13 Temmuz 2023

NATO’nun Kendisini Tanımlarken Söyledikleriyle Bir Alakası Yok



Litvanya’nın başkenti Vilnius'ta bir araya gelen NATO liderleri, başarıları için kadeh kaldıracak her türden gerekçeye sahipler.

Örgütün yolun sonuna geldiğine dair bir izlenim bıraktığı son zirvenin üzerinden sadece dört yıl geçti. O günlerde Fransa cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ifadesiyle NATO’nun neredeyse “beyin ölümü” gerçekleşmişti. Ama Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte durum tümüyle değişti. NATO’nun saflarına İsveç’i katmayı planladığı, Finlandiya’nın Nisan ayında tam üyelik elde ettiği, teşkilâtın askerlerini doğu hattını takviye etmek için bölgeye sevk ettiği koşullarda, teşkilâtın Avrupa Birliği içerisindeki müttefikleri, askeri harcamaların artırılmasına dair atmayı düşündükleri, ama uzun zamandır erteledikleri adımları atacaklarına dair sözlerini tutmaya başladılar. Kamuoyu da bu karara uygun kıvama getirildi. Başkan Biden, geçen baharda Rusya’nın Avrupa’yı bölmeye çalışması durumunda, tüm kıtayı “NATO bünyesine katacağını” beyan etti.

Bu fikir değişikliğinin NATO’nun destekçilerinin canına can katması anlaşılır bir durum. NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg’in kaleme aldığı ve “NATO’nun elindeki güç, barışı ve güvenliği muhafaza etmenin muhtemelen en iyi aracı” dediği niyet mektubu bile bu koşullarda önemli bir destekle karşılandı. Niyet mektubunu Doğu Asya’daki gerçek tehditten uzaklaşıldığının bir delili olarak okuyan Çinli şahinler ve Washington’ın ülke içerisindeki sorunlara ve diplomatik çözümlere odaklanmasını tercih eden, NATO’nun faaliyetlerinin kısıtlanmasından yana olan ve teşkilâtı bir biçimde eleştirenler bile NATO’nun asli amacının Avrupa’nın savunulması olduğunu kabul ettiler.

Fakat ta kurulduğu günden beri NATO’nun asıl derdi, askeri gücünü büyütmek. Soğuk Savaş döneminde gerilimin zirvede olduğu koşullarda Varşova Paktı’nın elindeki insan gücünün çok küçük bir kısmına denk düşecek bir güce, yani 100 kadar tümene sahip olan teşkilât, Sovyet işgalini püskürtme konusunda güvenilecek bir yapıda değildi, üstelik, kıtadaki nükleer silâhlar da Washington’ın kontrolü altındaydı. O, daha çok Batı Avrupa’yı ABD’nin öncülük edeceği dünya düzeniyle ilgili, ileride yürürlüğe konulacak plana hizmet eden bir kurumdu. Bu plan kapsamında Amerika koruma sağlama işini, ticaret ve para politikası gibi başka meselelerle ilgili tavizler kopartmak için kullanmayı öngörüyordu. Bu görev dâhilinde planın oldukça başarılı olduğu görüldü.

Birçok gözlemci, NATO’nun Soğuk Savaş’ta rakibinin yaşadığı çöküşün ardından dükkânı kapatacağını umdu. Ama 1989 yılının üzerinden on yıl geçtikten sonra teşkilât, kendisini gerçek manada ortaya koyma imkânı buldu. Bu noktadan sonra NATO, Doğu Avrupa’da Avrupa Birliği’ne kabul için gerekli bir derecelendirme kurumu olarak iş gördü, bu bağlamda, ilgili ülkelere kalkınma ve yatırım konusunda bulundukları güvenlik düzeylerine not verdi. Teşkilât, AB’ye üye olmaya aday ülkeleri liberal ve piyasa yanlısı öğretiye bağlanmaya zorladı. O dönemde Başkan Bill Clinton’ın ulusal güvenlik danışmanının ifadesiyle bu öğreti, “demokratik kurumların inşasını, serbest piyasanın genişletilmesini ve kolektif güvenliğin teşvik edilmesini”, bu adımların birlikte atılmasını şart koşuyordu. Avrupa ordularındaki uzmanlar ve reform yanlısı elitler, bu adımların atılmasını isteyen bir seçmen kitlesi meydana getirdiler. Yürüttükleri kampanyalar, NATO’nun istihbarat aygıtınca desteklendi.

Avrupa halkları fazla inatçı olduklarını ortaya koyduklarında veya sosyalist ya da milliyetçi hislerin etkisi altına girip NATO’ya katılmak istemediklerinde dahi teşkilâta katılım süreci bir biçimde işledi. Bu konuda Çek Cumhuriyeti çarpıcı bir örnek. 1997’de ittifaka katılım meselesinin sorulduğu referandumda halk “hayır” oyu verince, genel sekreter ve üst düzey NATO yetkilileri, Prag hükümetinin bu adımdan vazgeçtiklerini düşündüler. Neticede ülke, NATO’ya iki yıl sonra girdi. Yeni yüzyıla girilmesiyle birlikte değişen pek bir şey olmadı, sadece vurgulanan konularda bir değişikliğe tanık olundu. Yedi ülkenin birden NATO’ya katıldığı 2004 yılındaki büyük genişlemeye terörizmle küresel mücadele eşlik etti. Bu noktada terörizmle mücadele meselesi, ittifakın dilinde demokrasiye ve insan haklarına yönelik vurguyu geri plana itti. Bu süreçte teşkilât, serbestîleşmenin ve kamu sektöründeki reformların ihtiyaç olduğuna vurgu yapmayı sürdürdü.

Savunma alanında ise ittifak, reklâm edilen hâlinden farklı bir içeriğe sahipti. Onlarca yıldır NATO’ya ABD silâh, lojistik, hava üssü ve muharebe planı tedarik etti. Avrupa’nın güçlenmesine dair onca lafın edilmesine rağmen, Ukrayna’daki savaş, güç konusunda örtüşmezliğin olduğunu ve kimsenin bu meseleyi ele almadığını ortaya koydu. Savaşın ilk yılı boyunca ABD, 47 milyar dolarlık askeri yardım yaparken tüm AB ülkeleri bu tutarın yarısı kadar bile yardım yapmadılar. Ayrıca Avrupa ülkelerinin yapacaklarını vaat ettikleri yardımlar bile Amerika’nın yaptığı yardım karşısında sönük kalıyordu. Alman hükümetinin silâhlı kuvvetlerine 110 milyar dolarlık fon sağlayacağını açıklamasının üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçti, ama bu kredi hâlen daha kullanılmış değil. Diğer yandan, Alman ordusuna mensup komutanlar, yüksek yoğunluklu muharebeyle geçen iki günü aşkın zaman boyunca yeterli cephaneden mahrum kaldıklarını söylediler.

Ne kadar harcama yaparsa yapsın, Avrupalılar, askeri düzeyde oluşan masrafların çok küçük bir kısmını omuzluyorlar. Koordinasyondan mahrum olan, elinden geldiğince cimrilik eden Avrupa, bu hâliyle kendi güvenliğini sağlama becerisine sahip olacak imkânları ortadan kaldırıyor. Kendi kendisini çelmeliyor. Mevcut imkân ve becerilerini iki katına çıkartmasına yasak getiren ve müttefiklerini kendileri için tahsis edilmiş, özel görevleri üstlenmeleri konusunda teşvik eden NATO, Avrupa’nın bağımsız hareket edebilen, yarı özerk bir güç meydana getirmesine mani oluyor. Savunma alanındaki tedarikler konusunda müşterek çalışma ölçütleri yanında, ABD’deki askeri-sınai sektörün büyüklüğü ile Brüksel’deki bürokratik engeller de Amerikan şirketlerinin elini güçlendirirken Avrupalı rakiplerinin elini ise zayıflatıyor. Çelişkili bir yaklaşım dâhilinde NATO, üyelerinin kendilerini savunma becerilerini azaltıyor.

Ne var ki bu, yüzeysel bir çelişki. Gerçekte NATO, tam da ABD’li plancıların ikinci savaş sonrası tasarladıkları gibi işliyor, bu anlamda, Avrupa’yı Amerika’nın elindeki güce bağımlı olmaya mecbur ediyor. Avrupa’nın sahip olduğu hareket alanı, bu mecburiyet üzerinden, daralıyor. Bırakalım maliyeti yüksek yardım kuruluşu olmayı, NATO, esasen Amerika’nın Avrupa’daki nüfuzunu gayet ucuza güvence altına alıyor. ABD’nin NATO’ya ve Avrupa’da yürürlükte olan diğer güvenlik yardımı programlarına sunduğu katkılar, Pentagon’un yıllık bütçesinin çok küçük bir kısmını teşkil ediyorlar. Son hesaplamalara göre, bu katkıların bütçedeki oranı yüzde 6’dan az. Ayrıca son savaş, Amerika’nın elini güçlendirdi.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden önce Avrupa’nın yaptığı askeri harcamanın kabaca yarısı Amerikalı imalatçıların cebine giriyordu. Son dönemde talepteki büyük artış, bu akışı iyice artırdı, zira alıcılar, tank, savaş uçağı ve başka türde silâh sistemleri satın almak için Amerikan pazarına hücum ettiler ve maliyeti epey yüksek, birçok yılı kapsayan sözleşmelere imza attılar. Avrupa yeniden askerileşiyor, ama bu sürecin kaymağını Amerika yiyor.

Ukrayna’da hepimizin aşina olduğu süreç işliyor. Washington askeri güvenliği sağlıyor, şirketleri Avrupa devletlerinin silâhlanma ile ilgili siparişleriyle gelen parayı kasalarına dolduruyor, ama öte yandan savaş sonrasında başlayacak yeniden inşa sürecinin maliyetini Avrupalılar omuzluyor. Almanya, bu yeniden inşa sürecinde ordusunu güçlendirme çabalarına nazaran daha başarılı olacakmış gibi görünüyor.

Savaş, aynı zamanda Avrupa’nın desteğine kolaylıkla bel bağlanılamayacağı Çin-ABD çatışması için bir tür kıyafet provası olarak da iş görüyor. Pekin’in stratejik teknolojilere erişme imkânını sınırlamak ve Amerikan endüstrisini beslemek, Avrupa’nın öncelikleri arasında değil. Bu anlamda, Avrupa ve Çin’le kurulan ticari ilişkilerin kopartılması, bugün akla dahi getirilemeyecek bir seçenek. Ama gene de elimizde, NATO’nun sahnede Avrupa’nın NATO’nun peşinden gitmesini sağlama konusunda teşkilâtın önemli bir yol katettiğine dair işaretler var.

Haziran’ın sonunda Washington’a yaptığı ziyaret öncesinde Almanya savunma bakanı, “Avrupa’nın Hint-Pasifik coğrafyasıyla ilgili sorumluluklarının ve Güney Çin Denizi’nde kuralları temel alan bir uluslararası düzenin teşkil edilmesinin sahip olduğu öneminin” bilincinde olduklarını, usulünce dile getirdi.

Ne kadar güçlenmiş olursa olsunlar, Atlantikçiler, NATO’cular, dezenformasyon ve siber müdahalelerle teşkilâta sunulacak desteğin azalması ihtimali karşısında büyük bir tedirginlik yaşıyorlar. Oysa endişelenmelerine hiç gerek yok. Soğuk Savaş boyunca karşısında hep bir hasım bulmuş olan NATO, hasmının (Sovyetler’in) ortadan kaybolmasının Avrupa’da oluşacak yeni güvenlik mimarisine dair fikirleri tetiklediği doksanlardan beri hiçbir ihtilafla yüzleşmiyor. Bugün ona yönelik muhalefet her zamankinden daha fazla sessiz.

Tarihsel açıdan militarizmi ve Amerika’nın gücünü eleştirmiş olan Avrupalı sol partilerin büyük bir kısmı, Batı’nın savunulması fikrine örgütlendi. Nükleer silâhlara sert bir dille karşı çıkan bir parti iken nükleer silâhların kullanılacağı bir savaşın risklerinin alınabileceğini söyleyen bir partiye dönüşen Alman Yeşilleri, bu değişim sürecinin canlı bir örneği.

ABD’de ise NATO eleştirileri, ülkenin imza ettiği anlaşmadaki yükümlülüklerin dayandığı gerekçelere değil de o yükümlülüklerin kapsamının giderek genişlemesiyle oluşacak riske odaklanıyorlar. Tarihte görülmüş en başarılı ittifak olarak, kendi üyelerini kuruluş yıldönümünde bir araya getirmiş olan NATO’nun şampanyaları patlatmak için ertesi yıl kutlayacağı 75. yıldönümünü beklemesine gerek yok.

Grey Anderson
Thomas Meaney

11 Temmuz 2023
Kaynak

0 Yorum: