06 Temmuz 2021

Alman Solunda İç Savaş

Eğer son anketler doğru ise önümüzdeki seçimlerde ipi Yeşiller Partisi göğüsleyecek. Ne var ki bu hükümet değişikliği, süreci üstünkörü izleyen Amerikalı gözlemcilerin beklediği ölçüde köklü bir değişime yol açmayacak.

Yeşiller, muhtemelen önümüzdeki seçimlerde, iktidardaki muhafazakâr Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) ile Hristiyan Sosyal Birliği’nin oluşturduğu siyasi ittifak ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) konusunda inancını yitirmiş seçmenlerin önemli bir bölümünün oyunu alacak, ama neticede Yeşiller, bu partilerden biriyle koalisyon kurmak zorunda kalacak.

Yeşiller, esasen değişim konusunda çok fazla şey vaat etmiyor, bilâkis, varolan düzeni daimi kılma önerisinde bulunuyor. Tek istisnai önerisi, bugüne dek Almanya’daki tüketicilerin sırtlarına binmiş ağır bir yükten başka bir şey olmayan, yenilenebilir enerji üretimine geçilmesi ile ilgili.

Almanya’da faal olan Sol Parti (Die Linke) içerisinde önemli bir sima olarak Sahra Wagenknecht, yeni kaleme aldığı ve “Kendini Beğenmişler” (Die Selbstgerechten) gibi çarpıcı bir isimle piyasaya sürdüğü kitabında, Yeşiller’in büyük ölçüde “akademik orta solun, yazılım programcılarının ve pazarlama uzmanlarının partisi” olduğunu söylüyor.

Almanya’da bu yönetici tabakasının temsilcilerine dönük hoşnutsuzluk, diğer batı ülkelerine nazaran daha da yoğun olmasına karşın, ülkedeki politik ortam, ilgili kesimin karşısına herhangi bir seçenek çıkartabilmiş değil. Wagenknecht’in partisi, bu türden bir seçenek olduğu iddiasında, ama yapılan anketlerde dört yıl önceki genel seçimlerde yüzde dokuz oy alan partinin bugün sadece yüzde yedi oy alabildiği görülüyor.

Wagenknecht, partiye yönelik destekteki azalma konusunda, sol liberalizme ikna olmuş, çoğunluğu üniversite mezunu olan kentlilerdeki yaşam tarzı solculuğunu suçluyor ve bu tür solculuğun Sol Parti’yi Yeşiller’den daha fazla ele geçirdiğini iddia ediyor.

Bahsi geçen yaşam tarzı solculuğu, iklim değişikliği ile mücadele konusunda gıda ve gaz fiyatlarının artırılması vaadinde bulunuyor, ama daha iyi ücret ve iş güvencesi ile ilgili olarak Alman işçilerine hiçbir şey önermiyor.

Bu sebeple Wagenknecht, işçi seçmenlerin yüzlerini giderek Almanya İçin Alternatif (Alternative für Deutschland) isimli sağcı partiye çevirmesinin gayet doğal olduğunu söylüyor. Bu durum bize, Amerika’da işçi seçmenlerin yüzlerini Trump’a, Fransa’da Marine Le Pen’e, Macaristan’da Viktor Orbán’a çevirdiği seçimleri hatırlatıyor.

Wagenknecht, söz konusu gelişmelerin ırkçılıktaki yükselişe delil olarak sunulamayacağını söylüyor. Ona göre Sol Parti, geleneksel seçmen kitlesinin dertlerinden ve endişelerinden uzaklaştı. Bu noktada Wagenknecht, süreci terse çevirmek adına, Sol Parti’nin küresel finans kurumlarının ve küresel şirketlerin çıkarları karşısında Alman devletinin ulusal egemenliğini savunması gerektiği iddiasında. Bu politika da doğalında düşük ücretli işçilerin pazarlık gücünü artırabilmek için göçmen sayısının yönetilebilir düzeye çekilmesini gerekli kılıyor.

Wagenknecht’in yeni kitabı, Sol Parti içerisindeki yoldaşlarının öfkeli tepkileriyle karşılaştı. Parlamento üyesi Niema Muvassat’ın iddiasına göre “Wagenknecht, seçmenlerini küçümsediği, üyesi olduğu partisine karşı kalemiyle savaşıyor.”

Sol Parti’ye yakın duran Neues Deutschland isimli gazetede bir yazar ise Wagenknecht’in trans ve göçmen hakları aktivistlerine yönelik eleştirisinin, işin başında bu tür meseleler üzerinden politikleşen gençleri partiden uzaklaştıracağını söylüyor. Sol liberal Tageszeitung gazetesinde köşe yazarlığı yapan Ingo Arend ise Wagenknecht’in değerlendirmelerinin karşısına, “marjinal kimliklere sahip kişilerin tanınma için verdikleri sembolik mücadelelerin politik iktidarı ele geçirme noktasında çok önemli olduğu”na ilişkin tespitiyle çıkıyor.

Herkesin bir biçimde öngörebileceği, Wagenknecht’in ekonomik küreselleşme karşıtı saldırılarına yönelik tepkileri, bize aynı şekilde politik ideolojilerin ve parti programlarının da tüm yönleriyle küreselleştiğini ortaya koyuyor.

2016’da Bernie Sanders da tıpkı Muvassat ve Arend gibi isimlerin tepkilerine mazhar olmuştu. Sanders da o dönemde bugün “Wagenknecht’in sınırların açılması politikasının Koch Biraderler’in önerisi” olduğuna ilişkin sözüne benzer bir söz sarf etmişti.

Bireyciliğin ve kozmopolitanizmin güdümünde olan solcular, başka ülkelerde dünyayı dolaşma imkânı bulan solcularla kendi ülkelerindeki işçilerden daha çok ortak yöne sahipler. Bu noktada Wagenknecht, Jean-Jacques Rousseau’nun şu sözünü aktarıyor: “Bazı felsefeciler kendi komşusunu sevme yükümlülüğünden kaçınmak için illâki Tatarları bağırlarına basacaklardır.”

Bu türden seçkinci, dünyayı dolaşma imkânı bulunan kesim, kültürel ifade kanallarını tek tipleştirmeye daha fazla meyilli. Gelişen moda uyarınca gömlek gibi giyilen, bir tür tarz hâlini alan antifaşizm, ihracat manyağı Almanların küresel köye yaptığı en tuhaf katkılardan birisi.

Dikkat çekici bir biçimde siyah giyinen Antifa, son yirmi otuz yıldır Almanya’daki politik sahnenin en belirgin unsuru hâline geldi. Hareket, sahip olduğu meşruiyeti Neonazi faaliyetlerinin ülke genelindeki yaygınlığına ilişkin tespitten alıyor. Amerika’daki muadilleri, ta Portland (Oregon) gibi uzak şehirlerde bile karşımıza çıkıyor.

Öte yandan Wagenknecht, azınlıklar konusunda gerici tutum alan kişilerin sayısının azaldığını düşünüyor. Farklı etnik kimliklerden insanların arasındaki evlilikler, kadınların özgürlüğü veya eşcinsellik gibi konularla alakalı anketler, Batı’da liberal görüşün daha da güçlendiğini ortaya koyuyor.

Peki o vakit solculardaki “hoşgörüsüzlük arttı!” serzenişini nasıl izah edeceğiz? Wagenknecht’e göre bu serzeniş, esasen sınıf mücadelesinin savunmacı bir biçimi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı ülkelerindeki ekonomide yaşanan yüksek büyüme oranlarına karşılık gelen Altın Çağ, bir yandan da eğitim sahasının genişlemesini ve yüksek eğitim sayesinde üst orta sınıfın yukarıya tırmanma imkânını ifade ediyordu. Ama son otuz yıl içerisinde ekonomik büyüme oranlarının düşmesine bağlı olarak üniversiteden mezun olup “ben oldum” diyenler, birden sınıfsal hiyerarşide alt basamaklara gerileme tehdidiyle yüzleştiler, bu sebeple, kendi aralarına alacakları insanları ayıklamak için oturup sınırları yeniden çizdiler.

Wagenknecht’e göre, “yaşananların yeni bir tarafı yok, zira bu, tarihsel bir kuralın neticesi. Toplumsal sınıflar arasındaki sınırlar daha da geçirgen hâle geldikçe rekabet de kızışıyor. Aşağıdakilerin girişine mani olmak için sınırlar kapatılıyor, buna karşılık, çocuklar konusunda elde edilen statü daha da kolay muhafaza ediliyor.”

Wagenknecht, üniversite kapısından içeri girmemiş insanların, her daim değişip duran, sohbetlerde karşımıza çıkan gizli kimi kodlarla uzak tutulduğunu, belirli bölmelere sıkıştırıldığını düşünüyor. Tam da bu fikrini doğrulamak istercesine bazı yoldaşları, Wagenknecht’ten önümüzdeki Eylül ayında yapılacak seçimlerde aday olmamasını istedi. Ama bu kişiler başarılı olamadı.

* * *

ABD’de de olduğu gibi Almanya’da da kabul edilir görülen görüşlerin sayısı giderek daha fazla sınırlandırılıyor. Hükümetin kapanma politikalarını alaya alan bir grup sanatçının yürüttüğü kampanya, kanaat önderleri arasında ciddi bir öfkeye sebep oldu. Örneğin Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti devlet televizyonu WDR’nin yöneticilerinden biri, bu kampanyanın bileşenlerinin uçaklara binmesine yasak getirilmesi önerisinde bulundu. Buna karşın söz konusu öneri ciddi bir tepkiyle karşılandı ki bu, esasen Almanya’daki demokratik dilin henüz kesilmediğinin de kanıtı. Ama gene de Almanya’da ifade hürriyeti hakkının Amerika’daki kadar mutlak olmadığını da belirtmek gerek (Örneğin hükümet, Yahudi Soykırımı’nı inkâr eden görüşleri yasaklıyor.)

Alman devleti, ayrıca politik dil dâhilinde neye izin verileceğine karar verme hakkını mahfuz tutuyor. Yasaları ihlal ettiğine inanılan görüşlerin sahipleri Anayasayı Koruma Kurulu (Bundesverfassungsschutz) tarafından takibata uğruyor. Bu kurumun ajanları, Wagenknecht gibi isimleri takip ediyorlar. Hatta kısa süre önce New York Times’da köşe yazarlığı yapan bir isim, aynı kurumun Amerika’da da olması gerektiğini söyledi.

Birinci Anayasa Değişikliği’nde belirtilen hakları ve özgürlükleri ihraç etmek yerine ABD, Almanya’daki Antifa tarzı siyaseti ödünç alıyor, onun karşılığında Almanya’ya Silikon Vadisi’ndeki teknoloji tekellerinin imkânlarını hediye ediyor. Bu tekeller bugün, Wagenknecht’in kitabının son bölümünde ortaya koyduğu biçimiyle, Avrupa Birliği dâhilinde kamunun bilgilere erişimini kontrol altına alıyorlar.

Wagenknecht’e göre, genel planda ilkin Yeşiller Partisi’nin Gerhard Schröder’in SPD’si ile birlikte kurulan koalisyonun küçük ortağı olduğu hükümet eliyle uygulanan neoliberal reform politikaları, Almanya’daki koşulları “giderek belirgin bir biçimde Amerika’daki koşullara yakınlaştırdı. Bu anlamda, ABD’nin sunduğu imaj, esasen bize geleceğimize bakma imkânı sunuyor.” Belirli gerekçelere bağlı olarak uluslararası planda yakınlaşma gerçekleşiyor.

Bu sürecin karşısına, başka ülkelerin en kötü değil, en iyi fikirlerini benimseyen, alternatif bir enternasyonalizm çıkartmak mümkün. Almanya, ABD’deki Birinci Anayasa Değişikliği’ni taklit etmek yerine başka görüşleri benimsiyor. Öte yandan, ABD ise Avrupa’nın işçileri yönetme meselesiyle ilgili olarak sahip olduğu imkânları edinmeye çalışıyor. Wagenknecht’in Amerika’daki “Manchester kapitalizmi” dediği şeyin çöktüğü konusunda umutlanmamızı sağlayan gelişmelerden de söz etmek gerekiyor. ABD’li muhafazakârlar, bugün Almanya’da işçilerin yönetime katılmasını öngören şirket yönetimi modeline destek veriyorlar.

Amerika’daki muhafazakâr düşünce kuruluşu Amerikan Pusulası araştırma direktörü Wells King, “işçi konseyleriyle yönetim kurullarının birleşmesinin Almanya’da stratejik karar alma süreçlerinde karşımıza çıkan kısa vadeli yaklaşımların sayısını azaltmak ve milli gelirdeki eşitsizliğin seviyesini aşağıya çekmek gibi olumlu etkileri olduğunu” söylüyor.

Wells’e göre, “aynı zamanda Almanya’da işçilerin sektör bazında sahip oldukları pazarlık güçleri de taklit edilmesi gereken bir husus.” Değişimi besleyecek diğer bir gelişme de Amerikalıların büyük bir çoğunluğunun bu türden düzenlemelere destek olması.

Ne var ki çoğunluğun yaptığı tercihler, politika ile ilgili kararlara nadiren etki ediyor. Çünkü Amerika’daki kurumlar temelde demokrasiye güvenmiyorlar.

Fransa, 2005’te AB anayasasının onaylanması konusunda referanduma gitti, halkın yüzde 55’i “hayır” dedi, gelgelelim, dönemin AB liderleri, referandum sonucunu görmezden geldiler ve bir şekilde Lizbon Anlaşması’nı onayladılar. Aynı şekilde, bugün biliyoruz ki Herkese Tıbbi Bakım Sigortası konusunda Amerikalıların yüzde 69’unun verdiği desteğin de kongrede ve senatoda bir karşılığı yok.

Wagenknecht’in kitabı sol içerisinde ciddi tepkilere yol açtı. Bu tepkiler de gösteriyor ki Wagenknecht, partisi içerisinde kendi politik programını kısa vadede yürürlüğe koyamayacak. Bununla birlikte, o popülist çoğunluk, her zaman kendisine bir yol bulacak. Söz konusu siyaset, muhtemelen elektrikli araçlarla sokaklarda dolaşan kentli entelektüellerden çok düşük mazot fiyatı için eylem yapan çiftçiler arasında destek bulacak. Neticede yaşam tarzı solculuğunun herhangi bir fikir karşısında dehşete kapılması mümkün değil.

Ama doğa boşluk kabul etmiyor. Geleneksel işçi partileri isyana öncülük etmek istemezlerse, öncülük edecek birileri illâki çıkar.

Wagenknecht, o birilerinin çoktan sahneye çıktığı iddiasında. Marine Le Pen’in partisi, Macron’un tasarruf tedbirlerine son verilmesini talep ediyor; Polonya’da iktidarda olan Hukuk ve Adalet Partisi, çocuk yardımlarını arttırmayı öngören kanun türünden, refah devletinin kapsamını genişleten bir dizi kanun çıkarttı ve AB’nin bütçe konusunda hazırladığı kılavuzu çöpe attı.

Solcular, bu türden partilerin halktan destek görmesini, aşırı sağın yükselişinin kanıtı olarak değerlendiriyorlar. Wagenknecht, bu yaklaşıma itiraz ediyor ve solcuların hokkabazlar gibi, el çabukluğuyla, kendilerince bazı hayaletleri çağırıp onlarla konuştuklarını söylüyor. Bu tavır, esasında solun tümüyle sermayeyle aynı yatağa girdiği gerçeğinin üzerini örtüyor. Sefalet tuhaf birliktelikleri koşulluyor.

Gregor Baszak
10 Mayıs 2021
Kaynak

0 Yorum: