11 Ağustos 2023

,

Monthly Review’de Küçülmecilik

Dürüst olmam gerekirse, bu tartışmadan bıkıp usandığımı belirtmeliyim, fakat bugün dünyanın en önemli Marksist dergilerinden olan Marxist Review’ün küçülmecilik fikrini benimsediğini görünce iki çift laf etmeden duramadım.

John Bellamy Foster’ın derginin Temmuz-Ağustos 2023 tarihli son sayısına yazdığı takdim yazısını okudum.[1] Yazıda katıldığım ve katılmadığım yönleri sıralamak istiyorum:

1. Ekolojik sürdürülebilirliği ve insan ihtiyaçlarının bu düzlemde karşılanması meselesini öncelikli gören (kâra/değişim değerine değil de kullanım değerine göre üretim yapan, bu anlamda, gayrisafi yurtiçi hâsılanın değişim değeri ve kâra sabitlenmesine karşı çıkan) bir ekonominin inşa edilmesi konusunda hepimiz hemfikiriz.

2. Ekolojik krizin kapitalizm koşullarında üretim anarşisinden uzaklaşmaya ve planlamaya yönelmeye ihtiyaç duyduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Sosyalist planlama, tarih boyunca birçok ilginç örnek sunmuş.

“Birleşmiş üreticiler, işbirliği ilkesi üzerinden örgütlenmiş bir toplumda üretimin temel parametrelerini belirleyebilirler. Böylesi bir toplum, salt tüketim yerine medeniyet sahasında gelişme kaydedebilir.”[2]

Benim John Bellamy Foster’ın yazısında asıl katılmadığım tespit, “üretici güçlerin tam anlamıyla geliştiği”yle ilgili. Buradan JBF, bugün üretimin yönünü değiştirmemizin ve küçülmemizin gerekli olduğunu söylüyor. Bense sermayenin üretici güçlerin gelişimini salt kârlı olana göre sınırladığı iddiasındayım.

“Marx ve Engels, sosyalizmi hem niceliksel hem de niteliksel anlamda genişleyen üretim güçleri olarak görüyordu. Hatta Anti-Dühring’de Engels, sosyalizmin ilerledikçe ‘üretim güçlerinin gelişimini de hızlandıracağını, […] üretimin pratikte sınırsızca artacağını’ söylüyordu. Gelgelelim Marx da Engels de bugünün ‘her yeri kuşatmış dünya ekonomisi değil, sanayileşmenin ilk aşaması bağlamında konuşuyordu. Endüstriyel gelişmenin alanının on sekizinci yüzyılın başlarından 1970’in ilk gününe dek genişlediği dönemde, dünyadaki endüstriyel üretim potansiyeli hacim olarak 1730 kat arttı, bu açıdan, on dokuzuncu yüzyıldan bakıldığında bu, ‘pratikte gerçekleşmiş sınırsız artış’ olarak görülebilir. Oysa bugün bu artış, ekolojik aşırılık sorununa yol açıyor.”[3]

Aşağıda JBF’in aktardığı, Engels’e ait düşünceye (“Sosyalizmin hedefi üretimi artırmak değil, insanı kuşatan hayatın koşullarına ait tüm alanla rasyonel ve planlı bir ilişki kurulmasını gerekli kılan, insanların ‘özgürce gelişmesini sağlamak’tır” düşüncesine) katılıyorum. Asıl hedef, üretimi artırmak değil, insanın özgürlüğü için gerekli azami koşulları oluşturmak. Ama ben, buradan yola çıkıp toplam üretimi düşürmenin ana hedef olduğunu düşünmüyorum.

“Üretim araçlarının toplumun eline geçmesiyle birlikte emtia üretimi de aynı zamanda ürünün üretici üzerinde kurduğu egemenlik de son bulur. Toplumsal üretimdeki anarşi, yerini sistematik ve planlı örgütlenme pratiğine bırakır. Bireysel varoluş için verilen mücadele ortadan kalkar. Ardından, tarihte ilk kez insan, hayvanlar âleminden kopar ve hayvani varoluş koşullarından doğmuş hâliyle gerçek manada insani olan varoluş koşullarına geçiş yapar. İnsanı kuşatan ve bugüne dek insana hükmetmiş olan hayat koşulları alanı, insanın hâkimiyetine ve kontrolüne girer. Zira insan, kendi inşa ettiği toplumsal örgütün artık efendisi olduğundan, ilk kez doğanın gerçek ve bilinçli egemeni hâline gelmiştir. Bugüne dek kendisine yabancı doğanın insana hükmeden kanunlarıymış gibi gördüğü toplumsal eyleme ait kanunlar insanın hükmü altına girer. Bugüne dek tarihin ve doğanın dayattığı bir zorunluluk olarak gördüğü toplumsal örgütlenme pratiği artık insanın özgür eyleminin bir sonucudur. Bugüne dek tarihe hükmetmiş olan dışsal ve nesnel güçler insanın kontrolüne girer. Ancak o vakit insan tam bir bilinçle kendi tarihini yapar, ancak o andan sonra insanın harekete geçirdiği toplumsal sebepler ölçüsü giderek genişleyecek şekilde, insanın ulaşmak istediği sonuçlara yol açarlar. Bu, insanlığın zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine sıçramasıdır.”[4]

Ayrıca ben, iklim sorununu çözmek veya yüzde sekseni fosil yakıtla dönen ekonomiyi dönüştürmek için üretim güçlerinin daha fazla geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sermayenin bu geliştirme işlemine yatırım yapmayacağı açık. Daha önce, bu geliştirme işleminin gerektirdiği hususlar konusunda şunu söylemiştim:

“Princeton Üniversitesi’nin Sıfır Sera Gazlı Amerika isimli raporu ekonomimizin karbondan arındırılması gerektiği üzerinde duruyor ve ekonominin bu açıdan yeniden, daha önce görülmedik ölçüde sanayileşmesi önerisinde bulunuyor. Rapor, 210 ilâ 330 milyon elektrikli aracın yollara dökülmesi, 80 ilâ 120 milyon ısı pompasının kullanılması, iletim kapasitesinin beş kat artırılması, yeni geliştirilmiş büyük ölçekli nükleer reaktörlerin kurulması önerisinde bulunuyor. Bu türden bir altyapıya on bin ilâ elli bin hektarlık güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi tarlalarının eşlik etmesi gerektiğini söylüyor.”[5]

Öte yandan, toplam üretimi kısarak, tüm gezegendeki insanlara barınma imkânı, ulaşım imkânı, kesintisiz elektrik ve su/kanalizasyon hizmeti sunamazsınız. Üretimi artırmadan, bu imkânları sağlayamaz, bu hizmetleri sunamazsınız.

Ayrıca, üretim güçlerinin gelişimini durdurarak sosyalizme ulaşamazsınız. Kanser gibi başka meseleler var. Kapitalizmin elimizi kolumuzu bağladığı, çözüme kavuşturulması gereken daha birçok konu var. Neticede sosyalizm, durağan bir şey değil.

Bu noktada küçülmeciler, üretimi azaltmamız, küçülmemizle ilgili emrin bilime ve onun gezegenin sınırlarına dair söylediklerine ait olduğunu iddia ediyorlar. Bu noktada JBF, yaklaşık yirmi yıl önce kaleme alınmış, Herman Daly’ye ait bir makaleye atıfta bulunuyor. Buradan da her yanı kuşatmış ekonomiden dem vuruyor:

“Bilim, bugün dünya ekonomisinin her yanı kuşattığı koşullarda bize kabul edilebilir bir fizikî iş hacmi konusunda, tüm dünya sistemine ait bütçenin sınırları içerisinde hareket etmemiz gerektiğini söylüyor.”[6]

Bu arada şunu belirtmek gerek: JBF yazısında Herman Daly’den bolca alıntı yapıyor. Oysa Daly, nüfus kontrolünü ve göç kontrolünü ekoloji temelinde savunan bir isim. Örneğin ömrünün sonuna doğru kaleme aldığı ve ilk çalışmalarının temel aldığı Marksçı-Maltusçu görüşü aktaran “Nüfus Üzerine Düşünceler”[7] başlıklı yazısına bakılabilir.

Öte yandan, bir de şu “gezegenin sınırları”ndan dem vuran bilimden de bahsetmek gerekiyor. Bu bilim, başka bilim insanlarınca tartışılıp sorgulanmış bir mesele. Atmosferdeki sera gazı oranı sorununun çözüme kavuşturulması için üretimin artırılması gerekiyor.[8]

“Gezegenin sınırları” konusunda konuşan bilimin söylediklerini kabul etsek bile bu bilim, esasen üretimin belirli, özel sektörlerinde niteliksel dönüşüme gidilmesi önerisi sunuyor, soyut/genele teşmil edilmiş niceliksel azaltmadan bahsetmiyor.

Nihayetinde JBF’in makalesi benim şu önemli meseleyi anlamama katkıda bulundu: küçülmeciler, bir yandan tasarruf tedbirlerine saldırırken ve toplumsal ihtiyaçların meta olmaktan çıkmasını savunurken, küçülmenin özgün anlamıyla toplumsal bütçelerdeki kısıtlamaları ifade ettiğini görmüyorlar.

Bu küçülmecilerin dili muhasebenin diline bile yansıyor. Bu alanda “sıfır sera gazlı sermaye oluşumu”, “dünya sistemi bütçesi”, “üretim düşürülmeden büyüme mümkün değil” gibi ifadelere rastlanıyor. Bunlar, ekolojik ekonomi bütçesini temel alan, neoliberal tasarruf tedbirlerinin dayatılacağını anlatıyor. Muhtemelen en büyük arzusu dengeli bütçe olan Clinton’cılar, bu tür tedbirlere bayılırdı.

Özetlersek: ben küçülme meselesini, üretimin düşürülmesini merkeze koyan bir programı destekleyen ve mahrumiyetle tanımlı olan sistemi hep stratejik açıdan eleştirmiştim. Fakat bu yaklaşım, bir yandan da sosyalizmin potansiyelimize vurulmuş zincirleri kıracağı gelecek toplumuna kısıtlamalar dayatması açısından da eleştirilmeli.

Üretim araçlarını ele geçirdiğimizde ve bilimin katkısıyla süreci kolektif olarak belirlediğimizde, bazı yönlerden küçülmek gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bir yandan da “küçülmeyi neden demokratik belirleme pratiğine mani olacak, programımıza ait bir önkoşul olarak görmeliyiz?” sorusunu soruyorum.

Daha önce dediğim gibi[9] “ekolojik ayak izleri”ni bireyselleşmiş etkilerin soyut bir göstergesi olarak gören yaklaşım, eleştirilmeli. Krizin kaynağı, bazı ayak izlerini azaltıp bazılarını artırmak değil. Mesele, altyapının dönüştürülmesi.

JBF konuya dair şunu söylüyor:

“Dünyanın en zengin ülkelerinde planlı küçülme veya biriktirmeme, bu anlamda, sürdürülebilir insani gelişmeye geçiş kaçınılmaz bir adım. Örgütlü medeniyet yaşayacaksa eğer, bu ülkelerde kişi başına düşen ekolojik ayak izlerinin dünya ölçeğinde sürdürülemez oldukları görülüyor. […] Bir yandan da düşük ekolojik ayak izlerine sahip olan yoksul ülkelerin zengin ülkelerdeki enerji ve malzeme hacminin küçüldüğü, kişi başına düşen tüketimin fiziki açıdan bir bütün olarak dünyadaki düzeye yaklaştığı süreç dâhilinde gelişmelerine izin verilmeli.”[10]

Ben bu rejimlerden bir şeyler öğrenilebileceğini, ama aynı zamanda kömür yakan Çin’deki “ekolojik medeniyet”te de Venezuela’daki petrolün finanse ettiği rejimde de ve Küba’daki kendi kendine yeten ekonomide de umut bulunabileceğini düşünüyorum.

“Bugünkü ekolojik iklimde Bolivarcı Devrim üzerinden komünal devlet inşa eden ve gıda güvenliği ile gıda egemenliği alanında olağanüstü başarılara imza atan Venezuela gibi devletin yönettiği, yarı planlı ekonomilerin yanında, Çin ve Küba da dünyayı ilgilendiren acil durumda, zengin kapitalist dünyada tanık olmadığımız ekolojik atılımlar konusunda umut verici gelişmelere imza atıyorlar.”[11]

Ben, on dokuzuncu yüzyılda ekolojik krizle boğuşan kentler bağlamında kentin kır karşısında ortadan kaldırılmasının belirli bir anlama sahip olabileceğini, ama yirmi birinci yüzyılda (Mike Davis’in de dediği gibi[12]) daha fazla kentleşmenin (yoğun yaşam alanlarının) birçok ekolojik soruna çözüm sunabileceğini düşünüyorum.

JBF ise “Marx ve Engels’in ortak planının kentle kır ayrımı sorununa nüfusu kıra yayarak çözüm buldukları, kentle kır nüfusunu ayrıştıran sanayi kentlerindeki yoğunlaşmaya bu şekilde mani olmayı düşündükleri” iddiasında.[13]

JBF tuhaf bir yaklaşım sergiliyor: bir yandan ekolojik krizin ana sebebinin büyüme veya “kesintisiz sermaye birikimi” olduğunu söylüyor, bir yandan da son otuz kırk yılın büyümeyle değil, durgunlukla tanımlı olduğunu iddia ediyor. Konuyla ilgili olarak, Jack Copley’nin muhteşem makalesine bakılabilir. [“Gerileme Dönemini Karbondan Arındırmak: Durgunluk Döneminde İklim Değişikliği Meselesinin Ele Alınması”[14]]

JBF’e göre kapitalizm, kesintisiz büyüme istiyor, ama nedense üretim konusunda epey kötü![15]

Fosil yakıtları emekle ikame etmeyi öneriyorlar. Bu konu sıkıntılı bir konu. Ekoloji merkezli düşünen kişilerin önerdikleri ekososyalizm vizyonlarının daha fazla emek yoğun üretim biçimlerini içeriyor olması gerçekten şaşırtıcı. JBF, yazısında bu konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:

“Emeğin kendisi, ekolojik açıdan daha verimli olan ufak, organik ve sürdürülebilir çiftçilik pratiğinde görüldüğü üzere, fosil yakıtların yerini almalı.”[16]

Fosil yakıtlar üzerine kurulu enerji rejiminin en iyi yanlarından biri de bu rejimin üretim sürecini kas gücüne bağımlılıktan kurtarıyor olması (aşağıdaki tablo Smil’in Energy & World History çalışmasından).

Nihayet son paragrafa geldik.

Bence Paul Baran’ın “planlı ekonomik artık” formülü doğru. Sosyalizm bir artığa ihtiyaç duyar. Mesele, o artıkla ne yapılacağıdır. Hem ekolojik hedeflere sadık kalıp hem de o artığı planlamak, kapitalizmin pek hoşlanmadığı ve iyi olmadığı bir iştir. Sosyalizm, ondan daha iyisini yapabilir.

Matthew T. Huber
14 Temmuz 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] John Bellamy Foster, “Planned Degrowth: Ecosoc”ialism and Sustainable Human Development”, 1 Temmuz 2023, MR.

[2] A.g.e.

[3] A.g.e.

[4] Frederick Engels, Anti-Dühring, MIA.

[5] Matthew T. Huber, “The Professional Class Vanguard of Climate Justice: A Response to Michael Levien’s Review of Climate Change as Class War: Building Socialism on a Warming Planet”, 20 Nisan 2023, HM.

[6] John Bellamy Foster, a.g.e.

[7] Herman Daly, “Reflections on Population”, Ağustos 2022, GT.

[8] Johan Rockström vd., “Earth’s Boundaries?”, Eylül 2009, Nature.

[9] Matt T. Huber, “Ecological Politics of the Working Class”, Bahar 2019, Catalyst.

[10] John Bellamy Foster, a.g.e.

[11] A.g.e.

[12] Mike Davis, “Who Will Build The Ark?”, Ocak/Şubat 2010, Sayı 61, NLR.

[13] John Bellamy Foster, a.g.e.

[14] Jack Copley, “Decarbonizing the downturn: Addressing climate change in an age of stagnation”, Cilt 27 Sayı 3-4 16 Ağustos 2022, Sage.

[15] Yayına Hz. M. Ayhan Köse ve Fransizka Ohnsorge, Falling Long-Term Growth Prospects, World Bank Group, WB.

[16] JBF, a.g.e.

0 Yorum: