Eğer
son anketler doğru ise önümüzdeki seçimlerde ipi Yeşiller Partisi göğüsleyecek.
Ne var ki bu hükümet değişikliği, süreci üstünkörü izleyen Amerikalı
gözlemcilerin beklediği ölçüde köklü bir değişime yol açmayacak.
Yeşiller,
muhtemelen önümüzdeki seçimlerde, iktidardaki muhafazakâr Hristiyan Demokrat
Partisi (CDU) ile Hristiyan Sosyal Birliği’nin oluşturduğu siyasi ittifak ve
Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) konusunda inancını yitirmiş seçmenlerin
önemli bir bölümünün oyunu alacak, ama neticede Yeşiller, bu partilerden
biriyle koalisyon kurmak zorunda kalacak.
Yeşiller,
esasen değişim konusunda çok fazla şey vaat etmiyor, bilâkis, varolan düzeni
daimi kılma önerisinde bulunuyor. Tek istisnai önerisi, bugüne dek Almanya’daki
tüketicilerin sırtlarına binmiş ağır bir yükten başka bir şey olmayan,
yenilenebilir enerji üretimine geçilmesi ile ilgili.
Almanya’da
faal olan Sol Parti (Die Linke) içerisinde önemli bir sima olarak Sahra
Wagenknecht, yeni kaleme aldığı ve “Kendini Beğenmişler” (Die
Selbstgerechten) gibi çarpıcı bir isimle piyasaya sürdüğü kitabında,
Yeşiller’in büyük ölçüde “akademik orta solun, yazılım programcılarının ve
pazarlama uzmanlarının partisi” olduğunu söylüyor.
Almanya’da
bu yönetici tabakasının temsilcilerine dönük hoşnutsuzluk, diğer batı
ülkelerine nazaran daha da yoğun olmasına karşın, ülkedeki politik ortam,
ilgili kesimin karşısına herhangi bir seçenek çıkartabilmiş değil.
Wagenknecht’in partisi, bu türden bir seçenek olduğu iddiasında, ama yapılan
anketlerde dört yıl önceki genel seçimlerde yüzde dokuz oy alan partinin bugün
sadece yüzde yedi oy alabildiği görülüyor.
Wagenknecht,
partiye yönelik destekteki azalma konusunda, sol liberalizme ikna olmuş,
çoğunluğu üniversite mezunu olan kentlilerdeki yaşam tarzı solculuğunu suçluyor
ve bu tür solculuğun Sol Parti’yi Yeşiller’den daha fazla ele geçirdiğini iddia
ediyor.
Bahsi
geçen yaşam tarzı solculuğu, iklim değişikliği ile mücadele konusunda gıda ve
gaz fiyatlarının artırılması vaadinde bulunuyor, ama daha iyi ücret ve iş
güvencesi ile ilgili olarak Alman işçilerine hiçbir şey önermiyor.
Bu
sebeple Wagenknecht, işçi seçmenlerin yüzlerini giderek Almanya İçin Alternatif
(Alternative für Deutschland) isimli sağcı partiye çevirmesinin gayet
doğal olduğunu söylüyor. Bu durum bize, Amerika’da işçi seçmenlerin yüzlerini
Trump’a, Fransa’da Marine Le Pen’e, Macaristan’da Viktor Orbán’a çevirdiği
seçimleri hatırlatıyor.
Wagenknecht,
söz konusu gelişmelerin ırkçılıktaki yükselişe delil olarak sunulamayacağını
söylüyor. Ona göre Sol Parti, geleneksel seçmen kitlesinin dertlerinden ve
endişelerinden uzaklaştı. Bu noktada Wagenknecht, süreci terse çevirmek adına,
Sol Parti’nin küresel finans kurumlarının ve küresel şirketlerin çıkarları
karşısında Alman devletinin ulusal egemenliğini savunması gerektiği iddiasında.
Bu politika da doğalında düşük ücretli işçilerin pazarlık gücünü artırabilmek
için göçmen sayısının yönetilebilir düzeye çekilmesini gerekli kılıyor.
Wagenknecht’in
yeni kitabı, Sol Parti içerisindeki yoldaşlarının öfkeli tepkileriyle
karşılaştı. Parlamento üyesi Niema Muvassat’ın iddiasına göre “Wagenknecht,
seçmenlerini küçümsediği, üyesi olduğu partisine karşı kalemiyle savaşıyor.”
Sol
Parti’ye yakın duran Neues Deutschland isimli gazetede bir yazar ise
Wagenknecht’in trans ve göçmen hakları aktivistlerine yönelik eleştirisinin,
işin başında bu tür meseleler üzerinden politikleşen gençleri partiden
uzaklaştıracağını söylüyor. Sol liberal Tageszeitung gazetesinde köşe
yazarlığı yapan Ingo Arend ise Wagenknecht’in değerlendirmelerinin karşısına,
“marjinal kimliklere sahip kişilerin tanınma için verdikleri sembolik
mücadelelerin politik iktidarı ele geçirme noktasında çok önemli olduğu”na
ilişkin tespitiyle çıkıyor.
Herkesin
bir biçimde öngörebileceği, Wagenknecht’in ekonomik küreselleşme karşıtı
saldırılarına yönelik tepkileri, bize aynı şekilde politik ideolojilerin ve
parti programlarının da tüm yönleriyle küreselleştiğini ortaya koyuyor.
2016’da
Bernie Sanders da tıpkı Muvassat ve Arend gibi isimlerin tepkilerine mazhar
olmuştu. Sanders da o dönemde bugün “Wagenknecht’in sınırların açılması
politikasının Koch Biraderler’in önerisi” olduğuna ilişkin sözüne benzer bir
söz sarf etmişti.
Bireyciliğin
ve kozmopolitanizmin güdümünde olan solcular, başka ülkelerde dünyayı dolaşma
imkânı bulan solcularla kendi ülkelerindeki işçilerden daha çok ortak yöne
sahipler. Bu noktada Wagenknecht, Jean-Jacques Rousseau’nun şu sözünü
aktarıyor: “Bazı felsefeciler kendi komşusunu sevme yükümlülüğünden kaçınmak
için illâki Tatarları bağırlarına basacaklardır.”
Bu
türden seçkinci, dünyayı dolaşma imkânı bulunan kesim, kültürel ifade
kanallarını tek tipleştirmeye daha fazla meyilli. Gelişen moda uyarınca gömlek
gibi giyilen, bir tür tarz hâlini alan antifaşizm, ihracat manyağı Almanların
küresel köye yaptığı en tuhaf katkılardan birisi.
Dikkat
çekici bir biçimde siyah giyinen Antifa, son yirmi otuz yıldır Almanya’daki
politik sahnenin en belirgin unsuru hâline geldi. Hareket, sahip olduğu
meşruiyeti Neonazi faaliyetlerinin ülke genelindeki yaygınlığına ilişkin
tespitten alıyor. Amerika’daki muadilleri, ta Portland (Oregon) gibi uzak
şehirlerde bile karşımıza çıkıyor.
Öte
yandan Wagenknecht, azınlıklar konusunda gerici tutum alan kişilerin sayısının
azaldığını düşünüyor. Farklı etnik kimliklerden insanların arasındaki
evlilikler, kadınların özgürlüğü veya eşcinsellik gibi konularla alakalı
anketler, Batı’da liberal görüşün daha da güçlendiğini ortaya koyuyor.
Peki
o vakit solculardaki “hoşgörüsüzlük arttı!” serzenişini nasıl izah edeceğiz?
Wagenknecht’e göre bu serzeniş, esasen sınıf mücadelesinin savunmacı bir
biçimi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı ülkelerindeki ekonomide yaşanan yüksek
büyüme oranlarına karşılık gelen Altın Çağ, bir yandan da eğitim sahasının
genişlemesini ve yüksek eğitim sayesinde üst orta sınıfın yukarıya tırmanma
imkânını ifade ediyordu. Ama son otuz yıl içerisinde ekonomik büyüme
oranlarının düşmesine bağlı olarak üniversiteden mezun olup “ben oldum”
diyenler, birden sınıfsal hiyerarşide alt basamaklara gerileme tehdidiyle
yüzleştiler, bu sebeple, kendi aralarına alacakları insanları ayıklamak için
oturup sınırları yeniden çizdiler.
Wagenknecht’e
göre, “yaşananların yeni bir tarafı yok, zira bu, tarihsel bir kuralın
neticesi. Toplumsal sınıflar arasındaki sınırlar daha da geçirgen hâle geldikçe
rekabet de kızışıyor. Aşağıdakilerin girişine mani olmak için sınırlar
kapatılıyor, buna karşılık, çocuklar konusunda elde edilen statü daha da kolay
muhafaza ediliyor.”
Wagenknecht,
üniversite kapısından içeri girmemiş insanların, her daim değişip duran,
sohbetlerde karşımıza çıkan gizli kimi kodlarla uzak tutulduğunu, belirli
bölmelere sıkıştırıldığını düşünüyor. Tam da bu fikrini doğrulamak istercesine
bazı yoldaşları, Wagenknecht’ten önümüzdeki Eylül ayında yapılacak seçimlerde
aday olmamasını istedi. Ama bu kişiler başarılı olamadı.
* * *
ABD’de
de olduğu gibi Almanya’da da kabul edilir görülen görüşlerin sayısı giderek
daha fazla sınırlandırılıyor. Hükümetin kapanma politikalarını alaya alan bir
grup sanatçının yürüttüğü kampanya, kanaat önderleri arasında ciddi bir öfkeye
sebep oldu. Örneğin Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti devlet televizyonu WDR’nin
yöneticilerinden biri, bu kampanyanın bileşenlerinin uçaklara binmesine yasak
getirilmesi önerisinde bulundu. Buna karşın söz konusu öneri ciddi bir tepkiyle
karşılandı ki bu, esasen Almanya’daki demokratik dilin henüz kesilmediğinin de
kanıtı. Ama gene de Almanya’da ifade hürriyeti hakkının Amerika’daki kadar
mutlak olmadığını da belirtmek gerek (Örneğin hükümet, Yahudi Soykırımı’nı
inkâr eden görüşleri yasaklıyor.)
Alman
devleti, ayrıca politik dil dâhilinde neye izin verileceğine karar verme
hakkını mahfuz tutuyor. Yasaları ihlal ettiğine inanılan görüşlerin sahipleri
Anayasayı Koruma Kurulu (Bundesverfassungsschutz) tarafından takibata
uğruyor. Bu kurumun ajanları, Wagenknecht gibi isimleri takip ediyorlar. Hatta
kısa süre önce New York Times’da köşe yazarlığı yapan bir isim, aynı
kurumun Amerika’da da olması gerektiğini söyledi.
Birinci
Anayasa Değişikliği’nde belirtilen hakları ve özgürlükleri ihraç etmek yerine
ABD, Almanya’daki Antifa tarzı siyaseti ödünç alıyor, onun karşılığında
Almanya’ya Silikon Vadisi’ndeki teknoloji tekellerinin imkânlarını hediye
ediyor. Bu tekeller bugün, Wagenknecht’in kitabının son bölümünde ortaya
koyduğu biçimiyle, Avrupa Birliği dâhilinde kamunun bilgilere erişimini kontrol
altına alıyorlar.
Wagenknecht’e
göre, genel planda ilkin Yeşiller Partisi’nin Gerhard Schröder’in SPD’si ile
birlikte kurulan koalisyonun küçük ortağı olduğu hükümet eliyle uygulanan
neoliberal reform politikaları, Almanya’daki koşulları “giderek belirgin bir
biçimde Amerika’daki koşullara yakınlaştırdı. Bu anlamda, ABD’nin sunduğu imaj,
esasen bize geleceğimize bakma imkânı sunuyor.” Belirli gerekçelere bağlı
olarak uluslararası planda yakınlaşma gerçekleşiyor.
Bu
sürecin karşısına, başka ülkelerin en kötü değil, en iyi fikirlerini
benimseyen, alternatif bir enternasyonalizm çıkartmak mümkün. Almanya, ABD’deki
Birinci Anayasa Değişikliği’ni taklit etmek yerine başka görüşleri benimsiyor.
Öte yandan, ABD ise Avrupa’nın işçileri yönetme meselesiyle ilgili olarak sahip
olduğu imkânları edinmeye çalışıyor. Wagenknecht’in Amerika’daki “Manchester
kapitalizmi” dediği şeyin çöktüğü konusunda umutlanmamızı sağlayan
gelişmelerden de söz etmek gerekiyor. ABD’li muhafazakârlar, bugün Almanya’da
işçilerin yönetime katılmasını öngören şirket yönetimi modeline destek
veriyorlar.
Amerika’daki
muhafazakâr düşünce kuruluşu Amerikan Pusulası araştırma direktörü Wells
King, “işçi konseyleriyle yönetim kurullarının birleşmesinin Almanya’da
stratejik karar alma süreçlerinde karşımıza çıkan kısa vadeli yaklaşımların
sayısını azaltmak ve milli gelirdeki eşitsizliğin seviyesini aşağıya çekmek
gibi olumlu etkileri olduğunu” söylüyor.
Wells’e
göre, “aynı zamanda Almanya’da işçilerin sektör bazında sahip oldukları
pazarlık güçleri de taklit edilmesi gereken bir husus.” Değişimi besleyecek
diğer bir gelişme de Amerikalıların büyük bir çoğunluğunun bu türden
düzenlemelere destek olması.
Ne
var ki çoğunluğun yaptığı tercihler, politika ile ilgili kararlara nadiren etki
ediyor. Çünkü Amerika’daki kurumlar temelde demokrasiye güvenmiyorlar.
Fransa,
2005’te AB anayasasının onaylanması konusunda referanduma gitti, halkın yüzde
55’i “hayır” dedi, gelgelelim, dönemin AB liderleri, referandum sonucunu
görmezden geldiler ve bir şekilde Lizbon Anlaşması’nı onayladılar. Aynı
şekilde, bugün biliyoruz ki Herkese Tıbbi Bakım Sigortası konusunda
Amerikalıların yüzde 69’unun verdiği desteğin de kongrede ve senatoda bir
karşılığı yok.
Wagenknecht’in
kitabı sol içerisinde ciddi tepkilere yol açtı. Bu tepkiler de gösteriyor ki
Wagenknecht, partisi içerisinde kendi politik programını kısa vadede yürürlüğe
koyamayacak. Bununla birlikte, o popülist çoğunluk, her zaman kendisine bir yol
bulacak. Söz konusu siyaset, muhtemelen elektrikli araçlarla sokaklarda dolaşan
kentli entelektüellerden çok düşük mazot fiyatı için eylem yapan çiftçiler
arasında destek bulacak. Neticede yaşam tarzı solculuğunun herhangi bir fikir
karşısında dehşete kapılması mümkün değil.
Ama
doğa boşluk kabul etmiyor. Geleneksel işçi partileri isyana öncülük etmek
istemezlerse, öncülük edecek birileri illâki çıkar.
Wagenknecht,
o birilerinin çoktan sahneye çıktığı iddiasında. Marine Le Pen’in partisi,
Macron’un tasarruf tedbirlerine son verilmesini talep ediyor; Polonya’da
iktidarda olan Hukuk ve Adalet Partisi, çocuk yardımlarını arttırmayı öngören
kanun türünden, refah devletinin kapsamını genişleten bir dizi kanun çıkarttı
ve AB’nin bütçe konusunda hazırladığı kılavuzu çöpe attı.
Solcular,
bu türden partilerin halktan destek görmesini, aşırı sağın yükselişinin kanıtı
olarak değerlendiriyorlar. Wagenknecht, bu yaklaşıma itiraz ediyor ve
solcuların hokkabazlar gibi, el çabukluğuyla, kendilerince bazı hayaletleri
çağırıp onlarla konuştuklarını söylüyor. Bu tavır, esasında solun tümüyle
sermayeyle aynı yatağa girdiği gerçeğinin üzerini örtüyor. Sefalet tuhaf
birliktelikleri koşulluyor.
Gregor Baszak
10
Mayıs 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder