“Spinoza ve Hahamlar” [Samuel Hirszenberg -1907]
Basit
mantık, yönetici sınıf adına kamuoyunu toplumsal, ekonomik ve politik
statükonun doğal olduğuna inandırabilmek için elinden gelen her şeyi yapan, o
statükoyu daim kılan ideolojiyi sürekli besleyip yayan, ister din adamı ister
psikiyatrist olsun, her türden meslekten insanın, toplumsal hiyerarşinin
tepesindekiler tarafından ödüllere boğulduğunu söylüyor.
Eğer
bir halk, mali ve duygusal düzlemde yaşadığı çilenin sebebinin, toplumsal,
ekonomik ve politik değişkenler değil de bireysel kusurlar, yani örneğin dinî
öğretiye uygun hareket etmemek veya kusurlu bir biyokimyaya sahip olmak gibi
kimi kusurlar olduğuna inanırsa, ağır silâhlarla teçhizatlandırılmış silâhlı
polis gücüne kıyasla daha güçlü olan ve bireyi kusurlu gören bu inanç sistemi,
statükonun devamlılığını sağlama konusunda daha az maliyete yol açacaktır.
Örgütlü
din, örgütlü psikiyatriyle çok fazla ortak yöne sahiptir. Hem Karl Marx
(1818-1883) hem de Baruch Spinoza (1632-1677), örgütlü dinin politik
sonuçlarını eleştiren iki isim olarak, tarihte belirgin bir şöhrete sahiptir.
Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da (1843) Marx, şunu söyler:
“Din, mazlum varlığın iç
çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din, halkın
afyonudur. İnsanların gerçekte karşılığı bulunmayan, yanıltıcı mutluluğunun ana
zemini olarak dinin ortadan kaldırılması talebi, onların gerçekte mutlu
olmaları için dillendirilmiş bir taleptir. İçinde bulundukları şartlarla ilgili
yanılsamalarından, vesveselerinden vazgeçmelerini istemekse, o yanılsamalara,
vesveselere ihtiyaç duyan koşuldan vazgeçmelerini istemektir.”
Teolojik
Politik İnceleme’sinde (1670), Spinoza, Marx’ın bu tespitine
kıyasla daha az bilinen, ama kendi dönemi dikkate alındığında, ondan daha cesur
olan şu sözleri sarf eder:
“Despotizmin ayakta
kalmasını sağlayan payanda ve dayanak anlamında sahip olduğu o yüce gizem,
insanları sürekli aldatır, onları sürekli kontrol altında tutmak için o
despotizm, dinin aldatma görevinden istifade eder, böylelikle insanlar kurtulmak,
selamete ermek için dövüştüklerini sanırlar, ama aslında kendi kölelik
koşulları için mücadele ederler.”
Bugün
Antonio Gramsci’nin (1891-1937) fikirlerini ve kültürel hegemonya ile ilgili
görüşlerini öğrencilerine öğreten hoca sayısı, bir elin parmağını geçmez. Oysa
yüz yıl önce işçi sınıfı, hâkim kültürel inanışların, yönetici sınıfın
hâkimiyet koşullarını daim kılmak adına kendisinden yana olan kurumlar eliyle
uygulamaya koyduğu toplumsal yapılar olarak nasıl inşa edildiklerini kendisine
izah eden âlimlere ve hocalara hiç ihtiyaç duymuyordu. O günlerde işçiler, Birinci
Dünya Savaşı döneminde faaliyet yürütmüş olan Joe Hill (1879-1915) gibi
isimlere sahipti. Hill, “Vaiz
ve Köle” (1911) isimli şarkısında, “açlık ordusu”na mensup
vaizleri ve söyledikleri yalanları anlatıyordu:
Her gece
uzun saçlı vaizler gelir,
Sana neyin yanlış neyin doğru olduğunu
Anlatmaya çalışırdı.
Sen “yiyecek bir şey var mı?” diye sorduğunda
O yumuşacık sesleriyle sana,
Şunu derlerdi:
“Yiyeceksin, ama öte dünyada
Semadaki yüce vatanımızda.
Şimdi çalış ve dua et.
Karnını doyur kuru otla,
Ölüp göğe çıkınca yiyeceksin
Elmalı pasta.
Bugün
yaşasaydı Hill, muhtemelen bu şiire şu dizeleri eklerdi: “Yabancılaş kendine,
al ilâçları. Semada yiyeceksin pastayı, iç antidepresanları.”
Bir
kuşak önce biyolojiyi esas alan ve bireyi kusurlu gören teorilerin ne tür politik
sonuçlara yol açtığını, evrimci genetikçi R.C. Lewontin, nörobiyolog Steven
Rose ve psikolog Leon Kamin gibi solcu isimler ele alabiliyorlardı. 1984
tarihli kitapları Not in Our Genes: Biology, Ideology, and Human Nature’da
[“Hiçbiri Genlerimizde Kayıtlı Değil: Biyoloji, İdeoloji ve İnsan Doğası”]
Lewontin, Rose ve Kamin, biyokimyasal/genetik determinizmi esas alan, biyolojik-kimyasal
süreçlerin ve genetiğin belirleyici olduğunu söyleyen, bireyin kusurlu olduğu
iddiasına sarılan teorinin örtük olarak içerdiği sağcı politik ideolojiyi net
bir biçimde ortaya koymuştu:
“Biyolojik determinizm
(biyolojizm), günümüzde sanayileşmiş kapitalist toplumlarda statü, servet ve
güç konusunda tanık olunan eşitsizlikleri izah etme noktasında başvurulan güçlü
bir yöntem hâline geldi. […] Biyolojik determinizm, esasında ‘mağdurları suçlama’nın
oldukça güçlü ve her şeyi kuşatabilecek ölçüde esnetilebilen bir biçimi”.
Marx
ve Spinoza, bilime epey değer veren isimlerdi, ama onlar, aynı zamanda bir şeye “bilimsel”
denildiği vakit, o şeyin bilimsel olmadığını da biliyorlardı.
Bu
bağlamda şu soru sorulmalı: Psikiyatriyi bilim olarak mı yoksa insanları kişinin
çektiği çileleri, onun kendi insanlığından, başkalarından ve kendi dışındaki
doğal dünyadan kopup yabancılaşmasından kaynaklanan ve zaten kusurlu olan
toplumsal, ekonomik ve politik sistem yerine bireysel kusurların yol açtığına ikna
etmek için yönetici sınıfın reklâm ettiği, kendi toplumsal yapılarına sahip bir
inanç sistemi olarak mı görmek gerekiyor?
Günümüzde
Psikiyatrinin Yaptığı Bilimsel Hata
Bugün
psikiyatri denilen kurumun en üst kademelerinde, psikiyatrinin bilimsel
ilerlemesi denilen efsaneyle çelişen, herkesçe kabul gören üç bilimsel hatadan
ve bu konuda yaşanan üç gelişmeden söz ediliyor:
1.
Psikiyatri içerisinde belirli bir ağırlığa sahip olan, akıl sağlığının kimyasal
dengesizlikten kaynaklandığını söyleyen teori, çöpe atıldı;
2.
Psikiyatri alanında tedavi imkânlarının artmasına karşın, elde edilen sonuçlar
daha da kötüleşti;
3.
Psikiyatride kullanılan teşhis sistemi, artık bilimsel açıdan tüm geçerliliğini
yitirdi.
İlk
maddeyi ele alalım. Psikiyatrinin yönetici sınıf nezdinde sahip olduğu değer, biraz
da onun savunduğu, akıl sağlığının kimyasal dengesizlikten kaynaklandığını söyleyen,
“akıl sağlığını bireylerin kusuru olduğunu iddia eden” teoriden kaynaklanıyor. Oysa
kamuoyunun önemli bir bölümü, hatta birçok doktor, araştırmacıların bu akıl
sağlığının kimyasal dengesizlikten kaynaklandığını söyleyen teorinin yanlış
olduğunu doksanlarda ispatladığını, resmi psikiyatri dünyasında bile bu
teorinin geçerliliğini tümüyle yitirdiğini kabul ettiğini bilmiyor.
Michigan
Üniversitesi’nde fahri profesör olarak psikoloji ve sinirbilim dersleri veren
Elliot Valenstein, 1998’de yayımladığı Blaming the Brain [“Beyni Suçlamak”] isimli
çalışmasında, yürüttüğü ayrıntılı bir araştırmanın sonuçlarını aktardı. Bu araştırmaya
göre, serotonin düzeyleri normal olan kişiler de anormal düzeylere sahip
kişiler gibi bunalıma girebiliyorlar, aynı şekilde, düşük serotonin düzeylerine
sahip kişiler gibi oldukça yüksek serotonin düzeylerine sahip kişiler de depresyon
illetiyle yüzleşebiliyorlar. Ayrıca bu araştırmada Valenstein, “depresyona
girmiş insanların serotonin veya norepinefrin eksikliğinden muzdarip oldukları
konusunda ikna edici herhangi bir kanıt bulunamadığını” söylüyor.
2011’de
psikiyatrinin müesses yapısına bağlı bir isim olan ve Psychiatric Times
isimli derginin yayın yönetmenliğini yapan Ronald Pies, şu tespiti yaptı: “Gerçekte ‘kimyasal dengesizlik’
denilen anlayış, bir şehir efsanesinden başka bir şey değil ve hiçbir vakit gerekli
bilgilere sahip psikiyatristlerin ciddiye alıp savundukları bir teori olmadı.”
2002-2015
arası dönemde Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü’nün müdürlüğünü yapmış olan Thomas
Insel, kısa süre önce 2022 tarihli Healing [“Şifa”] isimli kitabında,
kimyasal dengesizlik teorisinin çöpe atıldığını kabul etti ve şunu söyledi: “Akıl
sağlığının ‘kimyasal dengesizlik’ olduğunu söyleyen düşünce, bugün yerini, akıl
hastalıklarının beyindeki devrelerde görülen düzensizliğin veya ‘bağlantılarla
ilgili’ sorunların bir sonucu olduğunu söyleyen düşünceye bıraktı.”
Gelgelelim,
“beyin devrelerindeki düzensizlik” üzerinde duran teori konusunda da elde
yeterince kanıt bulunmuyor. Gene bireyi kusurlu gören bu yeni teori de karşımıza,
ıskartaya çıkartılmış olan kimyasal dengesizlik teorisinin başka bir biçimi
olarak çıkıyor.
Yeni
ve henüz ispatlanmamış olan bir düşüncenin kamuoyunu kandırmak için
kullanıldığını bilen Spinoza, 350 yıl önce şunu söylüyordu:
“Hattizatında halkın
çoğunluğu, bugünkü gibi sefil koşullarda yaşamayı sürdürdükçe, mutlu ve rahat
olmadığı sürece, en iyi hâliyle bu halkın gönlü, en yeni ve henüz aldatıcı olduğu kanıtlanmamış
şeylerle hoş tutulur.”
Şimdi
de “psikiyatri alanında tedavi imkânlarının artmasına karşın, elde edilen
sonuçların daha da kötüleşmesi”yle ilgili ikinci gelişmeye geçelim. 2011’de Ulusal
Akıl Sağlığı Enstitüsü Müdürü Insel, bu gerçeği şu ifadesiyle kabul ediyor:
“Son elli yıldır yaptığımız
hiçbir şey işe yaramadı. İntihar edenlere, engelli statüsü kazananlara dair rakamlara
ve ölümle ilgili verilere baktığımızda, durumun çok kötü olduğunu, hiçbir şeyin
iyiye gitmediğini görüyoruz.” [Aktaran: Gary Greenberg, The Book of Woe,
2013].
Yirmi
yıl süreyle psikiyatriye dair haberler yapan New York Times muhabiri Benedict
Carey, 2021 yılında şu tür bir sonuca ulaşıyor:
“Psikiyatri, sürekli stres
altında yaşayan milyonlarca insanın hayatını iyileştirme konusunda aslında çok
az şey yaptı. İntihara, kaygıya, depresyona, bağımlılık kaynaklı ölüme ve
psikiyatrik ilâç kullanımına ilişkin rakamların da ortaya koyduğu biçimiyle, sağlık
hizmetlerine erişim imkânı önemli ölçüde artmış olmasına rağmen, kolektif akıl
sağlığımız çok kötü bir yönde ilerliyor.”
UASE
müdürü Insel, 2022’de çıkan Healing isimli kitabında şu tespiti yapıyor:
“İntiharla ilgili risk faktörlerini
incelediğimiz dönem boyunca ölüm oranı yüzde 33 arttı. Tedavi imkânlarındaki artışa
rağmen, 2001 yılından beri psikiyatri ilâcı reçetelerinin sayısı, iki kattan
fazla arttı. Bu sonuca göre, Amerika’da her altı yetişkinden biri psikiyatri
ilâcı kullanıyor.”
Üçüncü
başlıkta ele aldığımız, psikiyatride kullanılan teşhis sisteminin bilimsel açıdan
tüm geçerliliğini yitirmiş olduğuna ilişkin tespit konusunda Amerikalı psikiyatristlerin
meslek örgütü olan Amerikan Psikiyatri Derneği’nin yayımladığı, “psikiyatrinin
kutsal kitabı” kabul edilen Akıl Hastalıklarının Teşhisi ve İstatiksel
İncelemesi İçin El Kitabı’na bakabiliriz. 2010 yılında El Kitabı’nın
dördüncü baskısı için oluşturulan ekipte yer alan Allen Frances, şu gerçeği
dürüstçe kabul ediyor:
“Akıl hastalığının net bir
tanımı yok. ‘Var’ diyenler zırvalıyorlar. Bence onu tanımlamak mümkün değil.”
2013
yılında El Kitabı’nın beşinci gözden geçirilmiş baskısı yayımlandı. UASE
müdürü Insel, El Kitabı’nda belirlenmiş teşhis kategorilerinin geçerli
olmadığını söyledi ve başında bulunduğu kurumun araştırmalarını El Kitabı’nda
belirlenmiş kategorilere başvurmadan yürüteceğini açıkladı. Allen Frances,
Amerikan Psikiyatri Derneği’nin el kitabının revize edip yayımladığı beşinci
baskısı karşısında dehşete kapıldığını, yerin dibine girdiğini söyleyen Allen
Frances, Saving Normal: An Insider’s Revolt against Out-of-Control
Psychiatric Diagnosis, DSM-5, Big Pharma, and the Medicalization of Ordinary
Life [“Normali Kurtarmak: İçeriden Birinin Kontrolden Çıkmış Psikiyatri
Teşhislerine, El Kitabının 5. Baskısına, Büyük İlâç Şirketlerine ve Sıradan Hayatın
İlâç Bağımlısı Hâline Getirilmesine Karşı İsyanı” -2013] isimli kitabını yayımladı.
Bugün
psikiyatri camiası içerisinde, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Akıl Hastalıklarının
Teşhisi ve İstatiksel İncelemesi İçin El Kitabı’nda belirlenen
bozuklukların bilimsel açıdan geçerliliğinin bulunmadığı, kitaptaki teşhislerin
güvenilir olmadığı konusunda ortaklaşan psikiyatrist sayısı, giderek artıyor. El
Kitabı’nın bugün elimizde bulunan beşinci baskısının güvenirliliğini
değerlendirmek adına Amerikan Psikiyatri Derneği, aynı bireyler konusunda
teşhiste bulunan hekimler arasındaki anlaşma düzeyini değerlendirmeye tabi
tutan deneyler yaptı. Güvenilirliği değerlendirme noktasında “Kappa” denilen
standart istatistik katsayısı kullanıldı (0 değerli kappa, hekimler arasında
anlaşmanın söz konusu olmadığı, 1,00 değerli kappa ise güvenirliliğin kusursuz
olduğu anlamına geliyor).
Bir
önceki baskının hazırlık sürecinde görev almış olan ve ekibe başkanlık eden Robert
Spitzer’ın tespitine göre, “El Kitabı’nın güvenilirliğinin
değerlendirilmesi noktasında 0,4’ün altındaki kappa değeri ‘anlaşmanın düşük seviyede’
olduğunu ortaya koyarken, 0,7 tatmin edici bir düzey olarak ele alınıyor.” El
Kitabı’nın beşinci baskısının güvenilirliğini test etmek için yapılan
deneme çalışmalarında, şu türden kappa sonuçları elde ediliyor: genel kaygı
bozukluğunda kappa değeri 0,2; majör depresyon bozukluğunda 0,32; zıtlaşma
bozukluğunda 0,41; şizofrenide 0,46.
Eğer
bir yapı, gerekli geçerlilikten yoksunsa ve güvenilir bir biçimde ölçüme tabi
tutulamıyorsa, bilimsel bir değere de sahip değildir, dolayısıyla bu türden
yapıları biyokimyasal-genetik değişkenlerle ilişkilendirmeye çalışan her türden
araştırma boştur, sadece istenilen sonuçlar elde edilsin diye yapılıyordur.
Spinoza, Psikiyatrinin Politik Sonuçları Konusunda Ne Düşünürdü?
Marksist
analizi psikiyatriye uygulayan birçok çalışma kaleme alındı. Örneğin Eleştirel
Psikiyatri Ağı’nın başkanlarından Joanna Moncrieff, 2022’de yayımlanan “Akıl
Sağlığı Sisteminin Politik Ekonomisi: Marksist Bir Analiz” isimli makalesinde bu türden Marksist analizlere dair
önemli bir kaynakça sunuyor. Moncrieff, konuyla ilgili şu türden bir tespitte
bulunuyor:
“Akıl sağlığı kavramı,
günümüz toplumlarında stratejik bir role sahip. Bu kavram, tartışmalı kimi toplumsal
faaliyetlerin politik niteliğini gizlemek ve dikkatleri, altta yatan ekonomik
sistemin hatalarından uzaklaştırmak suretiyle, bu faaliyetlerin yürütülmesine
imkân sağlıyor.”
Marksist
psikiyatri analizlerine rastlanırken, Spinozacı psikiyatri analizleri için
böylesi bir durum söz konusu değil. Ben, Spinoza’nın günümüzde psikiyatrinin sinsi
ve gizli bir biçimde yol açtığı sonuçları görebileceğine inanıyorum.
Psikiyatri
alanında perde gerisinde yaşanan kurumsal yozlaşma, Spinoza’nın da ilk elden
dikkatine çekecek bir husus. İlâç şirketleriyle psikiyatri arasındaki mali
ilişkileri tespit ettiği vakit Spinoza gibi bir eleştirel düşünür, psikiyatrinin
ağzından dökülen lafları tabii ki ciddiye almayacaktır. Bu türden düşünürlerin,
bilimi ayaklar altına alıp yozlaştıran, yaptıkları yayınlar konusunda belirli güç
odaklarından para alan kurumlara saygı duyması, asla mümkün değildir.
İlâç
şirketleriyle psikiyatri kurumları arasındaki mali ilişkiler, ABD’deki diğer
sanayi komplekslerinde de görüldüğü üzere, giderek normalleştiriliyor. 2008
yılında Kongre’de psikiyatrinin ilâç şirketleriyle kurduğu mali ilişkilerle
ilgili olarak düzenlenen oturumlar sayesinde, psikiyatrinin çıkar çatışmalı,
belirli kurumlardan para alarak yaptığı çalışmalar ve araştırmalar, kamuoyunun
dikkatini çekti. Kongre oturumlarında ifşa olan psikiyatristlerden biri de
Massachusetts Genel Hastanesi Johnson & Johnson Pediatrik Psikopatoloji
Araştırmaları Merkezi müdürü, Harvard’lı psikiyatrist Joseph Biederman’dı. Şöhretini
pediatrik bipolar bozukluk üzerinden edinmiş olan Biederman sayesinde Amerika’da
1994-2003 yılları arasında bipolar bozukluk tedavisi gören çocuk ve yetişkin
sayısı kırk kat arttı. Kongre soruşturması sayesinde görüldü ki Biederman,
2000-2007 arası dönemde ilâç üreticilerinden 1,6 milyon dolar tutarında
danışmanlık ücreti almıştı.
2013’te
çıkan ve tüm ülkeyi bağlayan kanun, ilâç şirketlerinin hekimlere yaptıkları
ödemelerin açıklanmasını şart koşuyor. Bu kanun uyarınca Açık Ödemeler denilen
veri tabanı oluşturuldu. Ne var ki ABD’de birçok siyasetçi gibi psikiyatristler
de çıkar çatışmalı, belirli kurumlardan ve şirketlerden para alarak yapılan
çalışmaların ve araştırmaların açığa çıkmasının kariyerlerine zarar vereceğini
düşünmüyorlar.
2021
yılında bu veri tabanını kullanan gazeteci Robert Whitaker, yaptığı haberde
şunları söylüyor:
“2014-2020 arası dönemde ilâç
şirketleri, ABD’de psikiyatristlere danışmanlık hizmeti sunsun, tavsiyelerde
bulunsun, kongrelerde konuşmalar yapsın diye 340 milyon dolar ödedi. Bu hekimlere
reklâm çalışmaları esnasında sunulan ücretsiz yiyecekler, içkiler ve konaklama
hizmetleri de bu rakama dâhil.”
Whitaker’ın
aktardığına göre, Açık Ödemeler isimli bu veri tabanına baktığımızda, 2014-2020
arası dönemde ilâç şirketleri, 31.784 psikiyatristten kendileri için değerli
bir şeyler almış (ki bu rakam, ABD’deki toplam psikiyatrist sayısının yaklaşık
yüzde 75’ini ifade ediyor).
Spinoza,
kurum ve şirketlerden alınacak paranın kendi hür düşüncesine ve ifade
hürriyetine müdahale etmesine asla izin vermeyecek vicdana ve namusa sahip
bir isimdi. Bilindiği üzere, 1673 yılında, adının başka ülkelerde de duyulmaya
başlandığı bir dönemde, kendisine gayet prestijli bir iş teklif edildi.
Heidelberg Üniversitesi, Spinoza’ya yazdığı, onu öven ifadelerle dolu mektupta,
okulda profesör olarak çalışmasını istedi, ama Spinoza, bu teklifi geri
çevirdi. Çünkü bu işin özgürce düşünen bir insan olarak, kendisinin belirli
konularda tavizde bulunmasına neden olacağını düşünmüştü. Spinoza, hakikate
başkalarından para ve destek almadan ulaşmanın güç bir uğraş olduğunu biliyordu.
Bu sebeple o, bugün yaşasa, muhtemelen devasa boyutlara ulaşmış ilâç
şirketlerine mali açıdan bağımlı olan araştırmacılara ve doktorlara ancak çocukluktan
çıkamamış, hayal âleminde yaşayan birinin güvenebileceğini söylerdi.
Tıpkı
din gibi örgütlü psikiyatri de yönetici sınıfa hizmet eder. Spinoza, Marx ve
Gramsci gibi eleştirel düşünürlerin tespitiyle, bu hizmet, halkı toplumsal
kusurlar yerine bireysel kusurlara odaklanmasını sağlamak suretiyle verilir.
İnanç
sistemlerinin politik sonuçlarını derinlemesine analiz eden bir isim olarak
Spinoza bugün yaşasaydı, büyük olasılıkla, sosyo-ekonomik değişkenler yerine, bireydeki
biyokimyasal kusurlara odaklanmanın politik düzlemde, aşağıda sıralanan güçlerin
ekmeğine yağ süreceğini görürdü:
1.
İlâç şirketleri; 2. Reçete yazanlar; 3. Hayatta kalması, kusurların sebeplerini
biyokimyada bulan yaklaşıma bağlı olan akıl sağlığı kurumları ve 4. Toplumsal hiyerarşinin
tepesinde bulunup, duygu alanında yaşanan güçlüklerin ve davranış
bozukluklarının ardındaki toplumsal-ekonomik sebeplerin incelenmemesini tercih
edenler.
Ayrıca
Spinoza’nın düşünce tarzını ortaya koyan Teolojik Politik İnceleme isimli
eserini dikkate aldığımızda, onun psikiyatrinin yol açtığı başka bir politik
sonuca dikkat kesileceğini öngörebiliriz. Spinoza’nın asıl derdi, düşünce ve
ifade hürriyetiydi. İncelemeyi yazmasının temel sebebi, din adamlarının sivil
toplum üzerinde sahip oldukları iktidarın düşünce ve ifade hürriyetini tehdit ediyor
oluşunu kendisine dert edinmiş olmasıydı. Dolayısıyla, Spinoza radikal bir
çözüm önerisinde bulundu ve din adamlarının sivil toplum üzerinde tesis ettiği
politik iktidarın ortadan kaldırılmasını önerdi. Din adamları sınıfının
elindeki otoritenin dayandığı meşruiyet zeminini ortadan kaldırmak adına Spinoza,
Kitab-ı Mukaddes’in kutsal olmadığını, Tanrı tarafından vahyedilmediğini,
yıllar içerisinde bir dizi insan tarafından yazıldığını söyledi. Ona göre Kitab-ı
Mukaddes, esasen edebi bir eserdi, üstelik “hatalarla dolu, tahrif edilmiş, tutarsızlıklarla
malul” bir eserdi. Spinoza, Kitab-ı Mukaddes’in Tanrı kelâmı olarak görülmesi,
dinî otoritelerin kitabın tefsiri konusunda başka isimlerden üstün kabul
edilmeleri durumunda din adamlarının başkalarını kontrolleri altına
alabileceklerini biliyordu.
Bugün
yaşasa, muhtemelen Spinoza’nın ilk saldıracağı eser, “psikiyatrinin kutsal
kitabı” sayılan Akıl Hastalıklarının Teşhisi ve İstatiksel İncelemesi İçin
El Kitabı olurdu. Bu incelemesi dâhilinde Spinoza, yol açtığı politik
sonuçlara bağlı olarak, belirli bir grup insanın başkaları üzerinde iktidar tesis
ettiğini görürdü. Bu aşamada, Kitab-ı Mukaddes’in Tanrı kelâmı olduğuna dair
yanlış fikrin kitabı mesleği müfessirlik olanlara tefsir konusunda belirli bir
yetki ve güç bahşediyor oluşunu kendisine dert edinen Spinoza, aynı şekilde, Teşhis
El Kitabı’nın da mesleği itibarıyla bu kitabı yorumlayan kişilere gerekli
yetki ve gücü bahşeden bilimsel bir eser olduğuna dair yanlış fikirle cebelleşirdi.
Bugün
yaşasa Spinoza, kendilerini kutsal kabul edilen Kitab-ı Mukaddes’i tefsir
edecek yegâne özel kişiler olarak konumlandırmak suretiyle otorite sahibi olan
din adamları gibi psikiyatristlerin de kendilerini, bilimsel olduğunu iddia ettikleri Teşhis
El Kitabı’nı yorumlayacak yegâne özel kişiler olarak konumlandırmak
suretiyle, psikiyatristlerin de benzer şekilde otorite sahibi olduklarını
söylerdi. Kitab-ı Mukaddes’i eleştirmeyi zaruri gördüğü gibi muhtemelen El
Kitabı’nı eleştirmeyi de zaruri görürdü. Spinoza, El Kitabı’nı
eleştirmenin sadece bilimsel değil, politik açıdan da gerekli olduğunu tespit
ederdi.
Marx
ve Spinoza bugün yaşıyor olsaydı, psikiyatri konusunda şu türden sorular sorup
cevaplarını arardı:
1.
Psikiyatri, geçerliliği olan, güvenilir empirik kanıtlara dayanan bir bilim
midir yoksa politik sonuçlara yol açabilen bir din midir?
2.
Toplumu yöneten güçler, psikiyatristleri ve diğer akıl sağlığı uzmanlarını, bireyleri
adaletsiz ve insanı insanlıktan çıkaran bir topluma uyumlu olmaya mecbur etmek için
kullanılıyorlar mı?
3.
Bireyi kusurlu gören, biyolojiye odaklanan akıl sağlığı teorileri, dikkatleri, çekilen
duygusal çileye sebep olan toplumsal hastalıklardan uzaklaştırıyorlar mı?
4.
Yönetici sınıfın psikiyatristlere ve diğer akıl sağlığı uzmanlarına bahşettiği
statü ve otorite, duygusal açıdan çile çeken insanlara daha fazla yardımda
bulunacak olan karşılıklı yardım denilen olguyu hükümsüz kılmış olabilir mi?
Bugün
bu türden soruları sormak, sapkınlık olarak görülüyor. Oysa Marx ve Spinoza, “sapkın”
olarak anılma ihtimali karşısında asla korkmayacak isimlerdi.
Bruce E. Levine
7
Temmuz 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder