17 Temmuz 2021

Batı Marksizmi


Batı Marksizmi, Gerçek Devrimi Değil, Kendi Saflığını ve Ölülerini Sever

 

Batı’da üretilen Marksist çalışmaların büyük bir kısmı, temel bir çelişkiyle malul. Bu çalışmalar, ne vakit Çin, Kore veya Vietnam gibi Asya ülkelerindeki Marksizm pratiğinden söz etseler, Mısır veya Libya gibi Afrika ülkelerindeki halk hareketlerini ele alsalar, dinin bu politik hareketler üzerindeki etkisini ve Marksizmin ülke bağlamında benimsenme biçimini öne çıkartıyorlar.

Örneğin bir Marksist araştırmacı Çin Marksizmini incelediğinde kendisini, Konfüçyüs’ün genelde Çin kültürü, özelde Çin Marksizmi üzerindeki etkisini ele almak zorunda hissediyor. Aynı şekilde, Cezayir gibi sosyalist ülkelerin analizinde İslam’ın Afrika ülkeleri üzerindeki etkisi üzerinde duruluyor.

Ama sıra Marksizmin Batı siyasetindeki yerine geldiğinde, Batı Marksizminin sembolik, öznel ve teorik evreninin inşasında Hristiyanlığın etkisi nadiren dikkate alınıyor. Sanki Asya’da Konfüçyüsçülük siyasete etki ediyor, Afrika’da İslam siyaset üzerinde etkide bulunuyor, ama nedense Brezilya’da, ABD’de, Portekiz’de Hristiyanlık, tarihsel öznelliğin oluşumunda benzer bir rol oynamıyor.

Bu yanlış, Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin birçok kısmında işaret ettiği basit ve nesnel bir sebebe dayanıyor: Katolik Kilisesi, Batı’da en uzun süredir faal olan kurumdur. Onun gibi başka hiçbir kurum, kendi fikirlerini ve anlayışlarını, bürokrasi dâhilinde örgütlenmiş, rahipler, piskoposlar ve teologlardan oluşan ana gövde üzerinden yayma ve başkalarına ulaştırma becerisine bu kadar uzun bir süre sahip olamadı. Dolayısıyla her bir ülkede, her bir toplumsal formasyonda Hristiyanlığın oynadığı rolü analizin parçası kılmadan, Batı’daki Marksizm, siyaset, öznellik, kültür ve sembolik alan konusunda ciddi tek bir laf edemeyiz.

Kanaatime göre, benim pek kullanmadığım bir terim olarak “popülizm” ve özelde Lula, Getulio Vargas, Miguel Arraes, Brizola, Perón ve Hugo Chavez gibi insanlarla halk sınıflarının ilişkisi, Katoliklikte dindarlarla azizler arasındaki ilişki biçimleri anlaşılmadan tarif edilemez. Mesele, elbette ki sadece bu hususla açıklanamaz, ama bu ilişkinin dayandığı politik yapıda belirli bir sembolik unsurun bulunduğunu görmek gerekir.

Bu, benim uzun süredir üzerinde kafa yorduğum bir konu. Esasında bu fikir bana ait değil. Domenico Losurdo gibi isimler, yenilginin Batı Marksizminin fetişlerinden biri olduğunu çok önceleri yazdılar ve bu anlayışın, Hristiyan kültürünün esasen hep yanlış anlaşılmış bir türevi olduğunu söylediler.

Perry Anderson ise Doğu solunda Batı ve Doğu Marksizmini ayırma konusunda belirgin bir eğilimin olduğunu söylüyor. Batı Marksizmi, temelde politik iktidarı hiç ele geçirememiş bir Marksizm türü ve bu, onun önemli bir özelliğini teşkil ediyor. Batı Marksizmi, daha çok felsefi ve estetik meselelerle ilgileniyor. O, politik ekonomi eleştirisine ve politik iktidarın alınması meselesine sırtını döneli çok oldu.

Batı Marksizmi, süreç içerisinde Sovyetler Birliği, Çin, Vietnam, Küba gibi ülkelerdeki sosyalist geçiş sürecine ait somut deneyimlerden tarihsel planda giderek daha da uzaklaştı. O, kendisini Doğu Marksizminden üstün görüyor, çünkü kendisinin, Marksizmi onu devlet ideolojisine dönüştürmek suretiyle kirletmediğini düşünüyor. Batı Marksizmi, neticede Sovyet Marksizmi gibi hiç otoriter, totaliter veya şiddet sevdalısı olmamasını öne çıkartıyor.

Bu Marksizm, yeryüzünün hiçbir yerinde devrim yapmamış olması sayesinde teorinin saflığını korumayı bildi ki asıl önemli olan da bu. Nerede bir devrim olsa, misal Küba devrimi gibi bir devrim gerçekleşse, Batı Marksizmi onu hemen Batı değil Doğu Marksizmiyle ilişkilendiriyor. Bu devrimleri Batı Avrupa, ABD, Kanada ve Güney Amerika’nın belirli ülkelerinde üretilen Batı Marksizminden ayrı bir şey olarak ele alıyor.

Özünde bu Marksizm, kendi saflığıyla gurur duyuyor. Hristiyanlıktan türemiş ilk temel özelliği, işte bu saflık. Gramsci, Katolik Kilisesi’nin ana tarihsel dertlerinden birinin Hristiyanlık okumalarını ve dinin yayılımını kontrol altında tutmak, halk kaynaklı, özerk ve tabanda karşılık bulan yorumlara mani olmak, böylelikle tarihsel doktrinin saflığını kurtarmak olduğunu söylüyor. Tam da bu sebeple Katolik Kilisesi, Hristiyanlığın sevgi, eşitlik, komşuyu sevmek, merhamet, şiddetten kaçınma olduğunu söylüyor. Katolik Kilisesi, köleliğin, haçlı seferlerinin ve sömürgeciliğin meşrulaştırılması noktasında önemli bir silâh olarak kullanılıyor, Nazi faşizmi ve askeri diktatörlüklerle sıcak ilişki kuruyor.

Tüm Hristiyanlık tarihi, doktrini hiçbir unsurun bozamayacağı ile ilgili sabit fikir üzerine kurulu. Bu unsurlar, ya Hristiyanlığın yanlış birer ifadesidir ya da teorik, politik, daha da önemlisi, teolojik bir anlamı bulunmayan, çuvaldaki patates türünden birer olgudur. Dolayısıyla Hristiyanlığın merhamet ve barış üzerine kurulu olduğu önermesini tarihin redde tabi tutmuş olması, doktrine halel getirmez ve onda bir değişikliğe sebep olmaz.

Birçok Marksist de böyle düşünür. Onların en fazla dert ettikleri husus, doktrinin saflığıdır. Tarihsel olgular doktrinle ne vakit çelişse veya teorik unsurların pratikteki işleyişinin karmaşık olduğunu ortaya koysa Marksistler, bu unsurların Marksist teorinin ve doktrinin hikâyesinin birer parçası olduğu görüşüne hemen karşı çıkarlar. İhanet teorisi de bu görüş üzerine kurulur. Bir hareket, deneyden bağımsız olarak inşa edilmiş “saf” modellerden kopsa bu kopuş, hemen ihanetle damgalanacak ya da hareket, “devlet kapitalizmi” kavramı ile izah edilecektir. Dolayısıyla aslında sosyalist herhangi bir şey yoktur, her şey devlet kapitalizmidir. Sosyalist geçiş sürecinden söz edilemez, çünkü her şey devlet kapitalizmidir.

Devrim, politik iktidarın alındığı, zaferle taçlanmış an değilse hiçbir şey değildir. Yeni bir toplumsal düzenin inşasına başlandığı noktada biter. Devrim, iki momentten oluşan bir politik süreçtir: eski kapitalist düzenin yıkıldığı moment ve yeni bir düzenin inşa edildiği moment. Çelişkiler, sorunlar, hatalar, yanlışlar, hatta bazen suçlar, temelde yeni düzenin inşa edildiği momentte yaşanırlar. Dolayısıyla yeni bir toplumsal düzenin inşasını değerlendirme vakti geldiğinde ki pratik de tam da bu noktada teorinin saflığından uzaklaşır, özel olan genelin gözüne bozulmuş, yozlaşmış gibi görünür. İhanet fikri işte bu noktada dil bulur, karşı devrimden söz edilmeye başlanır, devlet kapitalizmi tespitleri havalarda uçuşur, buradan da teorinin saflığı korunmaya çalışılır.

Bunun en güzel örneği, Sovyetler Birliği’nin nihai kriz sürecine girdiği dönemdir. Sovyetler sonuna yaklaştığında birçok Batılı Marksist, bunun Marksizmin tarihinde büyük bir olay olduğunu söylemiştir. Çünkü onlara göre Marksizm, onu tahrip edip basit bir devlet ideolojisine dönüştüren Ekim Devrimi ile yapılmış deneyden nihayet kurtulmuştur. Artık Sovyetler’in ayaklarındaki prangaları izah etmenin gereği kalmamıştır, Marksizm en sonunda hürdür ve özgürlükçü potansiyeline kavuşmuştur.

Batı solunda yaygın olan diğer bir husus da çileye ve yoksulluğa kişiyi üstün kılan vasıflar olarak yaklaşılmasıdır. Batılı solcu, şehitlerine ve çileye destek sunmayı bir kültür hâline getirmiştir.

Bugün herkes, Salvador Allende’yi sever. Peki ama neden? Allende bir kurban, bir şehittir de ondan. O, Pinochet darbesince katledilmiştir. Hugo Chavez hayattayken solcuların büyük bir kısmı ona burun kıvırırdı. 2002’deki darbe girişiminde öldürülmüş olsaydı, Batı solunun ekseriyeti onu göklere çıkartır, çilenin ve şehadetin bir sembolü olarak takdim ederdi. Chavez, ister istemez kimi çelişkileri kendi bağrında taşıyan politik bir sürece liderlik edip güç kullanma imkânı bulduğu için herkes ona sırtını döndü. Bugün Maduro’nun başına gelenlere değinmeye bile gerek yok.

Sol, Allende’yi göklere çıkartmış, onun fikrine destek olmuştur, çünkü Allende, demokratik sosyalizmi savunmuştur. Oysa bunu söyleyenler, iktidarda kaldığı süre boyunca Allende’nin ülkeyi kararnamelerle yönettiğini görmez. O dönemde Şili anayasası, dayandığı hukukî zemin üzerinden, yürütmeye, Yüksek Mahkeme’nin veya meclisin onayından geçsin geçmesin, hazırlanan kararnamelerle ülkeyi yönetme imkânı sunuyordu. Allende, meclisi ve yüksek mahkemeyi baypas eden kararnamelerle kanunlar yapmak için gerekli zemine sahipti. Allende, mecliste çoğunluk değildi ve burjuva muhalefetin epey bir çilesini çekiyordu. Bu sebeple görevde kaldığı süre boyunca ülkeyi temelde kararnamelerle yönetti. Bugün bir solcu lider ülkeyi böyle yönetsin, hemen otoriter damgası yer ve Trump’la, Bolsonaro’yla veya Orban’la kıyaslanır. Eğer bugün Allende yaşıyor olsaydı, mutlaka eleştirilirdi.

Diğer bir örnek de Ché Guevara ve Fidel Castro. Birçok Batılı solcuya göre Ché Guevara isyancı bir hayalperesttir. Gerçek hayatta ise Ché hiç de öyle değildir, ama gene de o bu türden bir imaj üzerinden ele alınır. Ché, Bolivya ormanlarında öldürülmüştür, demek ki o, fedanın, şehitliğin ve yenilgi kaynaklı çilenin simgesidir.

Fidel ise devrimin lideri olarak ülkesinde kalmış, sürecin tüm çelişkilerini bizzat yaşamıştır. Bugün Fidel bir bürokrat olarak görülür, o eski cazibesinden ve albenisinden yoksundur. Ché ise direnişin, düş kurmanın, ütopyanın ebedi simgesidir.

Bir başka örnek de Kore Halk Cumhuriyeti ile Filistin’in birbiriyle çelişen yaklaşımlar üzerinden ele alınıyor olmasıdır. Her iki ülke de benzer bir mücadele vermiş, ulusal bağımsızlık için sömürgeciliğin karşısına dikilmiştir. Kore’de mücadele, sosyalist perspektif üzerinden verilmiştir. Emperyalizmin parçalamasına karşın Kore sonunda başarılı olmuştur. Bugün nispeten güçlü bir ekonomiye sahiptir, sanayileşme düzeyi yüksektir, güçlü bir ordusu vardır, nükleer silâh konusunda belirli bir imkân ve beceriye kavuşmuştur. Dolayısıyla Kore savunmasız bir ülke değildir.

Filistinliler ise ezilen, yoksulluğun dibini görmüş, devleti olmadığı için kendi ekonomisi de olmayan bir halktır. Orduları, askeri veya ekonomik gücü bulunmamaktadır. Bu anlamda Filistin, Davud-Golyat kavgası denilen metaforun cisimleşmiş hâli gibidir, tek farkla; bu Davud’un politik ve askeri çatışma dâhilinde Golyat’ı yenme şansı yoktur.

Uluslararası sol, Filistin’i tam da bu sebeple sever. Tanka sapanla taş atan çocuk resimleri karşısında insanlar kendilerinden geçerler. Bu çocuklar yiğitliğe dair bir örnektirler, ama aynı zamanda mücadelenin gelişkin araçlardan yoksun olduğunun delili olarak görülmelidirler. Bu halk, tepeden tırnağa silâhlı olan emperyalist ve sömürgeci bir güç karşısında kendisini savunma becerisinden yoksun bir halktır. Direniş imkânlarından yoksundur, ama bu direniş bir biçimde romantize edilmektedir. Batılı solcular, zulüm, çile ve şehitlik üzerine kurulu bu gerçekliğe bayılırlar.

Diğer bir örnekse Vietnam’dır. Savaş esnasında, saldırıya uğradığında, otuz yıl boyunca imha süreciyle ve bombalarla yüzleştiğinde herkes Vietnam’a destek verdi. İkinci Dünya Savaşı’nda Vietnam Japonya’yı yendi, ardından Fransa ile sonra da ABD ile savaşmak zorunda kaldı. Otuz yıl boyunca önce Fransızların ardından Amerikalıların bombalarıyla yıkılır diye tek bir okul, tek bir hastane bile inşa edilmedi. Ülke, nihayet tüm sömürgeci ve yeni sömürgeci güçleri yenip ertesi gün atılan bombalarla hiçbir şeyin yıkılmadığı sabaha uyandığında kendi yollarını, elektrik sistemlerini, okullarını ve üniversitelerini inşa etme fırsatı yakaladı, işte tam da o noktada solun ekseriyeti ona sırtını döndü. Vietnam, cazibesini ve büyüsünü yitirdi. 

Batı solu için yenilgi bir fetiştir. O, yenilginin görkemli bir şey olduğunu düşünür.

Bu fetişe dair en yalın örnekse Bolivya’daki darbedir. Ünlü eleştirel düşünür Slavoj Zizêk, “Bolivya: Darbenin Anatomisi” diye bir makale yazdı. Peki makalenin üzerinde durduğu asıl mesele neydi? Yazı, esasen Evo Morales’in demokrat olduğunu, geçmişte hainleri ülkeden kovma veya hapse atma yoluna gitmediğini, ama bu kişilerin kendisine darbe yaptığını ortaya koymak için kaleme alınmıştı. Başka bir ifadeyle Zizêk yazısında, Bolivya’da devrimin yenilmesine neden olan unsuru, ahlaki üstünlüğün kanıtı olarak sunuyordu.

Bakın görün, Bolivya bugün ne kadar muhteşem bir durumda! Her gün bir eylemci ya kodese ya mezara gönderiliyor, ama sol, hükümetin Bolivya burjuvazisine karşı baskıcı veya otoriter olmamasında teselli buluyor.

Batı solunda yaygın görülen üçüncü unsur, Hristiyanlığa has olan, selametin kişinin eylemlerinin ürünü olmadığına ilişkin anlayıştır. Buna göre selamet, Tanrı’nın aldığı bir karardır. Salih amel üzre de olsanız, kitaptaki kanunlara da uysanız, iyi bir insan olarak da yaşasanız, selamete erip eremeyeceğinizin kararını Tanrı verir. Lenin’in “onun dışındaki her şey bir yanılsamadan ibarettir” dediği politik iktidarın alınması meselesi, Marksizmin merkezî meselesidir ama bu mesele, Hristiyan kültürünün nüfuzu sebebiyle, büyük kısmı ateist olmasına karşın, Marksist aydınların gözünde değer kaybetmiştir. Bunun yerine sol, gurur kaynağı olarak görülen direnmeyi, bitmek bilmeyen direnişi en yüksek mertebeye yerleştirmiştir.

Bernie Sanders, başkan adaylığı konusunda Demokrat Parti içinde yaşanan yarışı ikinci turda kaybedince São Paulo Üniversitesi’nde çalışan ünlü bir Marksist profesör Facebook hesabında şu cümleyi paylaştı: “Daha önce hiç verilmemiş bir mücadeleyi verdik. Her zaman olduğu gibi gene kaybettik, olsun, mücadele devam ediyor. ABD’de sosyalizmin geleceği artık Alexandra Ocasio Cortez’dir.”

Marksistler, düşünce ve mantık bağlamında tüm politik çelişkileri, taktik-strateji, koalisyon siyaseti, programlar, bir daha yapılmasın diye yapılan yanlışların eleştirel analizi, iktidarı almak adına düşmana politik, hatta askerî açıdan vuran hamleler üzerinden ele alırlar. Artık bu anlayış terk edildi, yerini Tanrı’nın lütfu olarak görülen ebedi direniş hareketi üzerine kurulu anlayış aldı. Sol, stratejinin dayandığı bu mantığı politikanın özü olarak görüyor ve direnişi kendi içinde bir amaç hâline getiriyor.

Birlikte ele alındıklarında yukarıda tarif ettiğim üç unsur, yenilgi ve saflıkla alakalı bir tür narsistik orgazma yol açıyor. Özne, işçi devrimlerinin, sosyalist devrimlerin ve kurtuluşçu devrimlerin tüm tarihiyle ilişki kurmayı bir gurur kaynağı olarak görmüyor. Çin’de, Rusya’da, Vietnam’da, Cezayir’de, Mozambik’te ve Angola’da gerçekleşen devrimlerle belirli bir teorik veya politik bağ kurmayı gereksiz addediyor. Bunun yerine, tarihsel süreçlere ait çelişkilerin, iktidarda yaşanan güçlüklerin kirletmediği teorisindeki saflıkla övünüyor.

Saf olmak, narsistik orgazmı tetikliyor. Saflık, kişinin kendisini başkalarından üstün hissetmesini sağlıyor. Çin ve Küba devrimlerini onaylayan, dolayısıyla otoritarizmi kabullenen, özyönetim üzerine kurulu olmayan bir ekonomiyi destekleyen diğer solcular karşısında kendisini ahlakî açıdan imtiyazlı görüyor.

Bu türden bir Marksizm, güçsüzdür, kudretsizdir. Gerçekliğe dair yığınla güzel analiz ortaya koyar, ama politik iktidarı almayı amaçlayan stratejik ve devrimci bir hareket üretemez. Dolayısıyla Batı’da devrimci bir Marksizmin inşa edildiği süreçte Hristiyanlıktan devşirilen ve Batı Marksizmine yedirilen bu türden sembolik unsurların görülmesi gerekiyor. Bu unsurlar, devrimci eleştiriye tabi tutulmalı ve artık geride bırakılmalı.

Jones Manoel
10 Haziran 2020
Kaynak

0 Yorum: