24 Aralık 2010

,

R-TKP’nin Cephe Taktiği


Sermayem derdim, servetim ahım.
[Âşık Mahzuni]

Futbol ve Sol

“Ben, eskiden maç izlemeye gittiğimde futbol izlemekten zevk alırdım. Çünkü insanı meşgul eden, dikkat kaydırıcı başka bir şey yoktu.”[1]

Bu cümleler, Ankaragüçlü olan Metin Çulhaoğlu’ya ait. Devamında Çulhaoğlu, sanki gösteri yapmaya gelmiş bir güruh fotoğrafı çıkartıyor Ankaragücü taraftarlarından, bu yüzden maçlara gitmediğini de ekliyor.

Futbol futboldan daha fazla bir şeyse ve hayata fena hâlde benziyorsa eğer, bu cümleler, Çulhaoğlu’nun siyasî yaşamına ve teorik dünyasına ilişkin de bir şeyler söylüyor olmalı.

Tanıl Bora ve çizgisine karşıt olan Çulhaoğlu, bu tespiti ile tribünde onun yanına oturuveriyor. Ankaragücü tribününü onun gibi eleştiriyor. Psikolojize ediyor, talileştirip çöpe atıyor. Kitleyi birey ölçüsüne, kendi burjuva aydın ölçütüne vuruyor, onu anlamsızlaştırıyor. Tehlikeli dikenlerinden, çapaklarından bu sayede kurtulduğunu düşünüyor. Tam da bu noktada, taraftarın “tiyatro seyircisi” gibi olmasını öğütleyen Hıncal Uluç’la aynı telden konuşmuş oluyor. O içeriden, Tanıl Bora dışarıdan, bu kitleye karşı savaşıyor. Tribündeki sınıf mücadelesi, bu türden tezahürlerle birlikte ilerliyor.

“Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, ‘başkent’ kimliğiyle özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı. […] Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi hâlinde bir 'güzideler' camiası.”[2]

Mesele, sınıfsal değil mi? O tribünde edilen küfürlerdeki sınıfsallığı görmeden ona sırtını dönmek, tam da Boravari bir seyircilik değil mi? Taraf olmak, özne olarak oraya hükmünü koymak, bunlar emekçi halktan istenilenler değil miydi? Değilse, demek ki bu aydınlar, “işçi sınıfı” derken, aslında kendi bireyliklerinden mi dem vuruyorlar?

Futbol oyununun taktik ve stratejisine, tepeden, bir buçuk saatlik komutanlık edası ile kilitlenmek ve buna engel olduğu için seyirciye sinirlenmek; Çulhaoğlu ve partisinin siyaset algısı bu.

Onlar, “sosyalizm hemen şimdi”cilere paralel, “her şey boş, hedef sosyalizm”cilerdir.

Artsüremciliğe karşı eşsüremcilik gibi, tarih’çiliğe karşı toplum’culuk gibi, devlete karşı demokrasi gibi…

Tanıl Bora liberal, Çulhaoğlu sosyalist. İkisi de emekçi halkın takım taraftarlığına küfürde ortak. İkisi de sosyalizm mücadelesini bugünden kovmak noktasında yoldaş. Aynı madalyonun iki yüzü.

Her ikisi de İmalat-ı Harbiye’yi, 1920’de yüzlerce işçinin 1 Mayıs kutladığını, 1921’de komünistlere yönelik Kemalist kovuşturmada komünist hücresi ile ilişkisi sebebiyle işten atılan Muhiddin’i, onun işe dönmesi için greve giden işçileri bilmiyor. Birey olarak Mustafa Kemal’e bağlılar ya da bağlı olmak istiyorlar.

Kendi anlatımına göre, Çulhaoğlu’nun Ankaragücü “taraftar”ı oluşunun sebebi, takımın bir “devlet işletmesinin takımı” olması. Sosyalizm kurulduğunda bu takım, devlet işletmelerine mensup diğer takımlar gibi, önemli hâle gelecek. Yani yazar için takımın, taraftar kütlesinin, sosyolojik ve tarihsel zemininin bir önemi yok. O da Tanıl Bora gibi, futbolla kendi siyasî pratiği dolayımı ile ilişki kuruyor. Geri güruha alan bırakmamak için futbolla ilgileniyormuş gibi yapıyor.

Ankaragücü, bir nevi, geleceğin devletlû sosyalizminin güncel bir imgesi olarak iş görüyor en fazla. O, İsmet Özel’in tespiti ile, “bu ülke nasıl olsa sosyalist olacak, şimdiden köşeleri kapalım” diye düşünen sosyalistlerin geleneğinden geliyor. Aydın kibriyle, kültür ve siyaset alanına kilitlenmesine engel olan, bu yoğunlaşmayı bozan her şeye karşı kalemini sivriltiyor.

Çulhaoğlu, emekçi halka mesaj veriyor: “Akıllı olun, meselenin kendisiyle ilgilenin.” Bu emir de kendisinin “öncü”lüğünü kitlelere dayatmasına hizmet ediyor. O, Lenin’in “sınıf, partisini savaş alanında tanır” önermesini kendi pratiği ile unutturmaya çalışıyor.

Mesele Devlet

Tanıl Bora ve şürekâsı demokrasiyi mesele ediyorsa, Çulhaoğlu da devlete kilitleniyor. İlkinin ağzında “devlet”, ikincisinin ağzında “burjuvazi”, pelesenk. İlki demokrasi terbiyesi, ikincisi devlet disiplini vermeye çalışıyor kitlelere. Bu, ilkinin disiplinden, ikincisinin terbiyeden yoksun olduğunu anlatıyor. İkili, Ankara’nın Mülkiyeli’sinde buluşup, rakı sofrasında, sömürülen-mazlum kesimleri hor görmenin edebiyatını yapıyor.

Bu pratik, aslında verili demokrasinin ve devletin mutlak ve yeterli kabul edilmesinden ileri geliyor. Bu yüzden Çulhaoğlu’nun yoldaşı, Alevîlere diyanet işleri başkanlığının lağv edilmesi taleplerinden vazgeçmelerini öğütlüyor.[3]

Ona göre, “Diyanet, Osmanlı’dan kalan gerici yapıları kontrol etmek için” kurulmuş. Ülke egemenlerinin ideolojik stepnesi, sigortası rolü biçilen Alevîlere oynanan oyuna kilitlenmek öğütleniyor, “Bozgunculuk yapmayın, CHP yetmiyorsa biz varız” deniliyor.

TKP’li bu arkadaşın mutlaka bildiği, ama geri plana attığı bir gerçek daha var: “Yobazlar”a ve Kürtlere karşı savunduğu bu devlet, içinde sol-sosyalist, komünist, halkçı kesimlerin direncini ve siyasî mücadelesini ezmek, olası sonuçları kontrol etmek için kuruldu.

“Edirne’den Hakkâri’ye iktidarın tüm ülke sathını kontrol altında tutabilme becerisi”ni seven bu “komünist”ler, misal Aydemir Güler, doğal olarak, “Mustafa Kemal’in iç mücadelede devrimin öznesini tekleştirme becerisi”ni de sahipleniyorlar. Bu aşk, bir şeylerin delili değil mi?

Bunlar, on küsur yıl önce dünya egemenlerine akıl hocalığı yapan Brzezinski’den duydukları cümleye tepki olarak, “ulus-devletlere sahip çıkmak gerek” dediler. Ama aynı Brzezinski’nin yeni strateji derdiyle, “ulus-devletlere sahip çıkmak lâzım” cümlesini duymazdan geldiler.

Bunlar, ülke egemenleri ile gizli kapılar ardında el sıkışmanın sonucu. Devrim ülkesinin savunulmasına ait teori, ideoloji ve politikanın devlet savunusu ile eş tutulması tuhaf. Ayrıca Latin Amerika’da ya da Latin Avrupa’da faşizme ve oligarşilere karşı mücadele etmiş KP’lerin çizgisini aynı mücadeleyi vermeden yinelemek de aynı ölçüde garip. Ama bizim Resmi KP, ne yazık ki bu hatta ilerliyor. İlerlemesini emredenlere bakmak gerekiyor.

Korkma Mümtaz Er!

Ankaragüçlülerin öfkesini sevmeyen bir aydının idaresinden korkmamak gerek. AKP’nin mümtaz eri, boşa telâşlanıyor. Bu solcular, zaten şiddetsiz siyasete kanidirler. Kanları da kanaatleri de şiddet karşıtlığına ayarlıdır.

Aslında Mümtaz’er Türköne şahsında gerçekleşen bu tip temasları, hükümet cenahından ya da genelde burjuva dünyasından sola dair tespitleri, bir tür pazarlık olarak okumak gerekiyor. Bu tartışmalarda burjuva, belli bir eşik koyuyor.[4]

TKP bu eşiği, SİP olduğu günlerden iyi biliyor. Onun AKP’nin açtığı kapı aralığından geçen DSİP’e kızma hakkı yok. TKP, 28 Şubat üzerinden yapılan “restorasyon” tartışmaları, ordunun siyasî alanda sola kapı araladığını, kendilerinin geçeceğini, başkalarının (özellikle devrimci şiddet öznelerinin) geçemeyeceğini söylüyordu. Sonra 19 Aralık geldi. Partinin başkanı, Hikmet Sami Türk’ün yanı başında, aynı tespitleri yapar oldu. Parti tabanı, yüce olduğuna inandıkları sosyalizmin al bayrağının düşmemesi için onun bir miktar eğilmesinin sorun olmayacağına ikna edildi. Parti tepesindeki mümtaz erler dediler ki, “bu eşikten geçeceğiz, çünkü sosyalizmi biz kuracağız.” Eğile eğile sosyalizmin neye benzeyeceği bugünden kestirilemezdi.

Bu kafa, bu zihniyet, her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren Mustafa Kemal Paşa iradesi önünde eğildi, yeter ki düşmesindi al bayrak!

AKP’nin mümtaz erlerinin Kemalizmin yeni neferlerinden korkmaları gerekmiyor. Zaten korkmuyorlar da. Onlar da içeriden, hizaya sokuyor, kıvam veriyor, argo tabirle, ayar çekiyorlar sola. Egemen ya da resmî ideolojinin terennümlerine fazla kanmamak gerekiyor yani. Bunları Lenin ayracı ile “nehrin üzerindeki köpük” olarak görmek zorunlu. Nehrin dip dalgası ise iki kol veriyor: ilki AKP-DSİP, ikincisi CHP-TKP.

Burjuva terennümlerin solu kendi çıtasına, ölçüsüne ve ölçeğine tabi kılmayı amaçladığı görülmeli.

Devletle hükümet arasında belli bir ayrım varsa, AKP, bu tip tepkileri devlete yapılmış sayarak, meşruiyet bulmaya çalışıyor, TKP gibiler de “bu hükümet bizim devletimize lâyık (daha doğrusu laik) değil” diyorlar. Her ikisi de oynanan oyuna kilitlenilmesini, zevk alınılmasını, milletin, katarsisle, evine dönmesini istiyor.

Devlet-Parti-Sendika

Hegelci yönden “aklî olan gerçek, var olan aklîdir.” Mutlak İdea’nın yüksek tecessümü olarak devlet, Hegel nezdinde, en mükemmel hâline Prusya devletinde ulaşmıştır. Akıl lehine hakikati kendisine hizalayan bu yaklaşım, solda tüm cüssesi ile hüküm sürüyor.

Hegel’in fikir devrimcisi olduğunu iddia eden bir SoL yazarında ilgili hükümranlık şu şekilde tezahür ediyor:

“Bilemiyoruz, ama ortada umutlarımızı büyüten bir çıkış yok değil. Bunu, ‘fikir sahası, tasavvur dünyası bir kez devrimcileştirilirse, bunun gerçekliği etkilememesi mümkün değildir ve öncülüğün bunun tam tersinde olduğunu savunmak devrim düşmanlığıdır’ diyerek, kendi kendimize hatırlatmış olalım.”[5]

Lenin’in Ne Yapmalı’sını da Hegel’e bağlayan yazar, Lenin’in “saf bir sosyal devrim bekleyenler aptaldır” sözüne kulaklarını kapatıyor. Gerçeğin karşısına aklı ve fikri koyan Aydınlanmacı yazar, bizim “maddî varlık bilinci belirler” sözünü unutmamızı istiyor.

Devlet, parti, sendika gibi oluşumları diyalektik ve tarih-toplum dışı bir yere yerleştirmek hatalı. Bu, tüm “İslamî geçmiş”ine rağmen, YÖK gibi kurumları muhafaza edip onları kendi bildiğince yönetebileceğini zanneden AKP’nin düştüğü yanılgıyı andırıyor. AKP, kendi liberal Müslümanlığının açık yeşil cübbesini giydirdiği bu kurumların tarihi ve toplumuna kul olduğunu görmeyen bir seyir içinde. O, tam da İsmet Özel’in dediği gibi, “bu ülkeye nasılsa şeriat gelecek, şimdiden köşeleri kapalım” diyenlerin örgütü.

Yıllar önce Erbakan’ın “devrim kanlı mı olacak kansız mı?” diye sormasının nedeni, bu meseleyi bir tercihe indirgemek ve kendi içindeki devrimci unsurları pasifize etmek istemesiydi. Bu yırtıktan çıkan, “kanı bozuklar” oldu, New York’a gidildi, ulusötesi egemenlere selâm verildi. Sonuç ortada.

TKP şahsında da “işçi sınıfı toplumu bölüyor” denildi, topluma seslenme, “yurttaş” mitine tapma iradesi galebe çaldı, toplum kurgusu devlete, işçi sınıfı bu devletin millîliğine bağlandı.

Tartışma, bu selâmı ulusal egemenlere ve ulusötesi egemenlere verenler arasında. Devleti, partiyi ve sendikayı hayattan kaçırıp kendisine kapatan bu selâmlı bandosu, bunun teorik örgüsünü de ördü. Devleti biyolojik bir ihtiyaç olarak gören bu çevreler, “solun genetik yapısı”na karşı saldırıldığını öngördüler.[6]

Bizden bu zokayı yutmamızı istiyorlar. Sosyalizm programının Birinci Cumhuriyet’i sahiplenme ve savunma noktasında başat olduğunu söylüyorlar.[7] Bu programın parti programı olduğunu, partinin kitlelerden tiksindiğini, tarihsel olarak, Kemalizmin kanalında biçimlendiğini görmezden gelmemizi istiyorlar.

Teorik-ideolojik kabuktan kurtulup özdeki politik hamleyi anlamaya çalıştığımızda, bu çevrelerde karşımıza çıkan bu.

Al-Yeşil

TKP ve yeni yandaşlarının yolu bu. Onun fikir âleminde al ile yeşilin kavgası yaşanıyor. O da bu devlete al bir gömlek giydirmek derdinde. Bize de o gömleğin gövdeye cuk oturacağı güne dek beklemek, gidişatı bozmamak öğütleniyor.

AKP, tam da TKP şahsında kendi soluna kavuşuyor. AKP’nin hizaya soktuğu bir sol, devrime ve sosyalizme uzaktan el sallama avuntusu içinde, bu, gemide isyan imkânlarını öldürmek oluyor. TKP, devlet ve aydınlanma konusunda burjuvazinin gemiyi terk ettiğini söylüyor ve o gemiye sosyalistlerin binmesini emrediyor.

AKP, hayatın tüm kılcal damarlarında, huzuru, güveni ve istikrarı bozma ihtimali olan her türden tehdide karşı uyanık bir taban örgütlüyor. TKP de bizim işaret parmağının gösterdiği yere saldırmamızı değil, işaret parmağı ile oyalanmamızı istiyor. Çünkü o parmak, tam da TKP’nin varlığını muhtaç olduğu kudreti işaret ediyor. Bizim, boğa misali, kırmızı olan her şeye saldıran sağcıya benzeyip onun karşısında yeşile düşman olmamızı söylüyor. Tüm bunlar, bizim devlete yedeklenmemizi talep ediyor. Devlet, Kemalizm, egemen ideoloji, modernizmle aydınlanma arasında oynanan kayıkçı dövüşüne sömürülen-mazlum kitlelerden ortak arıyor. Bunun için TKP’yi araç olarak kullanıyor.

Resmî TKP

Kemal Paşa, Anadolu’ya belli bir emirle, ilk geldiğinde, bölgede Sovyetler’in, Bolşeviklerin etkilerini görüyor, doğu devrimcilerinin evrimine tanık oluyor. (Muhtemelen Samsun’dan sonra gittiği Havza’da görüştüğü Bolşevik heyeti, Mustafa Suphi’nin yoldaşları.) Paşa, eski hasımları İttihatçıların ideolojik ve politik planda yaşadığı yarılmayı izliyor. Kürtlerin, Alevîlerin ve Çerkeslerin yönelimlerini kokluyor. O dönemin Komintern analizi tekrarlanacak olursa, Batı Anadolu’da, sahil şeridinde kümelenmiş Türk burjuvazisinin ve eşrafın politik önderliğine soyunuyor. Ankara’ya geldiğinde, meclis bahçesinde komünizm propagandalarını takip ediyor. Meclis içinde kümelenen solcu-halkçı dinamikleri etkisizleştirmek için her türden ayak oyununu deniyor. Halk Zümresi’nin, komünistlerle dirsek temasındaki milletvekillerinin içişleri bakanlığı seçiminde kendi adaylarını (Nâzım Bey) seçtirdiği noktada korkuya kapılıp cephede emrindeki askerleri geri çekmekle ve Yunan işgali karşıtı mücadeleyi baltalamakla tehdit ediyor herkesi. Solcu Nâzım Bey, sadece iki gün bakanlıkta kalabiliyor. Kemal Paşa, bu olayı “o gitmeseydi, benim siyasî hayatım sona ererdi” diyerek anlatıyor.

Bu dönemde (1920-21) komünistlerin Avrupa-İstanbul, Eskişehir-Ankara ve Kafkasya-Rusya kaynaklı üç ana dinamikten beslenen sol-sosyalist, komünist hareketin Ankara hükümetine bağlanmasını talep eden Kemal Paşa, hem yereldeki komünistleri illegalize etmek hem de kendi ajanları ile komünist hareketi akamete uğratmak için Resmî TKP’yi kurduruyor. Kendi hâlinde, iyi niyetli, kimi eski İttihatçıların Türkçülük ve Müslümanlık düzlemindeki ideolojik kurguları ile komünizmle ve/veya Bolşevizmle kurdukları ilişki, yeni kurulan devletin dokunulmazlığının ve mutlaklığının, zorla, genel kabul gördüğü noktada, anti-komünizme dönüşüyor. Bunun dışındaki dinamikler tasfiye ediliyorlar.

Özet geçilen bu tarih, Birinci Cumhuriyet’in bittiğinin ilân edildiği bugünlerde hâlâ sıcak ve öğretici.[8] İkincisine karşı birincisini savunan sosyalistler, Kemal Paşa’nın kurduğu resmî TKP’lilere fena hâlde benziyorlar. Oyunda bozgunculuk istemeyenler, Türk’ün, Müslüman’ın, ilericinin ve hatta anti-emperyalistin yeni devleti göğe çıkartmasını telkin ettilerse, bugün de aynı çevreler, bu kesimlerin dillerinden konuşarak, onların kelimeleri ile oynayarak, aynı oyunun sürmesi için yeni bir hamle yapıyorlar.

Müslüman-komünist, Türk-komünist, devrimci anti-emperyalist ve halkçı kadrolar, Kemal Paşa’nın çektiği sınır çizgisinin öte yanında kaldılar. Sınırın bu yanında kalanlar, yıllar sonra, eğittikleri gençlerine TKP’yi yeniden kurdurttular. Çünkü onlar, böylesi bir partinin, kitleleri kendi hizalarına sokmaları için gerektiğini biliyorlar.

TKP, bu türden ifadelerle yeni dönemin resmî TKP’si olduğunu onaylıyor. Neo-kemalizmin merkezinde sosyalist hareket, onlar eliyle yedekleniyor. Olan biten bu.

Sol İçi Tasfiye

“Doğru politika, başka siyasî özneler üzerinde çekici, doğruya yaklaştırıcı değil, itici, uzaklaştırıcı etkiler yaratabiliyor. Çünkü siyasal mücadele başka tanımlarının yanı sıra, bir de alan tutma üzerine kurulur. Siz belirli bir alanda ağırlık koyduğunuz ölçüde, aynı zamanda başkalarının yolunu tıkamış da olursunuz. Bu durumda, diğer siyasal özneler, bir tür fırsat kaçırma hissiyle ve yanlış olduğunu bile bile ‘dolu’ alandan uzaklaşırlar.”[9]

Aydemir Güler bu cümleleri, Kadıköy meydanında ÖDP’lilere saldırdıkları 1 Mayıs’ın ardından kaleme alıyordu. DSİP’le flört yüzünden ağzı yanmış ÖDP, birkaç sene sonra, TKP’nin yoğurdunu üfleyerek yiyor. Cephe girişiminin de gösterdiği üzere, alan kavgasında yenik düştükleri açık. 2009 seçimleri öncesi tartışılan bu hamle, referandumda sınandı. Yüzde kırk iki heyecanlandırdı. “Bu pastadan bize de pay düşer elbet” denildi. Birlikte kaşık sallamak, ihtiyaç olarak belirdi.

“Yeni kuruluş dönemi”nde[10] iki kanatlı Dev-Yol, oyunda başrol kapmak istiyor. R-TKP’den iktidarcılık oynamaya, bu konuda ustalaşmaya niyetleniyor. Mahir Çayan nefesiyle kısa süre devrimcilik oynamanın kendilerine zaman kaybettirdiğini düşünüyor. PASS, Suni Denge ve Sömürge Tipi Faşizm bunların elinde yumurtacılığa indirgeniyor. İktidar hesapları yapmanın keyfine varılıyor. Hareket, eski günlerini, alaycı bir gülüşle, geride bırakıyor.

R-TKP, son yumurta eylemlerine bile tahammül edemiyor. “Yumurta karaciğeri bozar” diyorlar. Alay ediyorlar. Korku salıyorlar, kendi ideolojik birikimlerine Dev-Yolcuları mecbur kılmaya çalışıyorlar. “Sizin kafanız çalışmaz, siyaset ideolojisiz olmaz” diyorlar: “Yumurtayı kafada omlet yaptıktan sonra yağacak soruşturmalarla baş etme gücü var mıdır? Olayın bu tarafının önemsiz olduğunu hiç kimse iddia edemez.”[11]

Tüm ülkeyi kapsayacak, geniş bir ideolojik çalışma olmaksızın şiddetin anlamsız olduğunu yineleyip duruyorlar. Ekim Devrimi’nin Moskova ve Petrograd hattında gerçekleştirildiğini unutturmak istiyorlar. Parçalama eylemini siyasetin dilinden kovmak istiyorlar, bütünlükçü tepkilerini ideolojize etmeyi siyaset zannediyorlar. Ülke bütünlüğüne kilitlenmiş gözler, yüksek siyasetten başka bir şey görmüyorlar.

Ülkeyi bütün olarak muhatap almak, o ülkeyi kuranların, sınırlarını tayin edenlerin ideolojisine ve pratiğine teslim olmak anlamına geliyor. Ülkeyi futbol sahasını izler gibi izleyenler, sokak aralarında gazozuna oynanan futbolu küçümsüyorlar. Bizi ikna etmek istedikleri cephe, bu locanın öteki adı.

R-TKP, özünde militanlığa karşı. O, Deniz ve Mahirleri polise ihbar eden, yaşanan devrimci şiddet eylemlerini kınayan, bu açıdan, bunların ilgili önderlerce gerçekleştirildiğini açıktan parti yazınında dillendiren Behice Boran soyundan. Bu unutulmamalı.

Bu partinin, 12 Mart koşullarında darbeye karşı mücadele örgütlemek yerine, kendi fedaisini İbrahim Kaypakkaya’yı “imha” etmesi için göndermeyi planlayan Perinçek çizgisine yakın düşmesinin sebebi burada. Kaypakkaya’nın “ülke genelinde ideolojik mücadele ve devrimci mücadele” ayrımı üzerine yapılan tespitleri, hâlâ güncel bu açıdan.

R-TKP için kadrolardan ve sınıftan ya da halktan önce kurumun kendisi öncel ve önemli. O sınıfın ve halkın özgün mücadele seyri içinde örgütlediği, cisimleştirdiği hiçbir oluşumu tanımıyor. R-TKP, verili kurumsal yapıyı önemsiyor. TC devleti, kendi partisi, başkalarının sendikası. Aradaki bağı kurmak, siyaset zannediliyor.

Yukarıda eski başkan Aydemir Güler’den yapılan alıntının da işaret ettiği gibi, R-TKP, esas olarak sol içine dönük bir kavga veriyor. Sosyalizm programının başatlığı, “cephe değil cepheleşme”, “kitle tabanı örgütlemek gerek” vs. şuna işaret ediyor: bu noktada R-TKP, özelde Dev-Yol’u, genelde Parti-Cephe çizgisini tasfiye etmeyi amaçlıyor. Hedefse KESK.

“Solu önce AKP’nin ne kadar büyük ve güçlü olduğuna ikna ettik, ama bu sefer de onun tabansız ve güçsüz olduğunu göstermek gerekiyor.” R-TKP kuruyor bu cümleleri.[12]

Sol içi tasfiye, bu ikna metodu üzerinden işliyor. İlk dönem Osmanlı’dan kurtulmak Kemal Paşa’yı yükseltiyordu, bugün de AKP’den kurtulmak, kendi Kemal’ini bulmaya çalışıyor.

Osmanlı’dan kopuşa ikna edilen TC solcuları gibi neo-TC’ye örgütlenen bir siyasî akış sözkonusu. DSİP ve TKP yan yana aslında. Biri içeri giriyor, biri karşısına yerleşiyor, aynı kalarak. Osmanlı’dan kopuş bir yanılsama ise neo-TC de bir yanılsama.

İlkini kendine bağlamak için Kemalizm resmî TKF’yi kuruyor, bugünkü R-TKP ise cepheleşme çağrısıyla aynı yola giriyor. CHP’nin altı oku varsa SİP’in de “sosyalizm ilkeleri” var, öyle ya.

Bu TKP, dünya komünist partisi Komintern’in bir alt organı olarak işleyen ilk TKP’den farklı, hatta ona karşı bir siyasî özne. Bu KP’nin “Türkiye”liliği asli. İlgili partinin, Komintern’in dağılması sonrası kendi ülke gerçeklerine biat eden KP’lerin (özellikle Latin Avrupa KP’lerinin) izinden gitmesi tesadüf değil. Bu çizginin kendi dışında gelişen, durumsal, dönemsel, yerel ve kısmî tüm kopuş denemelerini hizaya sokması mecburî. Sosyalist devrimciliğin egemenlerin insan, tarih ve doğa kurgusuna teslim olması kaçınılmaz. Çünkü devrim ve devrimcilik, teoride ve pratikte, sosyalizmin kurucu ve yıkıcı pratiğine dışsallaştırılmış, alt bir unsur. Bu alt unsurun Kemalizmin “devrim”lerine geri çekilmesi tesadüfî değil.

Biz, 1789-Fransız Devrimciliğinin sömürülen-mazlum kitleler nezdinde örtbas ettiği, ezdiği, bastırdığı, onu önceleyen geleneğe ve bu devrimin çizgi romanlarından aydınlanan kadroların, Kemalistlerin, Anadolu’da ezdiği sol-sosyalist, komünist ve halkçı dinamiklerin ortak geleneğine bağlanmak zorundayız. Devletçilerin ve demokrasicilerin yüksek siyasetine karşı alttaki sömürülen-mazlum kitlelerin devrimci politikasını güncellemek zorunlu.

Eren Balkır
24 Aralık 2010

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu Söyleşisi, 25 Kasım 2010, Sol.

[2] Tanıl Bora, Takımdan Ayrı Düz Koşu, 2001, İletişim, s. 244.

[3] “Aleviliğin Dünü, Bugünü ve Yarını Tartışıldı”, 23 Aralık 2010, Sol.

[4] “Türk’öne ‘Cepheleşme’den Rahatsız,” 23 Aralık 2010, Sol.

[5] Yurdakul Er, “Hegel, Entelektüel Şiddet ve Kadıköy”, 3 Aralık 2010, Sol.

[6] Aydemir Güler Söyleşisi, 9 Aralık 2010, Sol.

[7] Aydemir Güler, “Zaaf mı Atak mı?”, 24 Kasım 2010, Sol.

[8] Erkan Baş Söyleşisi, 14 Aralık 2010, Sol.

[9] Aydemir Güler, Komünist, Sayı: 213, 6 Mayıs 2005, s. 2.

[10] “Sosyalist Solun Ne Yapması Gerektiği Tartışıldı”, 16 Aralık 2010, Sol.

[11] İlker Belek, “Gözlerinden Öpüyorum Ama…”, 20 Aralık 2010, Sol.

[12] Kemal Okuyan, “Cepheleşme Nasıl Mümkün Olacak?”, 17 Aralık 2010, Sol.

0 Yorum: