04 Ağustos 2023

,

Fatsa’dan Menzil’e


İki Yol, İki Hegemonya: Fatsa’dan Menzil’e

28 Mayıs seçimini takip eden iki buçuk aylık süreçte ortaya çıkan tabloda ilk dikkat çeken noktalardan biri, işçi ve emekçi sınıflara “Bahar getireceğiz” sözü verenlerin getirdikleri karakıştan sonra sırra kadem basmalarıdır. Burjuva muhalefetinden medet uman reformistlerin Sendika.org’un açtığı dosyaya gönderdikleri otuza yakın yazıda ne bir özeleştiriye yer verilmekte ne de gerçekleştirdikleri umut tacirliğinden dolayı bir özür dilenmektedir.

1998’de Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) dağılışını/feshini duyurduğu açıklamada, verdikleri sözü tutamadıklarından bahsediyordu. Ülkemiz solu açısından böyle bir özür söz konusu değil, çünkü onların özürlük bir durumu yok! 

Reformistler, işçi-emekçi sınıfları burjuva partilerin peşine takmakla ilgili o tarihsel rollerini ifa etmekten başka bir şey yapmadılar. Seçim sonrasında bir süre ortadan kaybolduktan sonra özeleştiri dosyası kapsamında görünmelerindeki duyarsızlık ise bugüne has bir durum değil.

Esasında 1974 affının sonucu olan bugünün reformistleri, geçmişte ne kadar “radikal” görünseler de özünde hep reformistti. 12 Eylül darbesi için “solun üzerinden silindir gibi geçti” söylemi de yine reformistlere aittir. 13 Eylül itibariyle darbeye direnmemeyi tercih eden kitlesel reformist solun söylemidir bu. Bir günde bittiyseniz, zaten yoksunuz demektir.

Oğuzhan Müftüoğlu’yla yapılan nehir söyleşisi incelendiğinde, darbeye nasıl ve neden direnilmediği daha net görülecektir. Reformistler, 1974, 12 Eylül gibi her tarihsel dönemeç yaşanana kadar umut aşılayıp kitleleri peşine taktıktan sonra o dönemeçte sınıfı yalnız bırakır. Daha önce bu işi, kitleyi kendine yedekleyerek yaparken, artık sınıf ve kitleler üzerinde öyle bir otoritesi kalmadığından, kitleyi burjuvazi lehine CHP’ye yedekleyerek görevini ifa etmektedir.

Reformistlerin önemli bölümünü oluşturduğu solun 12 Eylül’e dair yaptığı eksik ve hatalı başka bir çözümleme de solun doldurduğu alanın boşaltılarak siyasal İslam odaklı tarikatlara alan açıldığıdır. Kazandığınız alana sizin dışınızda zor yoluyla başka bir özne yerleştiriliyorsa, o zaman o alan sizin kazanımınız olamaz. Aynı zamanda zor eliyle egemenler “oyuncu değişikliği” yapabiliyorlarsa, bu da sizin burjuvazi lehine hareket ettiğinizi gösterir.

O zaman şu soru günceldir: “Fatsa’yı neden terk ve teslim ettiniz?” 

Fatsa’yı teslim edenler, 12 Eylül’ü de -daha gelmeden- kabullenmiş olanlardır. Eklenmesi gereken bir nokta da son yedi yıldır hiçbir direniş göstermedikleri hâlde neden egemenler tarafından alanlar, sendikalar, meslek odaları reformistlere bırakıldı? Eğer bir parti ya da sendika içindeyseniz, bu soruyu ideologlarınıza sormak tarihsel bir görevdir.

Reformistlere bir soru daha: Sokakları faşistlere terk ettiğiniz gerçeğinden hareketle, hangi zor gücü sizi sokaktan çekti ki tıpkı 12 Eylül’deki gibi bir özne değişikliği gerçekleşti? Yoksa o alanı ve sokağı zorun rolünden bağımsız olarak siz mi tarikatlara ve faşistlere bıraktınız? Ünlemli sorular! 

Kaldı ki bu sınıf karşıtı yapılara yer bulmak için son yedi yılda reformistlerin hareket alanına egemenler tarafından müdahale edilmedi.

O zaman bir not düşülebilir: 12 Eylül ve sonrasında darbeye direnişin alanlarını terk edenlere -içeride ve dışarıda- darbeciler tarafından alan açılmıştır. Sınıfsız sömürüsüz dünya idealinin ve hareketinin tasfiyesi 12 Eylül eliyle gerçekleşmemiştir. 12 Eylül, reformistlere alan açmıştır. Sol, reformistler eliyle tasfiye edilmiştir. 12 Eylül darbecileri, 1987 sonrası süreç için tarikatlara değil, reformistlere/reformistleşenlere ihtiyaç duymuştur. Esasında darbe, sol içinde bir Truva atı yaratılmasına dönük ihtiyacı karşılamıştır.

Tarikatlar

Geçtiğimiz haftalarda Menzil tarikatının şeyhi/liderinin cenaze töreni ve sonrasında yaşananlar basına yansıdı. 15 dakikada bir kaldırılan uçaklarla cenaze törenine önemli bir kitlesel katılım gerçekleştirildiği görüldü. Tarikat içinde çıkan taht kavgaları üzerine “o güne kadar yapılan tövbelerin iptal edildiği” yönündeki haber yayılmaya başladı. Akla gelen soru “İslam’da insan ile yaratıcı arasında ruhban/rahip sınıfının bulunup bulunmadığı” yönündedir. Tarikatların şeyhlerinin yaratıcıya yapılan tövbelerde aracılık etmesi, bir rehberlik kapsamından öte aracılık/otorite boyutuna geçmiştir ki tövbeyi iptal yetkisini de şeyh kendinde görebilmektedir. 

Tövbe eden insanların önemli bölümünün madde bağımlısı olması ise başka bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Bu gerçeği tartışmadan evvel, alınan tövbenin mahiyeti ve ritüeline yakından bakılabilir: Tövbe metninin sonunda seyda kabul edilen tarikat liderini kendine şeyh kabul etmek yer alıyor.[1]

Madde bağımlılarını tedavi etmek kulağa hoş gelebilir. Bunun ne sakıncası olduğu sorgulanabilir. Bu sakınca adım adım açıklanabilir. Madde bağımlılığını kapitalist düzenin kendisi üretir. Amaç, sömürüyle mücadele edecek işçi ve emekçi sınıfın zihinsel kontrolünü ve iradesini ele geçirip onun robotlaştırılmasıdır. Uyuşturucunun beyinde yaptığı etki nörobilim araştırmalarında şu şekilde açıklanır:

“Nöronlar arasındaki sinaptik etkileşimin beynin yaptığı birçok şeye açıklama getirdiğini ileri süren genel görüş birliğinden dolayı nörobilimciler sinapslara daha fazla ağırlık vermektedir. Örneğin kokain, LSD, Prozac hatta Valium gibi çoğu madde sinaptik aktiviteyi değiştirerek davranışları etkiler”.[2]

Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları Tedavi ve İzlem Klinik Protokolü dosyasındaki “Sık Karşılaşılan Halüsinojen ve Disosiyatif Maddelerin Klinik Özellikleri” başlıklı bölümde uyuşturucu maddelerin ortaya çıkardığı halüsinatif durumlar, algı ve davranış değişikliği hakkında ayrıntılı bilgilere yer verilir.[3] Bu bağlamda ele alındığında düşünme kapasitesi düşürülerek gerçekle bağı koparılan kişi, halüsinatif bir algı içinde bulanık bir yolculuğa çıkarılır. Düzenin dayattığı sömürüden kaçışın ve bireysel özgürleşmenin en yoz yolu olarak devreye giren uyuşturucu, kişinin gerçekle bağını geçici süre keser. Bu kaçış, maddenin etkisi geçtikçe yeni madde alımıyla gerçekleşir ki bu sayede kişi yoksunluk kriziyle baş edebilsin!

Maruz kalınan sömürü düzeninde artı değerden payını alamayan ve sürdürdüğü yaşamdan memnun olmayan emekçi sınıflar, düzenle mücadeleye en yakın kitledir. Yaşamını sürdürmekte zorlanacak bir ücreti kazanan emekçi sınıfın hem maddi kazancı hem de onu insan yapan değerleri uyuşturucu aracılığıyla tüketilir. Tükenen insanı tedavi etmek halk sağlığı kapsamından çıkarılarak tarikatların denetimine bırakılır.

Tarikatlar, ellerindeki ticaret ağıyla kapitalizmin yeni kalelerinden birine dönüşmüştür. O, hakkı vermekte sorumlu olan egemen sınıfın koltuk değnekliğini yapar. Tövbe ettirerek bıraktırdığı maddenin yerine yeni bir uyuşturucu koyar: sömürüye boyun eğmek.

Tarikatın asıl görevi sınıf uzlaşmacılığının sağlanması noktasında devreye girer. İşçi-emekçi sınıfa mensup insanın karşısına, onu maddeden uzaklaştıran şeyh kanaat önderi olarak çıkartılır. Şeyhe bağlı olunmalıdır! O, kişiyi illetten kurtarmıştır ve kişi ona artık minnet borcu duymaktadır. Uyuşturucu bir bataklık olarak gösterilmez, uyuşturucu, artık tarikat açısından bireysel bir tercihtir. O tercih sonucu kişinin hayatı mahvolmuştur! Öyleyse uyuşturucu kullanımında sömürü düzeni suçlu değildir! Sınıfa yaşatılan çaresizliğe sunulan çözüm, sömürülmeye ikna edilmektir! Uyuşturucudan arındırılan kişi artık şeyhinin sözünden çıkmamalıdır, çünkü yol (tarikat) bunu gerektirir. Gidilecek bu yolda depremde ölmek, uyuşturucu bataklığına saplanmak, kredi borçlarına boğulmak, barınamamak, geçinememek, iş kazalarında yaralanmak ya da ölmek ve sömürü düzeninin ürettiği tüm çarpıklıkların kurbanı olmak, kişinin kendi beceriksizliğinin bir neticesidir. İnsan, maddi koşulların sonucu olarak kabul edilmeyip tercihlerinin sonucunu yaşayan özneye indirgenir. Bu noktada tarikatın görevi, proleterden myrmidon üretmektedir. Myrmidonlar, Yunan mitolojisinde karıncadan insana dönüştürülen varlıklardır, Truva Savaşı’nda Achilles’in emirlerini yerine getiren askerlerdir, emre itaatse asli görevdir.

Tarikatların kitle kazandığı bir alan da öğrencilerin barınma krizini oluşturan yurt sayısındaki eksikliktir. Aladağ’daki yurt yangınında ölen kız çocuklarının tarikat yurduna yönlendirildiğinin de nedeni ortaya çıkmıştır: Köylü çocuklarına kamu yurtları verilmez ve o bölgedeki tarikatın yurduna yönlendirilirler. Yurtta yangın merdiveni kapalıdır, çünkü kız çocukları kaçabilir!

Meseleye sınıfsal bakılmalıdır. Tarikatların kazandığı kitle hangi sınıfın insanıdır? Açık bir şekilde işçi ve emekçi sınıfın tarikatlar kıskacında olduğu görülmektedir. Bu yüzden tarikat sorunu, reformistlerin ele aldığı gibi, laiklik, sekülarizm, yaşam biçimciliği sorunu değildir; tarikatlar, emek sömürüsüne doğrudan rıza üretmek, bu amaç doğrultusunda sınıf bilincini baskılamak için kullanılan ideolojik aygıtlardır. Bu yüzden söz konusu alan, inanç alanı boyutunda ele alınmamalıdır. Böyle bir hatanın sonucu kimlikçilik çıkmazıdır.

İşçi ve emekçi sınıfların tarikatlarla olan ilişkisinin boyutu Eser Balcı’nın araştırmasında netleşmektedir. Bu araştırmaya göre 1 milyonu çocuk olmak üzere 2,6 milyon kişinin tarikatlarla organik ilişkisi bulunuyor.[4] Bu çocukların bir kısmı tarikat yurtlarında yangınlarda ölürken, başka bir kısmı intihara sürüklenmekte ve tacize uğramaktadır. Düzene uygun kafalar yetiştirmenin yolu tarikatlardan geçmektedir. O yüzden çocuk yaştan itibaren tarikatlarla iç içe olmak, düzen tarafından çözüm/kurtuluş olarak dayatılmaktadır.

Tarikatların insan kazanmak için hedef kitlesini oluşturan işçi ve emekçi sınıfların mevcut durumu bugün için sömürü düzeni karşısında yaşadıkları çaresizliktir. Aileden arkadaşlığa, dine kadar insanı insan yapan bütünlükler kapitalizm tarafından parçalanmıştır. Disiplinin yerine özgürlük, bütünün yerine parça, toplumsalın yerine birey yerleştirilmiştir. Bu yüzden tarikatlar için çaresiz insan, ajitasyona en “olumlu” tepki verebilecek olandır.

Kişi, madde ya da psikiyatrik sorundan kaynaklı halüsinasyon görüyorsa, bu durum, tarikat tarafından kötü ruhlara ve başka âlemlerin varlığına işaret edilerek açıklanır. Papazın günah çıkarma kabininden psikologun divanına evrilen ruh sağlığı, sömürü düzeninde yüksek maliyetli ticari bir alandır. Bu bağlamda, bugün her mahalleyi işgal eden şarlatan kesimin din adı altında yaptığı sahtekarlık, kişinin gerçekle olan bağını koparmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu sahtekârlık, bazen kader söylemi ardına saklanarak, bazen başka âlemler/varlıklara işaret edilerek, bazen büyü yapma/bozma işlemleriyle icra edilmektedir. Bu konuda -meseleye pozitivist yaklaşsa da- Calvin Wells’in şaman ve rahip tarifine başvurulabilir:

“Erkek veya kadın olabilen şamanlar, genel olarak yalnızca ihtiyaç olduğunda bu görevi uygulayan büyücülerdir. Hemen her zaman yalnız başlarına çalışan şamanlar, bireylerin veya küçük insan gruplarının isteği üzerine kötü ruhları kovma veya yatıştırma konularında ihtisaslaşmışlardır. Aynı zamanda da şans açan muskalar yapar, hastalıkları teşhis ve tedavi eder, rüyaları yorumlar, bazen de sihirbazlık yaparlar. Genel olarak birkaç saat süren seanslar esnasında sanrı yaratan (halusinogenik) bazı bitkilerin de yardımıyla trans haline girerler. Seanslar sırasında kontrollerini kaybedebilir ve bedeni bir yardıma ihtiyaç duyabilirler. Saatlerce süren monoton davul sesi, ocaklarda tüten tütsü ve duman, dinleyicilerin sesin nereden geldiğini anlayamayacağı şekilde düzenlenmiş vantrolog hileleri, doğaüstü bir gücün eseri olduğu sanılan çadırın titreyişi gibi yollarla seyircileri kısmen hipnotize ederler. Bunların çoğu, kurnazca düzenlenmiş hile ve göz aldatmacasından ibarettir. Fakat şamanlar, kendi üstün güçlerine ve onları etkileyen kuvvetlerin ruhlar olduğuna kesinlikle inanmış olabilirler. Genel olarak zihni dengesi bozuk, geri zekalı, çoğu zaman da şizofren kişilerdir. Bu tür psikolojik sapkınlıkların sosyal yönden tasvip gören yollara kanalize edilebildiği toplumlarda yaşamaları onlar için büyük bir şanstır. İngiliz toplumunda bu insanların yeri, akıl hastanesi olurdu. […] Başarılı bir şaman veya angakokun mükafatı, büyük bir kudret ve prestijdir. Rahipler, pek çok yönden şamanlardan farklıdır. Köyün, aşiretin veya ulusun yararı için halka açık dini törenler tertiplerler. Çoğu zaman erkektirler ve zihni dengesi bozuk, hele geri zekalı olmaları son derecede enderdir. Bunun nedeni de yalnız başlarına çalışmayıp, bir papazlık örgütü içinde, başkalarıyla birlikte bulunmalarıdır. Böylesine bir örgütte de dengesiz, karşılıklı ilişkileri tehlikeye düşürecek kişilere yer yoktur. Bu örgütler, aynı zamanda da seçkin eğitim müesseseleridir.”[5]

Tarikatlarla Neden Mücadele Edilmelidir?

Tarikatlar, geldiği aşama itibarıyla sömürü düzeninin ideolojik aygıtı olarak iş görüp sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturucu etkiye sahiptir. İnanç alanını özünden kopararak sömürü düzenine rıza üretmenin merkezlerinden birine dönüşmüştür. Tarikat ya da başka herhangi bir toplumsal bütünlüğü ele alırken onu sınıf mücadelesi açısından değerlendirip, söz konusu yapının/bütünlüğün hangi sınıf adına hareket ettiği netleştirilmelidir. Diğer türlüsü, kimlik mücadelesi alanına sıkışma riski taşır. 

Bu bağlamda tarikatlar anti kapitalist değildir. Anti kapitalist özellikler hemen her dinde mevcuttur, fakat tarikatların böyle bir mücadelede yer alma hedefi olmadığı gibi sahip olduğu şirketler ağıyla kapitalist merkezin temsilcisidir. Bu yüzden de günümüz tarikatları, en çok da dine ve ezilenin mücadelesine zarar vermektedir. Kapitalizm için kutsal yoktur, her şey değişim değeriyle paraya dönüştürülebilmesiyle ölçülür.

Günümüz tarikatları antiemperyalist değildir. Emperyalistlerin askerî paktları aracılığıyla Müslüman coğrafyanın Ramazan ayında ve bayramlarda işgal edilip bölge halklarının kanının dökülmesi ve Müslüman kadınların uğradıkları tecavüzler karşısında tarikatlar, herhangi bir eylemsellik geliştirmemiştir. Anadolu halklarının direniş ve kurtuluş mücadelesinde yüz yıl önceki tarikatların önemli bir kısmının emperyalistlerle yaptığı iş birliği günümüz tarikatlarıyla yeniden üretilmektedir. Bu noktada Şeyh Bedrettin ve Camillo Torres’i hatırlamak yerindedir. Her ikisi de farklı dinler içerisinde ezilenin mücadelesini inanç alanıyla birleştirmeyi başarabilmişlerdir. Aynı şekilde, Nazi işgali Sovyet topraklarında püskürtülürken farklı dinlerden önemli din insanlarının mücadeleye sundukları katkılar tarihte mevcuttur. Nazilerin işgali sırasında yıkılan kiliselerin onarılması için kazandığı roman ödüllerini bağışlayan Sovyet yazarlar, inanç alanına sosyalistlerin nasıl bakması gerektiği noktasında sınıfsız sömürüsüz dünya mücadelesine ışık tutmaktadır.

Günümüz tarikatları, geliştirdikleri pratikler ve söylemlerle sınıf mücadelesini püskürtmeye çalışmaktadır. Yurtlarında yaşanan ahlaki çarpıklıklarla aynı zamanda halk değerleri ve insan onuru açısından sorun teşkil etmektedir. Bu çarpıklık karşısında hiçbir tarikat ve dini yapılanma ses çıkarmayarak suç ortaklığı görevini yerine getirmiştir.

Solun Laiklik Mücadelesi

Ülkemiz solunun laiklik temelinde tarikatlarla mücadele biçimi Marksizm dışı düzlemde konumlanmaktadır. Geliştirilen mücadele biçiminde sınıfsal temel geri plana itilerek pozitivist bakış, Batı aydınlanmacılığı, Charlie Hebdoculuk, yaşam tarzı solculuğu, medeniyetler çatışması, inanç karşıtlığı ve kimlikçilik öne çıkarılmaktadır. Meseleyi Marksist ilke ve yöntemlerle ele almadıklarından olsa gerek, yandaki görselde İran özelinde geliştirilen laiklik anlayışının anti-sınıfsallığı belirginleşmektedir. 

Sorunu bu şekilde değerlendirmek, kimlikçiliktir. Haberde dile getirilen “itaatsizlik” ifadesi, emek-sermaye düzleminde değil, disiplin-özgürlük çatışması zemininde geliştirilmektedir. “Sokakta dans” ifadesi ise anarşist düşünürün “Dans edemediğim devrim benim [ki devrim böyle bir şey değil!] değildir” söyleminin yeniden üretilmesidir.

Özgürlük-disiplin çatışmasının coğrafyası ve tarihi değiştirildiğinde mesele, Sovyet liderlerin erkek olmasına ve kadınların baskı altında tutulduğuna kadar vardırılmaktadır. Bu sefer görseldeki mollanın yerine Sovyet yöneticileri geçer, fakat kadın sabit kalır.

Aynı şekilde, Okmeydanı Halkevi’nin tarikatları nasıl dağıtacağı belirsiz bir iddiaya dayanan pankartına değinmek gerekir. Bu iddianın nakşedildiği pankartın ise Fatih’te değil, Okmeydanı’nda olması ayrı bir çelişkidir. Bu sol çevreye sormak gerekir: Çocukları tarikat karanlığından kurtarma hedefinize çocukların bedenine cinsel kimlik için müdahale edilmesini savunan LGBT karanlığıyla mücadele etmek de dâhil midir? Bu soruyu soran kişi/kesim/çevre, baştan “eril, kaba, geri” kabul edildiği sürece bu çevrelerin ideolojik mücadeleden yoksun şekilde tarikat karşıtlığı ve kitle kuyrukçuluğu yaptığı gün yüzüne daha çabuk çıkacaktır.

Tarikatlar konusunun bir boyutunun uyuşturucu olduğu gerçeğine rağmen solun mahalle çalışmasında uyuşturucuyla mücadele yer almamaktadır. Yer almadığı gibi mücadele eden çevreleri de mahallecilikle suçlamaktadır.

Bugün sömürü düzeninin en yozlaştırıcı aracı, uyuşturucudur. Bugün sol, anarşist Tayfun Gönül’ün erken sayılabilecek bir tarihte, anarşistlerin çalışma yaptığı bir bölgede, “uyuşturucu dağıtıcısıyla mücadele edilmelidir” şeklinde dile getirdiği yaklaşımın çok gerisindedir.[6] Bu bağlamda, yoksul mahallelerde uyuşturucuyla mücadele eden çevrelerin karşılaştığı sorunlara karşı sol sessiz kalmayı tercih etmiştir, çünkü o, aslında hiç yapmayacağı mücadeleyi, kuracakları reformist düzene ertelemektedir.

Yanılgı şudur: Farelerin bastığı evde rahatlıkla uyuyamazsınız! Bu, bir erteleme meselesi değildir. Sınıfsız sömürüsüz düzene hangi kitleyle yürüneceği meselesidir. Bu yüzden, yoksulların uyuşturucu bataklığına sürüklenmesine Taksim’de barları olan solların sesi çıkmaz. Aynı şekilde, semt evleri açan TKP’nin de tarikatlarla mücadele şekli pozitivist kimlikçilikten öte değildir, onun da EMEP’in de yoksul mahallelerde yaşayan işçi sınıfının zehirlenmesiyle ilgili bir derdi de kaygısı da olamaz. Bu sorunlarla uğraşmak onlar için Narodnizm, anarşistlik ve maceracılıktır.

Ne onların ne de festivallerinde değerlerin önünde dansöz oynatan çevrelerin işçi ve emekçinin sömürülmesinde kullanılan ideolojik aygıtlarla mücadelesi olabilir. Tam da bu yaratılan ideolojik manipülasyon ortamında sömürü düzeninin yarattığı çaresiz insan, bütünlüğü-aidiyeti tarikatlarda arar/oraya itilir. Ortada onun sorunlarına çare olacak bir sol kalmamıştır. Solun derdi ne sınıftır ne barınmadır ne uyuşturucudur ne tarikattır ne de yabancılaşma-yozlaşmadır.

Sonuç

Fatsa Gerçeği belgeselinde 12 Eylül’e yakın bir dönemde bir yıl bile sürmeyen Fatsa pratiğinde halkın sorunlarıyla sosyalistlerin nasıl ilgilendiğine değinilmektedir.[7] Halkla bütünleşmenin geldiği aşamada eşinden şiddet gören kadınlar sosyalistlere başvurmuşlardır. Geliştirilen kültür-sanat faaliyetinden cami yapımına kadar halkın sorunlarına nasıl çözüm bulunduğunun en iyi örnekleri Fatsa pratiğinde görülebilir. Fatsa’yı yaratan hareketi tartışma konusu dışında tutarsak ya da bugünün yoz pratiğinden soyutlarsak, hegemonyanın mekânda nasıl üretildiği açığa çıkabilir.

Fatsa özelinde bakıldığında, onu yaratan hegemonya sol eliyle tasfiye edilmiştir. Onun yerini, Menzil gibi tarikatlar üzerinden inşa edilen yeni hegemonya almıştır. Uyuşturucu çetelerine ve tarikatlara alan açan sömürü düzeni, gerek 12 Eylül gerek 2016 sonrasında reformistlere de alan açmıştır. Üç öznenin de asıl görevi, sömürü düzeni için rıza üretmek ve ezilenleri burjuvaziye yedeklemektir. Bu yüzden, aydınlanmacı pozitivist bakışla kimlikçi şekilde tarikatlarla mücadele etmek, inanç alanıyla çatışmayı beraberinde getirir. Tarikatlarla mücadele sınıflar mücadelesinin ilke ve yöntemleriyle yürütülmediği sürece sömürü düzeni inanç alanını da metalaştırmaya devam edecektir.

S. Adalı
4 Ağustos 2023

Dipnotlar:
[1] Saygı Öztürk, “Menzil’de ‘Tövbe’ Almak”, 14 Temmuz 2023, Sözcü.

[2] Dowling, John E., Beyni Anlamak. Çev. Filiz Bolat. İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020, s. 24.

[3] Demet Güleç. “Halüsinojen Kullanım Bozukluğu Tedavi ve İzlemi”. Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları Tedavi ve İzlem Klinik Protokolü. Yayına Hz.: Cüneyt Evren-Figen Karadağ. Ankara: Araştırma, Geliştirme ve Sağlık Teknolojisi Değerlendirme Daire Başkanlığı, 2022, s. 101-112.

[4] İpek Özbey, “Esengül Balcı: Türkiye’de Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde”, 14 Eylül 2020, Birgün.

[5] Wells, Calvin. İnsan ve Dünyası. Çev. Erzen Onur. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1972, s. 113-114.

[6] Gönül, Tayfun. Anarşizm Nedir? İstanbul: Kaos Yayınları, 2008, s. 29.

[7] “Unutturulanlar: Fatsa Gerçeği”, 11 Eylül 2015, İzlesene.

0 Yorum: