13 Temmuz 2022

, ,

Sol Melankoliyi Aşmak: Militan Yol Üzerine Düşünceler


Sol Melankoliyi Aşmak: Militan Yol Üzerine Düşünceler

Yenilgiyi Politikleştirmek

Faaliyetlerine yetmişlerin sonlarında başlamış, “seksenlerin o büyük kâbusu”nda (François Cusset)[1] yirmilerinde olan tüm radikal isimler ve komünist solcular gibi beni de yenilgiler eğitti. Ben de o insanlar gibi gerekli eğitimi, yaşanan yenilgilerin içerisinde aldım.

Ama bu süreç, hiç de düz ve homojen bir seyir izlemedi. Albaylar Cuntası’nın (1967-1974) yıkılmasını takip eden on ilâ on beş yıllık dönem içerisinde Yunanistan’da politik alan, dönemi Fransa ve İtalya gibi ülkelerden farklı tecrübe etti. (Bu noktada Kuzey Avrupa ülkelerinden hiç bahsetmiyorum bile.)

Yetmişli yıllar, toplumun belirli kesimlerinde, özellikle gençlik nezdinde öfori ve sol radikalleşme yılları olarak yaşandı. Bu dalga, takip eden on yıllık dönem içerisinde Yunanistan’da sosyalistlerin (Ekim 1981’de) iktidara gelmesiyle birlikte dindi, böylelikle belirli bir normalleşme süreci başladı, ama hiç kimse, yenildikleri hissine kapılmadı.

Büyük kısmını komünistlerin teşkil ettiği radikal sol, öğrenci gençliğin, lise gençliğinin, sendikaların ve kültürel hayatın yanında, seçim pratikleri dâhilinde de önemli mevziler elde etmeyi bildi. Azınlıkta olmasına karşın radikal sol, ahlaken belirli bir itibara sahipti ki bu itibar, militanlarının göğüs gerdikleri o uzun ve kanlı zulüm sürecinin ve onların iç savaş süresince faşizme, emperyalizme ve bu dönemde teşkil edilmiş olan istisnai hâl rejimine karşı geliştirdikleri, diktatörlüğün yıkıldığı güne dek devam eden direnişin bir sonucuydu.

Dolayısıyla, 1983 yılında Fransa’da okumak için ülkeden ayrılmak, beni gerçek manada şoke etmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen hâlen daha bu olayın düşüncelerimi ve eylemimi biçimlendirmeye devam edip etmediğini merak etmişimdir.

Seksenler, bilhassa Fransa’da korkunç bir dönemdi. Her düzeyde büyük yenilgilerle yüzleşildi. Neoliberal sapmaya tanık olundu, iktidara gelen sol, halka ihanet etti, işçi hareketi dağıldı, halk sınıfları bölündü, Fransız tarihinde işçi sınıfı ve toplum içerisinde gerçek kökleri bulunan yegâne parti olan Fransız Komünist Partisi çöktü, Soğuk Savaş liberalizminin sahip olduğu hegemonyanın ardından entelektüel tartışma ortamı beklenmedik bir biçimde dağıldı, tüm eleştirel düşünce, tek bir taş atmadan geri çekildi, üstelik, bu tartışmanın belkemiğini teşkil eden Marksizm de Fransa’da o “kısa yirminci yüzyıl” (1914-1989) boyunca kendine kapandı.

Bu bağlamda, söz konusu dönüm noktasına asıl damgasını vuran olayların Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler’in çöküşü olduğu söylense de gerçekte Çin’in kapitalizme yüzünü çevirmesini de eklememiz gereken bu olaylar dizisi, on yıl boyunca dünya genelinde yaşanan neoliberal karşı-devrimin ardından zaten tanık olunan değişim sürecine vurulmuş birer mühürden başka bir şey değildi.

Benim politik yolculuğumdaki önemli momentlerle de yakından ilişkili olan bu döneme başka şekilde de bakılabilir. Neticede yenilgi dönemlerinde de sınıf mücadelesi devam eder. Muktedir sınıflar, toplumsal dengeyi zor kullanarak dağıtırlar ve saldırıya geçerler. Aynı sebeplere bağlı olarak, kısmen örtük bir biçimde, muktedir sınıflar ve ideologları, intikamlarını alırlar ve süreç içerisinde kendilerinden kopartılan tavizleri ortadan kaldırmaya çalışırlar.

Dolayısıyla burada mesele, akademiyi ve medyayı yıllardır kuşatmış olan geçmişi yad etme değil, yeniden inşa meselesidir. Bu aşamada politik bir yaklaşım geliştirilmeli ve mevcut sessizlik duvarı parçalanmalı, tahrifata son verilmeli, önyargılar ortadan kaldırılmalı, halk mücadelelerini günbegün kuşatan, işçi sınıfını boğan bu duvar yıkılmalıdır.

2000’li yıllarda, Fransa İsyanda: Politik Mahfiller ve Toplumsal Mücadele isimli 2007 tarihli, Fransızca yayımlanmış olan ve başka yazarların yazılarını da içeren, esas olarak 1986-2006 arası döneme yoğunlaşan bir dizi metin ile bu pratiğe mütevazı da olsa bir katkı yapmaya çalıştım.[2] Bu çalışmada amacım, insanların dediğinin aksine, tüm bu döneme, savunma amaçlı da olsa basit manada direnişin ötesine geçen önemli toplumsal mücadelelerin damgasını vurduğunu göstermekti. Başka bir ifadeyle, bu kitapta, şu veya bu şekilde emsal teşkil edebilecek eylemlerden oluştuğunu, bu eylemlerin içeriğinin, temelde ahlak hatta estetik üzerine kurulu olduğunu, parçalı pratiklere yol açtığını, tarihsel derinlikten yoksun saf tekilliklerle neticelendiğini, genel güçler dengesi üzerinde kalıcı hiçbir etkilerinin olmadığını söyleyen düşünceye karşı çıkmaktı. Benim niyetim, aslında bu mücadelelerin gerçek çıkarlara dayandığını, olayların seyrine etki ettiğini, onları dikkate almanın ilgili dönemi anlamak için zaruri olduğunu ortaya koymaktı.

Bu tür bir çalışma, dün olduğu gibi bugün de bana politik açıdan önemli geliyor. Çünkü bu kitap, bizim belirli bir durumdaki ihtimalleri somut olarak değerlendirmemize, anlayışla ilgili hataları ve başarıları değerlendirmemize, özetle, altüst olan tarihin içerisinde momentlerin önceden yazılamayacağı fikrini somuta taşımamıza, her şey her zaman mümkün olmasa dahi, yolların çatallandığını, çoğu vakit kaçırılsalar dahi, halkın kurtuluşu mücadelesi içerisindeki güçlerin belirli fırsatlarla yüzleştikleri gerçeğini görmemize imkân sağlıyor.

Kasım-Aralık 1986’da Öğrenci Hareketi

Yukarıda söylediklerimi somutlaştırmak adına, kendi deneyimimden iki örnek aktaracağım. Bu örneklerin ilki Fransa, ikincisi de Yunanistan ile alakalı. İki ülke de benim politik eylemlere doğrudan dâhil olduğum yerler. İlk olarak Devaquet Kanunu’na[3] karşı 1986’da liselilerin ve üniversitelilerin yürüttükleri, kısmen başarılı olan, ama önemli bir zaferle neticelenmiş harekete değineceğim. Bu hareket, o dönemin hükümeti, kanun tasarısını geri çekmek zorunda kaldığı için, bugün bile hafızalardan silinebilmiş değil. Eylemlere sebep olan tasarı, Fransa’da üniversite ücretleri ve okul seçim prosedürü ile ilgiliydi. Hareketin unutulmamasının bir sebebi de Malik Usekin isimli öğrencinin ölümü ile sonuçlanan ağır polis saldırısı ile sona ermiş, zirvesine 4 Aralık 1986 günü ulaşmış eylemlilik sürecini örgütlemiş olmasıydı.

Nadiren dile getiriliyor olsa da bu hareketin etkileri, otuz beş yıl sonra bile hâlâ hissediliyor. Hepsi neoliberal politikaları uygulamış olsa da sonraki süreçte kurulan tüm hükümetler, üniversitelerin ücretsiz oluşuna ve öğrencilerin girişte elenmemesini öngören prosedüre karşı bir hamle yapamadılar. Sonrasında “Bolonya süreci” ile bir kama sokuldu. Avrupa Birliği düzeyinde alınan karar, ardından da 2007’de “üniversitenin özerkliği” kanunu ile birlikte yüksek eğitimi neoliberalizm yoluna sokacak reformlar, bir bir uygulandı. Macron, bahsini ettiğim Devaquet Kanunu ile tutuşturulmuş meşaleyi aldı, Parcoursup denilen[4] uygulama sürecini devreye soktu, AB dışından gelen öğrencilerden yüksek kayıt ücretleri almaya başladı. Sonrasında atılan bu ilk adım, genele teşmil edildi. Ama gene de 20 yıldır bir İngiliz üniversitesinde ders veren bir hoca olarak söylemeliyim ki İngilizce konuşulan ülkelerde yürürlükte olan, tümüyle piyasaya mahkûm edilmiş, girişimciliği esas alan modele sahip olana dek Fransa’nın kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor!

1986’daki öğrenci eylemleri sayesinde otuz kırk yıl gibi bir vakit kazanılmış oldu. Böylece birkaç kuşak, büyük bir başarı olarak görülmesi gereken, üniversiteye demokratik erişim imkânından yararlanma şansına sahip oldu. Diğer yandan da Malik Usekin’in ölümü ardından hükümetler, benzer olayların yaşanmasından korktular. Bu olay, toplumsal hareketlere ve sokak gösterilerine karşı polisin takındığı tutum konusunda belirli bir kırmızı çizginin çekilmesini sağladı. Yakın dönemde, örneğin 2016’daki çalışma kanunu karşıtı harekete yönelik saldırılarla, Sarı Yeleklilerin eylemlerinde zirveye ulaşan baskılarla, insanların sakat kalmasına ve yaralanmasına sebep olan polis müdahaleleriyle birlikte, söz konusu kırmızı çizgi hükmünü yitirdi.

Bu dönemi tüm yönleriyle değerlendirdiğimiz vakit görüyoruz ki 1986’daki öğrenci hareketinin ardından Fransa’daki toplumsal hareketler, kimi kısmi başarılar elde etme imkânı buldular. Bu başarıların en önemlisi de 1995’te emeklilikle ilgili önerilerin geri çekilmesi ve 2006’daki CPE’nin (ilk iş sözleşmesinin[5]) yürürlükten kaldırılması idi. Tüm cumhurbaşkanları içerisinde neoliberalizmi en kararlı biçimde uygulama yanlısı olan Macron bile, kendisinin hazırladığı emeklilik reformu projesini geri çekmek zorunda kaldı. Bu geri adımın tek sebebi, Kovid pandemisi değildi. Aralık 2019’daki ve Ocak 2020’deki güçlü eylemler yapılmamış olsaydı, reform, tek hamlede yürürlüğe konulacaktı. Tüm bu eylemler, neoliberalizmi durdurmak için elbette ki kâfi değil. Öte yandan, neoliberalizmin karşısına çıkartılacak politik seçenek de henüz ortada yok. Gene de Fransa, neoliberal modele yönelik itirazın güçlü olduğu ülkelerden biri. Bu sayede toplumun edindiği haklar, başka ülkelere kıyasla Fransa’da daha iyi korunabiliyor.

Öte yandan, 1986 hareketi, benim de iştirak ettiğim bir hareket olduğu için de önemli. Bir kitle hareketine iştirak etmek, önemli bir deneyim. Böylesi bir deneyim, bu tür olguların oluşmasını sağlayan mekanizmayı daha iyi anlamanızı sağlıyor. Hatırlayabildiğim kadarıyla, yaşadıklarımı aktarmaya çalışayım.

Mart 1986’daki seçimler sonrası yeni iş başına gelmiş olan Chirac hükümeti, yaz boyu oturup yüksek eğitim reformunu hazırladı. Bu tür tedbirleri hükümetler, genelde yaz aylarında hazırlarlardı. Böylece, biz de okul açıldığında neyle yüzleşeceğimizi bilirdik. O dönemde ben, FKP ile bağlantılı olan Komünist Öğrenciler Birliği’nin ve sonrasında sosyalistlerle Troçkistlerin hâkim oldukları “bağımsız ve demokratik” kabul edilen UNEF isimli yapıyla birleşip, bugünkü UNEF’i (Fransa Ulusal Öğrenci Birliği’ni) meydana getirecek UNEF Solidarité Étudiante (Öğrenci Dayanışması) içerisinde çalışma yürütüyordum.

Diğer solcu sendikalarla ve öğrenci örgütleriyle birlikte öğrencileri bilgilendirmeye ve bildiri dağıtmaya başladık. Ekim ayı sonrası Nanterre Üniversitesi’nde peşi sıra bir dizi genel meclis toplantısı düzenledik, fakat tüm çabalarımıza karşın, pek başarılı olamadık. Sayımız yüz ilâ iki yüz civarındaydı. Hareket, diğer üniversitelerde, en azından Paris bölgesinde sıçrama yapma imkânı bulamadı. Öğrencilerdeki pasiflik karşısında hayal kırıklığına uğradığım için Kasım ayının sonunda meclis toplantısına gitmedim. Ertesi gün bir yoldaşım gelip, “çok şey kaçırdın. Okuldaki (iki bin kişilik) büyük amfi tıka basa doldu. Grev kararı aldık.” O an bir şeyleri anlamaya başladım.

Bu neden olmuştu? Sartre, kendisinin “dizisellik” adını verdiği atomizasyon hâlinden bir grubun ortak eylem dâhilinde birleştiği hâle geçme ihtimalinden bahseder. Sartre, bu geçişi iki mekanizma üzerinden açıklar. Temelde tepkisel olan ilk mekanizma, ciddiyet ve yakınlık arz eden tehdidin farkında olunması ile birlikte oluşur. “Eğer harekete geçmezsek, bu gelişme bizi doğrudan etkileyecek” diye düşünülür. Devaquet Reformu’nun somutta kendisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde üniversiteye notlar ve para ile girme meselesi gündeme geldi ki bu, bizim hiç istemediğimiz bir durumdu. Neticede, şekillenmeye başlayan kolektif eylem için gerekli koşulları husumet denilen olgu meydana getiriyordu. Devrimleri tetikleyen, muktedir sınıflardı, çünkü onlar, Fransız Devrimi’nin tarihini kaleme almış olan tarihçi Sophie Wahnich’in [6] bahsini ettiği, “halkın uzun süre gösterdiği sabrı” yanlış idrak ediyor, bu sabrın illaki tükeneceğini düşünüyorlardı. Halkın sabrı, gerçekten de uzun süre tükenmiyordu.

Bir grubun oluşmasını sağlayan ikinci mekanizma, taklitle alakalı. Birilerinin davranışını taklit edersiniz, meclise giden kişileri görürsünüz ve onların peşine takılırsınız. İlk başta kafanızı allak bullak eden şeylerin halesine kapılırsınız, sonra onu idrak edersiniz ve bu şeyin büyüyeceğini, önemli bir etkiye yol açacağını hissedersiniz. Ardından, kontrol altında ilerleyen başka süreçler devreye girer: tartışma, ortak hedefler konusunda uzlaşma, eylem araçları, liderliğin oluşması vs. Ama gene de ilk adım atılmadığı takdirde hiçbir şey yaşanmaz. Büyük patlamalar kendiliğindenmiş gibi görünse de onlar, her daim bilinçli bir yan içerirler: bir şeylerin tetiklenmesi gerekir. Kolektif tepkinin ilk hâli oluşmalıdır. Bu durumda hazırlık çalışmaları yürütülmelidir. Sartre, tam da bu sebeple, mutlak kendiliğindenlik diye bir şeyin olmadığını söyler. Her somut durum, az çok somut olan dizisellikle grupların karışımından oluşur. Ama kolektif eylemin açığa çıkmasının bir garantisi yoktur. Uzun soluklu militan pratiğe iştirak eden herkes, şunu çok iyi bilir: mucizevi sürprizlerle karşılaşılır, ama çoğunlukla, onca inada rağmen, hayal kırıklıklarıyla yüzleşilir, işler hiç de istediğimiz gibi gitmez.

1986’daki hareket boyunca Chirac hükümeti, korkudan tir tir titredi ve geri çekilmek zorunda kaldı. Lâkin bu gelişme, 4 Aralık günü Cumhuriyet Muhafızları Birlikleri’nin ve polisin saldırıları sonucu Malik Usekin’in ölümü pahasına yaşanmıştı. Sonrasında kimi devlet kurumlarında ve şirketlerde bazı yürüyüşler gerçekleştirildi. Ardından sendika konfederasyonları grev çağrısı yaptılar, böylelikle işçi hareketi ile bağ kuruldu. Birdenbire hava değişti. 1968’in hayaleti dolaşmaya başladı. Neticede Devaquet Kanunu hızla geri çekildi.

1986-1988 arası dönemde toplumsal gösteriler tekrar yaşanmaya başlandı. Demiryolu işçileri, Paris metrosu işçileri ve Snecma gibi fabrikalardaki işçilerin yanı sıra hemşireler greve gittiler. Bu toplumsal huzursuzluk, politik durumu önemli ölçüde etkiledi ve 1988’de sağın iktidarın uzaklaştırılmasını mümkün kıldı. Oysa sağın devrilmesi, iki yıl önce, solun ilk beş yıllık döneminin hüsranla sonuçlandığı koşullarda, akla hayale dahi getirilemeyecek bir gelişmeydi. Tabii elde hâlen daha Mitterrand ve gene Sosyalist Parti hükümeti vardı. Gene de neoliberalizmin en vahşi biçimi, Fransız usulü Thatcherizm bir süre iktidardan uzaklaştırılmıştı. Sarkozy’ye dek sağ, sahneye çıkma imkânı bulamadı ve büyük ölçüde toplumsal mücadeleler sayesinde yavaşlayan neoliberal yapılanma sürecindeki yavaşlanmaya yönelik bir tepki olarak varolabildi.

Dolayısıyla şunu görmek lazım: toplumsal mücadeleler, gerçekten de etkili olgular olsalar da onların belirli bir durumun verili koordinatlarını değiştirme konusunda tek başına yeterli olmadıklarını görmek gerek. Bunun için politik bir seçeneğe ihtiyaç var. Bu seçeneğin açığa çıkması içinse onun mücadelelerle ve kolektif deneyimle beslenmesi gerekiyor, aksi takdirde, ilgili seçenek soyut ve şekilsiz bir olgu olarak varlığını sürdürüyor ve asla gerçek bir güç hâline gelemiyor.

Bu nedenle, Daniel Bensaïd’in “toplumsal yanılsama” dediği, hareketlerin kendi kendilerine yeterli olabileceğine dair inancı, Alain Badiou gibi onların etkilerini inkâr etmeden, eleştirmek gerekiyor. Bilindiği gibi Badiou, hareketleri, “alabildiğine olumsuz” bir olgu olarak hareketçilik bağlamında ele alıyor. İnkârın kendisi, muğlâk da olsa olumlu, olumlayıcı bir şeyleri tohum hâlinde içerebiliyor. Bu tohum çatlayarak, mümkün olanın ufkunu genişletecek bir itki ve vektör olarak iş görebiliyor. Basit bir ifadeyle, gerçek manada devrimci ve özgürleştirici bir politikanın yenilenmesi, “hareketçilik” meselesinin sınırlarını aşan bir konu, ama şunu da görmek lazım: bu politika, boşlukta veya ebedi hakikatlerin o pürüzsüz arazisinde meydana gelmiyor. Onun ortaya çıkabilmesi için ezilenlerin mücadelelerinin biriktirdiği canlı deneyimle sürekli ilişki kurması gerekiyor.

Hazana Dönen Yunan Baharı

Bahsini ettiğim hareketten sonra, otuz beş yıl boyunca politik faaliyetlerime devam ettim. Burada tüm bu süreci aktarmak yerine, sadece dünyaya daha geniş bir pencereden bakmamı sağlayan, kişisel politik hayatıma en fazla tesir eden tek bir momentten bahsedeceğim.

Bu moment, “Yunan Baharı” olarak anılan beş yıllık (2010-2015) döneme denk düşüyor. Bu istisnai bir biçimde zengin ve yoğun olan dönem, bir yandan da Syriza hükümetinin Temmuz 2015’te Avrupa Birliği’nin emirlerine teslim olup, yenildiği dönemi ifade ediyor.

O günlerde partinin üyesiydim, hatta 2012-2015 arası dönemde merkez komitesinde yer aldım. Bu sebeple, sorumluluk makamında olan bir kişi olarak, bizzat tecrübe ettiğim bu yenilgi, benim ve başkalarının olayların anlamını sorgulamaya itti. O dönemde şu tür soruları sormak durumunda kalmıştık: tüm bunlar niye oldu? Ortaya çıkan sonuç kaçınılmaz mıydı? Sorumluluk kimde?

Önce genel bağlamı aktarayım. 2010 baharında Yunanistan, kamusal borç ve bütçe açığı gibi ülkenin finans piyasalarından dışlanmasına neden olacak sorunların büyüklüğüne bağlı olarak, krize girdi. Piyasalarla karşı karşıya gelmek gibi bir meselesi olmayan hükümetin önünde uzanan tek çözüm yolu, AB’deki ortaklarından “yardım” istemekten geçiyordu. AB, IMF’ten AB, Merkez Bankası ve IMF’ten oluşan o meşhur Troyka’nın oluşturulmasını istedi. Bu troyka, borçların döndürülebilmesi için ülkeye krediler verdi. Gelgelelim bu krediler, oldukça ağır şartlarla verildiler. İlgili şartların yerine getirilebilmesi için Yunan meclisi, Mayıs 2010 ve Şubat 2012’de alelacele toplanıp kararlar almak durumunda kaldı. Ülkeye tatbik edilen “şok terapisi” küresel güneyin borç yükü fazla olan ülkelerinin ve eski Sovyet bloku ülkelerinin tecrübe ettiği türden bir terapiydi: Bu uygulama, ağır kemer sıkma politikalarını, her türden mevzuatın ve düzenleyici kurumun ortadan kaldırılmasını, ekonomik ve toplumsal politikanın onlarca yıl boyunca yabancı güçlerin denetimine teslim edilmesi gibi başlıkları içermekteydi.

O an halk, harekete geçti. Yetmişlerden beri görülmemiş en büyük gösterilere tanık olundu. 2011 baharında açığa çıkan Sintagma Meydanı hareketinin çapını da aşan bu eylemler dâhilinde, tasarruf tedbirlerini içeren planların uygulandığı ilk iki yıl boyunca ülkede otuz dörtten fazla 48 saat süren genel grevler yaşandı. Bu eylemlerin karşısına itiraz ve baskı duvarı dikilse de neoliberalizme teslim olmuş olan PASOK isimli sosyalist partiyle muhafazakâr sağ arasında iktidarın değiş tokuş edildiği politik sisteme ağır bir darbe indirilmiş oldu.

O güne dek yüzde 5’ten fazla oy alamamış olan radikal sol parti Syriza, açılan yarıktan geçti ve kemer sıkma ile denetim politikalarının demir kafesini kırıp atacağı vaadinde bulundu. 2012 baharında yapılan ilk seçimde yüzde 17 oy alan Syriza, ikincisinde oyunu yüzde 27’ye çıkarttı. Bu anlamda 2009’daki seçimde yüzde 44 oy alırken, bu seçimde oylarını yüzde 12’ye düşüren PASOK’tan fazla oy alan Syriza, sağın iki puan gerisinde kaldı. Arkasına rüzgârı alan Syriza, üç yıl bile geçmeden, 2015 Ocak’ında yapılan seçimleri kazandı, mecliste çoğunluğu elde etmesi için gerekli olan sandalye sayısından bir eksiğini elde etti, neticede ulusal egemenlikten yana olan Anel isimli küçük bir sağcı partiyle birlikte hükümet kurdu. Seçim zaferinin yol açtığı umut dalgası, Yunanistan sınırlarını bile aştı. Syriza, neoliberalizmden kopmanın yollarını arayan Avrupa solu ve uluslararası sol güçler için bir referans noktası hâline geldi.

Troyka’nın gelişmelere yönelik cevabı gecikmedi. 4 Şubat günü Avrupa Merkez Bankası, elindeki para silâhını Yunanistan’a doğrulttu ve Yunan bankalarına akan para musluklarını kapattı. 20 Şubat günü Syriza hükümeti adına Yani Varufaki, Avro sahasındaki ülkelerin maliye bakanlarının katıldıkları Avro Grubu toplantısında ülkeyi küçük düşüren, Yunanistan’ı kendi programını uygulamaktan alıkoyan o anlaşmayı imzaladı. Ülkenin mali durumu hızla kötüleştikçe, bitmek bilmeyen müzakere süreçleri ile bu küçük düşürücü müdahalelerin ardı arkası kesilmedi. Haziran ayında yayınlanan ültimatoma Avrupa Komisyonu’nun ülkeye dayattığı yeni kemer sıkma planı eşlik etti.

Syriza lideri ve başbakan Aleksis Çipras, o noktada kendi hamlesini yaptı ve referandum çağrısında bulundu. 5 Haziran 2015’te gerçekleştirilen referandumda kemer sıkma planına “Hayır” denildi (yüzde 61,3). Seçmenler, ülkedeki nakit para arzının bloke edilmesini öngören ekonomik abluka şantajı gibi tehditlere kulak asmadılar. Ama sekiz gün süren bu bayram havası, Çipras’ın AB ile üçüncü memorandumu imzalamasıyla dağıldı. Yunan seçmenlerin karşı çıktıkları plandan daha kötüsünü vaat eden bu memorandumla birlikte önceki hükümetlerin imzaladıkları ilk iki memorandumun uyguladığı “şok terapisi” nihayete erdirilmiş oldu. Yunan Baharı hazana döndü.

Savaşın tam ortasında partinin bu şekilde teslim oluşunu nasıl izah etmeliyiz? Yunan Baharı, esasen kendisini nasıl savunacağını bilmediği için değil, politik liderlik düzeyinde kendisini savunmak istemediği için yenildi. Bu noktada iki husus önemli.

1. Avrupa Birliği ve ona bağlı yetkilileriyle karşı karşıya gelindiğinde, bu güçler ciddiye alınmalılardı. Yunanistan’ın Syriza hükümetinin kurulmasını takip eden birkaç gün içerisinde Avrupa Merkez Bankası eliyle kurulmuş bankacılık sistemine yönelik saldırılarla maliye düzleminde boğulacağı kesinlikle öngörülebilecek bir gelişmeydi. Verili güçler dengesi karşısında B planı devreye sokulmadığı durumda, teslimiyet kaçınılmaz olarak yaşanacaktı. Nihayetinde borçların ödenmemesi ve Avro’dan çıkılması gibi adımları içermesi gereken bu tür bir plan, doğaçlama uygulanabilecek bir şey değildi. Uygulanabilmesi için planın ciddiyetle ele alınıp zenginleştirilmesi, her şeyin ötesinde, onun Yunan halkına tüm yönleriyle izah edilmesi gerekiyordu.

Bunun yerine, Çipras ve Syriza liderlerinin önemli bir bölümü, halkı, müzakerelerde takınılacak sert tutumun engellerin kaldırılmasına ve partinin vaat ettiği şeylere ulaşılmasına yeteceğine dair söyledikleri yalanlarla uyuttu. Partinin açıktan beyan etmediği hedefi, “onurlu tavizler”de bulunmaktı, ama bu adımların neticesinde Syriza’yı iktidara taşıyan program terk edildi (veya belirsiz bir geleceğe ertelendi). Syriza, kitlesinin değil, iş dünyasının ve kredi kuruluşlarının temsilcilerinin istediğini yaptı.

Müzakereler sonunda olumlu sonuçlar elde edilebileceğine dair yanılsama, özünde Syriza içerisindeki çoğunluğun tüm Avrupa solu ile birlikte paylaştığı bir inanca dayanıyordu. Sağcılar da solcular da Avrupa Birliği’nin içeriden reforma tabi tutulabileceğine inanıyorlardı. “Her hâlükârda geriye döndürülemez olan bu tür reformlar, AB’yi dönüştürebilir” diye düşünülüyordu. Üstelik AB’den ayrılma fikri de milliyetçi ve gerici kabul ediliyordu. Bu “sol Avrupacılık” yüzünden solcu bir seçenek üretmekle ilgili her türden fikir çöpe atıldı. Bu yaklaşım, süreç içerisinde hiçbir şeyi değiştirmedi.

2. Kopuşu öngören plan, halkın harekete geçirilmesini ve teşvik edilmesini gerekli kılıyordu. Bu bakış açısının öyle büyülü ve gizemli bir tarafı da yoktu. Daha önce de dile getirdiğim biçimiyle, Syriza’nın zaferi sonrası anketler, halkın kütleler hâlinde harekete geçtiğini ortaya koyuyordu. Dolayısıyla kitle hareketi, tümüyle gerçeklikte karşılığı olan bir ihtimaldi. Avrupa Merkez Bankası’nın kararının duyurulduğu Şubat ayının başından itibaren yapılan gösteriler de bu gerçeğin teyidi niteliğindeydi. Bu anlamda Yunanistan, solun kazandığı, ama işçi hareketinin bir dizi yenilgi yaşadığı 1981 Fransası’nda eksik olan şeye sahipti. Neticede Mitterand’ın zaferi, Haziran 1936’dan ve Halk Cephesi’nden beri beklediği o büyük halk hareketliliğine yol açmadı.

Halktaki hareketlilikle Avrupa Birliği’nin emirlerinden kopulmasına dönük ihtimalin somutlaşması, 5 Haziran 2015 referandumunun zeminini teşkil etti. Çipras, referandum yapılacağını duyurduğunda, elbette ki aklında kaybetmek yoktu. Kaybetmeyeceğini o da biliyordu. Esasen Çipras, AB kararlarına teslim olmaya karar vermişti, tek niyeti, bu adımı bir biçimde meşrulaştırmaktı. Referandum kararıyla, niyetlerini aşan bir dinamiğin açığa çıkmasını sağladı. Halka yapılan çağrı, halkta ciddi bir karşılık buldu. Büyük yürüyüşler örgütlendi. Avrupa hükümetlerinin her gün savurduğu tehditlere, ekonomik ablukaya, ATM’lerden para çekilemeyecek koşulların oluşması ihtimaline karşın “Hayır” referandumdan zaferle çıktı. Yunanistan “Hayır” dedi, ama liderleri çoktan teslim olmuştu. Bu teslimiyet, bir anda halk kitlelerinin fiili hareketini darmaduman etti ve yenilgiye yol açtı.

Bu yenilginin sonuçlarını hâlen daha yaşıyoruz. Aslında o andan itibaren Avrupa’da sol, çöküş sürecine girdi. Syriza’nın yolundan yürüyen liderlerce yönetilen Podemos’un kısa süreli başarısı, 2017 seçiminde Mélenchon’un aldığı yüzde 20’lik oy ve İngiliz İşçi Partisi’nde Corbyn çizgisinin güçlenmesi, bu sürece mani olamadı. Corbyn’in elde ettiği başarı, Brexit oylaması sonrası hükmünü yitirdi. İngiliz solu, AB’den kopmayı öngören hatta bir türlü giremedi. Bu seçeneği elinin tersiyle itti. Ama öte yandan işçi sınıfına mensup seçmenlerin büyük bir kısmı, yüzünü milliyetçi ve Atlantikçi sağa döndü. Sağ da bu seçmen kitlesine hâkim oldu ve onu kendi çıkarları uyarınca biçimlendirdi.

Bu anlamda Yunan Baharı’nın sona ermesi ardından Avrupa’da halk kitleleri nezdinde açığa çıkan öfkenin radikal sağ ve aşırı sağ güçlere örgütlendiğini söyleyebiliriz. Geleneksel elitlerden farklı olması gereken, neoliberalizme karşı çıkıyormuş gibi yapan, ama iktidara geldiğinde önceki hükümetlerden farklı hiçbir şey yapmayan bir solla halkın ne işi olabilirdi ki? Yunanistan’da yaşanan felâket, hepimizi kapsamlı bir sınava soktu ve bu sınav, bugün de karşımıza çıkan sorunlarla yüzleşmeye zorluyor.

Yenilginin Ana Sebepleri

Yaşanan teslimiyetin sebeplerine yakından bakmak gerekiyor. Bu konuda daha önce, ülkeyi savunacak bir planın eksik oluşu, hükümet kurulduğu vakit halk hareketine bel bağlanmaması ve AB içerisinde hareket etme imkânlarının bulunduğuna dair ideolojik yanılsama gibi kimi sebeplerden bahsetmiştim. Gelgelelim bir şekilde bu sıraladığım sebepler, sadece sorunu tarif etmemize yarıyor, şu sorulara cevap sunmuyorlar: “Syriza liderleri, felâketin ucu görüldüğü vakit, neden farklı bir şey yapmadılar? Bu liderler, parti içerisinde azınlığı teşkil eden grup, ikazda bulunduğu ve ülkeyi savunacak planın genel çerçevesine dair bir şeyler önerdiği vakit, neden farklı bir yola girmediler?

Ben, her türden meseleyi belirli bireylerin karakterine veya karaktersizliğine indirgeyen psikolojik yaklaşımlara inanmıyorum. Ayrıca Çipras ve Syriza liderlerinin ta başından beri üçüncü memorandumu izlemek niyetinde olduğuna, her şeyin önceden planlandığına, bu kişilerin iktidara gelip, kirli işlerini tamama erdirmek adına, yalan söylediklerine dair laflar edenlere de katılmıyorum.

Tabii şurası da doğru: Çipras’tan başlayarak parti liderleri, esasında gerekli cesareti ortaya koyup güçlükleri herkese anlatıp, temelsiz olduklarını bildikleri güvencelerden vazgeçmeyi, laf salatasına, boş konuşmalara bir son vermeyi tercih etmediler.

Bu konulara dair net bir izahat sunabiliyor değilim. Zira bu türden bir izahat için belirli kaynaklara erişebiliyor olmamız gerekiyor. Gene de tecrübelerim, okumalarım ve yoldaşlarımla gerçekleştirdiğim fikir teatileri ışığında, şu türden bir senaryonun sahnelenmiş olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Geriye döndürülemez olmasa da belirli bir momentte önemli bir değişim yaşanmıştı. Kanaatimce bu değişim, 2012 yılının bahar ve yaz aylarında gerçekleşmişti. Mayıs ve Haziran’da yapılan meclis seçimlerinde Syriza, olağanüstü bir atılım gerçekleştirmeyi bilmişti. O güne dek seçmenin sadece yüzde 4 ilâ 5’inin oyunu alan küçük bir parti olarak Syriza, birden ana muhalefet partisi ve olası hükümet partisi oluvermişti. Halk hareketinin dalga dalga yayıldığı koşullarda, parti, kendi içerisinde normalleşme sürecine girdi, buna karşın kopuş üzerine kurulu söylem hâlen daha güçlüydü.

Haziran başlarında, seçimden birkaç gün önce Çipras, Avro’nun terk edilmesinin ve AB’den çıkılmasının kendisi için bir tabu teşkil etmediğini söyledi. Bu, o dönemde partinin resmi konumunu ifade eden bir görüştü.

2012 yılının Mayıs ayında yapılan seçimle Haziran ayında yapılan seçim arasındaki dönemde tüm Avrupa genelinde bir panik havası oluştu. Merkel, Hollande ve AB ülkelerinin diğer hükümet başkanları, her gün çıkıp Yunan seçmenlere ülkeyi kaosa sürükleyecek, “sorumsuz” kişilere oy vermemeleri çağrısında bulundular. Yönetici sınıflar ve onların Avrupa Birliği’nin yönetim kademelerinde görevlendirdikleri politik kadroları bu tür bir seçimin tehdit teşkil ettiğini gördüler.

Peki Syriza liderleri bu durumu nasıl ele aldılar? Hakikatle yüzleştikleri o momentte bu liderler, geleceği etkileyecek zor tercihlerle yüzleşmişlerdi. Benim tezime göre, bu liderler, hem ülke içerisinde hem de Avrupa Birliği katında hâkim güçlerle çatışma ihtimalinden korktular. Zira azınlık iken, sırtınızda yumurta küfesi yokken, radikal cümleler kurmak mümkündü, ama iş, o cümleleri fiiliyata dökmeye gelince gerçeğin yükünü omuzlamak zorunda kalıyordunuz.

Bu noktada, üzerine pek laf edilmeyen bir olay üzerinde durmak istiyorum. 2012 yazında, partinin sandıktan muazzam bir başarıyla çıktığı koşullarda, Çipras, birkaç hafta ortalıktan kayboldu. Herkes, onun çok çalıştığını, biraz dinlenmesi gerektiğini söyledi. Sonbahar aylarında ortaya çıkan Çipras, Avrupa’nın ve dünyanın muktedirlerine “mutedil biri olduğuna” dair mesaj sundu. Bu güçlere seslenmek için çıktığı yurtdışı gezilerinde ve uluslararası kurumlarda ya da hükümetlerarası kurullarda yaptığı konuşmalarda özetle şunu söyledi: “Biz, kötü insanlar değiliz. Göründüğümüz kadar radikal de değiliz. Dolayısıyla biz, bu sorumluluk duygusuna sahip olduğumuz için ödüllendirilmeyi hak ediyoruz.”

Bu anlamda Çipras, diğer Avrupa ülkelerinde kurulan sol hükümetlerin yürüdüğü yolu anımsayan herkesin bildiği bir türküyü tutturmuştu. Bu dönemde Syriza içerisinde çok az kişi, Çipras’ın seksenlerde ve doksanlarda Fransız veya İtalyan solcuları gibi yön değiştirmeyi planladığını gördü. Üstelik Çipras, seksenlerde kurulan Mauroy ve Fabius hükümetleri gibi sert önlemler almakla kalmadı, aynı zamanda Macron’un yürüttüğü politikasının bile yanında daha ılımlı kalacağı, ağır sonuçları olan kemer sıkma önlemlerini ve ülkeyi açık artırmayla satılığa çıkartma işlemini içeren bir planı yürürlüğe koydu.

Yaşananların sebeplerini anlama çabası dâhilinde bir adım daha atalım ve şu soruyu soralım: “Syriza liderleri neden korktular?

Bu noktada bizim Syriza’nın ve liderlerinin ne tür bir malzemeden meydana geldiklerine bakmamız gerekiyor. Çipras’ın dış dünyaya sunduğu imaj yalandı, çünkü merkeze yakınlaştığı ölçüde o, hep söz konusu dönemde liderlik kadrosu içerisindeki tek genç olduğu iddiasının arkasına saklanıp durdu. Böylelikle geleneksel solun geçmişinden kurtulmuş, eli kolu rahat ve tümüyle yeni bir isim olarak takdim edildi. Oysa Çipras, siyasette ilk adımlarını doksanların başında, Ortodoks Yunan Komünist Partisi’nin gençlik kadrosu içerisinde atmıştı. Syriza içerisinde ona destek sunan isimlerse yaşlı, büyük kısmı erkek olan kadrolardan oluşuyor, bu kişiler de Yunan Komünist Partisi’nden kopmuş ekiplerden geliyorlardı. “Kısa yirminci yüzyıl”da komünist solun yaşadığı yenilginin izlerini taşıyan bu insanlar, bu yenilgiyi önemli ölçüde içselleştirmişlerdi. Bu kişiler, İtalya gibi ülkelerde sosyal demokratlar veya eski komünist partililer gibi düzenin kucağına koşmasalar da artık bir şeylerin radikal müdahalelerle değişemeyeceğine, başka bir düzenin mümkün olduğuna, sonuçta da böylesi bir düzenin kurulması için büyük bir çatışmanın zaruri olduğuna inanmıyorlardı. Bu parti liderleri, belirli dönemlerde tekrarlanan krizleri tarihte nadiren rastlanılan, her şeyi değiştirme konusunda fırsatlar sunan gelişmeler olarak görmüyorlardı. Düşünceleri bu şekilde değildi. Krizleri fırsat olarak görmeyen, değişime inanmayan kişi de doğal olarak Merkel’in, Schäuble’nin, Draghi’nin vs. karşısına dikilemiyor, elindeki imkânlarla ancak mevcut güçler dengesinin acımasız mantığına teslim olabiliyordu.

Bu noktada bizzat şahit olduğum olaylardan söz etmek istiyorum. Çipras’la bir kez yüz yüze konuşma fırsatı bulabildim. Mayıs 2012’de Paris’e geldiğinde, o dönem Fransız Komünist Partisi’nin sekreteri olan Pierre Laurent’in ve Jean-Luc Mélenchon’un ulusal mecliste düzenledikleri basın toplantısında kendisinin tercümanlığını yapmıştım. Çipras, medya kuruluşlarını geziyordu. Trafiğin bir türlü akmadığı Paris kentinde uzun süre taksiyle yolculuk etmiştik.

Aramızdaki sohbet, sıcak ve rahat bir ortamda cereyan etti. B planı konusunda farklı görüşler dile getirdikten sonra bana dönüp, “neden Avro’yla ilişkimizin kopmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorsun? Sendeki bu Syriza solcularına has mantığı hiç anlamıyorum” dedi. Ben de ona şu cevabı verdim: “Düşmanlarınız, size başka bir seçenek bırakmayacak. Size diz çöktürmek, her türden aracı kullanıp size mani olmak isteyecekler. Onlara verilecek tek cevap, Avro’yu terk etmek olacaktır.”

Bu cevap üzerine, bir süre kafamı allak bullak eden bir şey söyledi bana. Kabul etmeliyim ki bu cevabı beklemiyordum. Kullandığı her bir kelimeyi ömrüm boyunca unutmayacağım: Birden, bir politik liderde görülmeyecek türden bir hızla bana dönüp, “Bu söylediklerini neden yapsınlar ki? Hangi sebeple yapacaklar bunu?” O an anladım ki Çipras, sadece sınıf mücadelesini değil, burjuva siyasetçilerin tam anlamıyla bilincinde oldukları politik ve toplumsal çelişkinin doğasında bulunan temel gerçekliği de ciddiye almıyordu. Bence yenilginin ana sebebi buydu, konumlar arasındaki asimetri ve bu asimetrinin zayıflar nezdinde açığa çıkarttığı körlüktü.

Ben, Çipras’ın başbakan olduğu dönemde, 13-14 Temmuz 2015 gününün akşamı teslim olmayı ve ülkeyi küçük düşürmeyi istediğini düşünmüyorum. Onun aklında, muhtemelen “onurlu tavizler” verip, geçmişte işine yaramış olan küçük taktiksel manevralarla ilerlemek vardı. O, olan biteni hiç anlamadı, çünkü Avrupa Birliği içerisinde herhangi bir alternatif politikanın yürürlüğe konulmasının imkânsız olduğu gerçeğini göstermek, bunun için kendisini ezmek zorunda olduğunu görmek istemedi, bir anlamda, bu gerçeği bir türlü göremedi. Hatta düşmanları bu hedefe ulaşmakla kalmadılar, onu teslim almakla yetinmediler, ayrıca Çipras’ı “üzgünüz ama başka seçeneğim yoktu” deme noktasına getirerek, AB’nin emirlerini uygulayan uysal bir araca dönüştürdüler.

Bugün İçin Çıkartılacak Dersler

Yunanistan’ın yüzleştiği felâketin sunduğu dersleri şu şekilde özetlemek mümkün: Neoliberalizmden kopma derdinde olan, ama 2015’te Syriza ve Çipras’ın bu kopuşu neden ve nasıl gerçekleşemediğini izah etmeye yanaşmayan hiçbir sol politik güç, dikkate alınmamalı.

Somut bir örnek üzerinden ilerleyelim ve Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin Ortak Gelecek programını ele alalım. Marjinal bir öneri olarak görülemeyecek olan bu program, 2017’de seçmenin yüzde 20’sinden onay aldı. Hareketin başını çeken Mélenchon programı, bir maddesi dışında, 2022 seçim kampanyasında da kullandı. Eğer bu programı uyguladığı vakit Avrupa ve Fransa’daki yönetici sınıflarla kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelineceği hususunu dikkate almayan bir kişi, tıpkı Mélenchon gibi “programı ne olursa olsun uygulayacağız” dese bile, ciddiye alınmamalı.

Yönetici sınıflarla karşı karşıya kalınacağına göre, bu çatışmaya önceden hazırlanılmalı. Belirli tipte tedbirlerin alınması gerektiği görülmeli, düşmanın tüm gücüyle cevap vereceği bilinmeli.

Fransa’da gerçek güç, Elysée Sarayı’nda (cumhurbaşkanlığında) veya Matignon Köşkü’nde (başbakanlıkta) değil. Asıl olan ekonomik güç, o da büyük şirketlere, bankalara, finans kuruluşlarına ve devlet aygıtının tepesinde konuşlanmış kişilere, maliye bakanlığındaki üst düzey bürokratlara ait. Bu bürokratlar, maliye bakanından daha fazla güçlüler. Ordu ve polis teşkilâtından oluşan baskı aygıtından bahsetmeye bile gerek yok. Bu aygıt, mevcut düzeni güvence altına alıyor ve Beşinci Cumhuriyet’te fiilen yürürlükte olan rejime geçişte öncü rol üstlenmiş bir güç olarak önemli bir yerde duruyor.

Tabii bu listeye bir de kaçınılmaz olarak yüzleşilecek uluslararası baskıyı da eklemek gerek. Neticede Fransa, ne bir ada ülkesi ne de iddia ettiği gibi büyük bir güç. Bu bağlamda, Fransız burjuvazisinin yanında, iktidara gelecek ve gerekli kopuşu gerçekleştirecek sol hükümete önce “uluslararası piyasalar” ateş açar. İlkin harcını Avrupa’daki yönetici sınıfların kardığı kurumlar saldırıya geçer. Bu kurumların elinde para gibi güçlü bir silâh var. Avrupa Merkez Bankası’nın bu silâhı Yunanistan örneğinde nasıl kullandığını hepimiz iyi biliyoruz. Yunan krizine müdahale etmezden önce banka, İrlanda ve Kıbrıs’a da tehditler savurmuştu.

Bir de tabii, her ne kadar taktıkları kement daha gevşek olsa da, Avrupa özelinde geçerli anlaşmalar ve denetleme kurumları eliyle uygulanacak somut yaptırım araçlarından söz etmek gerek. Bu anlaşmaların ve kurumların oluşturduğu genel çerçeve sayesinde neoliberal politikalar aleyhine tek bir adım bile atılamıyor, çünkü anlaşmalarda değişiklik yapmak için oybirliği kuralı geçerli. Ta başından itibaren bu çerçeve, reformlardan muaf ve azade kılınmış. Pandemi yönetimi dâhilinde geçici süre bir rahatlama söz konusu olsa da ilgili ajanda yeniden devreye sokulacak, üye devletlerden biri bu neoliberal çerçeveye itiraz ederse, gerekli adımlar atılacak.

Bu gerçeği görmezde gelip, tıpkı Mélenchon’un 2022 tarihli programında söylendiği gibi, anlaşmaların zincirlerinden kurtulmaya ve gerçek bir kapışma süreci dâhilinde diğer maddeleri müzakere etmeye dair laflar sıralamanın anlamı yok. Programın önceki hâlinden farklı olarak, Avro sahasından çıkma fikrini peşinen çöpe atan yeni program, esasen Avrupa Merkez Bankası’nın dayattığı şeyi şimdiden kabul ettiğini söylemiş oluyor. Eğer bu kopuşu ciddiyetle ele alıyorsak, o vakit B planının kaçınılmaz olduğu görülmeli. Esasında taktiksel açıdan yegâne geçerli fikir, iki planlı fikir. Hem ses çıkartıp müzakere yürüttüğümüz A planını hem de çıkışı ve kopuşu öngören B planını savunmanın kimi somut avantajları var. Mélenchon ise bu konularda geri adım attı. Özünde bu geri çekilme hamlesi, esasen özelde Boyun Eğmeyen Fransa hareketi, genelde Avrupa solu konusunda hayırlı bir gelişme değil.

En genel manada bu yüzleşme, kapışma meselesine geri dönelim. Hasmın elindeki muazzam güç dikkate alındığında, gerekli programatik silâhların ötesinde bizim de elimizde halk hareketliliği gibi önemli bir silâh var. Seçimlerde çoğunluğun oyunu almak, vazgeçemeyeceğiz bir adım olarak sahip olduğu ağırlığı hâlen daha muhafaza ediyor. Syriza’nın da gösterdiği üzere, seçim başarısı belirli koşullarda solun elde edebileceği bir şey, ama tabii ki yeterli değil.

Boyun Eğmeyen Fransa veya Podemos gibi “sol popülizm” destekçilerinin kanaatinin aksine, seçimlerde kullanılacak basit bir araca indirgenmiş bir hareketin gerçek bir toplumsal değişim sürecini başlatması mümkün değil (Fransa örneğinde üstelik bu seçim, sadece cumhurbaşkanlığı konusunda yapılabiliyor).

Sömürülen, ezilen sınıftan insanların yaşadığı ve çalıştığı işçi mahallelerinde varolan, yerelde ve ülke genelinde gerçek kökleri olan, adını hak eden bir örgüte ihtiyaç var. Ayrıca bu örgüt, sendika hareketiyle ve diğer toplumsal hareketlerle güçlü bağlara sahip olmalı, halkın örgütlendiği teşkilâtlarla bağ kurmalı, halkın doğrudan katılımından asla vazgeçmemeli. Halk hareketliliğinden istifade edebilmek için sağlam bir ağ oluşturulmalı. Burada mesele, “parti denilen biçimin” veya “öncü”nün rolünün soyut olup olmadığı değil, en azından sınıf düşmanımızdaki kararlılığa ve gerçekçiliğe denk bir kararlılığa ve gerçekçiliğe sahip bir yapıyla hareket edebilmek, temel politik gerçekçiliği elden bırakmamaktır.

Bu anlamda teşkilât denilen şey, (sol) siyasetin tamamı değil, siyasetin yoğunlaşmış hâlidir. Sol siyasetse konjonktüre müdahale etmeyi mümkün kılan bir yolun çizilmesine ihtiyaç duyar. Bu yol dâhilinde geçici program türünden bir şey belirlenir, ilk elden uygulanabilecek tedbirler tespit edilir, güçler dengesini değiştirip, halk hareketini güçlendirme imkânlarını yaratacak, ilerlemeyi sağlayacak kopuş süreci başlatılır.

Örneğin Mélenchon’un Ortak Gelecek programı veya Syriza’nın 2015 tarihli “Selânik” programı bu işlevi yerine getirebilmiş olsaydı bile biz, gene de uzun vadeyi gören bir bakış açısına ihtiyacımız olacaktı. Bu bakış açısı ise esasında kendi içinde tutarlı bir programı geliştirip derinleştirmek, programın uygulanması için gerekli teşkilât ve halk güçlerinin harekete geçirilmesi gibi araçların oluşturulması için gerekli önkoşuldur. Burada mesele, ideal bir toplum için bir plan hazırlayıp sunmak değil, Gramsci ve Torino’daki yoldaşlarının kullandığı slogana atıfla, “yeni düzen” fikrini muteber kılacak, ezilen sınıfların yüzleştikleri somut sorunlardan ve tarihsel deneyimden beslenen bir projenin genel hatlarını ortaya koymaktır.

“Sosyalizm” veya “ekososyalizm”, tam da bu noktada önem arz eden kelimelerdir. Mevcut düzenin temellerini sarsmaya başlayabilmek için, önce o düzenin adı konmalı, bu anlamda, kapitalizme saldırılmalı, bunun için de önemli ekonomik mekanizmaların toplumsal kontrolü yönünde hamle yapılmalıdır. Böylesi bir hamle, aynı zamanda işçi sınıfı lehine işleyecek ekolojik geçiş süreci denilen süreci de programa dâhil edecek, bu anlamda, “gezegen” veya “yeryüzünde hayat” gibi sınırsız-sınıfsız olgular dışarıda tutulacaktır.

“Ekolojik planlama” anlayışına halkın güçlü katılımı denilen o önemli öğe ve üretim faaliyetlerinin yeniden konumlandırılması denilen mesele dâhil edildiği vakit, önemli sonuçların alınacağı yola girilecektir. Ardından da politik strateji, bu unsurları birbirine bağlayacak, onları gerçekte birbirleriyle tutarlılık arz eden bir yapıya kavuşturacaktır.

Daniel Bensaïd, hep “stratejik aklın yokoluşu”ndan dem vurur, bu gelişmenin yirminci yüzyıl komünizminin yaşadığı yenilgiden beri antikapitalist solun yaşadığı krizin, yüzleştiği güçsüzlük hâlinin hem semptomu hem de sebebi olduğunu söylerdi.

Bu açıdan Latin Amerika’nın bize öğreteceği çok şey var. Kanaatimce en gelişkin deneyim, hâlen daha Allende ve Şili’de tesis edilen Halkın Birliği’nin ortaya koyduğu deneyim. O günden beri Bolivya, Venezuela, en genel manada 2000’lerde ve 2010’larda Latin Amerika’da kurulan ilerici hükümetler ve toplumsal hareketlerin deneyimlerinin, bugün bilhassa Şili’de yaşananların sahip oldukları önemi küçük görüyormuş gibi gözükmek istemem. Ama Halkın Birliği, başka türden bir deneyimdi. O, çok daha fazla ileri gitti. Gerçekten de devrimci olan bu süreç, Çin Devrimi, Küba Devrimi veya Ekim Devrimi’ne kıyasla çok daha fazla ortaklaştığımız koşulların bir neticesiydi. Bazen bu süreç, ayaklanan işçileri, halk hareketini ve politik sola bağlı güçlerin içinde oldukları, mecliste çoğunluğu elde edemese bile seçim yoluyla cumhurbaşkanlığını alıp, devlet katında önemli konumları ele geçirmeyi bilmiş bir koalisyonu birbirine bağlayabildiği için “demokratik sosyalizm yolu” olarak anılıyordu. Bu yeni yeni uç veren devrimci süreç, önemli bir meseleyle yüzleşti. AB’nin, müttefiklerinin ve Şili burjuvazisinin ortaklaşa gerçekleştirdiği saldırıya karşı kendisini savunamadı. Hareketi boğmak için ellerinden geleni yapan güçler, en nihayetinde başarılı oldular.

“Fransız ideolojisi” olarak adlandırılabilecek bir tür narsizmden söz etmek gerekiyor bu noktada. Bu ideoloji, solda çok yaygın. Buna göre, Fransa nev-i şahsına münhasır, istisnai bir ülke, dolayısıyla Allende’nin başta olduğu Şili’de veya olumsuz bir örnek olarak Çipras’ın başta olduğu Yunanistan’da olanlar Fransa’da yaşanamaz. Fransa’nın 2010-2012 arası dönemde iyice zayıflamış olan Yunanistan’dan daha güçlü olduğu tabii ki doğru. ABD ve diğer kapitalist güçlerin Fransa ve Yunanistan’a aynı baskıyı yapmayacağı tespiti de aynı şekilde doğru. Ama öte yandan, aradaki farkın da o kadar fazla olmadığını görmek gerek: mevcut dünya düzenine kafa tuttuğu düşünülen ülkelere karşı ABD’nin başvurduğu ekonomik yaptırım silâhı, hâlen daha güçlü bir silâh. Ayrıca Fransız ekonomisi, kapitalist küreselleşmenin şekillendirdiği, dışa dönük ekonomiler bağlamında öne çıkan bir yapı.

Meselenin diğer tarafına baktığımızda, Fransa’nın Yunanistan’da zayıflamakta olan yönetici sınıfa kıyasla daha güçlü ve daha olgun bir yönetici sınıfa sahip olduğu görülür. Yunan yönetici sınıfı, halkı karşısında hâkimiyetini muhafaza edebilmek için hep yabancı patronlarının ve hamilerinin eline bakmış. Esasında Yunan burjuvazisi, İngiliz ve ABD emperyalizminin desteği olmadan iç savaşı [1944-1949] kazanamazdı. Napalm bombası, ilk kez Yunan Komünist Partisi’nin kurduğu Demokratik Ordu’ya bağlı gerillalara karşı kullanıldı.

Öte yandan Fransa’da da yönetici sınıf, komün toplumsal düzeni tehdit ettiği için, Mayıs 1871’de zerre tereddüt içine düşmeden, Paris’i ateşe verip on binlerce insanı kıyımdan geçirdi. Sonrasında aynı yönetici sınıf, Hitler’i Halk Cephesi’ne tercih ettiği için Nazilerle anlaşma imzaladı. Mayıs 1968’de dizginlerin elinden kayıp gittiğini gören de Gaulle, ortamın sakinleşmesini sağlamak adına, Baden-Baden’de konuşlanmış, Jacques Massu’ya bağlı askerleri ziyaret etti.

Kısa süre önce, her ne kadar ortalıkta halkın isyan edeceğine dair bir emare olmamasına rağmen, hâlen görev başında olan bir grup yüksek rütbeli subay, iç savaş çağrısı yapan bildiriler kaleme aldı. Ayrıca eskiden eğitim bakanlığı görevinde bulunmuş felsefeci Luc Ferry’nin Sarı Yeleklilere karşı polisin silâh kullanmasını istediğine şahit olduk. Kaleme aldığı bildiri, Fransız burjuvazisindeki acımasızlığın mevcut düzeyini ortaya koyuyor. Eğer bu sınıf, kendisinin ve çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşünürse, disiplinsiz ve başkaldırıya meyilli olduğunu bildiği halkı zapturapt altına almak için her türden araca başvuracaktır.

Radikal bir toplumsal dönüşüm stratejisi, böylesi bir pratiğin doğası gereği ihtiyaç duyduğu şiddet boyutunu görmezden gelemez. Ayaklanmacı yoldan ayrı bir yol olarak “demokratik sosyalizm yolu”nu barışçıl eylemlerle veya sivil itaatsizlikle bir tutmamak gerek. Zira demokrasi gibi onun gerici güçlerin isyanıyla tehdit edildiği koşullarda savunulmasına ihtiyaç duyulması da şiddete başvuru ihtimalini asla dışlamaz. Sandıkta büyük çoğunluğun desteğini almış bir halk hükümeti, “gerekli olan her türden araç”la kendisini savunma hakkından asla vazgeçemez.

Ne var ki eldeki tarihsel deneyim, bize samimi devrimciler tarafından oluşturulsa bile istisna hâlinin otoriterlik yoluna sapma riskini kendi içinde barındırdığını ortaya koyuyor. Bu sebeple, bu türden bir istisna hâlinin süresini kısaltıp, ona dönük ihtiyacı azaltmak için gerekli politik koşulların oluşturulması, bu istisna hâlinin mevcut biçimlerinin yeniden düşünülmesi, onun mümkün olduğu ölçüde halkın kontrolüne ve hukuk çerçevesine tabi kılınması gerek. Güç kullanma ihtimalini dışlamadan, bu türden bir strateji, ancak kitle mücadelesine sürekli öncelik tanıyan bir anlayışı ve ezilen sınıfları büyük ölçüde kucaklayan bloğun hegemonyasının oluşturulmasına dönük pratiği temel almalıdır. Bu tür bir anlayış ve pratik, tek başına, değişime karşı çıkan ve devletin merkezindeki çatlakları derinleştiren güçlerin genel kapsamını daraltır, böylelikle, bu güçlerin ortadan kaldırılması amacını güden eylemlilik sürecini hızlandırır.

Biz şimdi, bugüne ve buraya dönelim. Politik eylem üzerine düşünmek, kendi isteklerimizden değil de gerçeklerden yola çıkmayı gerektirir. Burada meselemiz, gerçeklerin bizim istediğimiz gibi olmasını sağlamak değil, onları dönüştürmek ve onlara teslim olmamaktır.

Bugün Fransa’da, gerçekte herhangi bir somut başarı elde edememiş bile olsa, önemli kimi toplumsal mücadelelere tanıklık ediliyor. Ayrıca radikal sol için bir politik araç meydana getirme gayretlerinin neredeyse tamamı, ya başarısız oldu ya da bu gayretler, bugün net bir biçimde görebildiğimiz belirli sınırlara sahip olduklarını otaya koydular. Dolayısıyla, bugün bahsini ettiğimiz toplumsal hareketler birbirine bağlanmalı ve sağlam bir teşkilât yapısı içerisinde kaynaştırılmalı. Oluşacak toplumsal cephe, politik cepheyle etkileşim içerisinde olmalı, bu iki cephe, “pozisyon savaşı” stratejisinin iki ayağını teşkil etmeli, gerektiğinde kapışmanın zamansallığının ve usullerdeki gelişmenin gerekli kılması durumunda, bu strateji “hareket savaşı”na dönüştürülmeli.

Böylesi bir politik yapıya kavuşmak, sınıf mücadelesinin mevcut düzeyini yukarı çekmek için kısmi başarılar elde etme becerisine sahip taktiğe ihtiyacımız var. Savunma amacıyla geri çekilmek yerine karşı saldırıya geçmemiz, ancak bu türden bir taktikle mümkün. Dolayısıyla böylesi bir taktik, kurumlar içerisindeki güçler dengesini değiştirebileceğini ispatlamalı. Her ne kadar onca hayal kırıklığı ve politik yanlışın ardından anlaşılır olan anarşist yanılsamalarla mücadele edilmeli.

Politik eylem, seçim sahasının sınırlarını aşan bir şeydir. Ama öte yandan seçim de düşmana terk edilmemesi gereken bir sahadır. Bu sahada düşmanı yenmek, devlet kurumlarının kontrolünü ele geçirmek için tabii ki yeterli değildir, fakat istikrarlı bir parlamenter sisteme ve sağlam temeller üzerine inşa edilmiş bir “sivil toplum”a sahip olan ülkelerde bu adım illaki atılmalıdır.

Ayrıca maalesef, devleti, sadece kolayca dönüştürülebilen kamu hizmetlerini veya devlet mekanizmasının alt katmanlarını değil, tüm merkezî devleti görmezden gelemeyiz, çünkü devlet, bizi hiçbir vakit görmezden gelmez. O, her daim tam karşımızda bulacağımız bir güçtür.

* * *

2010’da Yunanistan’da o büyük ayaklanma başladığı vakit kendime şunu söylemiştim: “Şimdi her şeyi bir kenara koyup, tüm enerjimi bu ayaklanmaya odaklamalıyım, çünkü bugün bu ayaklanma, kendi hayatımın ve ait olduğum kuşağın görüp görebileceği en önemli politik savaş.” Ama bu ayaklanma süreci, bizim yenilgimizle neticelendi. Gene de onun içinde yer almak gerektiğine dair düşüncem, hâlen daha değişmiş değil. Onun parçası olduğum için bir an bile pişman olmadım.

Ben, hâlâ dünyanın sahip olduğu güzelliğin, bu dünyayı değiştirme mücadelesi içerisinde, bu mücadele sayesinde ortaya çıktığına inanıyorum. Anlaşılan, içinde yüzdüğümüz bu denizin dalgaları ileride de dinmeyecek. Düzenin açtığı yoldan bizi çıkartacak mücadelelere öncülük edecek gençlerdeki o enerjiye ve zindeliğe güvenmeye devam edeceğiz. Bu açıdan, aynı zamanda teorik mirası da içeren geçmişe ait deneyimin bugüne aktarılması gerekiyor. Bu sorumluluk, yaş almış yoldaşlar olarak bize ait.

Bu işi üstlenmek, kendimizi güçsüzlüğe mahkûm etmek, bugün hâkim olan ve herkesi çürüten, alaycılıkla, ümitsizlikle ve melankolik bir vurdumduymazlıkla malul zamanın ruhuna teslim olmak demek değil. Geçmişe ait deneyimi müzede sergilenecek bir obje gibi görmemeli. Bu, kişiyi politikadan soğutan, uzaklaştıran bir yaklaşım. O deneyimi daim kılmak için onu bugünün ışığıyla aydınlatıp beslemek, bugünün deneyimleriyle ilişkilendirmek gerek. Dolayısıyla geçmişin sunduğu deneyimleri bugüne taşımak, özünde kolektif ve tüm kuşakları kucaklayan bir iş. Hepimiz, önümüzdeki yıllarda esas olarak bu işle meşgul olmak zorundayız.

Statis Kuvelaki
1 Nisan 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] François Cusset, La décennie. Le grand cauchemar des années 1980 (Paris: La Découverte, 2006).

[2] Stathis Kouvélakis, La France en révolte. Luttes sociales et cycles politiques (Paris: Textuel, 2007).

[3] Alain Devaquet (1942-2018) Dögolcü parti Cumhuriyet Yürüyüşü Partisi’nin bir üyesi olarak, Mart 1986’daki seçimlerde solun yaşadığı yenilgi sonrası kurulan ilk Chirac hükümetinde eğitim bakanlığı görevini üstlendi.

[4] “Parcoursup” üniversite mekânlarını lise öğrencilerine ve üniversiteye gidecek başka adaylara tahsis etmek amacıyla 2018’de eğitim bakanlığının başlattığı uygulama sürecidir.

[5] Contrat première embauche: İlk girdikleri işlerde gençlere istihdam güvencesi sunmayan sözleşme türü.

[6] Sophie Wahnich, La longue patience du peuple. 1792. Naissance de la République (Paris: Payot, 2008).

0 Yorum: