Çatışma
Süreci Hızlanıyor
Haşimî
krallığı, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizler eliyle tarihî Filistin
topraklarında suni olarak imal edildi. Krala bağlı “tebaa”nın önemli bir kısmı,
krala destek sunmayan Filistinlilerden oluşuyordu. Kral, bu anlamda hayatta
kalmak için kendi ordusuna bel bağlıyordu. Ordunun merkezinde Bedevî askerler
duruyordu. Kral, ordusu için gerekli parayı ise ABD’nin sunduğu ekonomik ve
askerî yardım sayesinde temin ediyordu. Ürdün bütçesinin yarısı, ABD’nin
cebinden çıkıyordu. 1957’den itibaren CIA, ülkeye yığınla para aktardı.
Amerikan
desteğine rağmen, Haziran 1967’deki savaş ve Filistin direniş hareketindeki
büyüme, kralın konumunu iyice zayıflattı. Filistin Kurtuluş Ordusu’na bağlı
gerillalar, birçok şehri ve köyü kontrol altında tutuyorlardı. Başkent Amman
bile onların elindeydi. Bu da ülkede ikili iktidar durumunun oluşmasına yol
açtı. Sonradan Hüseyin, ülkedeki durumu özetleyen şu değerlendirmeyi yapacaktı:
“Amman,
zamanla savaş sahası hâline geldi. Hiçbir asker, üniformasıyla kente
giremiyordu, aksi takdirde FKÖ, askerlere ateş açıyordu. Elimden gelenin en
iyisini yapmaya çalıştım. Bana iki kez pusu kuruldu. Kontrolü neredeyse
yitiriyordum. Silâhlı kuvvetlerdeki insanlar, bana olan güvenlerini yitirmeye
başlamışlardı.”
Amman’da
Filistinli gerillalar, kamyonlara binip dolaşıyor, ellerindeki silâhlarını
sallayarak devrimci sloganlar atıyorlardı.
Kral
Hüseyin, Ürdün’deki üslerden İsrail’e karşı fedai eylemleri
gerçekleştirilmesine karşıydı. Ayrıca bu dönemde ordusu ile gerillalar arasında
sonuca bağlanmamış kimi çatışmalara da tanık olundu. Bir süre kral, fedailere
karşı çıkacak politik güçten yoksun olduğu için sessiz kaldı. Zira bu fedailer,
o dönemde tüm Arap dünyasını canlandıran önemli bir güçtü. Kral bile “hepimiz
fedaiyiz” demek zorunda kalıyordu. Ama öte yandan Filistin direnişini kan
gölünde boğacağı, FKÖ’yü Ürdün’den kovacağı anın planlarını hazırlıyordu.
O
dönemde, Filistin hareketi içerisinde kralın devrilmesi için silâhlı mücadele
yürütülmesi konusunda hararetli bir tartışma sürmekteydi. FKÖ’ye hâkim olan
Fetih örgütünün liderleri, Kral Hüseyin’le uzlaşma ve Ürdün’de FKÖ’nün elde
ettiği konumu riske atmamak adına “sistem içerisinde çalışma yürütme”
siyasetinden yanaydılar. Ama asıl mesele de Kral Hüseyin iktidarda kaldığı
sürece, ulusal kurtuluş mücadelesi yürütülecek üs bölgesi olarak Ürdün’ün
“güvenli” olmaktan çıkacak olmasıydı. Ya Kral Hüseyin devrimi “teslim alacaktı”
ya da devrim Kral Hüseyin’i.
1969
yılının sonlarında ABD, Rogers Planı’nı gündeme getirdi. Plan, İsrail’le
imzalanacak “barış anlaşması” ve Filistinlilerin vatanları üzerindeki hak
iddialarına destek verilmemesi karşılığında, İsrail’in 1967 savaşında işgal
ettiği toprakların Mısır’a ve Ürdün’e iade edilmesini öngörüyordu.
Kral
Hüseyin, plana onay vermek niyetindeydi, ancak bu konuda gerekli politik güce
sahip değildi, ayrıca halk, radikal bir zeminde duruyordu. Nisan 1970’te ABD
Dışişleri Bakanı Sisco, barış planını anlatmak üzere Ürdün’e ziyaret
gerçekleştireceğini açıkladı. Ama ziyaret, Amman kentinde Filistinli
göstericilerin ABD Enformasyon Merkezi’ni ateşe verip, ABD büyükelçiliğine
saldırması üzerine iptal edildi.
Kral
Hüseyin, Ürdün’deki fedai varlığını ortadan kaldırma amacını güden hamlesine
yönelik hazırlık çalışmaları dâhilinde, ABD ve İsrail’le doğrudan işbirliği
içine girdi. Eski İsrail dışişleri bakanı Abba Eban’ın günlüklerinde aktarılan
değerlendirmeye göre:
“4 Şubat 1970 günü
Hüseyin, Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliği üzerinden, İsrail dışişleri bakanı
Abba Eban ile temas kurdu. Bu sohbette kendisinden hiç beklenmeyen bir ricada
bulunan kral, İsrail’den, FKÖ’nün rejimini yıkmak için ortaya koyduğu
çalışmaları bastırmak için devreye soktuğu askerleri kendi avantajına
kullanmamasını istedi. Ardından kral, Ürdün’ü işgal etme ihtimali bulunan başka
güçlerin, örneğin Suriye’nin imkânlarını açığa çıkartmak için İsrail Savunma
Güçleri’nin istihbari bilgilerini talep etti. Bu, İsrail-Ürdün arasında tesis
edilen işbirliğine örnek teşkil eden bir temastı. Sonrasında birçok İsrailli
siyasetçi ve asker, kralla bir araya geldi.”
Washington’da
ABD’li siyasetçilerin asıl endişelendiği husus ise Hüseyin’in iktidarının
istikrarı idi. Nixon yönetiminde ulusal güvenlik danışmanı olarak çalışan Henry
Kissinger, Beyaz Saray Yılları isimli kitabında şunları söylüyordu:
“Hüseyin’in iktidarının
korunmasının zaruri olduğunu düşünüyordum. Batı ile kurulan dostluğun ve ılımlı
bir dış politikanın Amerika’nın sunacağı etkili bir destekle
ödüllendirileceğini göstermek gerekiyordu. Ortadoğu’da ilerleyen dönemlerde
radikalleşmenin daha baştan önü alınmalıydı.”
Kissinger,
“Ürdün’de Amerikan ordusunun uzun süre varolması neticesinde oluşacak
operasyonel sonuçlara dair bir çalışma” yapılması talimatını verdi. Independence
isimli uçak gemisi ve altı destroyer Lübnan sahiline gönderildi. C-130 nakliye
uçakları, Türkiye’deki İncirlik hava üssünde hazır hâle getirildiler. Kuzey
Carolina’dan Batı Almanya’ya getirilmiş olan askerî birlikler, alarm durumuna
geçirildi.
29
Ağustos 1970 günü Kral Hüseyin, Rogers Planı’nı imzaladı. 13 Eylül günü tüm
fedailerin silâhlarını teslim etmesi emrini verdi. Filistinliler, buna fedai
temsilcilerinin hükümette yer almaları talebinin dillendirildiği bir genel grev
çağrısı ile cevap verdiler. 16 Eylül günü Kral Hüseyin, askerî hükümetin
kurulduğunu duyurdu ve sıkıyönetim ilân etti.
Hüseyin
Saldırıya Geçiyor
17
Eylül günü Washington’da Ulusal Güvenlik Konseyi toplandı. Savunma bakanlığının
yetkili isimleri, CIA başkanı ve genelkurmayın katıldığı toplantıda Kissinger,
İsrail ve Ürdün büyükelçileriyle bir araya geldi. İsrail, o günlerde,
Hüseyin’in ordusunun gerillaları mağlup edememesi veya Suriye güçlerinin
Ürdün’ü işgal etmesi durumunda askerî müdahale gerçekleştirmeyi planlıyordu.
Ürdün’de
Hüseyin’in tankları, Amman kenti içerisindeki ve civarındaki Filistin
kamplarını sabah saat beşte kuşattı. Sokağa çıkma yasağı ilân eden ordu,
sokakta gördüğü herkese ateş açtı. Tank ateşi karşısında gerillalar,
hazırlıksız yakalandılar. Genç bir fedainin savaş günlüğünde saldırı şu şekilde
anlatılmaktaydı:
“Sonra hiç beklemediğimiz
bir şey oldu. Tanklar, hiç gerekli değilken, evlere ateş açmaya başladılar.
Hiçbir ayrım gözetmeden, ev mi yoksa komando bürosu mu bakmadan, her yere kuduz
köpek gibi saldırdılar. Gerçekten korkunçtu. Kıpırdayamaz hâle gelmiştik.
Evlerin aniden çöküşüne tanık olmuştuk. Enkaz altından insanlara ait birçok
özel eşya çıkartılmıştı.”
Ürdün
ordusunun ABD’den temin edilmiş hava kuvvetleri devreye girdi, kampların
üzerine napalm yağdırdı. Kamplardan kaçanlar, zincirli zırhı aşamadılar,
oracıkta öldürüldüler.
Gerillalar
yiğitçe dövüştüler. Bu, şu türden değerlendirmelerde karşılık bulan bir
yiğitlikti:
“Tanklar, piyadelerin
desteğiyle ilerlediğinde, karşılarında fedailerin direnişini buldular. Yıkıcı
sonuçlara yol açan bir direnişle karşılık verdiler. Ortaya çıkan gürültü,
taştan binalar arasında yankılanıyordu. Tankların savurduğu toz, sabahın erken
saatlerinde nemli ve sıcak olan havada asılı kalıyor, düşmanını arayan
tankların üzerini kaplıyordu. […] Fedailer, büyük bir güçle karşılık verdiler,
tanklar yol boyunca, neredeyse her bir adımda direnişin şiddetiyle yüzleştiler.
Fedailerin elinde cephane boldu, tanksavar roket rampaları tankların daha da
dikkatli ilerlemesine neden oldu. […] Daha fazla asker sahaya sürüldü. Zamanla
daha fazlasına ihtiyaç olduğu görüldü. […] On beş saat kesintisiz süren ateşin
ardından fedailer, günün sonunda hâlen daha dövüşüyorlardı.”
Ama
FKÖ’nün Kral Hüseyin’in aniden gerçekleştirdiği bu saldırıya, saldırının
şiddetine politik ve askerî açıdan hazırlıklı olmadığı görüldü. Örgüt
içerisinde birçok insan, orduda ayrışmaların yaşanmasından korkan kralın bu tür
bir operasyonu yürütme cesareti gösteremeyeceğine inanmıştı.
Filistinliler,
kesintisiz süren bu saldırıya karşı on bir gün direndiler. Filistinli gerilla,
savaş günlüğünün son sayfasında şunları söylüyordu:
“Korkarım, burada her şey
sona erecek. İnsanlar, direne direne ölmeyi tercih ediyorlar. Kral Hüseyin’in
mülteci kamplarının her bir karesinde ölüm kol geziyor. Susuzluk ve açlık
cabası. […] Bugün bizimkiler, tanklara karşı koyarken, bir yandan da açlıktan
ölmemek için mücadele ediyorlar.”
Çatışmaların
sona ermesi ardından hayatta kalanlar, Amman sokaklarına döküldüler. Cesetlerin
ve yıkık binaların arasında dolaşırken üzerinde “ABD Malı” yazan binlerce
cephanelik kutusu buldular.
Kara
Eylül’de 5.000 Filistinli öldürüldü, 20.000 kişi yaralandı. Kral Hüseyin, takip
eden birkaç ay boyunca Filistinli gerillalara yönelik saldırılarına devam etti.
Temmuz 1971’de kralın ordusu, Aclum ormanında bulunan son fedai üssüne yöneldi.
1.800 kişilik gerilla gücü dört gün boyunca yiğitçe direndi. 96 saat süren
topçu ateşi ve napalm saldırıları sonrası geriye 50 gerilla kaldı. Ürdünlü
askerler, Fetih’in en çok sevilen askerî komutanı Ebu Ali İyad’ın cesedini bir
tankın arkasına bağlayıp, Filistin halkını korkuya kul etmek adına, civardaki
kasabalarda dolaştırdı.
Kara
Eylül sonrasında Hüseyin’e daha fazla silâh ve ikmal maddeleri gönderen ABD,
ona 35 milyon dolarlık yardımda bulundu.
Revolutionary Worker
21
Şubat 1999
Kaynak
● ● ●
Gassân Kenefâni Söyleşisi
1 Haziran 1971
Arap
coğrafyası dışında herkes, Halk Cephesi’ni Eylül 1970’teki uçak kaçırma
eylemleri sebebiyle biliyor. Bu uçak kaçırma eylemleri konusunda birçok
eleştiri kaleme alındı. Bunların bazıları, burjuva eleştirilerdi. Burada ben,
sadece ikisini ele alacağım.
İlk
eleştiri, merkez komite sözcüsü Kâmil Rıdvan gibi Filistin direnişi içerisinde
yer alan kişilere ve başka insanlara ait. Bu eleştiriye göre, uçak kaçırma
eylemleri, Kral Hüseyin gibi isimlere direnişin hiç de eleştirilemeyeceği bir
dönemde ona saldırmak için bir bahane sunuyor.
İkinci
eleştiriyi ise direniş hareketi içerisinde yer almayan kişiler
dillendiriyorlar. Bu eleştiriye göre uçak kaçırma eylemleri, gerçek örgütsel ve
askerî gücünü aşan, Filistinli kitlelere güç ve güven konusunda gerçekte
karşılığı olmayan bir fikre kapılmalarına neden oluyor. Uçak kaçırma eylemleri,
bu anlamda, kitlelerin örgütlenmesi meselesinin yerini alarak, hayal kurmayı
teşvik eden tiyatral bir etkinlik hâlini alıyor. Ama kimse, uçak kaçırma
eylemlerinin olumlu bir yönü olduğu, televizyon başında olayları izleyen
dünyaya Filistin direnişinin gayesini izah ettiği üzerinde durmuyor. Kimse,
meselenin bu yönünü sorgulamıyor. Peki siz bugün uçak kaçırma eylemlerini
savunuyor musunuz?
Öncelikle
burjuva ahlakçılığına ve uluslararası hukuka itaat edilmesi fikrine karşı
çıktığınız için size takdirlerimi sunmak istiyorum. Bugün yaşadığımız çilenin
sebebi, bu burjuva ahlakçılığı ve uluslararası hukuka itaattir.
Şimdi
sorularınıza cevap vermek istiyorum. Bu tür bir operasyon konusunda genel
ifadelere başvuracağım. Her zaman dile getirdiğim gibi, biz uçakları, Boeing
707’leri çok sevdiğimiz için kaçırıyor değiliz. Biz, bu eylemleri belirli
sebepler üzerinden, belirli bir dönemde ve belirli bir düşmana yönelik olarak
gerçekleştiriyoruz. Bugün uçakları kaçırıp, Kahire veya Ürdün’e indirmek saçma
bir eylem olurdu. Bugün böylesi bir eylemin anlamı yok. Dolayısıyla bu
eylemleri gerçekleştirdiğimiz politik durum ve ulaşmak istediğimiz amaçlar
analiz edilmeli.
O
eylemlerin gerçekleştirildiği durumu hatırlayalım. 23 Temmuz günü Nasır, Rogers
Planı’nı kabul etti, bir hafta sonra Ürdün hükümeti de o planın altına imza
attı. Böylelikle Filistinliler bir kez daha rafa kaldırıldılar, nisyana mahkûm
edildiler.
23
Temmuz ve 6 Eylül gününün Arap basınını ve uluslararası basını okuduğumuzda, bu
kuruluşların kaleme aldıkları haber ve yazılarda, Filistin halkına bir kez daha
1948-1967 arası dönemde olduğu gibi muamele edildiğini görürsünüz. Arap
gazeteleri, o günlerde “kahraman” Filistinlilerin nasıl da felç edildiklerini,
bu cesur kahramanlar için artık tek bir ümidin bile kalmadığını yazıyorlardı.
Ürdün, Batı Şeria ve Gazze’de halkımızın morali alabildiğine dibe vurmuştu.
Filistin direniş hareketinin liderliğini üstlenmiş olan FKÖ merkez komitesinden
bir heyet, Nasır’la ve hükümetiyle müzakere yürütmek üzere Kahire’ye gitmişti.
Bu heyet, Ağustos ortasında radyomuzun kapatılması sonrası Mısır’da radyo
yayınlarına izin verilip verilmeyeceğini günlerce tartıştı. Ardından heyet,
Arap Birliği’ne şikâyetlerini sundu ve meseleyi tartışmasını sağlamak için
uğraştı.
23
Temmuz öncesi Filistin direnişi, Arap basınında Filistin halkının en büyük
ümidi olarak takdim ediliyor, aynı zamanda tüm Araplar, Arap Birliği’ni Arap
dünyasında siyasetin en alt biçimini temsil ettiğini, felce uğratılmış bir
kurum olduğunu düşünüyorlardı. Buradan da anlıyorduk ki Kral Hüseyin, fiziken
ezsin ya da ezmesin, devrim tasfiye tehdidiyle karşı karşıyaydı. FHKC
operasyonlarını eleştirenler de dâhil herkes, o noktada direnişin imha
edilmesinin Rogers Planı’nın asli unsuru olduğuna ikna oldu.
O
hâlde Nasır ve Mısır rejiminin bu plana ve tasfiye sürecine destek sunduğunu
siz de kabul ediyorsunuz?
Mısır
rejimi, Filistinlilerle doğrudan bir temas kurmadığı, nispeten daha güvenli bir
konumda bulunduğu için bu tasfiye sürecine doğrudan iştirak etmedi ve hep bir
adım ötede durdu. Mısır rejimi, sadece Kral Hüseyin’e sessiz kalmak suretiyle
yardım etti. Arap coğrafyasında kitlelerin baskısına karşı koyabildiği ölçüde
bu yardımı sunmayı sürdürdü. Eylül’de yaşanan kavga sürecinin ilk üç gününde
Mısır hükümeti ve diğer tüm Arap hükümetleri sessiz kaldılar, çünkü bu
hükümetler, direniş hareketinin üç günden fazla yaşayamayacağını
düşünüyorlardı. Ardından bu hükümetler, harekete geçmek zorunda kaldılar, çünkü
Mısır, Suriye ve Lübnan’da katliam sebebiyle öfkelenmiş olan halk, sokağa
dökülmüştü. Ama öte yandan, Amman’da beş bin Filistinli toprağa düştüğünde, kimse
sesini çıkartıp da şikâyetlerini dile getirmedi.
Rogers
Planı’na göre hareketimiz tasfiye edilmeliydi, bu tasfiye, Filistin’deki
teslimiyetçilik ortamında artık daha fazla yakıcı bir hâl almış bir tehlikeydi.
Bu sebeple, ilk olarak, bir kez daha rafa kaldırılamayacağımızı, ikinci olarak
da dünyaya ABD’nin ve gerici Arapların halkımıza her şeyi dikte ettiği günlerin
artık sona erdiğini cümle âleme ilân etmek için bir şeylerin yapılması
gerekiyordu. Dahası, bir de halkımızın morali, mücadele etme becerisi söz
konusuydu. Bir katliamın yaşandığı, birilerinin majestelerinin sarayına gidip,
onun elini öptüğü günlerde, her şeyin olduğu gibi devam etmesine izin
veremezdik.
O
hâlde siz, Kral Hüseyin’in aslında ne yapacağını bilmediğini, esas olarak onu
zorla harekete geçirenin ordu olduğunu söyleyenlere katılmıyorsunuz.
Hayır,
kesinlikle katılmıyorum. Bu, tümüyle saçma bir fikir. Direniş hareketi
içerisinde Ürdün rejimini “tarafsız kılma”nın mümkün olduğunu düşünen
kesimlerin hâlen daha bulunduğu doğru olsa da bu fikrin iler tutar bir yanı
bulunmamaktadır.
Uçak
kaçırma eylemlerinin Kral Hüseyin’in saldırısını tahrik ettiğini, bu saldırı
sürecini bir biçimde hızlandırdığını söyleyen tespite gerekli cevabı, Ürdün
rejimi, kısa süre içerisinde verdi. Rejim, bu süreçte Ölü Deniz’in kuzeyine
yönelik gerilla faaliyetlerini durdurdu, güçlerin Eilata’ya hareketini
engelledi, ayrıca birliklerimizin Batı Şeria’nın kuzeyinde bulunan Naharin
Barajı’na yönelik saldırılarına mani oldu. Aynı zamanda Ürdün ordusu, Eylül
Katliamı öncesi gerillaların Ürdün nehrini geçerken kullandıkları birçok
noktaya mayın yerleştirdi. Bu hamle de katliam pratiğinin başka bir biçimiydi.
Dolayısıyla,
her zaman belirli bir çatışma yaşanıyordu zaten. Onlar, bizi varolma sebebimiz
olan fikirleri uygulamamıza yasak getirdiler. İsrail’e yönelik baskın
eylemlerine mani oldular, kentlerde yürüttüğümüz politik faaliyetlerin önüne
hep taş koydular. Bu sebeple, uçak kaçırma eylemleri de dâhil, yaptığımız
eylemler, provokasyon amaçlı değillerdi. Onlar, içine hapsolduğu çemberden,
kuşatmadan kurtulmaya çalışan bir devrimin hamlelerinden başka bir şey değildi.
Bu
eylemleriniz bu işi nasıl yapacaktı peki?
Yürüttüğümüz
tüm faaliyetler, içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmaya dönük çabalardı
esasında. Örneğin Amman’da “Kahrolsun Nasır”, “Kahrolsun Mısır” sloganlarının
atıldığı gösteriler düzenledik. Belki de bu eylemler yanlıştı, ama bunlar,
bahsini ettiğim o çemberden çıkmak için başvurulabilecek birçok yoldan biriydi.
Şurası
açık ki Kral Hüseyin, Rogers Planı’nı kabul eder etmez, direnişe bir biçimde
saldıracaktı. O vakit siz, bir tercihle karşı karşıya kaldınız. Bu anlamda, ya
onun size saldırmasını bekleyecektiniz ya da önce siz saldıracaktınız. Her iki
durumda da sizin amacınız Kral Hüseyin’i devirmek değildi, zaten bunu yapmayı
hayal dahi etmiyordunuz. O hâlde asıl amacınız, direnişin örgütsel yapısını ve
fiili durumunu muhafaza etmek miydi, uçak kaçırma eylemlerinin ardındaki fikir
bu muydu?
Bu
uçak kaçırma eylemleri, politik bağlamın verili bütünlüğünden ayrı ele
alınmamalı. Örneğin Fetih, Ölü Deniz’in aşağında Gor Safi’ye roket rampaları
gönderdi ve potasyum fabrikalarını havaya uçurdu.
Hepimizin
de amacı, kuşatmayı kırıp, Filistin halkına umut vermek, ona savaşın devam
ettiğini söylemekti. Biz, bu tür eylemlerle Ürdün hükümetine bize yönelik
saldırılarını ertelemesi için baskıda bulunmak istemiştik. Ürdün hükümetiyle
ilişkilerimizin temelini, müşterek fikirler veya görüşler değil, baskı teşkil
ediyor. Onlarla ortak hiçbir noktamız yok. Burada mesele, güçler dengesini
oluşturabilmek.
Arap
Birliği’nin kapısını çalmak suretiyle yaptığımız o büyük hatadan, baskının en
yoğun biçimi olarak uçak kaçırma eylemlerine kadar yaptığımız tüm eylemler,
baskı uygulama biçimleriydi. Bu eylem türlerinin bir kısmı, yanlış hesaplamalar
yüzünden olumsuz sonuçlar doğururken, bir kısmı da olumlu sonuçlara yol açtı.
Bir de tabii, direniş içerisinde kralın devrilmesinin mümkün olduğuna inanan
kişi ve örgütlerin olduğundan da bahsetmek gerek. Bu görüş, tümüyle hatalı bir
görüştü.
Siz,
kralın size saldıracağını beklediğiniz dönemde bile kralın devrilebileceğine
inanmıyordunuz. Düşüncenize göre, savunma pozisyonu alınıp halkın
birleştirilmesi gerektiğini söylemiştiniz.
Bizim
içine düştüğümüz açmaz da buydu. Krizdeydik. Direniş ve Arap coğrafyasında
başında askerin bulunduğu tüm hükümetler, Rogers Planı’nın ortaya çıkarttığı
bedel olarak, hep birlikte krize girmişlerdi. Eğer Kral Hüseyin’le savaşmaya
karar vermiş olsaydık, savaşın gerçekleşeceği yeri ve zamanı da bizim
belirlememiz gerekiyordu. Ama saldıran, Hüseyin oldu. Bize başka seçenek
bırakmadı, onun belirlediği yer ve zamanda savaşmak zorunda kaldık.
Dolayısıyla
uçak kaçırma eylemleri, alabildiğine tehlikelerle yüklü bir dönemde, hassas bir
durumla yüzleşmemize neden oldu. Önümüzde iki yol vardı. Ya kendimizi Hüseyin’e
karşı zafere dek savunacaktık ya da ona saldırmamız durumunda savaşta kazanıp
masada kaybedecektik. Ortaya çıkacak sonuca sadece biz değil, Hüseyin de karar
verecekti. Onların elinde bizdekinden daha fazla plan vardı.
Bu
noktada Kral Hüseyin’in Amerikalılara Filistin devletinin kurulmasına gerek
olmadığını söylediğini hatırlamak gerekiyor. Amerikalılarsa Amman’da bir
Filistin devletinin fitilini ateşleyecek bir darbe ile Kral Hüseyin’i devirip
yerine Endonezya’da gördüğümüz türden, Suharto benzeri bir subayı başa
geçirdikleri takdirde doğacak sonuçları tartışıyorlardı. İsrailliler de bu
tartışmaya dâhil oldular. Kral Hüseyin, itibarını yeniden elde etmek istiyordu,
etti de. Nixon fikrini değiştirdi, Amerikalılar, bir kez daha Hüseyin’in mevcut
sorunu hâl yoluna sokabileceğine inandılar.
Uçak
kaçırma eylemleri, devrimin bu aşamasında, esasen askerî değil, psikolojik
açıdan önemli olan eylemlerdi. Eğer devrimin nihai aşamasında veya devrimin
mevziler elde ettiğimiz ilk aşamasında olsaydık, “uçak kaçırabiliriz” denildiği
vakit, bu fikre ilkin ben karşı çıkardım. Fakat devrimin hazırlık aşamasında
askerî operasyonların psikolojik açıdan önemli olduğunu biliyordum.
O
hâlde siz, hâlen daha uçak kaçırma eylemlerini doğru buluyorsunuz?
Kanaatimce,
genel anlamda bu eylemler doğruydu. Sadece kimi taktiksel hatalardan söz
edilebilir. Belki de biz, tüm Filistin direnişinin bu eylemler konusunda daha
fazla sorumluluk sahibi olmasını sağlayabilirdik. Direniş, uçakların iki saat
sonra bırakılmasına karar verdiğinde, uçaklar teslim edilmelilerdi. Belki de bu
kadar inatçı olmamalıydık.
Fakat
o dönemde tüm bu eylemlerin halk açısından ne ifade ettiğini bilemiyorsunuz.
Siz, uçak kaçırma eylemlerinin, direniş hareketinin Filistinli halk kitleleri
içerisinde içselleştirip örgütleyemediği bir ortamı meydana getirip
getirmediğini soruyorsunuz. Belki de böylesi bir ortamı meydana getirmedi. Bu
tespit doğru olsa bile, biz, Eylül ayı içerisinde on iki gün boyunca savaştık,
Ürdün ordusunu tüm yapıp ettiklerimizle, tarihinin en uzun savaşını vermeye
mecbur ettik.
Eylül
ayında birçok yorumcu, Filistin direnişinin ancak Ürdün ordusu bölünüp, bir
kesiminin direnişin safına geçmesi veya Suriye ve Irak gibi başka bir Arap
rejiminin müdahale edip kendisine yardım sunması hâlinde muzaffer olabileceğine
inanıyordu. Bu ihtimallerden birinin gerçekleşeceğine dair bir beklentiniz var
mı?
Ben,
bu iki ihtimalin de direnişi zafere taşımayacağını düşünüyorum. Gerilla
savaşında koşullar çok farklıdır. Asıl önemli olan, yürütülen belirli bir
eylemin amacıdır. Ürdün rejiminin amacı, direnişi tümüyle bitirmekti. Filistin
direnişinin amacı ise Ürdün rejimini yıkmak değil, ona baskı uygulamaktı. Bu
iki amaç konusunda da başarıya ulaşılamadı, kimse savaştan kazanarak çıkmadı.
Elbette belirli ölçüde, kimi noktalarda teslim olmak ve yeraltına çekilmek
zorunda kaldık. Ama savaş, hâlen daha devam ediyor. Geri çekilme dâhilinde
yeraltı faaliyetlerini başlatmak veya dağa çıkmak, sadece güçler dengesini
oluşturma konusunda başvurulan birer taktik.
Siz,
Ürdün’ün İsrail’e karşı operasyonlar yürütme ihtimalini de Ürdün içerisinde
direnişin politik ve askerî açıdan kendisine bulduğu alanın Eylül olayları
sonrası iyice azaldığı gerçeğini de inkâr etmiyorsunuz. Sizce Haşimî krallığı,
Amman’daki milisleri silâhsızlandırma, mülteci kamplarınızın doğrudan
kontrolünü ve güçlü olduğunuz diğer konumları ele geçirme ile ilgili
çalışmalarına devam ediyor mu?
Bu
söylediklerinizin farkındayım. Ürdün rejiminin belirli bir zemin kazandığını ve
bizi geri çekilmeye mecbur bıraktığını asla inkâr etmiyorum. Ama burada, Eylül
eylemlerini belirli bir bağlama oturtmak adına, iki hususa işaret etmeme izin
verin.
Ürdün
rejimi, Eylül öncesinde bizim İsrail’e yönelik baskınlar düzenlememize yönelik
hamlelerinde neredeyse başarılı olmuştu. Dolayısıyla bu başarı, Eylül
eylemlerinin bir sonucu değil, o eylemlere yol açan faktörlerden birisiydi.
Biz, halkımıza bir şeyler yaptığımızı, Amman’da eli kolu bağlı bir biçimde,
hiçbir şey yapmadan oturamayacağımızı söylemek zorundaydık.
Bugün
dağlardayız. Bu hazırlık aşamasında devrim, halkın en ileri aşamada edineceğini
düşündüğünden daha gerçekçi bir biçim almış durumda. Bir kez daha dile
getireyim: biz yenildik, çünkü geçmişte gerçekte sahip olduğumuz güç, fazla
abartılıyordu, bugünse biz, kendi gücümüzle orantılı bir cüsseye ve cirme
sahibiz. Kendi halkımızın gözü önünde ve dünya kamuoyu nezdinde hareket
imkânına sahip olduğumuz bir alanı hiçbir vakit elde edememiştik. Hiçbir
liderimiz, kendi militanları karşısında bile böylesi bir alana sahip
olamamıştı.
Ürdün
hükümetiyle geçmişte tesis edilen güçler dengesi, uzun süre yeniden tesis
edilemeyecek. Biz, kendi gücümüzü doğru bir biçimde idrak edene dek geri
çekilmeyi sürdüreceğiz. Elde tüfek savaşıp dağlarda yaşayan, bir cemseye pusu
kurup erleri öldüren, ama hiçbir şey elde etmeyen insanların hikâyeleriyle dolu
tarih. Bu, bizim sorunumuz. Direniş içerisinde bu soruna dair tartışma, hâlen
daha devam ediyor. FHKC, milislerin ellerindeki silâhları teslim etmemekle
suçlanıyor. Oysa ben, bir Fetih savaşçısının da silâhını teslim etmeyeceğine
inanıyorum.
Halk
Cephesi Eylül sonrası stratejisini ne ölçüde değiştirdi? Corc Habeş’in Ocak ayı
içerisinde Haşimî krallığını yıkmanın vaktinin geldiğini söylediği iddia
ediliyor. Bu doğru mu?
Halk
Cephesi, her daim dört düşmanımız olduğunu ısrarla dile getirmiştir: İsrail,
dünya Siyonizmi, ABD’nin başını çektiği emperyalizm ve gerici Arap rejimleri.
Bu gerici Arap rejimlerinin yıkılması, hem stratejimizin hem de özgür Filistin
mücadelemizin bir parçası. Ürdün rejiminin yıkılması, Filistin Ulusal Kurtuluş
Cephesi’nin programında yer almak zorunda olan bir madde. Bu işin üstesinden
gelmek zorundayız ama bu, hemen yarın halledilebilecek bir iş değil. Bu rejimin
yıkılmasının zaruri olduğunu, bu işin genel stratejik çizgimizin bir parçası
hâline getirilmesi gerektiğini hep dile getirdik.
Eylül
olaylarının üzerinden beş ay geçti. Kanaatinizce bu olaylar, Filistin halkı
üzerinde ne tür sonuçlar yol açtı?
Mücadelenin
zor olduğu dönemlerde kimileri mücadele sahasını terk eder ki bu, olağan bir
durumdur. Mücadelenin ilerlediği, mevziler elde ettiği dönemler bazı insanlara
cazip gelir. Kimi insanlar mücadeleye, devrimci olmak için herhangi bir bedel
ödemeyecekleri bir dönemde girerler. Evlerinde otururlar, işlerine gitmeye
devam ederler. Örneğin Şam Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenciyseniz, bir yıl
okulu dondurup direniş için çalışma yürütebilirsiniz.
Öte
yandan, Eylül türünden, kitlelerde şok etkisi yaratan olaylarda devrimin sahip
olduğu güç açığa çıkar, zira devrimciler dağlara sürülmüşlerdir. Bugün Ürdün’ün
kuzeyindeki Aclun ormanlarında komandolar dolaşıyor. Mağaralarda yaşayan bu
insanların elinde çok az su ve yemek var. Cephaneleri de epey kısıtlı. Böylesi
bir durumda, haki renkteki üniformalarıyla ve ellerindeki Kalaşnikoflarla
Amman’da dolaşan binlerce insanın bu türden bir hayat yaşamasını kimse
bekleyemez. Şehirlerde örgütlenme ve insan kazanma pratikleri çok farklı işler.
Eskiden herkesin adresini bildiği bir büromuz olurdu. Kamplarda açıktan insan
örgütler, onlara eğitimler verirdik. Bugünse kitlelerle farklı türde ilişkiler
kuruyoruz. Haki renk üniformalar giyip sokaklarda bir o yana bir bu yana
yürümüyoruz, kamplarda konuşmalar yapmıyoruz. Bugün farklı bir faaliyet içine
girmek zorundayız. Parti, tam da bu noktada gerekli.
Her
ne kadar dağlarda yaşamak zorsa da kentlerde daha da ağır ve zor koşullarla
yüzleşiyoruz. Birçok insanda burjuvaya has acelecilik söz konusu. Oysa biz,
bugün geri çekilme aşamasındayız. Askerî ve politik açıdan bu hamle sadece
yanlış değil, tehlikeli de. Ama gene de psikolojik sorunlara yol açabiliyor, bu
sorunlar, “halk bizim yanımızda olmaya devam edecek mi?” sorusu üzerinden açığa
çıkıyor.
Batı
Şeria’da kimi unsurlar, bugün “Filistin devleti kurulsun” diyorlar. Oysa biz,
Haziran savaşını takip eden üç yıl içerisinde kendi içlerinde, özel odalarda bu
planı tartıştıklarını, İsraillilerle, gerici Arap rejimleriyle ve
emperyalistlerle bu doğrultuda temas kurduklarını biliyoruz. Direniş hareketi
geriletildiği için bu insanlar, bugün bu projelerini açıktan dillendirme
cüretini kendilerinde bulabiliyorlar.
Ayrıca
Eylül ayında yaşanan olaylar, Batı Şeria’daki kitlelerin Kral Hüseyin’in tekrar
başa geçmesinin ne demek olduğunu görmelerini sağladı, işgal altındaki bir
halkın tepki koyup, elde gerekli teşkilât olmaksızın, “Hüseyin hariç her şeye
varız” sloganını atmasına neden oldu. Batı Şeria için bir Filistin devleti, bir
kez daha Kral Hüseyin’in başta olduğu rejimde yaşamaktan daha hayırlı. Aslında
bu, yaşanan psikolojik şoktan kaynaklanan, geçici bir tepki.
Gazze’de
ise başka bir hikâye yaşanıyor. Batı ve Doğu Şeria’da direniş, savunma
pozisyonunda iken Gazze’de mücadele birden, gözle görünür bir ivmeyle hızlandı.
Gazze’de en fazla nüfuza sahip olan örgüt, Halk Cephesi. Harekete o yön verdi.
Yaşanan bir olayı aktarmama izin verin. Yusuf Katip Ebu Zumman, Halk
Cephesi’nin Gazze’deki askerî operasyonlarının başındaki isimdi. Aralık başında
katledildi. Şehirde altı gün boyunca kesintisiz devam eden grevlere ve
eylemlere tanıklık edildi. Artık herkes, birilerinin hâlâ dövüştüğünü biliyor.
Bu sayede Gazze’de eylemler tırmandırıldı. Ölü ve yaralı sayısı eskisine oranla
daha fazla olsa da daha fazla eylem örgütlendi.
Gazze’de
artış gösteren bu militanlık düzeyi ne tür sonuçlara yol açtı?
Gazze’nin
nüfusu 360.000, büyük çoğunluğu Filistinli mültecilerden oluşuyor. Gazzeliler,
silâha yabancı değiller. Batı Şeria’dan farklı olarak, Filistin Kurtuluş
Ordusu’nun Mısır’daki komutanlarınca eğitilmişler. Diğer bir faktör de
Mısırlıların boğduğu Arap Milliyetçi Hareketi’nin Gazze’de Batı Şeria’da olduğu
kadar güçsüz bir konumda bulunmaması. Gazze işgal edildiğinde, Arap Milliyetçi
Hareketi kentte hücrelere sahipti. Kral Hüseyin, Batı Şeria’yı temizleyip
İsraillilere teslim ettiğinde, kentte tek bir AMH hücresi bulunmamaktaydı.
Dolayısıyla örgütümüz, Gazze’de çalışmalarını başlatırken, elinde küçük da olsa
belirli bir zemine sahipti. Bir de tabii psikolojik faktörden söz etmek gerek:
Gazze, batısı denizle, güneyi Sina Yarımadası’yla, doğusu Necef Çölü’yle,
kuzeyi ise İsrail devleti ile kuşatılmış bir şehir.
Bu
şehirde Filistinliler, psikolojik açıdan kuşatma altındalar, zorluklara
alışmışlar. Batı Şeria’da ise işgalin ilk aylarında daha kolay temas
kurulabiliyordu. Şehre para, adam ve silâh göndermek, Gazze’ye nazaran daha
kolaydı. Batı Şerialılar kolay yöntemlere alışmışlardı, İsrail’in aldığı
tedbirlere karşı koyacak imkân ve beceriden yoksunlardı. Gazze’de ise insanlar
daha sert ve daha profesyonellerdi.
Diğer
bir faktör de Amman’daki Ürdün rejiminin hafiyelere, öğretmenlere, memurlara
vs. maaşlarını ödemeyi sürdürmesiydi. Gerici rejim, halkın kendisine bağlı
kalmasını ancak bu suretle sağlayabiliyordu. İsrail de halka maaş ödüyordu. Ama
öte yandan, bu insanların önemli bir kısmının direnişe karşı olduğunu kimse
söyleyemez. Sadece aceleci değillerdi. Gazze şeridinde yaşayan halk, daha büyük
bir baskıya maruz kalıyordu.
Daha
genel yorumlarda bulunmak mümkün. Her devrimde ilk başta yükselen dalgada coşku
hâkimdir. Ama bu dalga zamanla diner, çünkü hareket, sağlam ve derine uzanan
köklere sahip değildir.
Kanaatimce
yarattığımız ilk dalga, zirvesine Mart 1968’de Keremî’de ulaştı. Fetih
askerleriyle İsrail askerlerinin savaştığı bu savaşın ardından gerileme dönemi
başladı. Gerçekte sahip olduğumuz büyüklüğe doğru daraldık. Bu türden gerileme
dönemleri, hep ayrışmalara, abartılı yaklaşımlara, romantik düşüncelere,
bireycileşme eğilimlerine, devrimi bir efsaneye dönüştüren girişimlere tanık
olurlar. Azgelişmiş dünyanın bu türden marazları, gerçek devrimci çalışmanın
yürütülmediği, ama kişilerin gene de devrim yaptıklarını zannettikleri dönemde
kendilerine ifade kanalları bulurlar. Eğer devrim, Mao’nun uzun yürüyüşü
türünden bir sonuca yol açmazsa, devrim bir şekilde gerçekleşmezse veya bir
Arap devletinin özgürleştirilmesi ile birlikte dışarıdan daha fazla güce
kavuşmazsa, o vakit yaşanacak yenilgiler, kitlelerin morali üzerinde tehlikeli
sonuçlara yol açarlar. Bizim gerileme dönemimiz, Eylül’de değil, Keremî Savaşı
sonrasında başladı.
Bu
noktada İsrail meselesini ele alabilir misiniz? İsrail milleti diye bir şey
olduğunu düşünüyor musunuz? İsrail’de devrimci sosyalist ve anti-Siyonist Matzpen
[“Pusula”] türünden örgütler, ilk başta Yahudi milletinin olmadığını, ama
Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerin burada yeni bir toplum meydana getirdiğini,
bu toplumun İsrail milleti olarak adlandırılabileceğini söylüyorlar.
Bu,
Maxime Rodinson’ın çözümü. Hayal âleminde yaşayan birinin kendi fikriyatında
dile getirdiği bir tavizden başka bir şey değil. Bu anlayış, belirli bir
bölgeyi işgal edip, bir süre orada kalan her sömürgeci grubunun, kendisini bir
millete doğru evriltmek suretiyle, varlığını bir biçimde meşrulaştırabileceğini
söylüyor.
O
hâlde siz İsraillilerin bir millet olduğunu düşünmüyorsunuz?
Hayır,
düşünmüyorum. İsrail, sömürgeciliğin yol açtığı bir durumdur. Ortada, meşru ya
da değil, belirli sebeplere bağlı olarak, dünyanın belirli bir bölgesine
taşınmış bir grup insan var. Bu insanlar, hep birlikte sömürgeciliğin yarattığı
duruma dâhil oluyorlar, aynı zamanda kendi aralarında sömürü ilişkisi tesis
ediyorlar.
İsrailli
işçilerin sömürüldüklerini ben de kabul ediyorum. Ama bu, ilk kez yaşanan bir
şey değil. İspanya’da Araplar da benzer bir konumdaydılar. İspanya’da yaşayan
Araplarda da sınıflar mevcuttu, ama ana çelişki, bir bütün olarak İspanya’daki
Araplarla İspanyol halkı arasında yaşanıyordu.
İsrail
halkını ileride bölmesi muhtemel çelişkilerin Filistin direnişinin İsrail
toplumu içerisinde kendisine müttefikler bulmasını sağlayacağını düşünüyor
musunuz?
Tabii
düşünüyorum. Ama bu, hiç kolay olmayacak. Öncelikle biz, devrimi onların için
bir seçenek hâline geleceği aşamaya taşımalıyız. Bu, bugüne dek
becerebildiğimiz bir iş değil. Dolayısıyla, bu aşamada “Demokratik Filistin”den
söz etmek saçmalık. Teorik bir ifadeyle, demokratik Filistin ileride
yürütülecek tartışmalar için iyi bir zemin sunsa da bu tartışmalar, ancak
Filistin direnişi gerçekçi bir seçenek hâlini aldığı noktada yürütülebilir.
Bu
anlamda siz, direnişin İsrail proletaryasına pratik bir seçenek sunabilmesi
gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Evet.
Ama şuan İsrail işçi sınıfının Filistin direnişinin sesine kulak vermesini
sağlamak güç bir iş. Bunun önünde birçok engel var. İsrail yönetici sınıfı ve
Arap yönetici sınıfları, bu işin önünde engel. Arap yönetici sınıfları, ne
İsraillilere ne de Araplara demokrasiye çıkan yolu gösteriyorlar. Bu noktada şu
soru sorulabilir: Arap dünyasının neresinde demokrasi var? İsrail devleti de
önemli bir engel. Üçüncü bir engel de gerçekte küçük de olsa, İsrail
proletaryasının İsrail içerisinde sahip olduğu sömürgecilik statüsünden elde
ettiği fayda. İsrail işçilerinin içinde bulunduğu durum, sömürgeciliğin
koşulladığı bir durum. Bu işçiler, aynı zamanda bir bütün olarak İsrail’in
emperyalizmle kurduğu ittifak içerisinde oynadığı özel rolden de istifade
ediyorlar.
Bu
engelleri aşmak, anti-Siyonist İsrail proletaryası ile Arap direniş hareketi
arasında ileride belirli bir temas kurulmasını sağlamak için iki tür harekete
ihtiyaç var. Bunlardan birisi direniş hareketi, diğeri de İsrail içerisinde
yürütülecek muhalefet hareketi. Ama ortada henüz iki hareketin yakınlaştığına
dair gerçek herhangi bir emare yok. Matzpen diye bir örgüt var ama, gerçek bir
kitlesel işçi hareketinden mahrumuz. Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey de bu kitlesel
işçi hareketi.
0 Yorum:
Yorum Gönder