Şikago
1960. ABD, Sovyetler Birliği ile uzun sürecek, pahalıya mal olacak, tehlikeli
sonuçlara yol açacak bir soğuk savaş süreci içerisine girdi. Şikago
Üniversitesi’nde bulunan ekonomi bölümünün binasında iki akademisyen, hararetli
bir sohbetin içine dalmışlar, gözleri kimseyi görmüyor. Lakabı “Ayıcık” olan Theodore
Schultz, uzun boylu, o leylek bacaklarını sığdıracak yer bulamamış. Güney
Dakota’daki bir çiftlikte büyümüş, babası, kendisini okuldan çekip almış, ama
nasılsa, akademi dünyasının o baş döndürücü tepelerinde dolaşmayı bilmiş. Önce
1944 yılında ekonomi bölümü başkanı, 1960’ta da Amerikan Ekonomi Derneği
başkanı olmuş. Schultz, süreç içerisinde, Soğuk Savaş döneminde CIA’in
yürüttüğü programların arkasında duran önemli bir cephe olarak Ford Vakfı ile
güçlü bağlar kurmuş.
Fikir
alışverişi yaptığı genç arkadaşı Milton Friedman, sonradan “Şikago Okulu”
olarak bilinecek akıma 1946 yılında dâhil oluyor. 1,52’lik boyu ile ufak tefek
bir kişi olan Friedman, laf cambazı bir muhalif olarak epey itibar kazanıyor. Friedman
da CIA ile flört eden isimlerden. Neoliberal “şok terapisi” denilen dövüş sanatı
konusunda Şilili ekonomistleri eğitiyor. Aktardığı teknik bilgiler, 1973’te
Şili’nin Marksist cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin ABD desteğiyle devrilip
katledilmesi sonrası epey işe yarıyor. Richard Nixon, o dönemde Şili
ekonomisinin atacağı acı çığlığı duymak istediğini söylüyor.
Bu
iki adam, meşeyle kaplı karanlık ofiste karşı karşıya geldiklerinde büyük bir
sorunu ele alıyorlar. Üniversitedeki ekonomistler, devletin talimatıyla yeniden
kalıba dökülüyorlar. Artık her şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran (pipolarından asla vazgeçmeyen, sırtlarındaki İskoç tarzı ceketlerini hiç çıkartmayan)
profesörler istenmiyor. Kaliforniya’daki Vandernberg hava üssünde kıtalararası
balistik füzelerinin ateşlenmeye hazır hâle getirildiği koşullarda devlet, düşünsel
silâhların yaratıcılarına ihtiyaç duyuyor. Şikago Okulu mensupları, mücadeleye
önemli katkılar sunacakları konusunda kendilerine epey güveniyorlar.
Peki
ama bu katkıyı tam olarak nasıl sunacaklar?
Schultz,
deri kaplı koltuğunda gergin bir ifadeyle arkadaşına dönüyor ve ekonomik
büyümenin verilmesi gereken cevap olduğunu söylüyor. Friedman, bu lafı başını
sallayarak onaylıyor, ama sonra Schultz’un gerekçesini açıklaması üzerine, kaşlarını
çatıyor. O dönemde Moskova’da Nikita Hruşçef, daha yeni “sınai ve zirai
üretimdeki büyümenin kapitalist sistemi ezecek koçbaşı” olduğunu söylemiş. Bu
küstah ve kışkırtıcı laf, 1959 yılında ABD Kongresi Ortak Ekonomi Komitesi’nde
okunduğunda büyük bir fırtınanın kopmasına neden olmuş.
Friedman,
duydukları karşısında duvar gibi sessiz. Schultz, meramını açıklama konusunda
nadiren lafa giriyor. Dile getirdiği plan, aslında pragmatik bir yöne de sahip.
Hruşçef’in konuşması sonrası büyüme meselesi, hararetle tartışılan bir konu
olmakla kalmıyor, ayrıca hükümetteki bir dizi güçlü teknokrat da, bilhassa
Ekonomi Danışmanları Konseyi’ndeki isimler, giderek Schultz’un görüşlerine yakınlaşıyorlar.
Beyaz Saray bu kişilere, Sovyetler’in ışığını kesip onu ölüme terk edecek bir
büyüme stratejisi geliştirmeleri talimatını iletiyor.
Her
ne kadar Schultz, neoklasik teorinin büyüme ve kalkınma ile ilgili kimi
önermelerini savunsa da ulusun büyüme gündemi konusunda hayatî önemde olan
kamunun eğitime yönelik harcamalarını artıran tarımsal üretimle ilgili ilk
dönem çalışmalarından çok şey öğrenmiş bir isim. Bilindiği gibi Amerika, bu
sayede uzay yarışında üstün bir konuma sahip oluyor, ayrıca ülkenin yetenek
birikimi artıyor, böylece daha fazla üretim yapılıyor, sonuçta da Sovyetler,
oynadığı o “büyüme oyunu”ndan mağlup çıkıyor.
Friedman,
birden söze giriyor. Sesinin tonunu değiştirerek, ekonomik büyüme meselesinin
hayatî önemde olduğunu söylüyor. Ama aynı zamanda kamu harcamalarının yürünecek
yol olmadığı tespitinde de bulunuyor. O an Friedman, artık içi geçmiş olan
başkanını “büyük hükümet” ve merkezî planlama denilen kötülüklerden bahsederek
susturuyor. Ona göre, Sovyetler denilen düşmanın ABD’ye has silâhlarla
karşılanması, bu anlamda, bireyin özgürlüğünün ve kapitalist müteşebbisliğin öne
çıkartılması gerekiyor. Bu anlayış uyarınca hükümet, çözüm değil, sorunun
kendisi. Friedman’ın zihninde yücede tuttuğu figür, esasen kendi kendisini var
etmeyi bilmiş müteşebbis. Bu tür konular konuşulduğunda, hükümet yanlısı
eleştirileri susturmak adına, hep Amerikalı vodvil ustası Will Rogers’ın bir
esprisini aktarıyor: Şükredin ki başınızda masrafını üstlendiğiniz bir hükümet
yok!
Esasen
Friedman, 1950’de Şikago Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış olan, Avusturyalı
serbest piyasa savunucusu F. A. Hayek’in görüşlerini dile getiriyor. Kırklı yıllarda
Londra’da sürgünde iken Hayek, Kölelik Yolu ismini verdiği o öfke yüklü
anti-komünist çalışmasını kaleme alıyor. Kısa hâline Reader’s Digest
dergisinde yer verilen eser, yazarını epey ünlü yapıyor. İşte Schultz ile
Friedman arasındaki tartışmaya da Hayek’in bir din gibi iman ettiği kapitalist
bireycilik ve Sovyet karşıtı fikirler yön veriyor.
İki
akademisyen, düşüncelerini toplamak için bir süre mola veriyor. Ardından
gündeme “Beşerî Sermaye” kavramı geliyor. Muhtemelen kavramı dile getiren
Schultz. O, bir anlamda kavramı, karşısında duran adamla ortak bir zeminde
buluşmak için kullanıyor. Ama sonuçta yaşlı akademisyenin tartışmada yenik
düşmesine neden oluyor.
Özünde
beşerî sermaye fikri yeni değil. Uzun zaman önce Adam Smith, işçilerin eğitim,
öğretim yoluyla edindikleri becerilerden ve yeteneklerden söz etmiş, bunların
bir teşebbüse ekonomik değer katabileceklerini söylemişti. Fakat Schultz’un bu
fikre yönelik merakı taze. Yeni akademik kadro ve doktora öğrencilerinin
teşvikiyle, sağlam ve biçimci bir beşerî sermaye teorisi geliştirme işine soyunuyor.
Efsaneye göre Schultz, beşerî sermaye fikrinin önemini tüm maddi imkânlarını
yitirmiş, yoksullaşmış bir çiftçinin çiftliğini ziyaret ettiğinde benimsemiş.
Üstü başı yırtık olan mülk sahibine hâlinden neden bu kadar memnun olduğunu
sorduğunda, “sonuçta çocuklarımızı okula gönderebildik” cevabını almış. Adama
göre okul, aileye gelecekte güvence altında olan bir gelir temin edecek.
Beşerî
sermaye anlayışının büyülediği bir diğer isim de Friedman, ama o, meseleye
farklı bir açıdan yaklaşıyor. Gary Becker gibi Friedman’ın doktora öğrencisi
olan ve ekonominin bu sahasında isim yapan kimi akademisyenler, önemli
atılımlar gerçekleştiriyorlar. Bu katkılardan biri, Friedman’ın gözünden kaçmıyor.
Söz konusu teorik değerlendirmeye göre beşerî sermaye, para ve ekipmandan
farklı olarak, teorik planda, onun sahibi olan bireyden ayrıştırılamıyor. Beşerî
sermaye, tabiatı gereği, sahibinin bir parçası. Ayrıca belirli bir kişiye ait
olan beşerî sermayeye başkası sahip olamıyor, çünkü olması durumunda, o kişi
köleye dönüşüyor. Bu noktada beşerî sermayeye yatırım yapma
sorumluluğunun kime ait olacağı veya onun sunduğu imkânlardan kimlerin
faydalanacağı soruları gündeme geliyor. Friedman’ın mesele ile ilgili
yaklaşımına dair ipuçlarını Becker’in ilk dönem kaleme aldığı makalelerden
birinde buluyoruz. O makalede Becker, bir şirketin çalışanların eğitilmesiyle
ilgili programlara yatırım yapmasının neden akıl dışı olduğunu açıklıyor. Ona göre,
aynı yatırım, bir gün gelir kapıdan çıkıp gider, rakip şirketin malı olur.
Friedman,
muhtemelen, beşerî sermayenin Sovyet tehdidine ekonomi cephesinde karşı koymak
için arayıp da bulamadıkları düşünsel silâh olduğu konusunda Schultz ile aynı
fikirde. Neticede beşerî sermaye, bir ifade olarak, insanların çıkarlarının
kapitalizmin değerleriyle tabiatı gereği örtüştüğü imasında bulunuyor. Fakat
tam da bu noktada iki ekonomist arasında belirli bir gerilim açığa çıkıyor.
Schultz’un beşerî sermaye teorisine dair yorumu, tüm kamu harcamaları ile
ilgili programlara ve merkezî planlamaya yönelik tespitleriyle birlikte, herkesin
sahiplenmek durumunda olduğu, bağımsız, kendine güvenen kapitalist imajını
zayıflatmak gibi bir riske sahip.
Görünüşe
göre, Friedman’ın dile getirdiği argümanın sahip olduğu güç, birilerinin
damarın basmış. Bunun ilk emaresini Schultz’un Aralık 1960’ta Amerikan Ekonomi
Derneği’nin başkanı olduğunda yaptığı konuşmada buluyoruz.
Beklendiği üzere Schultz, o konuşmada ülkenin beşerî sermayeye yapacağı
yatırımın önemine ve bu yatırımın ekonomik büyümeyle ilişkisine vurgu yapıyor.
Konuşmanın sonuna doğru Schultz, bir meslektaşının önemli bir detay olarak, şu
soruya cevap verilmesi gerektiğinden bahsediyor: “Beşerî sermayeye yapılacak
kamu yatırımının yol açtığı kazanç, o sermayenin oluştuğu bireylere akacak mı?”
Schultz,
bu soruya “evet” cevabını veriyor. Zira onun kanaatine göre, devletin
insanlardaki yeteneklere yapacağı yatırım zaruri ve bu yatırım, esasen kamu yararı
olarak yönetilmeli. Bireyler, bu yeteneklerden, kişinin ömrü boyunca gelirini
artırmak için kullanılan devlet destekli yüksek eğitim gibi, özel bir avantaj
olarak istifade edebilirler. Nihayetinde bu yatırım, ekonomi üzerinde olumlu
etkilere yol açacak ve ciddi bir yarar sağlayacak. Ama Schultz, bu noktada
tereddüt etmeye başlıyor. Görünüşe göre, düşünsel zeminin değiştiğini, bir
miktar karmaşıklaştığını görüyor.
Yukarıdaki
sorunun örtük olarak gündeme getirdiği politik meseleler, derin meseleler ve
hem kaynak dağıtımı hem de sosyal yardımlar konusunda bir yığın kafa
bulanıklığı ile malul. Kamu yatırımının meydana getirdiği fizikî sermaye, kural
olarak, bir armağan gibi belirli kişilere aktarılmıyor. O, beşerî sermayeye
yönelik kamu yatırımının aynı zemine oturması durumunda, dağıtım süreçlerini
büyük ölçüde basitleştiriyor.
Schultz’un
konuşmasının yayınlanmış hâlinde yer alan bir dipnottan, onun fikirlerinden
hangi meslektaşının rahatsız olduğunu öğreniyoruz. Bu isim, tabii ki Friedman.
Anlaşılır
bir biçimde, Friedman’ın Schultz’dan aldığı cevap, iki ayrı çıkarıma sahip. İlk
çıkarıma göre, vergiler gibi kaynaklar üzerinden yapılan kamu yatırımı sonucu,
beşerî sermayenin getireceği kazanç, gene kamunun elinde kalmalı. Buradaki
sorun, ilgili pratiğin sosyalizme işaret ediyor olması. Ayrıca zaten birey de
beşerî sermayesinden ayrıştırılamayacak bir unsur. Bu da ikinci çıkarıma kapı
aralıyor: Eğer vergi türünden kaynaklarla yürütülen kamu yatırımının ürettiği
beşerî sermayenin yol açtığı kazançtan birey bir “armağan” olarak
yararlanamıyorsa, o vakit bu kişi, yatırım maliyetlerinin belirli bir kısmını
üstlenmek zorunda. Özetle, burada "biz sadaka dağıtmıyoruz" deniliyor.
Aslında
Schultz’un ait olduğu kamp, kaybedeceği bir savaşa girmiş gibi görünüyor.
Hükümet, bir süre sonra onun fikirlerini uygulamaktan vazgeçiyor. Devletin
eğitime ayırdığı bütçe, 1961’de ve 1963’te kesiliyor. Meseleye olumsuz yaklaşan
isimler, söz konusu gelişmeyi sosyal yardımların kesilmesi, hatta daha kötü bir
adım olarak yorumluyorlar.
Asıl
önemli olansa Friedman’ın Schultz’un karşısına çıkarttığı fikrin, bugünde hem
de hiç de hayırlı olmayacak bir biçimde yankılanıyor olması. Örneğin, beşerî sermaye
yatırımından kimin sorumlu olacağı hususunda 1960 yılında elde ettiği zaferle,
sonrasında bugün ABD ve İngiltere gibi neoliberalizmi hiç eleştirmeden
benimsemiş olan ülkelerde yüzleşilen öğrenci borçları konusunda yaşanan felâket
arasında belirli bir bağ söz konusu. Diploma sahibi olup, hayatınız dâhilinde kendinize
bir yol açmak istiyorsunuz, ama bunu yapacak paranız mı yok? O vakit, hüküm ve şartları
ile sizin boğazınıza tasma takacak öğrenci kredisi verelim size.
Beşerî
sermaye teorisinin asıl mesajı, aslında çok basit: Friedman’ın da yetmişlerde keyifle
dillendirdiği, “Beleş öğle yemeği diye bir şey yok” sloganı, bu mesajı kısa ve
net bir biçimde özetliyor.
Friedman,
beşerî sermaye teorisinde ekonomik büyümeyi canlandırmak için gerekli olan
araçların dışında başka şeyleri keşfediyor. Bu teori, insanı ideolojik bir
silâh olarak görüyor ve bu silâhı, hem Amerika içerisinde hem de dışında emeği
merkeze koyan komünizme ait söyleme doğrultuyor.
Peki
beşerî sermaye teorisi, “işçiler üretim araçlarını ele geçirmeliler” diyen
Marksizme muhafazakârların verdiği bir cevap olarak görülebilir mi? Eğer her
bir insan, zaten kendi üretim araçlarına sahipse, o vakit kapitalist çalışma
süreçlerinin merkezinde duran çelişki de mantıken çözülmüş olur. Schultz da bu
teoriyle aydınlanır ve işçilerin gerçekte fiilen kapitalist olabilecekleri
görüşünü benimser: “Emekçiler, şirket hisseleri üzerindeki mülkiyetin kişilere
dağıtılmasıyla değil, ekonomik değere sahip bilgilere ve yeteneklere sahip
olmak suretiyle kapitalist olurlar.”
Tüm
bu fikirleri Sovyetler’in nasıl anladığı konusunda bugünden ancak kimi
tahminlerde bulunulabilir. Neticede dile getirilen beşerî sermaye teorisi,
kapitalizmin işleyişi ile ilgili olarak dile getirilen hâkim anlatıdan “işçileri
çekip çıkartmıştır.” Burada, Amerika genelinde, bilhassa hâlihazırda kendi patronunun
gerçek düşman olabileceğinden şüphe etmeye başlamış olan işçiler arasında, kapitalizme yönelik beğeniyi artırmak için, maharet isteyen bir hileye başvurulmuştur.
Artık kapitalistler, farklı bir dil konuşmakta ve işçilere şunu
söylemektedirler: “Sen, bize nasıl karşı olabilirsin? Aslında sen de bizdensin!”
Margaret
Thatcher ve Ronald Reagan’ın başa geçmesiyle birlikte, İngilizce konuşulan
dünyada beşerî sermaye teorisi, kendisine uygun politik ortamlar buldu. İngiltere’den
sonra ABD ve başka ülkelerde kolektiften kapsamlı bir biçimde kurtulmayı esas
alan hareket, galebe çaldı. Artık toplum diye bir şey yoktu. Sadece bireyler ve
aileleri vardı. Demir Leydi’nin asıl ilham kaynağı Hayek’ti, başbakan onu övmekten
hiç mi hiç vazgeçmedi.
Bu
yeni ekonomi vizyonunda işçiler, ortak çıkarlara sahip özel bir sınıf olarak
görülmüyorlardı. Hatta işçiler, fazla ortakçılık koktuğu için, esasen bir topluluğa
bile ait değillerdi. Aslında işçi bile değillerdi! Beşerî sermaye olarak homo
economicus, firmanın dışında duran, sadece kendi çıkarları peşinde koşan ve
en iyi iş sözleşmesinden istifade edebilmek için sahip olduğu becerilere
yatırım yapan kişiydi. Bu “özgür faillerden oluşan ulus” fantezisi, zamanla tuhaflaştı.
Havalimanlarında satılan popüler yönetim kitapları, seksenlerde ve doksanlarda
tam da bu sebeple büyük bir coşkuyla karşılandılar. Örneğin Charles Handy’nin The
Age of Paradox [“Paradoks Çağı” -1994] isimli kitabına göre, “Karl Marx’ın
keyfi yerinde olmalı. Onun asıl arzusu, işçilerin üretim araçlarına sahip
olacağı günün gelmesi yönündeydi. İşçiler, artık üretim araçlarına sahipler.”
Peter Drucker ise gönül rahatlığıyla “postkapitalist toplum”un oluştuğunu ilân
edebiliyor, tüm işçiler, sermayenin belirli bir kısmına sahip oldukları için,
ABD’yi en sosyalist ülke olarak nitelendirebiliyordu.
Ama
öte yandan hiç de şaka konusu olamayacak, ağır bir süreç işledi. Beşerî sermaye
teorisi türünden neoklasik fikirler ortaya çıktıktan sonra çalışma süreci kendi
distopyasına, cesur yeni dünyasına kavuştu. Bugün “çalışan” denilen olgu, aşırı
bireyci tarzda ele alınıyor, tarif ediliyor, talebe göre hazırlanan, işçinin
çalışacağı sürenin belirsiz olduğu “sıfır saatlik” iş sözleşmeleri, ekonomi
sahasında bu tür fikirler sayesinde kendilerine zemin buluyor. Bugün işçiler,
bağımsız işletme sahipleri olarak yeniden tasnif ediliyorlar, böylece iş
sürecine ait görevler überleştiriliyor, bunun yanında, istihdam sürecinin eğitim,
üniforma, araçlar gibi tüm maliyet kalemleri, çalışanın sırtına yükleniyor.
Ta
altmışlarda Friedman’ın tahayyül ettiği toplum, hepimizin zengin, gelişme
kaydeden müteşebbisler olacağımız bir toplumdu. Bugünün gerçekliği ise bize
ücret kesintileri, tatil günlerinin sayısının veya hastalık izinlerinin
sürelerinin düşürülmesi, beceri ve yeteneklerdeki derinleşen açık, kredi kartı
borçları ve amaçsızca çalıştığımız, bitmek bilmeyen saatler vaat ediyor. Aslında Batı
ekonomilerinde beşerî sermaye teorisinin hikâyesi, insanları belirli haklarla
ve imkânlarla donatmak değil, bilâkis, bu hak ve imkânlardan mahrum etmekle
ilgiliydi.
Çünkü
beşerî sermaye teorisi, birçok kişinin insanlığın kaderinin muallakta olduğuna
inandığı yirminci yüzyıl tarihinin en fazla çelişkilerle yüklü döneminde doğdu.
Bu sebeple ilgili teori, soğuk savaşın tuhaf ve alabildiğine gerçek dışı bir
kalıntısı değil de bu dönemin niteliğine uygun bir biçimde ele alınmalı.
Hayek
ve Friedman gibi başına buyruk isimlerin sözleri, ancak böylesine sıra dışı bir
ortamda ciddiye alınıp dinlenebilirdi. Komünist kolektivizm karşısında Şikago
okulu, onun toplum anlayışına taban tabana zıt bir anlayış geliştirdi. Bu
anlayışa göre toplum, belirli işlemlere dayanmayan, her türlü toplumsal bağdan doğalında
kurtulmuş, kendi küçük odasında yaşayan bireylerden müteşekkildi. Bu
münzevilere, sadece o kişiye hizmet eden, rekabetçiliği esas alan değerler
sistemi yön veriyordu. Kişi, paraya körü körüne bağlıydı. Kendisini hiçbir
vakit güvende hissetmeyen bu kişi, zorunlu olarak paranoyaktı. Tevekkeli, bugün
bu yüzden ruhen ve aklen bu kadar rahatsızız.
Peter Fleming
10
Mayıs 2017
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder