22 Ağustos 2023

,

Çiklet, Telkin, Masal

Çiklet, Telkin, Masal: Şeytanın Aynasında


Kan aydınlıkta dökülür.”[1]

var olma süreci aynı zamanda
metalaşma sürecidir
”[2]

Yaşadığımız sömürü düzeni, uyumsuzluklar, çarpıklıklar, kopukluklarla deneyimleniyor. İnsan, artık bütünlüğü parçalanmış bir varlık. Yaşamı anlamlı kılan değer, ilke, özgünlük, erdem, inanç, onur üretildiği/ içinden çıktığı bütünlükten soyutlanmış durumda. İnsanı insan yapan aile, inanç birliktelikleri, arkadaşlık, dostluk, aşk, toplumsal yapılar, özü boşaltılarak, birer vitrin süsüne çevrildi. Sömürü düzeninin devam etmesi için bu anomali yaşanmak zorunda.

Bugün burjuvazi, kültürün ve bireycileşmenin aracı olarak feodalizmi, kast sistemini, ilkelliği, tarikatçılığı, skolastikliği, köleliği yeniden üretiyor. Ekonomik olarak tarihsel ilerleme yaşanıp eski toplum düzeni iktisadi olarak yıkılsa da burjuvazinin eskiyi yeniden üretmesi, bu anlamda tarihsel akışın kültürel anlamda geriden beslenmesi, ama iktisadi ve teknolojik alanda ilerlemenin hızla devam etmesi söz konusu.

Andersen’in masalında şeytanın yaptırdığı aynaya bakanlar gerçek temsillerini göremezler; ayna, bozuk bir görüntü sunar; bu aynaya bakan kişi de çarpıtılmış görüntüyü kendi gerçek görüntüsü zanneder. Bugünkü sömürü düzeni de şeytanın yaptırdığı aynayı sunar insana. Sömürünün devam etmesi için sömürülenler ve ezilenler, yaşamın anlamını emek ve hak mücadelesinde görmemelidir.

Yaşamın anlamı ve bunu keşfetme araçları diye sunulanlar, Kemal Sunal’ın Köşeyi Dönen Adam filmindeki çiklettir. Filmde anlatılanlar, 80’li yıllara yakın dönemde sınıflar mücadelesinin yükselişine tekabül eder. Sendikanın toplu sözleşmeyi iptal etmesi karşısında çare arayan patronlar bir toplantı yapar. Toplantıyı yöneten yetkili/müdür, çare olarak çikleti sunar. Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre çiklet çiğneyen işçi sınıfının çiğnemeyenlere göre hak arama mücadelesinde atıl kaldığını ve bu yüzden işçilere ve halka çiklet çiğnettirilmesi gerektiğini patronlara telkin eder. Patronlardan biri dindardır, diğer patronlar çiklet ve oruç konusunda ona yüklendiklerinde, bu patron, gerekirse çikletin orucu bozmadığına yönelik fetva “çıkarttıracağını” söyler.

Çiklet burada bir semboldür. İşçi ve emekçi sınıfların mücadele yürütmesine engel olabilecek her türlü yöntem ve araç, çiklet sembolünün içini doldurur. Çikletin bir özelliği de çiğnedikçe bitmemesidir. Bu yüzden, gereksiz uzatılan sohbetlerde lafın sakız edildiğine yönelik tepkiler geliştirilir. Çiklet aynı zamanda bireye “özel”dir.

Batı Marksizminden ve postmodern düşünürlerden alıntılar yapmadan Yeşilçam’dan ve kendi edebiyatımızdan örnek vermeye devam edersek, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanının film versiyona geçelim. Çukurova’da toprak ağaları ırgatları çalıştırır, fakat işin gerektirdiği kadar ırgat sayısını karşılamazlar. Bu durum bir ırgatın daha fazla çalışmasına neden olur, uzun saatler boyunca Çukurova sıcağı altında çalışmak ırgatlara reva görülür. Bu can dayanmaz sömürünün sürmesi için işçiler, ağa emrinde çalışan ırgatbaşı tarafından (kır taşeronluğu) uyuşturucuya/esrara, kumara, hatta fuhşa alıştırılır. Irgatbaşının bir ırgata parayı ne yaptığını sorması, esrar ve kumar kullanmadığı için onun ne biçim bir “adam” olduğunu söylemesi dikkat çekicidir. Irgatbaşının yoz kişiliğinden kaynaklı kendi kızı genelevdedir, bu kadın bir sahnede babasına olan öfkesini ifade eder. Filmde ataerkilliğin üretilme pratikleri sık sık sahnelenir. Irgatbaşı da Gezi’deki palalılar ve eli sopalı fırıncılar gibi halk değildir. Fuhşu müzikleriyle savunan Bandista’nın da yaptığı, sanat değildir.

“yoldan gelip geçenler yığını ile
kitle arasındaki farkı bilmek ve belirtmek gerekir
ölmeden ya da yenilmeden önce”[2]

Projeksiyonu Çukurova’dan kaldırıp Nazilere tutalım. Nazi subaylarının amfetamin tarzı uyuşturucu/ uyarıcı maddeler kullanarak uzun süre uyumadan savaşta kaldıklarını, günümüz emperyalistlerinin işgal ettikleri ülkeleri uyuşturucu tarlasına çevirdiklerini ve sonra bölge halkını “gerici/yobaz/ilkel” ilan ettiğini hatırlayalım. Nazilerin sonunu getiren Sovyet insanının uyuşturucuyla değil, inançla savaştığını da unutmayalım. Bu inancı en güzel ifade eden cümleler Sakindi Oranın Şafakları’ndaki askerin ifadeleridir, çünkü Almanlara bir karış toprak verilmeyeceğine ve bir adım geri çekilmenin yok olmak demek olduğuna yönelik sarf ettiği sözler, yaşamın anlamını inşa etmede ilke ve değerle örülmüş bir mücadelenin taşıdığı önemi çok net şekilde vurgular.

Bugün sömürü düzeni, mutsuzluk, değersizlik, inançsızlık, umutsuzluk ve kirlenme üretiyor. Din, sanat, hukuk gibi üst yapılar, sömürü düzeninin devamı için birer ideolojik aygıta dönüştürülüyor ve böylece alt yapıyı da etkiliyor. Size her dakika “birey” olmanız gerektiği ve kurtuluşunuzun kendi “bireyliğinizde” olduğu söyleniyor. Barınma hakkını karşılamayan sistem, bunun mücadelesini vermemeniz için “minimal yaşam tarzı” adı altında kümes öneriyor, sosyal medyada bireyci anarşizm motivasyonuyla “20-30 metrekare evde ya da karavanda nasıl güzel yaşanır?” videoları yayınlanıyor. Yanınızda taşıyacağınız kolye ve sihirli taşlarla mutlu olacağınız telkin ediliyor. Düzen, gelecek kaygısı oluşturuyor. Kaygıyı bastırmak için fallar devreye koyuluyor. Fala baktıran kişi, geçmişe ve şimdiye yönelik cümle duymak istemiyor, asıl duymak istediği, o belirsiz olan geleceğe yöneliktir, çünkü güvencesiz bir toplumsal düzende işten ilişkilere kadar her şey belirsizliğin esareti altındadır.

“zaman kendi ayin oyuncaklarını yanında getirir
oynayalım diye
sırf amblemi uğruna satın alınabilen
şeylerin ve sarışınların cenaze törenleri”[2]

Fuhşun aslında “seks ticareti” olduğu ve kadının kendi bedeni üzerindeki hakkının ve inisiyatifinin gereği böyle bir çalışma alanının meşru olduğu propaganda ediliyor. Bu söylemi de fonlanan kadın ve cinsel kimlik hareketleri üretip yayıyor. İşsizlik ya da geçinememe sorununa karşılık egemenlerin ezilenlere ve sömürülenlere bu yozluğu önermesi tepki toplayacağından, bu görev bugün kadın ve kimlik hareketlerine devrediliyor, çünkü ağacın kurdu içindedir. Bırakalım kadın olmayı, insan olmanın onuru hiçe sayılıyor. Bunun adı “sol/culuk” olunca depresyon toplumunun insanları daha da çaresizleşiyor. Kadın hareketinin yürüyüşlerindeki dövizlerde aşkın eski bir “palavra” olduğu yazıyor. Aşk hiçe sayılıyor, birliktelik cinsel özgürlüğe indirgeniyor, sonra aşka olan inanç parçalanıyor, mutsuz birliktelikler toplumu ortaya çıkıyor. İdeolojik mücadele de aşkın kapsamında olduğundan aşka inanmayanın kurtuluş mücadelesine de inancı kalmıyor. Her ikisine de emek verilmiyor ve mutsuzluk düzeni her dakika yeniden üretiliyor. İnsandan bindiği dalı kesmesi isteniyor, ama sizi ve onurunuzu kurtaracak tek şeyin bugün saldırı altında olan “aşk” ve “romantizm” olduğunun üstü örtülmeye çalışılıyor.

Kişiler arası ilişkiler bağlamında düşünüldüğünde, ataerkilliği kadın hareketi yeniden üretiyor. Bedeni metaya indirgeyen anlayış kadını da pazara çıkarıyor. Bu söylem toplumsallaşıyor ve “zengin” olmayan erkek sözde “aşk” ilişkileri sahnesinin dışına itiliyor. Bu sistem, bu alanda/ilişkilerde erkeği sömürüyor. İlkel dönemde de en çok avı mağaraya getiren erkeğin tercih edildiği söylemi sistem tarafından telkin edilerek ilkellik yeniden üretiliyor. 5 yaşını geçmeyen lüks bir araca, yatırım hesaplarına ve ihtiyaç dışı mülklere sahip olunması erkeği daha da “çekici” yapıyor. Aslında daha açık ifade edilirse, parayı bulsun da “hangi yolla” bulursa bulsun denilen, bu fikre uygun kıvama getirilmiş bir erkek modeli piyasaya sürülüyor. Bu düzenin yarattığı ilişkiler bunun üzerine kurulu. Bunun sonucunda ortaya çıkan mutsuzluk ve depresyonun da kaynağı tam da burası. Hangi değer/lerle birliktelik kuruluyor? Bu sorgulanmıyor. Sistemle mücadele etmeyen erkekler ve kadınlar topluluğu “makbul” bireyler yan yanalığı olarak pazarlanıyor. Eğlence sektörü, barlar, tekstil, ulaşım sanayii, telekomünikasyon araçları gibi vb. alanların hepsi ihtiyaç dışına yönelerek, kadın-erkek ilişkisinin köprüleri/araçları olarak iş görüyor. Kapitalizm, insanı duygusuzlaştırarak tarihten koparıyor. Bir klişeye dönüştürülen Yeşilçam’ın zengin-yoksul teması ve karikatürize edilen Tamirci Çırağı bugünün ilişkilerinin tek gerçeği.

Aşkın ve romantizmin geriye çekilip meta-pazar ilişkisinin öne çıkarıldığı kadın-erkek ilişkilerinde dikkat edilmesi gereken bir yer var ki o da sorunun bam teli: Meta olan, kullanım değerine indirgenendir ve aynı ürünün daha “kaliteli”si üretildiği sürece meta fetişizmi de kendini yeniler, aynı metaya bağlılık geçici bir durumdur/yanılsamadır, modeller rekabeti hâkim kılınır. Bu gerçekle karşılaşıldığında, ilişkinin dağılması karşısında yaşanan depresyon ve değersizlik duygusu kaçınılmazdır, çünkü aşk diye pazarlanan duygu artık romantik değil ticaridir, yani nitelik değil, kalite tercih edilmiştir ve yaşanan değersizlik bunun sonucudur. Kapitalizm, bencillik dışında bir değer üretemediğinden, aşk da dâhil, tüm mevcut değerlerin içeriğini boşaltarak onun özünü değiştirmiştir. Gerçek aşk da onur da parayla satın alınmayandır, ama bu düzende “aşk” satın alınabilirdir, yaşanan süreç, müşteri-pazarcı arasındaki meta/hizmet ilişkisidir. Bazı kadına şiddet vakalarında en yoksul aileden gelen kadının psikopat-sadist bar, işletme sahibi ya da zengin erkekle kurduğu ilişkinin yükseldiği temelin sınıfsal olduğu önermesi kabul edilirse düzen içinde geliştirilen ilişkilerin de ne kadar gerçeklikten uzak ve yoz olduğu görülebilir.

Bu tespit size klişeleşmiş hayalciliğin ürünüymüş gibi mi geldi? Klişe olsaydı, Naziler de Sovyetler karşısında yenilmezdi. O yüzden sürekli genç kalmalısınız, ölüme karşı narsisizm sistem tarafından beslenmelidir, çünkü insan için en büyük tehdit yaşlanmaktır. Kadınsanız, tüm yatırım bedene ama erkekseniz bankaya yapılmalıdır, o zaman içsel mutluluk da gelecektir. Yanılsama burada başlar. Size mutluluk araçları diye pazarlanan her hizmet/meta tıpkı masaldaki gibi gece on ikiye geldiğinde balkabağı gibi tekrar eski hâline/aslına dönüşecektir. Yaşanan, geçici bir pansumandır ya da illüzyondur. Ayakkabı sahibi genç kızın prens tarafından aranması da aynı diyalektik sürecin sonucudur: deneme-yanılma yoluyla daha “iyisine” ulaşma.

“gençlik, pazar payı demektir
sistemin gramerinde
o kendisini çılgın ve asi sanır”[2]

Gençlik bir beden değil, bir ruh/duygudurum meselesidir. Bu ruhu verense aşkınlaşmış, yani bireyi de aşarak bütüne bağlanmış bir mücadele dinamizminden geçer. İnsan, anlama ve değere mahkûm bir varlıktır. Bu ruh, öğrenmeye, yeniliğe, kendini her an yeniden aşmaya ve üretmeye, mücadeleye bağlı şekilde var olur. Böyle algılanmadığı sürece beden ruha, iradeye ve değerlere üstün gelerek, depresyonu, değersizlik duygusunu ve yılgınlığı yaratır. Şeytanın aynası artık sömürünün elindedir. O size bu aynayı tutar ve sizden gerçek kendinizi/beninizi/özünüzü görmenizi istemediği için “bozuk” temsili kendiniz sanmanızı ister. Yaş aldıkça bedeni yavaşlatan da biyolojik bir durumdan öte sömürünün yarattığı “hayat yorgunluğudur” ya da “sömürü kimleri yormuştur!”

Sömürü için insan, hem hizmet üreticisi hem de metadır. Bu yüzden sömürü düzeninde insan, camekana çıkarılan cansız mankendir. Düzenin tüm araçlarıyla saldırdığı insana anlattığı masalda da yenik düşmüş insan ona verilen aynaya sorar: “Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünyada (sosyal medyada, çevremde en azından vs.) benden daha güzeli/çekicisi/heyecanlısı/başarılısı/zengini?” Bu sorunun yanıtı yazının sonunda yer alacak.

Avrupa Yeşilleri/Sol partileri, esrar kullanımını bireysel özgürlük sayan açıklamalar yapıyor ve ülkemiz reformist solu buradan besleniyor. Sizden uyuşmanız ve kısa süreliğine de olsa halüsinasyonlar görerek “mutlu” olmanız, “gündelik sorun ve streslerden” -aslında sömürü çelişkisinden- uzaklaşmanız isteniyor. Uyandığınızda/ayıldığınızda sömürünün yarattığı stres, mutsuzluk ve bunalım yanı başınızda duruyor. Öyleyse beyin kimyası tekrar uyuşturularak yeniden gerçeklikten kopmanız isteniyor. Emeğinizin karşılığı olan kazancınız, insan olmanın onuru, bedeniniz, iradeniz, duygularınız uyuşturucuyla kirletiliyor. Bunun adı “bireysel özgürlük” oluyor, insanın bedenini pazarlaması ve uyuşturması “bireysel tercih” oluyor, “asıl/gerçek” solun da bunu savunan “ilericilerden” oluşması isteniyor. Bunu emperyalist sömürü düzeni istiyor. Tıpkı fuhşun seks ticareti olarak görülüp işsizliğe karşı çözüm diye sunulması ve zenginleşmenin aracı olabilecek meslek olarak pazarlanması gibi torbacılık da yoksullara yoksulu zehirlemesi için kolay kazanç yolu olarak pazarlanıyor.

Bugün en işçici olduğunu iddia edip, hatta bu işçici çizginin dışında kalan solları “Narodnik, maceracı, anarşist, mahalleci” ve tabii ki “gerici” sayan çevreler neden işçinin zehirlenmesi karşısında ses çıkarmaz ve mücadele etmez? Oysaki Bereketli Topraklar Üzerinde’de görüldüğü gibi sömürüye en makbul/uygun ırgat ve işçi, uyuşturucu kullanan, kumar oynayan, fuhuş yapandır. Biraz daha “gericileşelim”: Alkol ve sigara da aynı bataklığın mahsulüdür. Alınan her yudum ya da nefes, öfkeyi bastırmaya ve tekellere kâr elde ettirmeye yarar. Bu yüzden sigaranın ve alkolün kaçağı yasaktır, çünkü sizin sağlığınızı düşündükleri için değil, sermayenin mutluluğu için yasaklanmalıdır, tekelleşmenin dışında bir tehdit yok edilmelidir. Mutsuzluğunuzun, çaresiz ve çıkışsız hissetmenizin bir nedeni de bu çarpıklığa ses çıkarmayan bir solla emperyalizmin sizi kuşatmasındandır, çünkü tuz kokmuştur.

Şeytanın aynasını tutarken telkin ve sakız veren sadece burjuvazi değil, onun açtığı ve gösterdiği alanda var olan sollardır. Burjuvazi için en makbul halk da her türlü yöntemle uyuşturulmuş bir halktır, emperyalizm için de uyuşturulmuş halklardır. O zaman asıl soru şudur: Uyuşturucu bataklığı neden kurutulmaz? Güvenliğimiz için olduğu söylenen -aslında egemenler ve burjuvazinin güvenliği adına kontrol mekanizması- bu kadar kamera ağıyla çevrilmiş kent yaşamında neden uyuşturucu bu kadar kolay pazarlanır? Sorunun yanıtı da kendi içinde. O kameralar ve son teknoloji güvenlik sistemleri, hangi sınıfın güvenliği için kayıttaysa, o sınıfın faydasına işler.

Aldığınız telkinle çiğnediğiniz sakız sizi şeytanın aynasının karşısına geçirir. Aynanız sosyal medyanızdır. Ne yaşıyorsanız, orada yaşayıp birey olabilmelisiniz. Mesela bol bol fotoğraf paylaşmalısınız. Gidip gördüğünüz yeri ve yemeği paylaşmalısınız ki o an görünmelisiniz. Görünme, bir var olma şartına dönüşmüştür. O an nerede nasıl eğlendiğiniz görünmezse aslında eğlendiğinizin bir anlamı yoktur, çünkü kimse bunu görmüyordur. Gittiğiniz mekânın konumunu paylaşmalısınız. Kahve içtiğiniz mekânı “popüler” hâle getirmelisiniz ki hem siz statü ve sınıf atlayın hem de işletme sattığı kahveye daha fazla zam yapabilsin. Yaptığınız sporla ve aldığınız takviyelerle geliştirdiğiniz kaslarınız sosyal medyada gösterilmelidir. O kasların etkisiyle çevreye “korku” salabilmelisiniz, fakat kâğıttan kaplanlık burada başlar. O en cesur kaslı terminatörlerin cesareti egemenler karşısında hiç olur. Yine sosyal medyadan milliyetçi, sosyalist, göçmen düşmanı, mezhepçi, feminist, anarşist gibi “her şey” olabilirsiniz, çünkü artık şeyleştiğinizden, bütün sosyal meydan tam olarak sosyal medyadır. Protestocu rahatlama, dijitaldir. Tüm bu süreç, insana dayatılan değersizlik yanılsamasının sonucudur. “Nasıl olsa toplum/kitle böyle” diyen sollar da kendi sitesine üyelik formu koyarak sizi mücadeleye çağırır. Sitesinde form olmayan sollar ise “tehlike” saçar egemenlere!

Sonuç olarak bu sömürü düzeninde insan olmak, sadece biyolojik bir var oluştan ibarettir. Onun yarattığı değerler şeytanın aynasında çarpıtılmıştır, bozuk bir temsilin tecessümüdür. 

Bu düzende barınma hakkınız yoktur. Bırakınız ev almayı, kirada oturmak bile lükstür; kiralar bir işçi ve emekçinin asgari ücretini aşmıştır. Bu düzende kiralanmayan daire/konut fazlası var, fakat kapısı kilitli şekilde boş tutuluyor. Bu düzende toplu taşımada üst üste gidip birbirinizle kavga etmek size reva görülendir. Milyonlarca insan, sömürü çarklarının belirlediği zaman çizelgesine göre hareket etmek zorunda. Bir dakika geç kalmak mobbinge maruz kalmaya kapı aralar. Tüm bu koşuşturmaca, egemenlerin ve patronların daha rahat yaşaması için. Size yaşam diye sunulanlar; eğlence adına bar ve alkol, var olma adına kamera ve sosyal medya, çocuk yetiştirme adına tablet ve telefon kullanımı, gerçeklerden uzaklaşarak mutlu olma adına uyuşturucu kullanımı, statülü/saygın olma adına lüks araçlara sahip olmak, muhalif olma adına sosyal medya protestoculuğu, bitmeyen krediler, borçlar, değersizlik… Tüm bunların sonucu çöküş: depresyon. Depresyonu aşmak için bütünlüğe sahip bir aileniz bile yok, işinizden ayrılıp kendinizi dinleyeceğiniz zaman size tanınmaz, hipodromda sakatlanan atlar gibi temsilî bir son bekler sizi. Kapitalizmin ve özgürlükçü solların anlattığı masal artık sonuna geldi. Şimdi soruyorsunuz: “Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünyada (sosyal medyada, çevremde en azından vs.) benden daha güzeli/çekicisi/heyecanlısı/başarılısı/zengini?” Yanıt: “Evet, var: ‘Bir halk ayaklanması!”

Direnmeyen/lerin çürüdüğü bir düzende yaşıyoruz. Bunun yolu, birey olarak kendimizin sandığımız aslında egemenlerin ve burjuvazinin belirlediği köşeye çekilip “gen bencildir” arabeskine sığınıp insanın kötü bir varlık olduğu telkinine kapılarak burjuvazinin bize verdiği sakızı çiğneyip onun şeytani aynasına aldanmak değildir. Bu düzende aşktan inanca kadar her insani alan sömürünün metasına dönüşmüştür. Tüm bu değerler, insan olarak bizim yüzlerce yıllık emeğimizin ve mücadelemizin ürünüdür/sonucudur. Burjuvazi bu değerleri yok edemediğinden, onları özüne yabancılaştırmaktadır. Yapmamız gereken, tüm bu değerleri ve ilkeleri mücadele ederek tekrar ayakları üzerine oturtmaktır. Aksi durumda yeşil ışıkta bile size yol vermeyen araç sürücüsü, fırsatçı insan yapısı, mutsuz birliktelikler, birbirinize yönelen şiddet, bir köşede uyuşturucu krizine giren yakınınız, kabalık, bencillik, faşistlik, erkek kadın ayırt etmeden devam eden sömürü, ev sahibinizle tartışmanız ve bunun gibi özümüze yabancı her türlü yaşam pratikleri bizi tek tek kuşatarak esir alamaya devam edecek ve tüm bu sürecin sorumlusu olarak bizi gösterip bizi suçlayacaktır.

Hiçbir insanın antidepresana, uyuşturucuya, alkole, kumara ve hiçbir sapmaya “ihtiyacı” yoktur. Mutluluk ve yaşamın anlamı diye sunulan her türlü araç, pratik ve yaşam biçimi daha önce defalarca denendi, ama “başarıya” hiçbir şekilde ulaşmayarak tüm anomali bir kartopu yığını gibi günümüze kadar geldi. Artık “ben sadece kendimden sorumluyum” ya da “başka bir insan beni ilgilendirmiyor” diyemeyecek kadar kuşatılmış ve birbirimize “muhtaç” durumdayız. 28 Mayıs’a kadarki ve o tarihten sonraki süreç de gösterdi ki mücadele etmekten başka çaremiz yok.

Bu gerçek gün yüzüne çıktıkça son haftalar grev, direniş ve hak arama mücadeleleriyle geçmeye başladı. Kırmızı Pazartesi’de kasabada işlenecek cinayetten herkesin haberi vardır, fakat kimse bunu maktule söylemez ve cinayet işlenir: herkesin işleneceğini bildiği, ama işlenmesine engel olmadığı bir cinayet. Bize dayatılan sömürü düzeni de aynı gidişata sahip. Onun mutluluk reçetesi ya da yüce birey için yaptığı putları kendi iç çelişkileriyle birer birer yıkıldı. Putların devrilme süreci tıpkı Asaf Hâlet Çelebi’nin İbrâhîm şiirindeki gibi gerçekleşiyor:

“ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim”[3]

S. Adalı
19 Ağustos 2023

Dipnotlar:
[1] Işık Ergüden. Sessizliğin Anarşisi. İstanbul, Kaos Yayınları, 2001, s. 31.

[2] Murathan Mungan. İkinci Hayvan. İstanbul, Metis Yayınları, 2010, s. 54, 42, 48, 79.

[3] Asaf Hâlet Çelebi. Şiirler. İstanbul, YKY, 1998, s. 12.

0 Yorum: