04 Temmuz 2022

,

Beşerî Sermaye Nedir?


Şikago 1960. ABD, Sovyetler Birliği ile uzun sürecek, pahalıya mal olacak, tehlikeli sonuçlara yol açacak bir soğuk savaş süreci içerisine girdi. Şikago Üniversitesi’nde bulunan ekonomi bölümünün binasında iki akademisyen, hararetli bir sohbetin içine dalmışlar, gözleri kimseyi görmüyor. Lakabı “Ayıcık” olan Theodore Schultz, uzun boylu, o leylek bacaklarını sığdıracak yer bulamamış. Güney Dakota’daki bir çiftlikte büyümüş, babası, kendisini okuldan çekip almış, ama nasılsa, akademi dünyasının o baş döndürücü tepelerinde dolaşmayı bilmiş. Önce 1944 yılında ekonomi bölümü başkanı, 1960’ta da Amerikan Ekonomi Derneği başkanı olmuş. Schultz, süreç içerisinde, Soğuk Savaş döneminde CIA’in yürüttüğü programların arkasında duran önemli bir cephe olarak Ford Vakfı ile güçlü bağlar kurmuş.

Fikir alışverişi yaptığı genç arkadaşı Milton Friedman, sonradan “Şikago Okulu” olarak bilinecek akıma 1946 yılında dâhil oluyor. 1,52’lik boyu ile ufak tefek bir kişi olan Friedman, laf cambazı bir muhalif olarak epey itibar kazanıyor. Friedman da CIA ile flört eden isimlerden. Neoliberal “şok terapisi” denilen dövüş sanatı konusunda Şilili ekonomistleri eğitiyor. Aktardığı teknik bilgiler, 1973’te Şili’nin Marksist cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin ABD desteğiyle devrilip katledilmesi sonrası epey işe yarıyor. Richard Nixon, o dönemde Şili ekonomisinin atacağı acı çığlığı duymak istediğini söylüyor.

Bu iki adam, meşeyle kaplı karanlık ofiste karşı karşıya geldiklerinde büyük bir sorunu ele alıyorlar. Üniversitedeki ekonomistler, devletin talimatıyla yeniden kalıba dökülüyorlar. Artık her şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran (pipolarından asla vazgeçmeyen, sırtlarındaki İskoç tarzı ceketlerini hiç çıkartmayan) profesörler istenmiyor. Kaliforniya’daki Vandernberg hava üssünde kıtalararası balistik füzelerinin ateşlenmeye hazır hâle getirildiği koşullarda devlet, düşünsel silâhların yaratıcılarına ihtiyaç duyuyor. Şikago Okulu mensupları, mücadeleye önemli katkılar sunacakları konusunda kendilerine epey güveniyorlar.

Peki ama bu katkıyı tam olarak nasıl sunacaklar?

Schultz, deri kaplı koltuğunda gergin bir ifadeyle arkadaşına dönüyor ve ekonomik büyümenin verilmesi gereken cevap olduğunu söylüyor. Friedman, bu lafı başını sallayarak onaylıyor, ama sonra Schultz’un gerekçesini açıklaması üzerine, kaşlarını çatıyor. O dönemde Moskova’da Nikita Hruşçef, daha yeni “sınai ve zirai üretimdeki büyümenin kapitalist sistemi ezecek koçbaşı” olduğunu söylemiş. Bu küstah ve kışkırtıcı laf, 1959 yılında ABD Kongresi Ortak Ekonomi Komitesi’nde okunduğunda büyük bir fırtınanın kopmasına neden olmuş.

Friedman, duydukları karşısında duvar gibi sessiz. Schultz, meramını açıklama konusunda nadiren lafa giriyor. Dile getirdiği plan, aslında pragmatik bir yöne de sahip. Hruşçef’in konuşması sonrası büyüme meselesi, hararetle tartışılan bir konu olmakla kalmıyor, ayrıca hükümetteki bir dizi güçlü teknokrat da, bilhassa Ekonomi Danışmanları Konseyi’ndeki isimler, giderek Schultz’un görüşlerine yakınlaşıyorlar. Beyaz Saray bu kişilere, Sovyetler’in ışığını kesip onu ölüme terk edecek bir büyüme stratejisi geliştirmeleri talimatını iletiyor.

Her ne kadar Schultz, neoklasik teorinin büyüme ve kalkınma ile ilgili kimi önermelerini savunsa da ulusun büyüme gündemi konusunda hayatî önemde olan kamunun eğitime yönelik harcamalarını artıran tarımsal üretimle ilgili ilk dönem çalışmalarından çok şey öğrenmiş bir isim. Bilindiği gibi Amerika, bu sayede uzay yarışında üstün bir konuma sahip oluyor, ayrıca ülkenin yetenek birikimi artıyor, böylece daha fazla üretim yapılıyor, sonuçta da Sovyetler, oynadığı o “büyüme oyunu”ndan mağlup çıkıyor.

Friedman, birden söze giriyor. Sesinin tonunu değiştirerek, ekonomik büyüme meselesinin hayatî önemde olduğunu söylüyor. Ama aynı zamanda kamu harcamalarının yürünecek yol olmadığı tespitinde de bulunuyor. O an Friedman, artık içi geçmiş olan başkanını “büyük hükümet” ve merkezî planlama denilen kötülüklerden bahsederek susturuyor. Ona göre, Sovyetler denilen düşmanın ABD’ye has silâhlarla karşılanması, bu anlamda, bireyin özgürlüğünün ve kapitalist müteşebbisliğin öne çıkartılması gerekiyor. Bu anlayış uyarınca hükümet, çözüm değil, sorunun kendisi. Friedman’ın zihninde yücede tuttuğu figür, esasen kendi kendisini var etmeyi bilmiş müteşebbis. Bu tür konular konuşulduğunda, hükümet yanlısı eleştirileri susturmak adına, hep Amerikalı vodvil ustası Will Rogers’ın bir esprisini aktarıyor: Şükredin ki başınızda masrafını üstlendiğiniz bir hükümet yok!

Esasen Friedman, 1950’de Şikago Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış olan, Avusturyalı serbest piyasa savunucusu F. A. Hayek’in görüşlerini dile getiriyor. Kırklı yıllarda Londra’da sürgünde iken Hayek, Kölelik Yolu ismini verdiği o öfke yüklü anti-komünist çalışmasını kaleme alıyor. Kısa hâline Reader’s Digest dergisinde yer verilen eser, yazarını epey ünlü yapıyor. İşte Schultz ile Friedman arasındaki tartışmaya da Hayek’in bir din gibi iman ettiği kapitalist bireycilik ve Sovyet karşıtı fikirler yön veriyor.

İki akademisyen, düşüncelerini toplamak için bir süre mola veriyor. Ardından gündeme “Beşerî Sermaye” kavramı geliyor. Muhtemelen kavramı dile getiren Schultz. O, bir anlamda kavramı, karşısında duran adamla ortak bir zeminde buluşmak için kullanıyor. Ama sonuçta yaşlı akademisyenin tartışmada yenik düşmesine neden oluyor.

Özünde beşerî sermaye fikri yeni değil. Uzun zaman önce Adam Smith, işçilerin eğitim, öğretim yoluyla edindikleri becerilerden ve yeteneklerden söz etmiş, bunların bir teşebbüse ekonomik değer katabileceklerini söylemişti. Fakat Schultz’un bu fikre yönelik merakı taze. Yeni akademik kadro ve doktora öğrencilerinin teşvikiyle, sağlam ve biçimci bir beşerî sermaye teorisi geliştirme işine soyunuyor. Efsaneye göre Schultz, beşerî sermaye fikrinin önemini tüm maddi imkânlarını yitirmiş, yoksullaşmış bir çiftçinin çiftliğini ziyaret ettiğinde benimsemiş. Üstü başı yırtık olan mülk sahibine hâlinden neden bu kadar memnun olduğunu sorduğunda, “sonuçta çocuklarımızı okula gönderebildik” cevabını almış. Adama göre okul, aileye gelecekte güvence altında olan bir gelir temin edecek.

Beşerî sermaye anlayışının büyülediği bir diğer isim de Friedman, ama o, meseleye farklı bir açıdan yaklaşıyor. Gary Becker gibi Friedman’ın doktora öğrencisi olan ve ekonominin bu sahasında isim yapan kimi akademisyenler, önemli atılımlar gerçekleştiriyorlar. Bu katkılardan biri, Friedman’ın gözünden kaçmıyor. Söz konusu teorik değerlendirmeye göre beşerî sermaye, para ve ekipmandan farklı olarak, teorik planda, onun sahibi olan bireyden ayrıştırılamıyor. Beşerî sermaye, tabiatı gereği, sahibinin bir parçası. Ayrıca belirli bir kişiye ait olan beşerî sermayeye başkası sahip olamıyor, çünkü olması durumunda, o kişi köleye dönüşüyor. Bu noktada beşerî sermayeye yatırım yapma sorumluluğunun kime ait olacağı veya onun sunduğu imkânlardan kimlerin faydalanacağı soruları gündeme geliyor. Friedman’ın mesele ile ilgili yaklaşımına dair ipuçlarını Becker’in ilk dönem kaleme aldığı makalelerden birinde buluyoruz. O makalede Becker, bir şirketin çalışanların eğitilmesiyle ilgili programlara yatırım yapmasının neden akıl dışı olduğunu açıklıyor. Ona göre, aynı yatırım, bir gün gelir kapıdan çıkıp gider, rakip şirketin malı olur.

Friedman, muhtemelen, beşerî sermayenin Sovyet tehdidine ekonomi cephesinde karşı koymak için arayıp da bulamadıkları düşünsel silâh olduğu konusunda Schultz ile aynı fikirde. Neticede beşerî sermaye, bir ifade olarak, insanların çıkarlarının kapitalizmin değerleriyle tabiatı gereği örtüştüğü imasında bulunuyor. Fakat tam da bu noktada iki ekonomist arasında belirli bir gerilim açığa çıkıyor. Schultz’un beşerî sermaye teorisine dair yorumu, tüm kamu harcamaları ile ilgili programlara ve merkezî planlamaya yönelik tespitleriyle birlikte, herkesin sahiplenmek durumunda olduğu, bağımsız, kendine güvenen kapitalist imajını zayıflatmak gibi bir riske sahip.

Görünüşe göre, Friedman’ın dile getirdiği argümanın sahip olduğu güç, birilerinin damarın basmış. Bunun ilk emaresini Schultz’un Aralık 1960’ta Amerikan Ekonomi Derneği’nin başkanı olduğunda yaptığı konuşmada buluyoruz. Beklendiği üzere Schultz, o konuşmada ülkenin beşerî sermayeye yapacağı yatırımın önemine ve bu yatırımın ekonomik büyümeyle ilişkisine vurgu yapıyor. Konuşmanın sonuna doğru Schultz, bir meslektaşının önemli bir detay olarak, şu soruya cevap verilmesi gerektiğinden bahsediyor: “Beşerî sermayeye yapılacak kamu yatırımının yol açtığı kazanç, o sermayenin oluştuğu bireylere akacak mı?”

Schultz, bu soruya “evet” cevabını veriyor. Zira onun kanaatine göre, devletin insanlardaki yeteneklere yapacağı yatırım zaruri ve bu yatırım, esasen kamu yararı olarak yönetilmeli. Bireyler, bu yeteneklerden, kişinin ömrü boyunca gelirini artırmak için kullanılan devlet destekli yüksek eğitim gibi, özel bir avantaj olarak istifade edebilirler. Nihayetinde bu yatırım, ekonomi üzerinde olumlu etkilere yol açacak ve ciddi bir yarar sağlayacak. Ama Schultz, bu noktada tereddüt etmeye başlıyor. Görünüşe göre, düşünsel zeminin değiştiğini, bir miktar karmaşıklaştığını görüyor.

Yukarıdaki sorunun örtük olarak gündeme getirdiği politik meseleler, derin meseleler ve hem kaynak dağıtımı hem de sosyal yardımlar konusunda bir yığın kafa bulanıklığı ile malul. Kamu yatırımının meydana getirdiği fizikî sermaye, kural olarak, bir armağan gibi belirli kişilere aktarılmıyor. O, beşerî sermayeye yönelik kamu yatırımının aynı zemine oturması durumunda, dağıtım süreçlerini büyük ölçüde basitleştiriyor.

Schultz’un konuşmasının yayınlanmış hâlinde yer alan bir dipnottan, onun fikirlerinden hangi meslektaşının rahatsız olduğunu öğreniyoruz. Bu isim, tabii ki Friedman.

Anlaşılır bir biçimde, Friedman’ın Schultz’dan aldığı cevap, iki ayrı çıkarıma sahip. İlk çıkarıma göre, vergiler gibi kaynaklar üzerinden yapılan kamu yatırımı sonucu, beşerî sermayenin getireceği kazanç, gene kamunun elinde kalmalı. Buradaki sorun, ilgili pratiğin sosyalizme işaret ediyor olması. Ayrıca zaten birey de beşerî sermayesinden ayrıştırılamayacak bir unsur. Bu da ikinci çıkarıma kapı aralıyor: Eğer vergi türünden kaynaklarla yürütülen kamu yatırımının ürettiği beşerî sermayenin yol açtığı kazançtan birey bir “armağan” olarak yararlanamıyorsa, o vakit bu kişi, yatırım maliyetlerinin belirli bir kısmını üstlenmek zorunda. Özetle, burada "biz sadaka dağıtmıyoruz" deniliyor.

Aslında Schultz’un ait olduğu kamp, kaybedeceği bir savaşa girmiş gibi görünüyor. Hükümet, bir süre sonra onun fikirlerini uygulamaktan vazgeçiyor. Devletin eğitime ayırdığı bütçe, 1961’de ve 1963’te kesiliyor. Meseleye olumsuz yaklaşan isimler, söz konusu gelişmeyi sosyal yardımların kesilmesi, hatta daha kötü bir adım olarak yorumluyorlar.

Asıl önemli olansa Friedman’ın Schultz’un karşısına çıkarttığı fikrin, bugünde hem de hiç de hayırlı olmayacak bir biçimde yankılanıyor olması. Örneğin, beşerî sermaye yatırımından kimin sorumlu olacağı hususunda 1960 yılında elde ettiği zaferle, sonrasında bugün ABD ve İngiltere gibi neoliberalizmi hiç eleştirmeden benimsemiş olan ülkelerde yüzleşilen öğrenci borçları konusunda yaşanan felâket arasında belirli bir bağ söz konusu. Diploma sahibi olup, hayatınız dâhilinde kendinize bir yol açmak istiyorsunuz, ama bunu yapacak paranız mı yok? O vakit, hüküm ve şartları ile sizin boğazınıza tasma takacak öğrenci kredisi verelim size.

Beşerî sermaye teorisinin asıl mesajı, aslında çok basit: Friedman’ın da yetmişlerde keyifle dillendirdiği, “Beleş öğle yemeği diye bir şey yok” sloganı, bu mesajı kısa ve net bir biçimde özetliyor.

Friedman, beşerî sermaye teorisinde ekonomik büyümeyi canlandırmak için gerekli olan araçların dışında başka şeyleri keşfediyor. Bu teori, insanı ideolojik bir silâh olarak görüyor ve bu silâhı, hem Amerika içerisinde hem de dışında emeği merkeze koyan komünizme ait söyleme doğrultuyor.

Peki beşerî sermaye teorisi, “işçiler üretim araçlarını ele geçirmeliler” diyen Marksizme muhafazakârların verdiği bir cevap olarak görülebilir mi? Eğer her bir insan, zaten kendi üretim araçlarına sahipse, o vakit kapitalist çalışma süreçlerinin merkezinde duran çelişki de mantıken çözülmüş olur. Schultz da bu teoriyle aydınlanır ve işçilerin gerçekte fiilen kapitalist olabilecekleri görüşünü benimser: “Emekçiler, şirket hisseleri üzerindeki mülkiyetin kişilere dağıtılmasıyla değil, ekonomik değere sahip bilgilere ve yeteneklere sahip olmak suretiyle kapitalist olurlar.”

Tüm bu fikirleri Sovyetler’in nasıl anladığı konusunda bugünden ancak kimi tahminlerde bulunulabilir. Neticede dile getirilen beşerî sermaye teorisi, kapitalizmin işleyişi ile ilgili olarak dile getirilen hâkim anlatıdan “işçileri çekip çıkartmıştır.” Burada, Amerika genelinde, bilhassa hâlihazırda kendi patronunun gerçek düşman olabileceğinden şüphe etmeye başlamış olan işçiler arasında, kapitalizme yönelik beğeniyi artırmak için, maharet isteyen bir hileye başvurulmuştur. Artık kapitalistler, farklı bir dil konuşmakta ve işçilere şunu söylemektedirler: “Sen, bize nasıl karşı olabilirsin? Aslında sen de bizdensin!”

Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın başa geçmesiyle birlikte, İngilizce konuşulan dünyada beşerî sermaye teorisi, kendisine uygun politik ortamlar buldu. İngiltere’den sonra ABD ve başka ülkelerde kolektiften kapsamlı bir biçimde kurtulmayı esas alan hareket, galebe çaldı. Artık toplum diye bir şey yoktu. Sadece bireyler ve aileleri vardı. Demir Leydi’nin asıl ilham kaynağı Hayek’ti, başbakan onu övmekten hiç mi hiç vazgeçmedi.

Bu yeni ekonomi vizyonunda işçiler, ortak çıkarlara sahip özel bir sınıf olarak görülmüyorlardı. Hatta işçiler, fazla ortakçılık koktuğu için, esasen bir topluluğa bile ait değillerdi. Aslında işçi bile değillerdi! Beşerî sermaye olarak homo economicus, firmanın dışında duran, sadece kendi çıkarları peşinde koşan ve en iyi iş sözleşmesinden istifade edebilmek için sahip olduğu becerilere yatırım yapan kişiydi. Bu “özgür faillerden oluşan ulus” fantezisi, zamanla tuhaflaştı. Havalimanlarında satılan popüler yönetim kitapları, seksenlerde ve doksanlarda tam da bu sebeple büyük bir coşkuyla karşılandılar. Örneğin Charles Handy’nin The Age of Paradox [“Paradoks Çağı” -1994] isimli kitabına göre, “Karl Marx’ın keyfi yerinde olmalı. Onun asıl arzusu, işçilerin üretim araçlarına sahip olacağı günün gelmesi yönündeydi. İşçiler, artık üretim araçlarına sahipler.” Peter Drucker ise gönül rahatlığıyla “postkapitalist toplum”un oluştuğunu ilân edebiliyor, tüm işçiler, sermayenin belirli bir kısmına sahip oldukları için, ABD’yi en sosyalist ülke olarak nitelendirebiliyordu.

Ama öte yandan hiç de şaka konusu olamayacak, ağır bir süreç işledi. Beşerî sermaye teorisi türünden neoklasik fikirler ortaya çıktıktan sonra çalışma süreci kendi distopyasına, cesur yeni dünyasına kavuştu. Bugün “çalışan” denilen olgu, aşırı bireyci tarzda ele alınıyor, tarif ediliyor, talebe göre hazırlanan, işçinin çalışacağı sürenin belirsiz olduğu “sıfır saatlik” iş sözleşmeleri, ekonomi sahasında bu tür fikirler sayesinde kendilerine zemin buluyor. Bugün işçiler, bağımsız işletme sahipleri olarak yeniden tasnif ediliyorlar, böylece iş sürecine ait görevler überleştiriliyor, bunun yanında, istihdam sürecinin eğitim, üniforma, araçlar gibi tüm maliyet kalemleri, çalışanın sırtına yükleniyor.

Ta altmışlarda Friedman’ın tahayyül ettiği toplum, hepimizin zengin, gelişme kaydeden müteşebbisler olacağımız bir toplumdu. Bugünün gerçekliği ise bize ücret kesintileri, tatil günlerinin sayısının veya hastalık izinlerinin sürelerinin düşürülmesi, beceri ve yeteneklerdeki derinleşen açık, kredi kartı borçları ve amaçsızca çalıştığımız, bitmek bilmeyen saatler vaat ediyor. Aslında Batı ekonomilerinde beşerî sermaye teorisinin hikâyesi, insanları belirli haklarla ve imkânlarla donatmak değil, bilâkis, bu hak ve imkânlardan mahrum etmekle ilgiliydi.

Çünkü beşerî sermaye teorisi, birçok kişinin insanlığın kaderinin muallakta olduğuna inandığı yirminci yüzyıl tarihinin en fazla çelişkilerle yüklü döneminde doğdu. Bu sebeple ilgili teori, soğuk savaşın tuhaf ve alabildiğine gerçek dışı bir kalıntısı değil de bu dönemin niteliğine uygun bir biçimde ele alınmalı.

Hayek ve Friedman gibi başına buyruk isimlerin sözleri, ancak böylesine sıra dışı bir ortamda ciddiye alınıp dinlenebilirdi. Komünist kolektivizm karşısında Şikago okulu, onun toplum anlayışına taban tabana zıt bir anlayış geliştirdi. Bu anlayışa göre toplum, belirli işlemlere dayanmayan, her türlü toplumsal bağdan doğalında kurtulmuş, kendi küçük odasında yaşayan bireylerden müteşekkildi. Bu münzevilere, sadece o kişiye hizmet eden, rekabetçiliği esas alan değerler sistemi yön veriyordu. Kişi, paraya körü körüne bağlıydı. Kendisini hiçbir vakit güvende hissetmeyen bu kişi, zorunlu olarak paranoyaktı. Tevekkeli, bugün bu yüzden ruhen ve aklen bu kadar rahatsızız.

Peter Fleming
10 Mayıs 2017
Kaynak

0 Yorum: