06 Temmuz 2022

CIA Fransız Teorisi Okuyor


CIA Fransız Teorisi Okuyor:
Kültürel Solun İmhasında Aydınların Emeğinin Rolü Üzerine

Sıklıkla varsayıldığı üzere, aydınlar, ya belirli bir politik güçten mahrumdurlar ya da ona çok az sahiptirler. Fildişi kulelerine tünemiş, gerçek dünyadan kopmuş, uzmanlaştıkları çok küçük bir alan içinde anlamsız akademik tartışmalara girip duran veya çetrefilli teorilerin içine gömülmüş diye düşünülen aydınlar, yalnızca siyasi gerçeklikten kopuk bir biçimde resmedilmezler, ayrıca onların bu gerçekliğe anlamlı bir katkı sunma becerilerine de şüpheyle yaklaşılır. Gelgelelim, CIA böyle düşünmüyor.

Gerçek şu ki darbelerden, suikast planlarından, yabancı hükümetlerin el altından manipüle edilmesinden sorumlu olan CIA, yalnızca teorinin gücüne inanmakla kalmamış, bazılarının şimdiye kadar üretilen en çetrefilli ve derin teori olarak gördüğü teoriyi hatmetmeleri için bir grup ajanı görevlendirmiş ve bu iş için önemli miktarda kaynak tahsis etmiş bir kurum. 1985’te yazılan ilginç bir araştırma makalesi, Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında, küçük değişikliklerle birlikte, yayımlandı ve CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Teorisi’ni mercek altına aldıkları ortaya çıktı.

Fransız aydınlarının öncüleri ile ilgili aldıkları notları sıkı bir biçimde çalışmak için Paris kafelerinde toplaşan Amerikan ajanları imajı, bu aydınlar topluluğuna, havâsa, avamın asla kavrayamayacağı uhrevî bir bilgelik atfedenleri veya tam aksine, onları gerçek dünya üzerinde asla etkisi olmayacak anlaşılmaz şeyler söyleyen şarlatanlar olarak görenleri şaşırtabilir. Hâlbuki CIA’in küresel kültür savaşlarına yaptığı, hâlen daha devam eden yatırımlarına, örneğin bu savaşların en avangart biçimlerine sunduğu, Frances Stonor Saunders, Giles Scott-Smith, Hugh Wilford (ve Radical History & the Politics of Art [“Radikal Tarih ve Sanatın Politikası”] isimli çalışmamda sunduğum katkıyla ile benim) gibi araştırmacıların ortaya koydukları desteklere aşina olanlar için bu, çok da şaşırtıcı bir durum değil.

1967’de, CIA içerisinde bulunan kültür faaliyetleri departmanı eski sorumlusu Thomas W. Braden, kurumun kültürel saldırı konusunda sahip olduğu gücü, içeriden birisi olarak, şu şekilde açıklıyordu:

“Paris’te (CIA tarafından desteklenen) Boston Senfoni Orkestrası’nın, John Foster Dulles veya Dwight D. Eisenhower’ın yaptığı yüz konuşma ile kazanabileceğinden çok daha fazla övgü toplaması sonrasında yaşadığım o müthiş sevinci asla unutamıyorum.”

Bu, kuşkusuz çok küçük bir operasyondu. Aslında, Wilford’un haklı bir şekilde ileri sürdüğü gibi, merkezi Paris’te bulunan ve kültürel Soğuk Savaş sırasında CIA’in paravan örgüt olarak kullandığı sonradan ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), inanılmaz geniş bir yelpazede yürüttüğü çalışmalarıyla, sanatsal ve düşünsel etkinliklerin dünya tarihindeki en önemli hamilerden biriydi. Otuz beş ülkede ofisi bulunan kongre, onlarca prestijli dergi yayımladı, kitap endüstrisinde yer aldı, önemli isimlerin katıldığı uluslararası konferanslar ve sergiler düzenledi, performans ve konserler koordine etti, kültür alanında sayısız insana ödüller ve burslar verdi, ayrıca Farfield Vakfı gibi paravan kuruluşlara önemli miktarlarda kaynak sağladı.

CIA, kültür ve teoriyi dünyada ABD çıkarlarını korumak için devreye sokulan en önemli silahlardan biri olarak görüyor. 1985 yılında basılan ve yakın zamanda kamuya erişimi açılan “Fransa: Solcu Aydınlar Saf Değiştiriyor” başlıklı araştırma yazısı, esasen Fransız aydınları manipüle etmek adına, onları ve yürüttükleri siyasete etki eden eğilimlerin belirlenmesinde oynadığı önemli rolü inceliyor. Raporda, öncelikle Fransız düşünce tarihinde sağın ve solun ideolojik açıdan nispî dengesinden söz ediliyor, ardından, İkinci Dünya Savaşı sonrası komünistlerin faşizme direnişi ve savaşın kazanılmasında oynadıkları rol sebebiyle, CIA’yi epey rahatsız eden bir gelişme dâhilinde, solun düşünce sahasını tekeline aldığının altı çiziliyor. CIA’in iddiasıyla, Nazi ölüm kamplarına sunduğu destek, yabancı düşmanlığına, eşitsizliğe ve faşizme dayalı ajandasına bağlı olarak halkın gözünden düşmüş olan sağ, yetmişlerin başından itibaren sahneye geri dönüyor.

Daha da özelde, kültür savaşını gizliden yürüten güçler, aydınların tariz oklarını ABD yerine Sovyetler’e fırlatmalarını memnuniyetle karşılayıp, bu çift yönlü harekete övgüler düzüyorlar. Bu savaş, tam da sol cephenin Stalinizmden ve Marksizmden uzaklaştığı, radikal aydınların kamuyu alakadar eden tartışmalardan ellerini eteklerini çektikleri bir dönemde yürütülüyor. Ayrıca teori içerisinde, sosyalizmden ve sosyalist partilerden uzaklaşma eğilimi açığa çıkıyor. Sağ cenahta “yeni felsefeciler” veya “yeni sağın aydınları” denilen, ideolojik açıdan oportünist olan isimler, Marksizme karşı geniş çaplı bir saldırı başlatıyorlar.

Dünya genelinde çalışma yürüten CIA’in uzantısı olan kurum ve kişiler, bazı yerlerde demokratik olarak seçilmiş liderleri alaşağı ediyorlar, faşist diktatörlere istihbarat ve maddi kaynak temin ediyorlar, sağcı örgütlerin ölüm mangalarını destekliyorlar, öte yandan, Paris’te konuşlanmış aydın bölüğü, teori dünyası sağa dümen kırdığı durumda, bu gelişmenin ABD dış politikasına ne şekilde katkı sunacağı konusunda veri toplamakla meşgul oluyor Savaş sonrası dönemin solcu aydınları, ABD emperyalizmini açık bir biçimde eleştiriyorlar. Jean-Paul Sartre’ın, belirli bir şöhrete sahip Marksist eleştirmen sıfatıyla, bilhassa Libération gazetesinin kurucusu olarak medya alanında sahip olduğu güç, ayrıca CIA Paris istasyon şefi ve birçok gizli CIA görevlisinin ifşasında oynadığı önemli rol, kurum tarafından yakından izleniyor ve çok ciddi bir sorun olarak değerlendiriliyor.

Başlayan neoliberal çağın Sovyet ve Marksizm karşıtı atmosferi, halkın dikkatini başka yöne çekiyor, bu hâliyle, misal, “Orta Amerika’da ABD eliyle yürütülen politikalara karşı düşünce sahasının elitleri tarafından ortaya konulan önemli itirazın dillendirilmesini iyice güçleştirmek suretiyle”, CIA’in yürüttüğü kirli savaş için mükemmel bir kılıf sağlıyor. Önde gelen Latin Amerika tarihçilerinden Greg Grandin, The Last Colonial Massacre [“Son Sömürgeci Katliam”] isimli kitabında bu durumu mükemmel bir şekilde özetliyor:

“1954’te Guatamala’ya, 1965’te Dominik Cumhuriyeti’ne, 1973’te Şili’ye, 1980’lerde El Salvador ve Nikaragua’ya felâket getiren ve birçok insanın canına mal olan müdahalelerinin dışında, ABD, sessiz, ama istikrarlı bir biçimde, katil terör devletlerine ayaklanmaları bastırmaları için finansal, ayni ve ahlakî yardımlarda bulundu. Ancak Stalin’in işlediği suçların boyutu, ne kadar ikna edici, delillere dayalı da olsa, kirli hikâyelerin bugün demokrasi olarak bildiğimiz şeyi savunmada ABD’nin oynadığı örnek role dayanan dünya görüşünün temellerini sarsmasını engelliyordu.”

Bernard-Henri Lévy, André Glucksmann ve Jean-François Revel gibi yeni nesil Marksizm karşıtı düşünürler (raporda isimleri verilmeyen ajanların yazdığına göre, Sartre, Barthes, Lacan ve Louis Althusser’den müteşekkil olan) “Komünist âlimler” kliğine yönelik eleştirileri, işte böylesi bir bağlamda övüp desteklediler. Söz konusu Marksizm karşıtı kişiler, gençliklerinde solla haşır neşir oldukları için, hayal kırıklığına dayalı bir anlatı kurma açısından uygun kişilerdi: bu anlatılarda, bireylerin siyasi alanda yaşadıkları sözde olgunlaşma ile zamanın ilerleyişi birbirine karıştırılıyor, bireysel yaşam ve tarih, sanki bir “olgunlaşma” meselesiymiş gibi ele alınıyor, toplumun eşitlik temelinde dönüşümü fikrinin hem kişisel hem de tarihsel açıdan geçmişte kaldığı kabul ediliyordu. Yenilgiyi içselleştirip kabul eden bu dayatmacı ve ukala tavır, sadece gençlerin başı çektikleri yeni hareketlerin gözden düşmesine sebep olmuyor, aynı zamanda karşı devrimci baskının nisbî başarısını, sanki tarihin doğal akışıymış gibi sunmaya gayret ediyordu.

Bahsini ettiğim bu entelektüel gericiler kadar Marksizm karşıtı olmayan teorisyenler de dönüştürücü eşitlikçilikten uzaklaşan bir ortam yaratılmasına, toplumsal seferberlik fikrinden kopulmasına ve radikal politikadan yoksun olan “eleştirel değerlendirme” fikrinin yüceltilmesine önemli katkılarda bulundular. Bu, CIA’in, Avrupa ve diğer yerlerde kültürel solu tasfiye etme çabalarına dayalı genel stratejisini anlamak için olağanüstü derecede önemli. Tümden ortadan kaldıramayacağını anladığında, dünyanın en güçlü istihbarat servisi, sol kültürü, kararlı kapitalizm karşıtlığından ve dönüştürücü siyaset anlayışından, ABD dış ve iç politikasına daha ılımlı muhalefet edecek merkez-sola bağlı, reformist bir konuma doğru çekmeye çalıştı. Saunders’in ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, CIA, savaş sonrası dönemde McCarthy’ci Kongre’yi atlayarak, kültürü üretenleri ve tüketenleri eşitlikçi soldan kesin olarak uzaklaştıracak alternatif sol projelere doğrudan destek verdi. Eşitlikçi solu bölüp gözden düşürmek için çabalayan CIA, aynı zamanda genel anlamda solu da bölme amacını güdüyor, merkez sola ufak bir güç ve halk desteği bahşediyordu (zaten merkez sol da sağın yürüttüğü iktidar siyasetine suç ortaklığı yaptığı için itibarsızlaşmıştı. Bu, bugün de kurumsallaşmış sol partilerin başına bela olan bir duruma yol açtı.)

CIA’in saf değiştirme hikâyelerine düşkünlüğünü ve Fransız teorisiyle ilgili araştırma makalesinde de sıkça geçen bir tabir olarak, “reforma tabi tutulmuş Marksistler”e beslediği muhabbeti, işte bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmeliyiz. Sol içerisinde çalışma yürüten köstebeklerin dile getirdikleri biçimiyle, “Marksizmin üzerine bastığı toprağı, esas olarak kendilerini Marksizmi sosyal bilimlere uygulayan gerçek Marksistler olarak tanıtan, ancak tüm geleneği yeniden ele alıp reddedenler kaydırdılar.” Burada bilhassa, Annales Okulu’nun tarihyazımı pratiğinin ve Claude Lévi-Strauss ile Foucault’da gördüğümüz yapısalcılığın, sosyal bilimlerde Marksist etkinin eleştirel bir müdahale ile yıkımına” yaptığı derin katkıdan bahsediliyordu. “Fransa’nın en derin ve etkili düşünürü” olarak bahsedilen Foucault, özellikle “on sekizinci yüzyıl Aydınlanması ve Devrim çağından kalma rasyonalist toplumsal teorinin kanlı sonuçlarını” hatırlattıkları için, Yeni Sağcı aydınların övgüsüne, kimi yazarların beğenisine mazhar oluyordu. Herhangi birinin siyasi görüşünü ya da etkisini yalnız bir tavır ya da sebep olduğu sonuçla değerlendirmek yanlış olsa da, Devrim karşıtı solculuğu, Gulag şantajına sürekli sarılması, bu anlamda, toplumda ve kültür sahasında derinlemesine dönüşümü amaçlayan yaygın radikal hareketlerin yalnızca en tehlikeli gelenekleri canlandıracakları iddiasını her daim dillendirmesi ile Foucault’nun, CIA ajanlarının yürüttükleri psikolojik savaş stratejisi ile müthiş bir uyum içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.

CIA’in Fransız teorisi okuması, o hâlde bizi İngilizce konuşulan dünyada bu teorinin edinilmesi sırasında üzerine çaldığı o şık radikal cilâ üzerine yeniden düşünmeye sevk etmeli. Çoğu zaman kendi teleolojik varsayımının farkında olmayan, aşama aşama ilerleyen tarih anlayışına göre, Foucault, Derrida ve diğer önemli Fransız teorisyenlerinin eserleri, sezgisel bir müdahaleyle, sosyalist, Marksist ya da anarşist literatürde yer alan eleştirileri aştığına inanılan bir tür derin ve incelikli bir eleştiri olarak görüldüler. İngilizce konuşulan dünyada Fransız teorisinin edinimi, John McCumber’ın da isabetli bir şekilde belirttiği gibi, İngiliz-Amerikan felsefesinin McCarthy destekli gelenekleriyle iç içe geçmiş siyasi tarafsızlığına, mantık ve dilin tehlikesiz teknik ayrıntılarına gömülme üzerine kurulu bir tavra veya doğrudan ideolojik konformizmine karşı bir direnç kutbu oluşturmak suretiyle, önemli siyasi sonuçlara yol açtı. Ne var ki, Cornelius Castoriadis’in “radikal eleştiri geleneği” adını verdiği şeye kapitalizme ve emperyalizme direnme anlamında sırtını dönen kişilerin teorik çıkarımları, şüphesiz ki dönüştürücü siyasetten ideolojik anlamda uzaklaşmanın yolunu açtı. Ajanların söylediklerine göre, post-Marksist Fransız teorisi, CIA’in solun biraz daha sağa çekilmesine, emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığının gözden düşürülmesine ve nihayetinde, emperyal projelerin aydınlardan gelecek ciddi eleştirilerle karşı karşıya kalmadan yürürlüğe konulabilecekleri bir fikrî ortam yaratılmasına dayalı kültür programına doğrudan katkı sundu.

CIA’in psikolojik savaş programı üzerine yapılan araştırmalar üzerinden biliyoruz ki CIA, yalnızca bireyleri takip edip, onların üzerinde güç kullanmadı, o, aynı zamanda kültürel üretim-dağıtım kurumlarını anlama ve dönüştürme konusunda çok istekliydi. Fransız teorisi üzerine yapılan çalışma, üniversitelerin, yayınevlerinin ve medyanın müşterek siyasi değerler sisteminin oluşumu ve pekiştirilmesinde bu kurumların oynadıkları yapısal rolün önemine işaret ediyor. Bu türden analizler ve belgenin geri kalanında söylenenler, bizi akademinin mevcut durumunu eleştirel bir gözle değerlendirmeye sevk etmeli. Örneğin, raporun yazarları, akademik kadroların güvencesizleştirilmesinin köktenci solun yıkımında ne türden bir rol oynadığından bahsediyorlar. Eğer sıkı solcular, işlerini yapmak için ihtiyaç duydukları maddi koşullardan mahrum kalacak olurlarsa ya da iş bulmak, yayın yapmak ya da dinleyici bulmak için öyle ya da böyle koşullara uyum sağlamaya zorlanırlarsa, dirençli bir sol çevrenin akademide barınabilmesi için gerekli yapısal şartlar zayıflayacaktır. Yüksek öğrenimin kişiyi meslek sahibi yapma misyonu edinmesi, bu amaç için kullanılan diğer bir yöntem. Zira bu türden bir eğitim, insanları yalnızca teknolojik ve bilimsel bilgi ile doldurup, onları kapitalist çarkın küçük bir parçası hâline getirmeyi, bu anlamda, eğitimin toplumsal eleştiri araçlarına sahip özerk bireyler yaratma amacından uzaklaşmasını amaçlıyor. CIA’in teori sahasındaki ağır topları, bu sebeple Fransız hükümetinin “öğrencileri işletme ve teknik derslere yönlendirme” çabasını övgüyle karşılıyor. Ayrıca Grasset gibi en önemli yayınevlerini, kitlesel medyayı, post-sosyalist ve eşitlik karşıtı platformları öne çıkaran Amerikan kültürüne gösterilen rağbeti bu açıdan övüyor.

Bu rapordan ne tür dersler çıkarabiliriz, özellikle eleştirel entelijansiyaya sürekli saldıran bir siyasi atmosferde yaşadığımız düşünülürse?

1. Şu husus unutmamalı: Eğer birileri, aydınların güçsüz olduklarını ve dolayısıyla, bizim siyasi eğilimlerimizin bir fark yaratmadığını söylerse, ona, günümüz siyasetinin en fazla güce sahip kurumlarından birinin onunla aynı fikirde olmadığını söyleyin. Adında aynı zamanda “zekâ” anlamına da gelen bir kelimeyi (“intelligence”) barındıran Merkezî İstihbarat Teşkilâtı, zekânın ve teorinin gücüne inandığına göre, demek ki biz de bunları çok ciddiye almalıyız. Yanlış bir varsayım dâhilinde, düşünsel çalışmaların “gerçek dünyada” neredeyse hiçbir etkisinin bulunmadığını söylersek, teorik çalışmaların pratik sonuçlarını es geçmekle kalmaz, aynı zamanda yürütülen siyasi projeleri dikkate almayarak, hiç farkında olmadan, bu projelerin kültürel taşıyıcısı durumuna düşebiliriz. Fransız ulus-devleti ve kültürel aygıtı diğer ülkelerle kıyaslandığında, aydınlara çok daha fazla söz hakkı tanıyor olsa da, CIA’in başka yerlerde teorik ve kültürel üretimlerin dökümünü yapma ve onları manipüle etme çabası, hepimiz için önemli bir uyarı olmalı.

2. Günümüz muktedirlerinin çıkarı, eleştirel zekâsı köreltilmiş ve tahrip edilmiş bir entelijansiyayı, işletme ve teknoloji/bilim yönelimli kurumları palazlandırarak, sol politikayı bilim karşıtlığıyla eşleyerek, bilimin sözde siyasi yansızlık gerektirdiğini vaaz ederek, medyayı konformist laf kalabalığı dolu yayınlarla kuşatarak, sıkı solcuları büyük akademik kurumlar ve medyadan uzak tutarak, köktenci eşitliğe ve ekolojik temellere dayalı dönüşüm çağrılarını itibarsızlaştırarak besleme yönünde. Akıllarında, nötralize olmuş, hareket alanını kısıtlanmış, feri gitmiş, yenilgiyi kabul etmiş ve radikal bir hareket içerisinde olan solu pasif bir biçimde eleştiren bir sola yaslanan entelektüel kültürü desteklemek var. O yüzden (ABD akademisinde de kalabalık bir grubun öncülüğünde) radikal sola karşı yükselen, tehlikeli olabilecek bir politik konum olarak öne çıkan entelektüel muhalefeti gözden geçirmemiz gerekiyor: radikal sol karşıtı tavır, CIA’in dünya çapında yürüttüğü emperyalist ajanda ile doğrudan koşut değil mi?

3. Mücadelesini kararlılıkla sürdüren solcu kültüre yönelik kurumsal saldırılarla başa çıkmak için, eğitimin güvencesizleştirilmesine ve onun meslek edindirme misyonuyla sınırlandırılmasına “dur” demek gerek. Kamusal alanda gerçekten eleştirel tartışmaların yapılması, başka türden bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyenlere bir platformun sağlanması, önemli olduğu kadar gerekli de. Alternatif medyaya, farklı tipte eğitim modellerine, egemen kurumları karşı oluşturulan kurumlara ve radikal topluluklara katkı sağlamak ve onların gelişmelerine vesile olmak için de bir araya gelmeliyiz. Gizli kültürel savaşçıların yok etmek istediği, geniş kurumsal imkânlara, halk desteğine, hâkim medyada görünürlüğe ve geniş kitleleri harekete geçirme melekesine sahip radikal bir sol kültüre sunulacak destek, hayatî önem arz ediyor.

4. Tüm dünyadaki aydınlar olarak gücümüzün farkına varmalı ve bu doğrultuda, eşitliğe ve ekolojik prensiplere olduğu kadar, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığına dayalı sistemli ve radikal bir eleştiri geliştirmek için elimizden geleni yapmalıyız. Herhangi birimizin sınıfta ya da kamusal alanda takındığı tutum, tartışma kurallarının ve siyasi imkânların belirlenmesinde büyük önem taşıyor. Ajanların uyguladıkları kültürel strateji dâhilinde benimsedikleri, emperyalizm ve kapitalizm karşıtı solu tecrit edip onu reformist bir konuma esir kılmak suretiyle devreye soktukları böl ve kutuplaştır politikasının karşısına, Keeanga-Yamahtta Taylor’ın kısa süre önce dile getirdiği biçimiyle, birliği çıkartmalı, gerçek manada eleştirel olan bir aydın sınıfı meydana getirirken, birlikte çalışmanın sahip olduğu önemi bir biçimde kabul etmeliyiz. Aydınlardaki güçsüzlüğü tekrar tekrar dile getirip, bu durumdan yakınmak yerine, birlikte çalışmalı, kültür sahasında solun oluşturduğu dünyaya ait kurumları ortaklaşa inşa ederek, iktidarın yüzüne hakikati haykırma becerisini kazanabilmeliyiz. Çünkü hakikat, ancak bu türden bir dünyada ve bu dünyanın üreteceği eleştirel düşünce ortamında işitilir, en nihayetinde iktidara ait yapılar ancak bu sayede değişir.

Gabriel Rockhill
28 Şubat 2017
Kaynak

0 Yorum: