08 Temmuz 2022

, , ,

FHKC ve Eylül Krizi Üzerine

Çatışma Süreci Hızlanıyor

Haşimî krallığı, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizler eliyle tarihî Filistin topraklarında suni olarak imal edildi. Krala bağlı “tebaa”nın önemli bir kısmı, krala destek sunmayan Filistinlilerden oluşuyordu. Kral, bu anlamda hayatta kalmak için kendi ordusuna bel bağlıyordu. Ordunun merkezinde Bedevî askerler duruyordu. Kral, ordusu için gerekli parayı ise ABD’nin sunduğu ekonomik ve askerî yardım sayesinde temin ediyordu. Ürdün bütçesinin yarısı, ABD’nin cebinden çıkıyordu. 1957’den itibaren CIA, ülkeye yığınla para aktardı.

Amerikan desteğine rağmen, Haziran 1967’deki savaş ve Filistin direniş hareketindeki büyüme, kralın konumunu iyice zayıflattı. Filistin Kurtuluş Ordusu’na bağlı gerillalar, birçok şehri ve köyü kontrol altında tutuyorlardı. Başkent Amman bile onların elindeydi. Bu da ülkede ikili iktidar durumunun oluşmasına yol açtı. Sonradan Hüseyin, ülkedeki durumu özetleyen şu değerlendirmeyi yapacaktı:

“Amman, zamanla savaş sahası hâline geldi. Hiçbir asker, üniformasıyla kente giremiyordu, aksi takdirde FKÖ, askerlere ateş açıyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Bana iki kez pusu kuruldu. Kontrolü neredeyse yitiriyordum. Silâhlı kuvvetlerdeki insanlar, bana olan güvenlerini yitirmeye başlamışlardı.”

Amman’da Filistinli gerillalar, kamyonlara binip dolaşıyor, ellerindeki silâhlarını sallayarak devrimci sloganlar atıyorlardı.

Kral Hüseyin, Ürdün’deki üslerden İsrail’e karşı fedai eylemleri gerçekleştirilmesine karşıydı. Ayrıca bu dönemde ordusu ile gerillalar arasında sonuca bağlanmamış kimi çatışmalara da tanık olundu. Bir süre kral, fedailere karşı çıkacak politik güçten yoksun olduğu için sessiz kaldı. Zira bu fedailer, o dönemde tüm Arap dünyasını canlandıran önemli bir güçtü. Kral bile “hepimiz fedaiyiz” demek zorunda kalıyordu. Ama öte yandan Filistin direnişini kan gölünde boğacağı, FKÖ’yü Ürdün’den kovacağı anın planlarını hazırlıyordu.

O dönemde, Filistin hareketi içerisinde kralın devrilmesi için silâhlı mücadele yürütülmesi konusunda hararetli bir tartışma sürmekteydi. FKÖ’ye hâkim olan Fetih örgütünün liderleri, Kral Hüseyin’le uzlaşma ve Ürdün’de FKÖ’nün elde ettiği konumu riske atmamak adına “sistem içerisinde çalışma yürütme” siyasetinden yanaydılar. Ama asıl mesele de Kral Hüseyin iktidarda kaldığı sürece, ulusal kurtuluş mücadelesi yürütülecek üs bölgesi olarak Ürdün’ün “güvenli” olmaktan çıkacak olmasıydı. Ya Kral Hüseyin devrimi “teslim alacaktı” ya da devrim Kral Hüseyin’i.

1969 yılının sonlarında ABD, Rogers Planı’nı gündeme getirdi. Plan, İsrail’le imzalanacak “barış anlaşması” ve Filistinlilerin vatanları üzerindeki hak iddialarına destek verilmemesi karşılığında, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği toprakların Mısır’a ve Ürdün’e iade edilmesini öngörüyordu.

Kral Hüseyin, plana onay vermek niyetindeydi, ancak bu konuda gerekli politik güce sahip değildi, ayrıca halk, radikal bir zeminde duruyordu. Nisan 1970’te ABD Dışişleri Bakanı Sisco, barış planını anlatmak üzere Ürdün’e ziyaret gerçekleştireceğini açıkladı. Ama ziyaret, Amman kentinde Filistinli göstericilerin ABD Enformasyon Merkezi’ni ateşe verip, ABD büyükelçiliğine saldırması üzerine iptal edildi.

Kral Hüseyin, Ürdün’deki fedai varlığını ortadan kaldırma amacını güden hamlesine yönelik hazırlık çalışmaları dâhilinde, ABD ve İsrail’le doğrudan işbirliği içine girdi. Eski İsrail dışişleri bakanı Abba Eban’ın günlüklerinde aktarılan değerlendirmeye göre:

“4 Şubat 1970 günü Hüseyin, Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliği üzerinden, İsrail dışişleri bakanı Abba Eban ile temas kurdu. Bu sohbette kendisinden hiç beklenmeyen bir ricada bulunan kral, İsrail’den, FKÖ’nün rejimini yıkmak için ortaya koyduğu çalışmaları bastırmak için devreye soktuğu askerleri kendi avantajına kullanmamasını istedi. Ardından kral, Ürdün’ü işgal etme ihtimali bulunan başka güçlerin, örneğin Suriye’nin imkânlarını açığa çıkartmak için İsrail Savunma Güçleri’nin istihbari bilgilerini talep etti. Bu, İsrail-Ürdün arasında tesis edilen işbirliğine örnek teşkil eden bir temastı. Sonrasında birçok İsrailli siyasetçi ve asker, kralla bir araya geldi.”

Washington’da ABD’li siyasetçilerin asıl endişelendiği husus ise Hüseyin’in iktidarının istikrarı idi. Nixon yönetiminde ulusal güvenlik danışmanı olarak çalışan Henry Kissinger, Beyaz Saray Yılları isimli kitabında şunları söylüyordu:

“Hüseyin’in iktidarının korunmasının zaruri olduğunu düşünüyordum. Batı ile kurulan dostluğun ve ılımlı bir dış politikanın Amerika’nın sunacağı etkili bir destekle ödüllendirileceğini göstermek gerekiyordu. Ortadoğu’da ilerleyen dönemlerde radikalleşmenin daha baştan önü alınmalıydı.”

Kissinger, “Ürdün’de Amerikan ordusunun uzun süre varolması neticesinde oluşacak operasyonel sonuçlara dair bir çalışma” yapılması talimatını verdi. Independence isimli uçak gemisi ve altı destroyer Lübnan sahiline gönderildi. C-130 nakliye uçakları, Türkiye’deki İncirlik hava üssünde hazır hâle getirildiler. Kuzey Carolina’dan Batı Almanya’ya getirilmiş olan askerî birlikler, alarm durumuna geçirildi.

29 Ağustos 1970 günü Kral Hüseyin, Rogers Planı’nı imzaladı. 13 Eylül günü tüm fedailerin silâhlarını teslim etmesi emrini verdi. Filistinliler, buna fedai temsilcilerinin hükümette yer almaları talebinin dillendirildiği bir genel grev çağrısı ile cevap verdiler. 16 Eylül günü Kral Hüseyin, askerî hükümetin kurulduğunu duyurdu ve sıkıyönetim ilân etti.

Hüseyin Saldırıya Geçiyor

17 Eylül günü Washington’da Ulusal Güvenlik Konseyi toplandı. Savunma bakanlığının yetkili isimleri, CIA başkanı ve genelkurmayın katıldığı toplantıda Kissinger, İsrail ve Ürdün büyükelçileriyle bir araya geldi. İsrail, o günlerde, Hüseyin’in ordusunun gerillaları mağlup edememesi veya Suriye güçlerinin Ürdün’ü işgal etmesi durumunda askerî müdahale gerçekleştirmeyi planlıyordu.

Ürdün’de Hüseyin’in tankları, Amman kenti içerisindeki ve civarındaki Filistin kamplarını sabah saat beşte kuşattı. Sokağa çıkma yasağı ilân eden ordu, sokakta gördüğü herkese ateş açtı. Tank ateşi karşısında gerillalar, hazırlıksız yakalandılar. Genç bir fedainin savaş günlüğünde saldırı şu şekilde anlatılmaktaydı:

“Sonra hiç beklemediğimiz bir şey oldu. Tanklar, hiç gerekli değilken, evlere ateş açmaya başladılar. Hiçbir ayrım gözetmeden, ev mi yoksa komando bürosu mu bakmadan, her yere kuduz köpek gibi saldırdılar. Gerçekten korkunçtu. Kıpırdayamaz hâle gelmiştik. Evlerin aniden çöküşüne tanık olmuştuk. Enkaz altından insanlara ait birçok özel eşya çıkartılmıştı.”

Ürdün ordusunun ABD’den temin edilmiş hava kuvvetleri devreye girdi, kampların üzerine napalm yağdırdı. Kamplardan kaçanlar, zincirli zırhı aşamadılar, oracıkta öldürüldüler.

Gerillalar yiğitçe dövüştüler. Bu, şu türden değerlendirmelerde karşılık bulan bir yiğitlikti:

“Tanklar, piyadelerin desteğiyle ilerlediğinde, karşılarında fedailerin direnişini buldular. Yıkıcı sonuçlara yol açan bir direnişle karşılık verdiler. Ortaya çıkan gürültü, taştan binalar arasında yankılanıyordu. Tankların savurduğu toz, sabahın erken saatlerinde nemli ve sıcak olan havada asılı kalıyor, düşmanını arayan tankların üzerini kaplıyordu. […] Fedailer, büyük bir güçle karşılık verdiler, tanklar yol boyunca, neredeyse her bir adımda direnişin şiddetiyle yüzleştiler. Fedailerin elinde cephane boldu, tanksavar roket rampaları tankların daha da dikkatli ilerlemesine neden oldu. […] Daha fazla asker sahaya sürüldü. Zamanla daha fazlasına ihtiyaç olduğu görüldü. […] On beş saat kesintisiz süren ateşin ardından fedailer, günün sonunda hâlen daha dövüşüyorlardı.”

Ama FKÖ’nün Kral Hüseyin’in aniden gerçekleştirdiği bu saldırıya, saldırının şiddetine politik ve askerî açıdan hazırlıklı olmadığı görüldü. Örgüt içerisinde birçok insan, orduda ayrışmaların yaşanmasından korkan kralın bu tür bir operasyonu yürütme cesareti gösteremeyeceğine inanmıştı.

Filistinliler, kesintisiz süren bu saldırıya karşı on bir gün direndiler. Filistinli gerilla, savaş günlüğünün son sayfasında şunları söylüyordu:

“Korkarım, burada her şey sona erecek. İnsanlar, direne direne ölmeyi tercih ediyorlar. Kral Hüseyin’in mülteci kamplarının her bir karesinde ölüm kol geziyor. Susuzluk ve açlık cabası. […] Bugün bizimkiler, tanklara karşı koyarken, bir yandan da açlıktan ölmemek için mücadele ediyorlar.”

Çatışmaların sona ermesi ardından hayatta kalanlar, Amman sokaklarına döküldüler. Cesetlerin ve yıkık binaların arasında dolaşırken üzerinde “ABD Malı” yazan binlerce cephanelik kutusu buldular.

Kara Eylül’de 5.000 Filistinli öldürüldü, 20.000 kişi yaralandı. Kral Hüseyin, takip eden birkaç ay boyunca Filistinli gerillalara yönelik saldırılarına devam etti. Temmuz 1971’de kralın ordusu, Aclum ormanında bulunan son fedai üssüne yöneldi. 1.800 kişilik gerilla gücü dört gün boyunca yiğitçe direndi. 96 saat süren topçu ateşi ve napalm saldırıları sonrası geriye 50 gerilla kaldı. Ürdünlü askerler, Fetih’in en çok sevilen askerî komutanı Ebu Ali İyad’ın cesedini bir tankın arkasına bağlayıp, Filistin halkını korkuya kul etmek adına, civardaki kasabalarda dolaştırdı.

Kara Eylül sonrasında Hüseyin’e daha fazla silâh ve ikmal maddeleri gönderen ABD, ona 35 milyon dolarlık yardımda bulundu.

Revolutionary Worker
21 Şubat 1999
Kaynak

● ● ●

Gassân Kenefâni Söyleşisi
1 Haziran 1971

Arap coğrafyası dışında herkes, Halk Cephesi’ni Eylül 1970’teki uçak kaçırma eylemleri sebebiyle biliyor. Bu uçak kaçırma eylemleri konusunda birçok eleştiri kaleme alındı. Bunların bazıları, burjuva eleştirilerdi. Burada ben, sadece ikisini ele alacağım.

İlk eleştiri, merkez komite sözcüsü Kâmil Rıdvan gibi Filistin direnişi içerisinde yer alan kişilere ve başka insanlara ait. Bu eleştiriye göre, uçak kaçırma eylemleri, Kral Hüseyin gibi isimlere direnişin hiç de eleştirilemeyeceği bir dönemde ona saldırmak için bir bahane sunuyor.

İkinci eleştiriyi ise direniş hareketi içerisinde yer almayan kişiler dillendiriyorlar. Bu eleştiriye göre uçak kaçırma eylemleri, gerçek örgütsel ve askerî gücünü aşan, Filistinli kitlelere güç ve güven konusunda gerçekte karşılığı olmayan bir fikre kapılmalarına neden oluyor. Uçak kaçırma eylemleri, bu anlamda, kitlelerin örgütlenmesi meselesinin yerini alarak, hayal kurmayı teşvik eden tiyatral bir etkinlik hâlini alıyor. Ama kimse, uçak kaçırma eylemlerinin olumlu bir yönü olduğu, televizyon başında olayları izleyen dünyaya Filistin direnişinin gayesini izah ettiği üzerinde durmuyor. Kimse, meselenin bu yönünü sorgulamıyor. Peki siz bugün uçak kaçırma eylemlerini savunuyor musunuz?

Öncelikle burjuva ahlakçılığına ve uluslararası hukuka itaat edilmesi fikrine karşı çıktığınız için size takdirlerimi sunmak istiyorum. Bugün yaşadığımız çilenin sebebi, bu burjuva ahlakçılığı ve uluslararası hukuka itaattir.

Şimdi sorularınıza cevap vermek istiyorum. Bu tür bir operasyon konusunda genel ifadelere başvuracağım. Her zaman dile getirdiğim gibi, biz uçakları, Boeing 707’leri çok sevdiğimiz için kaçırıyor değiliz. Biz, bu eylemleri belirli sebepler üzerinden, belirli bir dönemde ve belirli bir düşmana yönelik olarak gerçekleştiriyoruz. Bugün uçakları kaçırıp, Kahire veya Ürdün’e indirmek saçma bir eylem olurdu. Bugün böylesi bir eylemin anlamı yok. Dolayısıyla bu eylemleri gerçekleştirdiğimiz politik durum ve ulaşmak istediğimiz amaçlar analiz edilmeli.

O eylemlerin gerçekleştirildiği durumu hatırlayalım. 23 Temmuz günü Nasır, Rogers Planı’nı kabul etti, bir hafta sonra Ürdün hükümeti de o planın altına imza attı. Böylelikle Filistinliler bir kez daha rafa kaldırıldılar, nisyana mahkûm edildiler.

23 Temmuz ve 6 Eylül gününün Arap basınını ve uluslararası basını okuduğumuzda, bu kuruluşların kaleme aldıkları haber ve yazılarda, Filistin halkına bir kez daha 1948-1967 arası dönemde olduğu gibi muamele edildiğini görürsünüz. Arap gazeteleri, o günlerde “kahraman” Filistinlilerin nasıl da felç edildiklerini, bu cesur kahramanlar için artık tek bir ümidin bile kalmadığını yazıyorlardı. Ürdün, Batı Şeria ve Gazze’de halkımızın morali alabildiğine dibe vurmuştu. Filistin direniş hareketinin liderliğini üstlenmiş olan FKÖ merkez komitesinden bir heyet, Nasır’la ve hükümetiyle müzakere yürütmek üzere Kahire’ye gitmişti. Bu heyet, Ağustos ortasında radyomuzun kapatılması sonrası Mısır’da radyo yayınlarına izin verilip verilmeyeceğini günlerce tartıştı. Ardından heyet, Arap Birliği’ne şikâyetlerini sundu ve meseleyi tartışmasını sağlamak için uğraştı.

23 Temmuz öncesi Filistin direnişi, Arap basınında Filistin halkının en büyük ümidi olarak takdim ediliyor, aynı zamanda tüm Araplar, Arap Birliği’ni Arap dünyasında siyasetin en alt biçimini temsil ettiğini, felce uğratılmış bir kurum olduğunu düşünüyorlardı. Buradan da anlıyorduk ki Kral Hüseyin, fiziken ezsin ya da ezmesin, devrim tasfiye tehdidiyle karşı karşıyaydı. FHKC operasyonlarını eleştirenler de dâhil herkes, o noktada direnişin imha edilmesinin Rogers Planı’nın asli unsuru olduğuna ikna oldu.

O hâlde Nasır ve Mısır rejiminin bu plana ve tasfiye sürecine destek sunduğunu siz de kabul ediyorsunuz?

Mısır rejimi, Filistinlilerle doğrudan bir temas kurmadığı, nispeten daha güvenli bir konumda bulunduğu için bu tasfiye sürecine doğrudan iştirak etmedi ve hep bir adım ötede durdu. Mısır rejimi, sadece Kral Hüseyin’e sessiz kalmak suretiyle yardım etti. Arap coğrafyasında kitlelerin baskısına karşı koyabildiği ölçüde bu yardımı sunmayı sürdürdü. Eylül’de yaşanan kavga sürecinin ilk üç gününde Mısır hükümeti ve diğer tüm Arap hükümetleri sessiz kaldılar, çünkü bu hükümetler, direniş hareketinin üç günden fazla yaşayamayacağını düşünüyorlardı. Ardından bu hükümetler, harekete geçmek zorunda kaldılar, çünkü Mısır, Suriye ve Lübnan’da katliam sebebiyle öfkelenmiş olan halk, sokağa dökülmüştü. Ama öte yandan, Amman’da beş bin Filistinli toprağa düştüğünde, kimse sesini çıkartıp da şikâyetlerini dile getirmedi.

Rogers Planı’na göre hareketimiz tasfiye edilmeliydi, bu tasfiye, Filistin’deki teslimiyetçilik ortamında artık daha fazla yakıcı bir hâl almış bir tehlikeydi. Bu sebeple, ilk olarak, bir kez daha rafa kaldırılamayacağımızı, ikinci olarak da dünyaya ABD’nin ve gerici Arapların halkımıza her şeyi dikte ettiği günlerin artık sona erdiğini cümle âleme ilân etmek için bir şeylerin yapılması gerekiyordu. Dahası, bir de halkımızın morali, mücadele etme becerisi söz konusuydu. Bir katliamın yaşandığı, birilerinin majestelerinin sarayına gidip, onun elini öptüğü günlerde, her şeyin olduğu gibi devam etmesine izin veremezdik.

O hâlde siz, Kral Hüseyin’in aslında ne yapacağını bilmediğini, esas olarak onu zorla harekete geçirenin ordu olduğunu söyleyenlere katılmıyorsunuz.

Hayır, kesinlikle katılmıyorum. Bu, tümüyle saçma bir fikir. Direniş hareketi içerisinde Ürdün rejimini “tarafsız kılma”nın mümkün olduğunu düşünen kesimlerin hâlen daha bulunduğu doğru olsa da bu fikrin iler tutar bir yanı bulunmamaktadır.

Uçak kaçırma eylemlerinin Kral Hüseyin’in saldırısını tahrik ettiğini, bu saldırı sürecini bir biçimde hızlandırdığını söyleyen tespite gerekli cevabı, Ürdün rejimi, kısa süre içerisinde verdi. Rejim, bu süreçte Ölü Deniz’in kuzeyine yönelik gerilla faaliyetlerini durdurdu, güçlerin Eilata’ya hareketini engelledi, ayrıca birliklerimizin Batı Şeria’nın kuzeyinde bulunan Naharin Barajı’na yönelik saldırılarına mani oldu. Aynı zamanda Ürdün ordusu, Eylül Katliamı öncesi gerillaların Ürdün nehrini geçerken kullandıkları birçok noktaya mayın yerleştirdi. Bu hamle de katliam pratiğinin başka bir biçimiydi.

Dolayısıyla, her zaman belirli bir çatışma yaşanıyordu zaten. Onlar, bizi varolma sebebimiz olan fikirleri uygulamamıza yasak getirdiler. İsrail’e yönelik baskın eylemlerine mani oldular, kentlerde yürüttüğümüz politik faaliyetlerin önüne hep taş koydular. Bu sebeple, uçak kaçırma eylemleri de dâhil, yaptığımız eylemler, provokasyon amaçlı değillerdi. Onlar, içine hapsolduğu çemberden, kuşatmadan kurtulmaya çalışan bir devrimin hamlelerinden başka bir şey değildi.

Bu eylemleriniz bu işi nasıl yapacaktı peki?

Yürüttüğümüz tüm faaliyetler, içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmaya dönük çabalardı esasında. Örneğin Amman’da “Kahrolsun Nasır”, “Kahrolsun Mısır” sloganlarının atıldığı gösteriler düzenledik. Belki de bu eylemler yanlıştı, ama bunlar, bahsini ettiğim o çemberden çıkmak için başvurulabilecek birçok yoldan biriydi.

Şurası açık ki Kral Hüseyin, Rogers Planı’nı kabul eder etmez, direnişe bir biçimde saldıracaktı. O vakit siz, bir tercihle karşı karşıya kaldınız. Bu anlamda, ya onun size saldırmasını bekleyecektiniz ya da önce siz saldıracaktınız. Her iki durumda da sizin amacınız Kral Hüseyin’i devirmek değildi, zaten bunu yapmayı hayal dahi etmiyordunuz. O hâlde asıl amacınız, direnişin örgütsel yapısını ve fiili durumunu muhafaza etmek miydi, uçak kaçırma eylemlerinin ardındaki fikir bu muydu?

Bu uçak kaçırma eylemleri, politik bağlamın verili bütünlüğünden ayrı ele alınmamalı. Örneğin Fetih, Ölü Deniz’in aşağında Gor Safi’ye roket rampaları gönderdi ve potasyum fabrikalarını havaya uçurdu.

Hepimizin de amacı, kuşatmayı kırıp, Filistin halkına umut vermek, ona savaşın devam ettiğini söylemekti. Biz, bu tür eylemlerle Ürdün hükümetine bize yönelik saldırılarını ertelemesi için baskıda bulunmak istemiştik. Ürdün hükümetiyle ilişkilerimizin temelini, müşterek fikirler veya görüşler değil, baskı teşkil ediyor. Onlarla ortak hiçbir noktamız yok. Burada mesele, güçler dengesini oluşturabilmek.

Arap Birliği’nin kapısını çalmak suretiyle yaptığımız o büyük hatadan, baskının en yoğun biçimi olarak uçak kaçırma eylemlerine kadar yaptığımız tüm eylemler, baskı uygulama biçimleriydi. Bu eylem türlerinin bir kısmı, yanlış hesaplamalar yüzünden olumsuz sonuçlar doğururken, bir kısmı da olumlu sonuçlara yol açtı. Bir de tabii, direniş içerisinde kralın devrilmesinin mümkün olduğuna inanan kişi ve örgütlerin olduğundan da bahsetmek gerek. Bu görüş, tümüyle hatalı bir görüştü.

Siz, kralın size saldıracağını beklediğiniz dönemde bile kralın devrilebileceğine inanmıyordunuz. Düşüncenize göre, savunma pozisyonu alınıp halkın birleştirilmesi gerektiğini söylemiştiniz.

Bizim içine düştüğümüz açmaz da buydu. Krizdeydik. Direniş ve Arap coğrafyasında başında askerin bulunduğu tüm hükümetler, Rogers Planı’nın ortaya çıkarttığı bedel olarak, hep birlikte krize girmişlerdi. Eğer Kral Hüseyin’le savaşmaya karar vermiş olsaydık, savaşın gerçekleşeceği yeri ve zamanı da bizim belirlememiz gerekiyordu. Ama saldıran, Hüseyin oldu. Bize başka seçenek bırakmadı, onun belirlediği yer ve zamanda savaşmak zorunda kaldık.

Dolayısıyla uçak kaçırma eylemleri, alabildiğine tehlikelerle yüklü bir dönemde, hassas bir durumla yüzleşmemize neden oldu. Önümüzde iki yol vardı. Ya kendimizi Hüseyin’e karşı zafere dek savunacaktık ya da ona saldırmamız durumunda savaşta kazanıp masada kaybedecektik. Ortaya çıkacak sonuca sadece biz değil, Hüseyin de karar verecekti. Onların elinde bizdekinden daha fazla plan vardı.

Bu noktada Kral Hüseyin’in Amerikalılara Filistin devletinin kurulmasına gerek olmadığını söylediğini hatırlamak gerekiyor. Amerikalılarsa Amman’da bir Filistin devletinin fitilini ateşleyecek bir darbe ile Kral Hüseyin’i devirip yerine Endonezya’da gördüğümüz türden, Suharto benzeri bir subayı başa geçirdikleri takdirde doğacak sonuçları tartışıyorlardı. İsrailliler de bu tartışmaya dâhil oldular. Kral Hüseyin, itibarını yeniden elde etmek istiyordu, etti de. Nixon fikrini değiştirdi, Amerikalılar, bir kez daha Hüseyin’in mevcut sorunu hâl yoluna sokabileceğine inandılar.

Uçak kaçırma eylemleri, devrimin bu aşamasında, esasen askerî değil, psikolojik açıdan önemli olan eylemlerdi. Eğer devrimin nihai aşamasında veya devrimin mevziler elde ettiğimiz ilk aşamasında olsaydık, “uçak kaçırabiliriz” denildiği vakit, bu fikre ilkin ben karşı çıkardım. Fakat devrimin hazırlık aşamasında askerî operasyonların psikolojik açıdan önemli olduğunu biliyordum.

O hâlde siz, hâlen daha uçak kaçırma eylemlerini doğru buluyorsunuz?

Kanaatimce, genel anlamda bu eylemler doğruydu. Sadece kimi taktiksel hatalardan söz edilebilir. Belki de biz, tüm Filistin direnişinin bu eylemler konusunda daha fazla sorumluluk sahibi olmasını sağlayabilirdik. Direniş, uçakların iki saat sonra bırakılmasına karar verdiğinde, uçaklar teslim edilmelilerdi. Belki de bu kadar inatçı olmamalıydık.

Fakat o dönemde tüm bu eylemlerin halk açısından ne ifade ettiğini bilemiyorsunuz. Siz, uçak kaçırma eylemlerinin, direniş hareketinin Filistinli halk kitleleri içerisinde içselleştirip örgütleyemediği bir ortamı meydana getirip getirmediğini soruyorsunuz. Belki de böylesi bir ortamı meydana getirmedi. Bu tespit doğru olsa bile, biz, Eylül ayı içerisinde on iki gün boyunca savaştık, Ürdün ordusunu tüm yapıp ettiklerimizle, tarihinin en uzun savaşını vermeye mecbur ettik.

Eylül ayında birçok yorumcu, Filistin direnişinin ancak Ürdün ordusu bölünüp, bir kesiminin direnişin safına geçmesi veya Suriye ve Irak gibi başka bir Arap rejiminin müdahale edip kendisine yardım sunması hâlinde muzaffer olabileceğine inanıyordu. Bu ihtimallerden birinin gerçekleşeceğine dair bir beklentiniz var mı?

Ben, bu iki ihtimalin de direnişi zafere taşımayacağını düşünüyorum. Gerilla savaşında koşullar çok farklıdır. Asıl önemli olan, yürütülen belirli bir eylemin amacıdır. Ürdün rejiminin amacı, direnişi tümüyle bitirmekti. Filistin direnişinin amacı ise Ürdün rejimini yıkmak değil, ona baskı uygulamaktı. Bu iki amaç konusunda da başarıya ulaşılamadı, kimse savaştan kazanarak çıkmadı. Elbette belirli ölçüde, kimi noktalarda teslim olmak ve yeraltına çekilmek zorunda kaldık. Ama savaş, hâlen daha devam ediyor. Geri çekilme dâhilinde yeraltı faaliyetlerini başlatmak veya dağa çıkmak, sadece güçler dengesini oluşturma konusunda başvurulan birer taktik.

Siz, Ürdün’ün İsrail’e karşı operasyonlar yürütme ihtimalini de Ürdün içerisinde direnişin politik ve askerî açıdan kendisine bulduğu alanın Eylül olayları sonrası iyice azaldığı gerçeğini de inkâr etmiyorsunuz. Sizce Haşimî krallığı, Amman’daki milisleri silâhsızlandırma, mülteci kamplarınızın doğrudan kontrolünü ve güçlü olduğunuz diğer konumları ele geçirme ile ilgili çalışmalarına devam ediyor mu?

Bu söylediklerinizin farkındayım. Ürdün rejiminin belirli bir zemin kazandığını ve bizi geri çekilmeye mecbur bıraktığını asla inkâr etmiyorum. Ama burada, Eylül eylemlerini belirli bir bağlama oturtmak adına, iki hususa işaret etmeme izin verin.

Ürdün rejimi, Eylül öncesinde bizim İsrail’e yönelik baskınlar düzenlememize yönelik hamlelerinde neredeyse başarılı olmuştu. Dolayısıyla bu başarı, Eylül eylemlerinin bir sonucu değil, o eylemlere yol açan faktörlerden birisiydi. Biz, halkımıza bir şeyler yaptığımızı, Amman’da eli kolu bağlı bir biçimde, hiçbir şey yapmadan oturamayacağımızı söylemek zorundaydık.

Bugün dağlardayız. Bu hazırlık aşamasında devrim, halkın en ileri aşamada edineceğini düşündüğünden daha gerçekçi bir biçim almış durumda. Bir kez daha dile getireyim: biz yenildik, çünkü geçmişte gerçekte sahip olduğumuz güç, fazla abartılıyordu, bugünse biz, kendi gücümüzle orantılı bir cüsseye ve cirme sahibiz. Kendi halkımızın gözü önünde ve dünya kamuoyu nezdinde hareket imkânına sahip olduğumuz bir alanı hiçbir vakit elde edememiştik. Hiçbir liderimiz, kendi militanları karşısında bile böylesi bir alana sahip olamamıştı.

Ürdün hükümetiyle geçmişte tesis edilen güçler dengesi, uzun süre yeniden tesis edilemeyecek. Biz, kendi gücümüzü doğru bir biçimde idrak edene dek geri çekilmeyi sürdüreceğiz. Elde tüfek savaşıp dağlarda yaşayan, bir cemseye pusu kurup erleri öldüren, ama hiçbir şey elde etmeyen insanların hikâyeleriyle dolu tarih. Bu, bizim sorunumuz. Direniş içerisinde bu soruna dair tartışma, hâlen daha devam ediyor. FHKC, milislerin ellerindeki silâhları teslim etmemekle suçlanıyor. Oysa ben, bir Fetih savaşçısının da silâhını teslim etmeyeceğine inanıyorum.

Halk Cephesi Eylül sonrası stratejisini ne ölçüde değiştirdi? Corc Habeş’in Ocak ayı içerisinde Haşimî krallığını yıkmanın vaktinin geldiğini söylediği iddia ediliyor. Bu doğru mu?

Halk Cephesi, her daim dört düşmanımız olduğunu ısrarla dile getirmiştir: İsrail, dünya Siyonizmi, ABD’nin başını çektiği emperyalizm ve gerici Arap rejimleri. Bu gerici Arap rejimlerinin yıkılması, hem stratejimizin hem de özgür Filistin mücadelemizin bir parçası. Ürdün rejiminin yıkılması, Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin programında yer almak zorunda olan bir madde. Bu işin üstesinden gelmek zorundayız ama bu, hemen yarın halledilebilecek bir iş değil. Bu rejimin yıkılmasının zaruri olduğunu, bu işin genel stratejik çizgimizin bir parçası hâline getirilmesi gerektiğini hep dile getirdik.

Eylül olaylarının üzerinden beş ay geçti. Kanaatinizce bu olaylar, Filistin halkı üzerinde ne tür sonuçlar yol açtı?

Mücadelenin zor olduğu dönemlerde kimileri mücadele sahasını terk eder ki bu, olağan bir durumdur. Mücadelenin ilerlediği, mevziler elde ettiği dönemler bazı insanlara cazip gelir. Kimi insanlar mücadeleye, devrimci olmak için herhangi bir bedel ödemeyecekleri bir dönemde girerler. Evlerinde otururlar, işlerine gitmeye devam ederler. Örneğin Şam Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenciyseniz, bir yıl okulu dondurup direniş için çalışma yürütebilirsiniz.

Öte yandan, Eylül türünden, kitlelerde şok etkisi yaratan olaylarda devrimin sahip olduğu güç açığa çıkar, zira devrimciler dağlara sürülmüşlerdir. Bugün Ürdün’ün kuzeyindeki Aclun ormanlarında komandolar dolaşıyor. Mağaralarda yaşayan bu insanların elinde çok az su ve yemek var. Cephaneleri de epey kısıtlı. Böylesi bir durumda, haki renkteki üniformalarıyla ve ellerindeki Kalaşnikoflarla Amman’da dolaşan binlerce insanın bu türden bir hayat yaşamasını kimse bekleyemez. Şehirlerde örgütlenme ve insan kazanma pratikleri çok farklı işler. Eskiden herkesin adresini bildiği bir büromuz olurdu. Kamplarda açıktan insan örgütler, onlara eğitimler verirdik. Bugünse kitlelerle farklı türde ilişkiler kuruyoruz. Haki renk üniformalar giyip sokaklarda bir o yana bir bu yana yürümüyoruz, kamplarda konuşmalar yapmıyoruz. Bugün farklı bir faaliyet içine girmek zorundayız. Parti, tam da bu noktada gerekli.

Her ne kadar dağlarda yaşamak zorsa da kentlerde daha da ağır ve zor koşullarla yüzleşiyoruz. Birçok insanda burjuvaya has acelecilik söz konusu. Oysa biz, bugün geri çekilme aşamasındayız. Askerî ve politik açıdan bu hamle sadece yanlış değil, tehlikeli de. Ama gene de psikolojik sorunlara yol açabiliyor, bu sorunlar, “halk bizim yanımızda olmaya devam edecek mi?” sorusu üzerinden açığa çıkıyor.

Batı Şeria’da kimi unsurlar, bugün “Filistin devleti kurulsun” diyorlar. Oysa biz, Haziran savaşını takip eden üç yıl içerisinde kendi içlerinde, özel odalarda bu planı tartıştıklarını, İsraillilerle, gerici Arap rejimleriyle ve emperyalistlerle bu doğrultuda temas kurduklarını biliyoruz. Direniş hareketi geriletildiği için bu insanlar, bugün bu projelerini açıktan dillendirme cüretini kendilerinde bulabiliyorlar.

Ayrıca Eylül ayında yaşanan olaylar, Batı Şeria’daki kitlelerin Kral Hüseyin’in tekrar başa geçmesinin ne demek olduğunu görmelerini sağladı, işgal altındaki bir halkın tepki koyup, elde gerekli teşkilât olmaksızın, “Hüseyin hariç her şeye varız” sloganını atmasına neden oldu. Batı Şeria için bir Filistin devleti, bir kez daha Kral Hüseyin’in başta olduğu rejimde yaşamaktan daha hayırlı. Aslında bu, yaşanan psikolojik şoktan kaynaklanan, geçici bir tepki.

Gazze’de ise başka bir hikâye yaşanıyor. Batı ve Doğu Şeria’da direniş, savunma pozisyonunda iken Gazze’de mücadele birden, gözle görünür bir ivmeyle hızlandı. Gazze’de en fazla nüfuza sahip olan örgüt, Halk Cephesi. Harekete o yön verdi. Yaşanan bir olayı aktarmama izin verin. Yusuf Katip Ebu Zumman, Halk Cephesi’nin Gazze’deki askerî operasyonlarının başındaki isimdi. Aralık başında katledildi. Şehirde altı gün boyunca kesintisiz devam eden grevlere ve eylemlere tanıklık edildi. Artık herkes, birilerinin hâlâ dövüştüğünü biliyor. Bu sayede Gazze’de eylemler tırmandırıldı. Ölü ve yaralı sayısı eskisine oranla daha fazla olsa da daha fazla eylem örgütlendi.

Gazze’de artış gösteren bu militanlık düzeyi ne tür sonuçlara yol açtı?

Gazze’nin nüfusu 360.000, büyük çoğunluğu Filistinli mültecilerden oluşuyor. Gazzeliler, silâha yabancı değiller. Batı Şeria’dan farklı olarak, Filistin Kurtuluş Ordusu’nun Mısır’daki komutanlarınca eğitilmişler. Diğer bir faktör de Mısırlıların boğduğu Arap Milliyetçi Hareketi’nin Gazze’de Batı Şeria’da olduğu kadar güçsüz bir konumda bulunmaması. Gazze işgal edildiğinde, Arap Milliyetçi Hareketi kentte hücrelere sahipti. Kral Hüseyin, Batı Şeria’yı temizleyip İsraillilere teslim ettiğinde, kentte tek bir AMH hücresi bulunmamaktaydı. Dolayısıyla örgütümüz, Gazze’de çalışmalarını başlatırken, elinde küçük da olsa belirli bir zemine sahipti. Bir de tabii psikolojik faktörden söz etmek gerek: Gazze, batısı denizle, güneyi Sina Yarımadası’yla, doğusu Necef Çölü’yle, kuzeyi ise İsrail devleti ile kuşatılmış bir şehir.

Bu şehirde Filistinliler, psikolojik açıdan kuşatma altındalar, zorluklara alışmışlar. Batı Şeria’da ise işgalin ilk aylarında daha kolay temas kurulabiliyordu. Şehre para, adam ve silâh göndermek, Gazze’ye nazaran daha kolaydı. Batı Şerialılar kolay yöntemlere alışmışlardı, İsrail’in aldığı tedbirlere karşı koyacak imkân ve beceriden yoksunlardı. Gazze’de ise insanlar daha sert ve daha profesyonellerdi.

Diğer bir faktör de Amman’daki Ürdün rejiminin hafiyelere, öğretmenlere, memurlara vs. maaşlarını ödemeyi sürdürmesiydi. Gerici rejim, halkın kendisine bağlı kalmasını ancak bu suretle sağlayabiliyordu. İsrail de halka maaş ödüyordu. Ama öte yandan, bu insanların önemli bir kısmının direnişe karşı olduğunu kimse söyleyemez. Sadece aceleci değillerdi. Gazze şeridinde yaşayan halk, daha büyük bir baskıya maruz kalıyordu.

Daha genel yorumlarda bulunmak mümkün. Her devrimde ilk başta yükselen dalgada coşku hâkimdir. Ama bu dalga zamanla diner, çünkü hareket, sağlam ve derine uzanan köklere sahip değildir.

Kanaatimce yarattığımız ilk dalga, zirvesine Mart 1968’de Keremî’de ulaştı. Fetih askerleriyle İsrail askerlerinin savaştığı bu savaşın ardından gerileme dönemi başladı. Gerçekte sahip olduğumuz büyüklüğe doğru daraldık. Bu türden gerileme dönemleri, hep ayrışmalara, abartılı yaklaşımlara, romantik düşüncelere, bireycileşme eğilimlerine, devrimi bir efsaneye dönüştüren girişimlere tanık olurlar. Azgelişmiş dünyanın bu türden marazları, gerçek devrimci çalışmanın yürütülmediği, ama kişilerin gene de devrim yaptıklarını zannettikleri dönemde kendilerine ifade kanalları bulurlar. Eğer devrim, Mao’nun uzun yürüyüşü türünden bir sonuca yol açmazsa, devrim bir şekilde gerçekleşmezse veya bir Arap devletinin özgürleştirilmesi ile birlikte dışarıdan daha fazla güce kavuşmazsa, o vakit yaşanacak yenilgiler, kitlelerin morali üzerinde tehlikeli sonuçlara yol açarlar. Bizim gerileme dönemimiz, Eylül’de değil, Keremî Savaşı sonrasında başladı.

Bu noktada İsrail meselesini ele alabilir misiniz? İsrail milleti diye bir şey olduğunu düşünüyor musunuz? İsrail’de devrimci sosyalist ve anti-Siyonist Matzpen [“Pusula”] türünden örgütler, ilk başta Yahudi milletinin olmadığını, ama Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerin burada yeni bir toplum meydana getirdiğini, bu toplumun İsrail milleti olarak adlandırılabileceğini söylüyorlar.

Bu, Maxime Rodinson’ın çözümü. Hayal âleminde yaşayan birinin kendi fikriyatında dile getirdiği bir tavizden başka bir şey değil. Bu anlayış, belirli bir bölgeyi işgal edip, bir süre orada kalan her sömürgeci grubunun, kendisini bir millete doğru evriltmek suretiyle, varlığını bir biçimde meşrulaştırabileceğini söylüyor.

O hâlde siz İsraillilerin bir millet olduğunu düşünmüyorsunuz?

Hayır, düşünmüyorum. İsrail, sömürgeciliğin yol açtığı bir durumdur. Ortada, meşru ya da değil, belirli sebeplere bağlı olarak, dünyanın belirli bir bölgesine taşınmış bir grup insan var. Bu insanlar, hep birlikte sömürgeciliğin yarattığı duruma dâhil oluyorlar, aynı zamanda kendi aralarında sömürü ilişkisi tesis ediyorlar.

İsrailli işçilerin sömürüldüklerini ben de kabul ediyorum. Ama bu, ilk kez yaşanan bir şey değil. İspanya’da Araplar da benzer bir konumdaydılar. İspanya’da yaşayan Araplarda da sınıflar mevcuttu, ama ana çelişki, bir bütün olarak İspanya’daki Araplarla İspanyol halkı arasında yaşanıyordu.

İsrail halkını ileride bölmesi muhtemel çelişkilerin Filistin direnişinin İsrail toplumu içerisinde kendisine müttefikler bulmasını sağlayacağını düşünüyor musunuz?

Tabii düşünüyorum. Ama bu, hiç kolay olmayacak. Öncelikle biz, devrimi onların için bir seçenek hâline geleceği aşamaya taşımalıyız. Bu, bugüne dek becerebildiğimiz bir iş değil. Dolayısıyla, bu aşamada “Demokratik Filistin”den söz etmek saçmalık. Teorik bir ifadeyle, demokratik Filistin ileride yürütülecek tartışmalar için iyi bir zemin sunsa da bu tartışmalar, ancak Filistin direnişi gerçekçi bir seçenek hâlini aldığı noktada yürütülebilir.

Bu anlamda siz, direnişin İsrail proletaryasına pratik bir seçenek sunabilmesi gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Evet. Ama şuan İsrail işçi sınıfının Filistin direnişinin sesine kulak vermesini sağlamak güç bir iş. Bunun önünde birçok engel var. İsrail yönetici sınıfı ve Arap yönetici sınıfları, bu işin önünde engel. Arap yönetici sınıfları, ne İsraillilere ne de Araplara demokrasiye çıkan yolu gösteriyorlar. Bu noktada şu soru sorulabilir: Arap dünyasının neresinde demokrasi var? İsrail devleti de önemli bir engel. Üçüncü bir engel de gerçekte küçük de olsa, İsrail proletaryasının İsrail içerisinde sahip olduğu sömürgecilik statüsünden elde ettiği fayda. İsrail işçilerinin içinde bulunduğu durum, sömürgeciliğin koşulladığı bir durum. Bu işçiler, aynı zamanda bir bütün olarak İsrail’in emperyalizmle kurduğu ittifak içerisinde oynadığı özel rolden de istifade ediyorlar.

Bu engelleri aşmak, anti-Siyonist İsrail proletaryası ile Arap direniş hareketi arasında ileride belirli bir temas kurulmasını sağlamak için iki tür harekete ihtiyaç var. Bunlardan birisi direniş hareketi, diğeri de İsrail içerisinde yürütülecek muhalefet hareketi. Ama ortada henüz iki hareketin yakınlaştığına dair gerçek herhangi bir emare yok. Matzpen diye bir örgüt var ama, gerçek bir kitlesel işçi hareketinden mahrumuz. Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey de bu kitlesel işçi hareketi.

Kaynak

0 Yorum: