgürleştirmediler. Özgürleştirmediler çünkü bunu yapsalardı,
yönetici sınıf olma vasıfları ortadan kalkacaktı ki bu, ancak üretici güçler,
yönetici sınıfların artık gerekli olmadığı aşamaya geçecek kadar geliştiğinde
mümkün olabilecek bir şeydi.
Bu
anlamda, Shaw gibi iyi niyetli bir aydın, bu erişilmesi zor olan özgürlüğün
peşine düşmeden evvel, toplumun dizginlerinin bir sınıfa değil de tüm insanlara
teslim edildiği yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin inşa edilmesi
çalışmalarına katkıda bulunmalıdır. Özgürlüğü elde edebilmesi için insanın
kendisini yönetebiliyor olması gerekir. Oysa insan, bir toplumda yaşadığı,
toplum da üretim ilişkileriyle ve bu ilişkiler içerisinde yaşadığı için, toplum
üretim ilişkilerini bizatihi yönetmeden insanlar özgürlüklerine kavuşamazlar.
İnsanın
kendisini yönetebilmesi için öncelikle toplumun insanı yönetim sürecinin
dışında tutan bir sınıfın idaresi altında olmamalıdır. Özgürlük arayışı, ancak
sınıfsız devlette, tümüyle kendi kendisini yöneten toplumun özgürlüğe uzanan o
çetin ve zor yolları öğreneceği koşullarda başlar. Peki ama insan, kaderi bir
sınıf tarafından planlanıyorsa, piyasadaki pazarlıkların ve işlemlerin
kontrolündeyse veya soylu bir Samuray’ın şirketince düzene sokuluyorsa, nasıl
özgürlüğe kavuşabilir? Şimdiye dek iki felsefecinin mutlak hakikat ve adalet
konusunda anlaştığı görülmemişken bu aydın Samuraylar bu işi nasıl becerecekler?
O
bitmek bilmez olumlanma-olumsuzlanma sürecinde düşünceye onay verecek tek bir
hakem vardır o da eylemdir. Peki ama düşüncenin muktedir olduğu, eyleminse
dilini tuttuğu bir dünyada mesele nasıl çözüme kavuşturulacak? Eylem, toplumun
tüm gözeneklerinden sızar: toplumun hayatı, her insanın eylemidir. Toplumun
biçimini imtiyaz sahibi olan, çoğunluğun eyleminden uzak duran bir avuç kişinin
düşüncesi tayin ettiği an o toplum paramparça olur.
Shaw,
düşüncenin varlıktan neşet ettiği, insanın bilincini toplumsal ilişkilerini
değiştirmek suretiyle değiştirdiği, değişimin o ilişkilerin tabi olduğu gerçek
varlığın baskısı sonucu yaşandığı ile ilgili temel gerçeği örtük olarak
reddeder. Dolayısıyla Shaw, propaganda faaliyetleriyle kıyaslandığında devrimci
eylemin daha etkili olduğu gerçeğini doğalında inkâr eder. Tıpkı Wells gibi
Shaw da vaazların tek başına dünyayı harekete geçirebileceğine inanır. Oysa
dünya vaazlarla ve vaazlar yoluyla hareket etse de bu, onun tüm vaazlarla
harekete geçtiği anlamına gelmez. Hareket yasası ile birlikte hareket eden
dünyayı, eylem çizgisi boyunca ilerleyen ve olayların özüne vakıf olmuş bir
vaaz harekete geçirebilir. Buna karşılık, bir burjuva aydını, her daim
vejetaryenlik, eşit gelir veya aşı karşıtlığı gibi mutlak hakikat ve adalet
anlayışı saydığı şeyin dünyaya başarılı bir tartışma yoluyla dayatabileceğine
inanır. Shaw’un oyunları da bu inanç üzerine kuruludur.
Yalnız
bu noktada Shaw bir açmazla yüzleşir. Mutlak doğrularını dünyaya mantıksal bir
zemine sahip tartışma süreci üzerinden dayatmak zorundadır. Fakat o doğruları
dayattığı, hiç düşünmeyenlerin veya az düşünenlerin dünyası aşağı ırka mensup
yaratıklardan, salt emekçilerden, aydın olmayan geri zekâlı kişilerden,
yaratılışın entelektüel efendilerinin tanrısal komutlarıyla felâketten
kurtaracağı şekilsiz ama her şekle girebilen bir kitleden oluşmaktadır. Bu
yaratıklara kim nasıl bir anlayış kazandırabilir ki? Küçük kafalarını ne
cezbedebilir? Dolayısıyla, bu kitleye bir çocuk gibi muamele edilmeli, akıl,
çelişki, mizah, canlı ve tuhaf olaylarla tatlandırılıp o şekilde verilmeli.
Shaw,
zihinsel bilincin öncelikli ve üstün olduğuna inanır. Bu inanç onun sanatçı olmasına
mani olur. Aynı bilinç, Shaw’un bugünkü bilinç dünyasında gerçek bir güç veya
ciddi bir düşünür hâline gelmesini de engelledi.
Neticede Shaw, dünyanın soytarısı hâline geldi. Verdiği mesajlar, her zaman
mizahın şerbetine daldırıldığı için hep gülünüp geçilecek şeyler olarak
algılandı.
Marx’ı
görmezden gelen, Lenin’i aşağılayan, kendi Tom Mann’larını hapse gönderen
İngiliz burjuvazisi, Shaw’u bir çeşit saray soytarısı olarak görerek, hoşgörü ve
güler yüzle karşıladı. Onu hor gördüğü kişiler hor gördü. Hapını daldırdığı
şerbet, hapın etkisini azalttı.
Buna
karşılık Marx, Kapital’i İngiliz burjuvazisinin yorgun beyni için çekici
kılmaya çalışmadı. Çok satanlar listesine girmek veya tiyatro âlemindeki
başarılarıyla görüşlerini perdelemek için uğraşmadı. Basına komik mülâkatlar
vermedi. Kendi döneminde ismini sadece bir avuç İngiliz biliyordu, oysa Shaw’u
milyonlar tanıyor.
Marx,
mesajını ciddiyetle aktardığı, insan ırkına mensup olan herkese eşit muamele
ettiği, herkesi eşit gördüğü için mesajı da ciddiyetle ve layıkıyla alındı.
Marx düşüncenin dünyayı yönettiğine inanmadığı, düşüncenin eylemin özüne uygun
hareket etmesi gerektiğine inandığı için onun düşüncesi dünyanın inşasına herkesten
çok daha fazla katkı sundu. Marx’ın düşüncesi, sadece dünyanın altıda birinde
yeni bir uygarlığı var etmekle kalmadı, ayrıca diğer tüm ülkelerde devrimci
unsurların kendi etrafında toplaşmasını sağladı. Günümüzde tüm siyaset, Marx’a
karşı veya Marx’ın yanında olabildiği ölçüde anlama ve öneme sahip olabiliyor.
Marx’ın
Shaw’dan çok daha büyük bir akıl olduğunu söylemeye bile gerek yok. Hiç
şüphesiz, Shaw, Marx olabilseydi olurdu. Şimdiye dek aklı ve zekâyı ölçecek bir
standart belirlenebilmiş değil, çünkü akıl kendi içinde varolan bir şey değil,
ancak uluorta tüm çıplaklığıyla işlediği, düşünme pratiğini var ettiği ölçüde
var olabilir.
Shaw
da Marx da keskin zekâya sahip isimlerdi. Yazdıkları bunun kanıtıdır. Her iki
isim de deneyimleri üzerinden, açgözlü burjuvanın tesis ettiği toplumsal
ilişkilerin iflas ettiğinin farkındaydı. Fakat Marx’ın zihni geleceğe sıçrama
becerisini gösterirken Shaw’un zihni o hor gördüğü burjuvalığa ait
kategorilerin tutsaklığından bir türlü kurtulamadı. Çünkü Shaw, mesajını muhatabını küçümseyerek, saygısız bir
üslupla iletiyor, insanları aşağılık varlıklar olarak görüyordu. Bu sebeple,
o mesaj çok okundu ama çok az kaydedildi. Shaw’un mesajı, verilirken takınılan
tavırdaki yanlışlığı ve gerçek dışılığı ele veriyor.
Shaw
gençliğinde Marx’ı okudu. Buradan onun Marx sayesinde, dünyayı orta sınıfın
kurtaracağına dair hayaller kuran bir reformist yerine tehlikeli bir devrimci
olma seçeneğinden haberdar olduğunu anlıyoruz. Ama Marx, kendisine burjuva
hayatının işlediği günahları ve yaptığı yanlışları göstermiş olmasına rağmen
Shaw, geleceğin sınıfının bu çürüyen sınıfı alaşağı etmesinin zorunlu olduğu
görüşünü benimsememeyi tercih etti. O andan itibaren Shaw kendi içinde bölündü.
Bu
kararı Shaw’un kişisel hikâyesiyle izah etmek mümkün. Zenginken fakirleşen,
toplumsal konum itibarıyla sıkıntıya düşen bir orta sınıf ailesine doğan hırslı
bir genç olarak Shaw, çocukluğundan beri, ailesinin eski statüsünü yeniden
kazanmak zorunda olduğu fikrinin etkisinden kurtulamadı ve bu amaç doğrultusunda,
başarıya ulaşmak adına Londra’ya geldi. Burada bir işçi kadar fakir olan Shaw,
geçimini bir süre yazarak sağladı. Ancak üzerindeki takım elbisesi ve piyano
çalma konusunda sahip olduğu yetenek sayesinde rafine zevklere sahip Kensington
sosyetesine dâhil olma imkânı buldu. Proleterleşme ihtimaliyle yüzleştiği
noktada burjuva sınıfına sarıldı. Aynı şekilde, Marx okudu ama okuduklarına
karşı direnç geliştirerek Fabyusçuluğa, ondaki burjuva geleneklere ve toplumsal
saygınlığa bağlandı.
Bu
sorun ve ona bulduğu cevap, Shaw’un ideolojisini, aynı zamanda sanatını
belirledi. Ondaki Marx bilgisi, Shaw’a tüm burjuva kurumlarına elindeki
balyozla saldırma imkânı verdi. Ama şu soruya hiçbir zaman cevap veremedi: “Burada
ve şimdi, konuşma dışında tüm bunları düzeltip geliştirmek için ne yapmalıyız?”
Bu soru, eserlerinde her tür suça ve günaha bulaştığı için lekeli olarak
gördüğü parayla ilgili kılıf altında birçok kez gündeme gelir: Dul Kadının
Evleri, Binbaşı Barbara, Bayan Warren’ın Mesleği gibi
oyunlarında bu mesele üzerinde durulur ama hep üstünkörü ele alınır. Ona göre, sistem
değişene dek meseleler olduğu gibi kabul edilmelidirler. Sistemi değiştirmek
için, konuşma dışında ilk elden hiçbir adım atılmamalıdır.
İnandığı
İsa’nın sermayeye satıldığını görünce dehşete düşen Binbaşı Barbara, hikâyenin
sonunda İsa’yı satın almış olan silâh fabrikasının müdürüyle evlenir. Muktedir sınıfın
tepeden tırnağa çürüdüğünü, varlığını işçileri sömürmesine bağlı olduğunu gören
Shaw da aynı şekilde, hikâyenin sonunda ideolojik düzeyde parayla, saygınlıkla,
şöhretle, barışçı reformizmle ve en nihayetinde Mussolini’yle evlenir. Sistemi
değiştirmek için fiiliyatta somut adımlar atmayanlar, sistemin sürdürülmesine
katkıda bulunurlar.
Shaw,
Marx’ı okuduğu için gene de sunduğu çözümün temel çelişkilerini görür. Bu sebeple,
kaleme aldığı oyunları kasten ve zorla dayatılmış fikri değişimlerle, ikna
edicilikten uzak çözümlerle ve hayal ile mizah üzerinden gerçeklikten kaçışla
yüklüdür.
Shaw,
ömrü boyunca hayvanların çektikleri çilelerin ürettiği lekeli ürünler
meselesiyle uğraşıp durdu. Ona göre, hayvanların kesilmesiyle elde edilen etle
hayvanların ameliyat edilmesi üzerinden temin edilen serum, hiçbir şekilde
kullanılmamalıdır. Shaw, kişilerin uzak durmasına rağmen bu kötü işlerin mutlu
mesut yollarına devam edeceği üzerinde durmaz. Ama paranın, burjuva
saygınlığının gayri maddi getirileri, bunun yanında, tehlikeli bir devrimci
olarak ezilmek yerine Fabyusçu bir aydın olarak elde edilecek şöhreti reddetmek
söz konusu olduğunda işler değişir.
Et
ve serum, toplumun hayatı için zaruri değildir, dolayısıyla onlardan uzak
durmak mümkündür. Burjuva toplumunda o toplumu bir arada tutan şey, paradır. O olmasa
kimse et yiyemez. Dolayısıyla, ondan kimse uzak duramaz. Bu anlamda, Shaw’un
sorunla ilgili olarak bulduğu, uzak durma üzerine kurulu burjuva çözümün, toplumun
sırtından geçinen ama savaşmayan barışçının sunduğu çözüm gibi, boş ve anlamsız
olduğu görülmektedir.
Daha
düşük düzeydeki kötülüklerden uzak duran Shaw’un toplumsal kötülüklere yönelik
ikircikli tutumu, onun toplumun ana ekseni olan asıl kötülükten korktuğunu
ortaya koyar. Ondaki vejetaryenlik, büyük meseleye kör bakmak için ödediği bir
tür bedel gibidir. Bu anlamda vejetaryenlik, onun tüm reformist yaklaşımının simgesidir.
O uzak durur, eleştirir ama asla eyleme geçmez.
Eyleme
geçmeme hâli, eleştirisini zehirler, uzak duruşunu gericiliğin faal bir silâhı
hâline getirir. Tam da bu sebeple, tüm oyunlarında ve kaleme aldığı önsözlerde
para, tanrı olarak çıkar karşımıza. Onsuz hepimiz güçsüz ve biçare birer
hiçizdir. “Paran olsun ki erdemli olabilesin. Paran yoksa iyi biri bile
olamazsın.” Shaw, bu cümleyi öyle sık ve öyle gür bir sesle yineler ki
kendisini ve başkalarını ikna edemeyeceği konusunda kaygılanıp duran biri gibi
görünür. Herkesten şunu ister: “Vazgeçin ondan. Bu fedakârlığınızın kime
faydası var? Onu bir lağım çukuruna atsanız bir alçak gelip onu oradan alır. Sistem
değişene dek bekleyin.”
Peki
ama bu değişim nasıl gerçekleşecek? Shaw, bize tek bir ikna edici cevap sunmaz.
Shaw’u bu kasti samimiyetsizliği yüzünden suçlamaya gerek yoktur. Shaw, tüm
biçareliğiyle burjuva düşüncesine ait kategorilerin esiridir. Shaw, varlık, bilmenin önkoşulu olduğu için, burjuva
sınıfının tüm o zekiliğiyle yıkılmaya, işçilerinse tüm o aptallıklarıyla
eskinin yıkıntıları üzerine yeni bir uygarlık inşa etme sürecinde pratikte
yaratıcı bir rol oynamaya yazgılı olduğunu göremez. İşçi
ve burjuva arasında tercih yapma zorunluluğuyla yüzleştiğinde, ardındaki o
parlak burjuva kültürüyle Shaw, burjuvayı yoksulluğun vahşileştirdiği, cahil ve
akıl dışı olan işçiye tercih eder. Buradan da ömrü boyunca boğuşup durduğu
soruyla yüzleşir: “Bu burjuva sınıfını günahlarından arınmaya nasıl ikna
edeceğiz?” Bu konuda bulduğu çözümse şudur: ya onları kendi fikrine bağlayacak
ya da çaresizce ellerini birleştirecek. Ama Marx’ı okuduğu için burjuvaların
geleceğine de yürekten inanmaz.
Onu
yüzleştiği tüm o güçlüklere sürükleyen şey, ait olduğu sınıfın ve deneyimin
ürünü olan bu karardı. Yaptığı bu tercihti. Fabyusçulukla yeniden dirilecek
burjuva sınıfına gerçek manada inanamadı. Yaşanan olaylar da bu sınıftaki ümitsizliğin
ve çürümenin daha net bir biçimde görünmesini sağlıyordu. Böylelikle, kaleme
aldığı oyunlar, giderek daha da anlamsız ve tereddütlü bir nitelik arz etmeye
başladı.
O
oyunlarda uygarlık ya “Kayalar”a oturur ya da “Elma Arabası”na [“Bir
Çuval İncir”] bindirilir. Methuselah’a Dönüş’te görüldüğü üzere, Ütopya
için işleyen Yaşama Gücü’ne dönük inancın çare olacağına inanılır. Azize Jan
Dark oyununda olduğu gibi Shaw, bir yandan da bağlı olduğu burjuva
sınıfının yaratıcı bir rol oynadığı döneme bakarak kendisini rahatlatmaya çalışır.
Bu noktada Jan Dark’ı geberip gitmekte olan ortaçağ koşullarında burjuva
bireyliğinin kahramanı ve peygamberi olarak takdim eder. Kalbi Kırıklar Evi’nde
Çehov’da gördüğümüz nesnellik ve yanılsamalardan uzaklığa dair notlar düşer.
Görünen
o ki Shaw’daki tüm kusurlar, onun kendisindeki yeteneklerin vaat ettiği
sanatsal ve düşünsel düzeye çıkmasına mani olan her şey, burjuva sınıfını
tercih etmenin yanlış olduğu bir tarihsel dönemde burjuva sınıfından yana saf
tutmuş olmasının bir sonucudur. Tüm oyunları, bu tercih yüzünden gerçeklikten
kopuktur, dramatik bir sondan yoksundur, tartışmayı diyalektiğin yerine koyar,
yaşamsal güçlere ve düşünce temelli ütopyalara inanır, insanların sevgiyle
tedavi edilebileceğini düşünür, bilimsel bilgiden uzaktır. Shaw, esasen
kendisiyle alay ederken başkalarını alaya alan, kendisini hor görürken başka
insanları daha fazla hor gören, üçkâğıtçı şarlatan gibi konuşmaktadır.
Shaw,
burjuva sınıfının zayıflıklarını ifşa ederek faydalı bir iş gördü. Ama Shaw,
burjuva kültürünün çürümüşlüğünü açığa vururken bir yandan da geleceği bu
kültürün ellerine teslim ediyor, gelgelelim, ne o ne de okurları bu kültürün
başarılı olacağına inanıyor. Dolayısıyla Shaw, sembolik
düzeyde, suçluluk duyan, kendisine güvenini yitirmiş burjuva aklını simgeler. Gününü
doldurmuş bir dünyanın çürümesine katkı sunan, yenilmiş ve ümitsizliğe kapılmış
güçlerin parçası olarak aktif bir rol üstlenmektedir. Ne var ki bu çürümüş yapıyı
yıkıp yenisini inşa edecek devrim güçleri yoksa bu dağılmışlık hastalıklıdır.
Shaw,
bu güvene de onun ihtiyaç duyduğu görüşe de vakıf olamamıştır. Wells, Lawrence,
Proust, Huxley, Russell, Forster, Wassermann, Hemingway ve Galsworthy gibi
kendi çağının tipik bir örneği olan Shaw da burjuva kültürü karşısında yaşadığı
hayal kırıklığını dile dökmüş, bir uyanış yaşamış, ama insanı
özgürlük arayışı ve bireycilikle bataklığa sürüklemiş olan bu burjuva kültürü
için daha iyi şeyler dileme gafletine düşmüş, onu daha yakından kavrama
becerisini gösterememiştir. Bu isimler, her daim burjuvaların özgürlüğünü
savunurlar. Bu da onları üzülecek tipler değil acınacak kişilere
dönüştürür, çünkü onlardaki biçareliğin sebebi, karşı konulmaz koşullar değil,
onlardaki yanılsamadır.
Christopher Caudwell
1938
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder