10 Temmuz 2010

, ,

Küba Sosyalizminin Doğası


Havana, Ocak ayı.

“Gerçekten de bunun bir sosyalist devrim olduğunu yazmak mı istiyorsun? Pekâlâ, yaz o zaman. Biz kelimelerden korkmayız. Ama burada komünizmin mevcut olduğunu söyleyen Amerikalılara öykünüp benzer şeyler de yazma, çünkü iktidarın alınmasından kırk yıl sonra, Rusya’da bile komünizm yok. […] Millî orta sınıflar mı? Unut gitsin onları evlat, orta sınıfların Latin Amerika’da hâlâ devrimci bir rol oynayabileceklerine ilişkin tüm lafları unut. […] Evet, ta 1953’te, Moncada Kışlası’na düzenlediğimiz saldırıdan bile önce Marx ve Lenin’in eserlerini okumuştum. […] Bir toplum sınıflara ayrışmıştır, sınıflar mücadelesi vakidir: bunlar, sorgulanamaz hakikatler. […] Hayır, Amerikalılar saldırmayacak bize. Öte yandan, emperyalizm geberiyor. O ya intiharı seçecek ya da doğal ölümü. Eğer saldırırsa bu, onun hızlı ve kesin bir ölüm yaşayacağı anlamına gelecek. Saldırmaz ise bir süre daha varlığını sürdürebilir.”

Bunlar, dün gece, saat ikide başlayıp sabah beş buçukta biten Fidel Castro ile yaptığım muhabbette, onun tarafından bana söylenenler arasından seçtiğim en kilit cümleler. Küba başkanı, 3 Temmuz tarihli, başkanlık konutundaki resepsiyonda, benimle mülâkat yapacağına dair söz vermişti. Ancak politik, askerî ve diplomatik bir yığın işin yükü altında ezildiğinden, ayrıca her türden formaliteden ve ayrıntılı planlanmış toplantılardan hoşlanmadığından, bu sözünü yerine getirememiş ya da bu yönde belli bir karar verememişti. Geçen geceki muhabbet olabildiğine kapsamlı, açık fikirli ve içtendi. Nasıl gerçekleştiğini aktarayım bir miktar.

Gece birde Havana Libre Oteli’nin ikinci katındaki El Caribe gece kulübündeyim. On beş cazcı, altı şarkıcı ve on balerin, içlerinde benim de olduğum hepi topu sekiz kişiyi eğlendirmek için ellerinden geleni yapıyor. Garsonlar durmadan esniyorlar. Sıkıntı artık dibe vurmuş durumda. Saat bir buçukta gece kulübünün cam kapısı sonuna kadar açılıyor. Atletik vücutlu, üniformalı beş kişi, bellerindeki tabancaları ve omuzlarındaki hafif makineli tüfekleriyle, tam bir sükûnetle, içeri giriyor (yerdeki halı, botların yol açtığı sesi emiyor.) ve bir masaya oturup kola siparişi veriyor.

Karanlığa rağmen (tüm Küba gece kulüpleri ve barları neredeyse tümden karanlıktır), içlerinde, ağır ve hafifçe yuvarlak omuzları, uzun endamı ve siyah Rönesansvari sakalıyla Fidel Castro’yu hemen tanıyorum. Yanına yaklaşıyorum ve hiç de nazik olmayan bir hareketle, gözlerinin altında bir kibrit yakıyorum. “Benim” diyorum ona.

“Comandante, bana bir mülâkat sözünüz var. Şu mülâkatı burada bir tarihe bağlayalım artık.” diyorum.

“Hayır, çiko (“chico” oğul ya da evlat manasına geliyor, Fidel herkese, en azından dost bildiklerine bu şekilde sesleniyor.). Hayır lütfen, randevulardan nefret ederim. Gel otur, bırak da biraz dinleneyim. Yarın konuşuruz bu meseleyi.”

Korumalar (biri şişman, üzerinde sadece gömlek var, bir diğeri donuk Velasquez’vari İspanyol suratlı ve ince yapılı, ötekisi ise yüzüne kasvetli ama tatlı bir hava veren kıvırcık sakalları ile bir Zenci) sessizce sigara içiyorlar. Diğer bir asker ise kapıyı gözetliyor. Garsonlar ve balerinler kimseyi görmemiş gibi davranıyorlar. O sıkıcı performans, sürgit devam ediyor. Ara sıra Fidel Castro, kibarlık mahiyetinde, alkışlıyor gösteriyi. Saat iki civarı, Castro gitmek için ayağa kalktığında şarkıcılardan biri bağırıyor: “Viva el caballo!El caballo, yani “at”, burada Fidel Castro oluyor. Bu, Castro’nun boyun eğmeyen kudretinden ötürü halkın ona dönük sevgi gösterisinde bulunurken kullandığı bir ifade. Başkan dışarı çıkıyor, gülümseyerek herkese teşekkür ediyor. Ben de peşinden gidiyorum.

“Komutan n’oldu bizim mülâkat?”

“Beni sürüyle gazeteci bekliyor evlat…”

“Ama komutan, ben bir aydır bekliyorum.”

“Öyle mi? A evet, sen şu Togliattici İtalyan komünistsin” (İtalyan Komünist Partisi’nin lideri Togliatti’den bahsediyor.)

Fidel Castro gülümsüyor, kollarını açıyor, omuzlarını yukarı kaldırıyor (bu, onun genelde takındığı hafif mahcupluk ifadesi.)

“Peki, hadi gidelim.”

Büyükelçiler Salonu’na gidiyoruz, inanılmaz derecede berbat bir zevkin ürünü olan devasa avizenin altındaki konferans masasına oturuyoruz. Saniyesinde etrafımızda, on, otuz, kısa sürede kırk kişi beliriyor: gözlerine siyah ve mavi kalem çekmiş melez şarkıcı kızlar, garsonlar, krupiyeler, Latin Amerikalı delegeler dolaşıyorlar civarda.


Soru: Komutan, Küba devriminin genel niteliği nedir?

Bu soru karşısında Fidel Castro gülüyor, bir puro yakıyor, tırnakları kararmış, küçük, yanık tenli eliyle tutuyor purosunu.

Cevap: Siz gazeteciler tariflere ve muntazam şemalara deli oluyorsunuz… Sizler tahammülü zor düzeyde birer dogmatiksiniz. Bizlerse değiliz… Her hâlükârda sen yaşananın bir sosyalist devrim olduğunu yazmak istiyorsun değil mi? Pekâlâ, yaz o zaman… Evet, biz sadece bir tiranlık sistemini devirmedik. Biz ayrıca emperyalizm sevdalısı bir burjuva devlet aygıtını, bürokrasiyi, polisi ve paragöz bir orduyu imha ettik. Tüm imtiyazları ortadan kaldırdık, büyük toprak ağalarını yok ettik, yabancı tekelleri temelli kapı dışarı ettik, neredeyse tüm sanayi kollarını millîleştirdik ve toprağı ortaklaştırdık. Bugün ise insanın insanı sömürmesi gerçeğini nihaî olarak ortadan kaldırmak ve yeni bir sınıfsal içeriğe sahip, tümüyle yeni bir toplum inşa etmek için mücadele ediyoruz. Amerikalılar (Kübalılar “los americanos” tabirini, ABD’ye işaret etmek için kullanıyorlar -a.s.) ve rahipler, bunun komünizm olduğunu söylüyorlar. Biz ise böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. Ne olursa olsun kelimeler korkutmaz bizleri. Diledikleri şeyi söyleyebilirler. Köylüler arasında popüler olan bir şarkı vardır, az çok şöyle bir şey: “Uğursuzluk kuşu, ihanet ve korkaklığın kuşu, kaçırıyorlar keyfimi. Bir kelime: komünizm! Ben anlamam şu izm’lerden.  Ama eğer kendi gözlerimle göreceksem o büyük zenginliğin fethini, bu komünizm olacak. Ve işte o vakit bana komünistsin bile diyebilirsiniz!

Soru: Komutan, Küba komünistlerinin partisi olan Halk Sosyalist Partisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cevap: Halk Sosyalist Partisi, toplumsal yapıların ve ilişkilerin radikal manada değişmesi yönünde tutarlı bir biçimde çağrıda bulanan tek Küba partisidir. Şurası doğru ki, başlarda komünistler bana ve tüm isyancılara hiç güvenmiyorlardı. Güvensizlikleri ise gayet makuldü, hem ideolojik hem de politik düzlemde aldıkları konum kesinlikle doğruydu. Güvenmemekte haklıydılar, zira Sierra’da gerilla mücadelesi vermekte olan bizler, yaptığımız Marksist okumalara rağmen, hâlâ kimi küçük burjuva önyargılarla ve arızalarla yüklüydük. Tüm gücümüzle istibdadı ve sahip olduğu imtiyazları yok etmek arzusunda olmamıza rağmen fikirlerimiz açık değildi. Sonrasında birbirimizi tanıdık, anladık ve birlikte çalışmaya başladık. Komünistler, Küba davası için çokça kan döktüler ve kahramanlık yaptılar. Bugün de vefakâr ve kardeşçe bir üslupla birlikte çalışmaya devam ediyoruz.

Soru: Görüşünüze göre, Küba devriminin en son gelişme aşamasını müteakip, Latin Amerika’ya ilişkin tarihsel bakış açınız değişti mi? Başka bir ifade ile, Küba örneğinin kıtanın diğer halklarınca takip edilmesinin mümkün ve zorunlu olduğuna inanıyor musunuz?

Cevap: Evet, düşünüyorum.

Soru. Yani tüm diğer halkların, ister diktatörlük elinde olsun ister ABD’ye satılmış olsun, kendi hükümetlerini devirmek için silâhlanmalarının gerekli olduğunu mu söylüyorsunuz?

Cevap: Evet, tüm diğer halkların bizim örneğimizi takip edeceklerini umut ediyoruz. Sonuçta biz hepimiz tek bir halkız, Rio Grande’den Patagonya’ya hepimiz aynı dili konuşuyoruz, birkaç kelime ile özetlenebilecek ortak bir tarihi paylaşıyoruz: İlkin sömürge hâline getirilip İspanyollar, ardından da ABD tarafından sömürülen bir halkın ortak tarihi bu. Tüm bunlar bir gün son bulacak. Bugün kimi ülkeler var -ama dur, yazma bunları, uluslararası bir olaya sebebiyet vermek istemem- bu ülkelerdeki devrimci ruh, vatanseverlik ve emperyalizme yönelik nefret üç yıl öncesinin Küba’sına nazaran daha güçlü, daha canlı ve daha derinlikli. Latin Amerika ülkelerinde eşzamanlı patlak verecek bir devrim, tüm önyargıları, bölgeciliği ve taşralılığı imha edecektir. İşte o vakit Latin Amerika tek, büyük, hür, sivil ve bağımsız bir millet hâline gelecektir. Çinliler bizden daha fazla parçalanmış durumdaydılar, farklı lehçelere, hatta dillere sahiptiler, milliyet sayısı da oldukça fazla idi. Ama bugün Çin devrimi, parçalanması mümkün olmayan tek bir bütün.

Soru: İttifaklar hususunda kimi “millî yöntem”lerden dem vuruluyor. Milliyetçi orta sınıfların Latin Amerika devriminde olumlu bir rol oynayabileceklerine hâlâ inanıyor musunuz?

Cevap. Hayır, inanmıyorum ve hiçbir zaman da inanmadım. Rekabet nedeniyle, kimi zaman emperyalizme karşı olan sanayici burjuva grupların olduğu doğrudur. Ama aynı gruplar, sınıfsal sebeplerden ötürü işçilerden daha fazla nefret ediyorlar. ABD tekelleri ile millî burjuvalar arasında geçici kimi çelişkiler ve çarpışmalar vücut bulabilir ama hiçbir vakit tam bir mücadele cereyan etmez aralarında. Ortada tarihsel bir karşıtlık yoktur. Bizim millî burjuvazimiz, hâlinden gayet memnun ve alabildiğine korkak, hayatta kalmak için emperyalizme tavizde bulunuyor, ona yardım ediyor ve toplumsal devrimlere karşı kullanılması için silâh temin ediyor. Tam da uyumaya alışkın Küba burjuvazisi gibi millî burjuvazi de uyuyor. İmtiyazlı sınıflar, artık hakikî devrimlere iştirak edemezler, en azından, bizim ülkemizde olduğu gibi onlar sadece güdülür. İnan bana, hakikat bu.

Soru: O hâlde, kanaatinizce, Latin Amerika’daki devrimlerin örgütlenmesine ilişkin tarihsel görev hangi güçlerin elinde?

Cevap: Sanayi ve tarım proletaryası, köylüler, küçük burjuvazi ve hepsinden önemlisi aydınlar. Hizipçiliği teşvik etmek istemem. Millî burjuvazinin bazı katmanlarının kısmen ve geçici olarak kimi devrimci olayları destekleyebileceklerini inkâr etmiyorum. Burjuvazinin bazı evlatlarının halkın safına geçtiklerini, devrimci teori silâhını kuşanıp bilinçli fertler olarak devrimlere iştirak ettiklerini, hatta onları yönettiklerini kabul ediyorum. (Sonuçta ben de büyük bir toprak ağasının oğluyum!). Ama ben bu noktada sınıfsal bir bakış açısı üzerinden akıl yürütüyorum. Bir sınıf olarak millî burjuvaziden artık iyi bir şey bekleyemeyeceğimizi söylüyorum. Aynı şey millî ordular için de geçerli. Devrimci ve vatansever subaylar elbette bulunabilir ama profesyonel ve kastlaşmış ordular Latin Amerika’dan kökleri kazınması gereken bir tür kanser gibiler. Ordular imha edilmezse eğer, hakikî bir halk hükümetine ulaşamayız ve toplumsal reformları gerçekleştiremeyiz. Öncelikle mütevazı bir reformun kokusunu aldığı vakit ordu, müdahale edecek ve her şeyi etkisizleştirecektir. Yozlaşmış olan bir hükümet devre dışı bırakıldığında ve devrim ufukta belirdiğinde, ordu bir darbe ile tekrar gelir ve eskisinden daha kötü bir hükümet kurar. Tarihimizin bize verdiği ders budur.

Soru: Ancak bazı ülkelerde toprak ağalarını, generalleri, oligarşik klikleri ve amirleri yanına alan millî burjuvazi hayli güçlü.

Cevap: Küba’da da feodal-burjuvazi grubu hayli güçlüydü. Orduyu, basını, yargıyı, radyoyu, okulları, üniversiteleri, polis teşkilâtını, kısacası her şeyi kontrol ediyordu. Ama tüm bunlara rağmen kazanan gene de biz olduk. Silâhlanmış, oldukça iyi biçimde örgütlenmiş işçiler, köylüler ve öğrenciler: işte bunlardır kıtamızın yegâne devrimci gücü.

Soru: Komutan, sosyalist kampın Küba devrimine katkısı nedir?

Cevap: Evlat, Kruşçev biz petrol yollamayıp şekerimizi satın almasaydı ne olurdu? Ya da Çekler kendimizi müdafaa etmemiz için bize silâh yollamasaydı, makineler, yedek parçalar ve teknisyenler göndermeseydi, ne olurdu? Bugün ülkede iki yüz ila üç yüz arasında Sovyet teknisyeni var, bunlar cefakâr işçiler, hakikatli, düzgün ve yardımsever kardeşlerimiz onlar. SSCB kendi huzuru için kumar oynuyor, son savaşta yirmi milyon kayba rağmen oynuyor bu kumarı, bizim gibi küçük bir ada ülkesinin müdafaası için kendi huzurunu ve prestijini riske atıyor. Üstelik bunları arada hiçbir bağ olmamasına rağmen, hiçbir şey istemeksizin yapıyor. Sen de bana sosyalist kamp hakkında ne düşündüğümü soruyorsun. Onlar dostlarımız bizim.

Fidel’in sesi kısılıyor, ama o boyun eğmeyen at direniyor, şaka yapıyor, gülüyor, ara vermeden, hızla konuşuyor, konuşurken yerele ait kimi özlü ifadeler kullanıyor, bu ifadeler onun belagatini toprağa daha fazla yakınlaştırıyor ve resmî hitabetindeki ciddî ve ağır konuşma tarzından farklılaştırıyor.

Sıra diğerlerinde, onlar da birkaç soru soruyorlar. Genelde sorular kişisel konularla ilgili oluyor. Biri, kibirli bir üslupla, şu soruyu yöneltiyor: “Sabah uyandığınızda ve tüm Latin Amerika’nın büyük lideri olduğunuzu düşündüğünüzde neler hissediyorsunuz?”

Soru üzerine yüzü kızaran Fidel omzunu silkeliyor.

“Herkes gibi ben de insanım. Örneğin burada, (parmağı ile beni göstererek) şu evlat sabahları iyi bir makale yazamayacağı endişesi ile uyanıyordur. Doğru mu? Aynı şekilde ben de bir devrimci olarak işimi iyi yapamayacağım korkusu ile uyanıyorum… Ayrıca bu korkuya bir de insanları idam etmenin acısı ekleniyor… Öldürmekten hoşlandığımızı mı sanıyorsunuz? Buna mecburuz biz. Teröristler bombalar yerleştiriyorlar sağa sola ve askerlerimizi katlediyorlar. Fransız gemisini nasıl havaya uçurduklarını hatırlıyor musunuz? Patlama sonucu yüz kişi hayatını kaybetti. (4 Mart 1960’ta, Coubre isimli Belçika bandıralı, silâh ve cephanelik yüklü şilep, Havana Limanı’nda havaya uçuruldu.) Ama gene de insanları idam etmek korkunç bir şey (Fidel’in gözleri aniden doluyor, sesine hüzün çöküyor.) İnanın bana, bu mücadele ölüm-kalım mücadelesi. Ya biz kazanacağız ya onlar. Devrimi müdafaa etmek ve onu ileri götürmek zorundayız. Kimseye merhamet edemeyiz bu konuda. Aksi takdirde sonuç korkunç olur.”

Saat beş buçuk. Fidel ayağa kalkıyor, herkesin tek tek elini sıkıyor, sabırla ve tüm mütevazılığı ile kartpostalları, resimleri ve kitapları imzalıyor, yüzüne tekrar o güzel gülümseyişi konuveriyor. “Adios, companeros, muchas gracias!” (“Hoşça kalın yoldaşlar, çok teşekkür ederim!”)

Ardından bana dönüyor ve “kaptın mı mülâkatı İtalyan? Beni arayıp durmazsın artık.” diyor.

“Aksine Komutan, size soracağım daha çok soru var.”

“Tamam, tamam, bakarız…”

Ardından salonu terk ediyor, çimenlik bir yoldan yavaşça yürüyor, silâhlı eskortu eşlik ediyor ona, siyah arabası kuzeyden esen soğuk bir rüzgârın süpürdüğü sessiz ve ıssız Havana sokaklarında gözden kayboluyor.

Arminio Savioli
L'Unità
[*]
1 Şubat 1961
Kaynak

[*] L’Unità, 12 Şubat 1924’te Antonio Gramsci tarafından işçi ve köylü gazetesi olarak çıkartılan gazete. İtalyan Komünist Partisi’nin resmî yayın organı olan L’Unità, ilkin Milano’da basılır ve yirmi-otuz bin civarında bir tiraja ulaşır.

0 Yorum: