11 Temmuz 2022

Eleştirilere Cevap

Foucault, Antikomünizm ve Küresel Teori Endüstrisi:
Eleştirilere Cevap

Philosophical Salon sitesinde “Foucault: The Faux Radical” [Foucault: Çakma Radikal”] adıyla yayımlanan makalem, politik tutumunu açık bir dille ifade ettiği için, belirli mahfillerde övgüyle karşılanırken, başka mahfillerde hararetli tartışmalara yol açtı, ayrıca benden meramımı daha açık ifade etmem istendi.[1] Makalenin Türkçe çevirisi üzerinden Can Uğur’la gerçekleştirdiğim mülâkatta, (Dag Eivind Undheim Larsen’in benimle yaptığı, sonrasında kendisinin Klassekampen sitesinde benim Foucault eleştirimle ilgili yazdığı makaleye zemin teşkil eden mülâkatta dile getirilenler dâhil) bir dizi endişeye yer verilmişti.[2] Foucault, antikomünizm ve küresel teori endüstrisi arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak derdiyle, burada makaleyle ilgili dile getirilen endişeleri ve eleştirileri farklı başlıklar altında ele alıp, her birine sırayla cevap vereceğim.

Aydının Rolü

Kariyerine düşkün aydınların içinde yaşadığımız türden bir sistemde oynadığı role ilişkin yürütülen her türden tartışma, bu aydınların akıllarının açtığı yoldan özgürce ilerleyen, nevi şahsına münhasır bireyler değil, bizatihi tam da bu sistemin ürünü olduklarına dair tespitten yola çıkmalıdır. Bu aydınların asli görevi, küresel işbölümü ve işgücünün yenilendiği süreç için zaruri olan muhtelif teknik uzmanlık biçimleri veya oyalayıcı ideolojiler ve dünya görüşleri temin etmek suretiyle, toplumsal üretim ilişkilerini yeniden üretmektir. Bu anlamda, söz konusu aydınlar, eşitsizliğin yeniden üretilmesine hizmet eden sosyo-ekonomik tasnif ve öncelikler belirleme işleminin basit birer aygıtıdırlar. Başka bir ifadeyle, kapitalizm koşullarında meslek sahibi aydınlar sınıfı, farkında olsunlar ya da olmasınlar, politik ve sosyo-ekonomik açıdan önemli bir rol oynayan, araçsallaştırılmış aydınlardan oluşur.

Ne var ki, aydınların özgür olduğunu söyleyen ideolojinin büyük ölçüde istenmeden ortaya çıkan bir sonucu olarak bilgi üretiminin hâkim aygıtı içerisinde belirli bir manevra alanına sahip olduğunu görmek gerekmektedir. Hâkim ideolojide yüksek eğitim, ekonomi ve politika gibi diğer alanlardan özerk bir şeymiş gibi sunulduğu için, aydına özgürce hareket edebileceği belirli bir alan bahşedilir. Meslek sahibi aydınların asli toplumsal görevi ile bu gerçeği gizlemeye çalışan hâkim ideoloji arasındaki çelişkiyle malul olan bu alanda, sınıf iktidarının basit bir aracı olarak iş görmeyen düşünsel çalışmalar için alan açmak ve ortam oluşturmak mümkündür.

Örneğin meslek sahibi aydınlar bağlamında “müdahaleci aydınlar” olarak adlandırabileceğimiz kesimi ele alalım. Bu insanlar, haritalandırma ve müdahale gibi en az iki tür işin üstesinden gelmek için, yukarıda bahsini ettiğim çelişkiden bir biçimde istifade etmeye çalışırlar. Haritalandırma denilen iş, hâkim ideolojiyle çelişen toplumsal, politik ve ekonomik ilişkilerin materyalist haritalarını çıkartıp, insanların gerçekte nelerin olup bittiğini anlamalarına imkân sağlar. Ayrıca bu müdahaleci aydınlar, ikinci bir görev olarak, toplumsal dönüşüm için gerekli, ona en uygun taktikleri ve stratejileri tespit eder ve en iyi şekilde müdahale edilebilecek muhtemel alanları belirler. Elbette bu iki iş de kolektif bir pratiktir, dolayısıyla işçi sınıfı partileri ve teşkilâtlarında başkalarıyla birlikte çalışmayı, aynı zamanda (bana göre her daim fikir işçiliğimin asli kısmını teşkil eden projeler üzerinden) gerçek bir güç oluşturmak adına, militan araştırma kolektiflerinin ve eğitim amaçlı, düzen karşıtı kurumların geliştirilmesini şart koşar.

Örnek Aydınlar: Sartre Foucault’ya Karşı mıydı?

Sartre, benim katılmadığım kimi konumlar almış, karmaşık bir isimdir. Ama öte yandan o, antikapitalist örgütlenme, kadının kurtuluşu, ezilen ırkların özgürleşmesi ve antiemperyalizm gibi tarihsel materyalist geleneğin bazı önemli unsurlarını uzun süre savunan bir aydındı. ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nın onu düşman olarak tanımlamasının sebebi, tam da bu özelliğiydi. Arşiv incelemelerim ve Bilgilenme Özgürlüğü Kanunu üzerinden ilettiğim talepler neticesinde, Sartre’ın istihbaratçıların dayatmaya çalıştığı fikirlerarası uzlaşma karşısında ciddi bir tehdit olarak görüldüğünü keşfetmiştim.

Foucault ise çok satan kitabı Kelimeler ve Şeyler’in 1966 yılında yayımlanıp bomba etkisi yaratması ile ünlendi. Bu kitabının yanında, kitabın ardından verdiği mülâkatlarda da açıktan anti-Marksist olduğunu ortaya koydu. “Eskiler kapı dışarı, yeniler içeri!” diyen bir pazarlama stratejisini benimseyen Foucault, daha da ileri giderek, Sartre’ı Marksist olması sebebiyle, “on dokuzuncu yüzyılın insanı” olmakla suçladı. Anımsayacağımız üzere, o dönemde Vietnam Savaşı yaşanmaktaydı, Küba Devrimi gerçekleşmişti, dünya genelinde Marksizmden ilham alan sömürgecilik karşıtı ve yeni sömürgecilik karşıtı mücadeleler tüm hızıyla devam etmekteydi. Böylesi bir bağlam söz konusu iken, sırf on dokuzuncu yüzyıla ait bir felsefe diye Marksizmin öldüğünü ilân eden kişi, sıra dışı, daha doğrusu alabildiğine gerici bir kişi olarak tarif edilmeliydi.

Dahası Foucault, Marksizmin beynelmilel tarihi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. O, sosyalist devrimlerin gerçekleştiği veya sömürgecilik karşıtı mücadelelerin verildiği ülkelerin tekini bile ciddi bir biçimde incelememişti. Güvenilir kanıtlara dayanan, makul bir eleştiri sunmak yerine, Foucault, ABD’nin güçlü bir biçimde pazarladığı antikomünist ideolojiyle tam olarak uyuşan (kısa süreli radikallik dönemi öncesinde) Marksizmine yönelik, üzerine hiç kafa yormadan edindiği Avrupamerkezci itiraza sarıldı.

Gene de şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekiyor: ben, burada “Sartre’dan yana durup Foucault’ya karşı” kalem oynatıyor değilim. Ben, bir aydın olarak çalışmalarımı, tarihsel materyalizmin birçok isimleri içeren, derin köklere sahip, zengin geleneği dâhilinde yürütüyorum ve onları, eşitlikçi toplumsal dönüşümü amaç edinmiş kolektif çabanın birer parçası olarak görüyorum. Tıpkı Sartre ve Jose Carlos Mariátegui’nin kendi tarzlarında izah ettikleri gibi, bu miras, teoride süren sınıf mücadelesinin o canlı ve dinamik geleneğini ifade ediyor, özeleştiri ise bu mirasın can suyuna ait bir unsur olarak iş görüyor.

CIA, Fransız Teorisi ve Marksizm

CIA türü örgütleri tartışırken, Antonio Gramsci’nin eserlerine dayanarak, ondaki sağduyu ve iyi duyu arasında ayrım yapmak, faydalı olacaktır. Kültür endüstrilerinin ve kitle iletişim araçlarının bir ürünü olan sağduyu, CIA’yi 007 ajanları veya karanlık odalarda manipülasyonlar yapan kişiler olarak takdim eder. İyi duyu ise, kendi içinde tutarlı olan, meseleyi açıklayan modeller kurmak amacıyla, eldeki maddi kayıtları bilimsel açıdan inceler. Örneğin, bu yaklaşım, bahsini ettiğimiz, CIA’ya yönelik sağduyu temelli yaklaşımın kurumun ürettiği bir ürün, kitle iletişim araçları ve kültür endüstrisine yönelik kapsamlı müdahalesinin bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyar. Başka bir ifadeyle, birçok insanın zihninde yer etmiş CIA imgesi, bizatihi kurum tarafından şekillendirilmiştir.

Kendisindeki anti-Marksizmle ilgili olarak kurum, sadece komünizm pratiğine değil, ayrıca komünizm fikrine karşı dünya genelinde çok boyutlu ve karmaşık bir fikrî mücadele yürüttü. “CIA Fransız Teorisi Okuyor” başlığıyla Philosophical Salon sitesinde yayınlanmış olan, sonrasında genişletilip kitaba dönüşen makalemde, bu meseleyi tartışıyorum.[3] Bu konuya ilişkin olarak burada altını çizeceğimiz çok fazla husus var. Bunlardan birisi bilhassa önemli: CIA ajanı Thomas W. Braden’ın açıktan dile getirdiği biçimiyle, kendi içinde “Şirket” olarak anılan CIA, Avrupa’da komünist olmayan, komünist partiler dışında kalan sol örgüt ve partileri fonlamış, desteklemiş, teşvik etmiş.[4] Bu taktiğin amacı ise komünistleri bölüp, onları “haddini aşan” kişiler olarak göstermek suretiyle yalnızlaştırmak, nihayetinde de komünist parti dışı solu meşru sol olarak tanımlamak.

Bilebildiğim kadarıyla Foucault, hiçbir vakit, bile isteye CIA ajanlığı yapmadı (“Ajan”, Şirket’in dilinde CIA çalışanını değil, kuruma bağlı görevlilerce araç olarak kullanılan kişileri ifade ediyor.) Ama mesela, Merkezi Paris’te bulunan Kültürel Özgürlük Kongresi’nin başkanı olan Michael Josselson, bilinçli olarak ajanlık yapan bir isimdi. Kongre’nin çevresinde bulunan ve Fransa’da yayımlanan Preuves [“Kanıt”] gibi dergilere yazılar yazan birçok aydın, CIA’in kendilerine antikomünist propagandaya sundukları katkı sebebiyle para verdiğini biliyor olmalıydı (zaten bir kısmı, bu gerçeği sonradan kabul etti.) Ancak öte yandan CIA, aynı zamanda ajan olduğunun farkında olmayan kişileri de kullanan, bu anlamda, neler olup bittiğini tam olarak idrak edemeyen, ama bir biçimde operasyonlara dâhil edilmiş isimleri devreye sokan bir kurumdu. Bazen kişi, Şirket’in çizgisine çekiliyor, o bilsin ya da bilmesin, CIA’in belirlediği ajandanın uygulanması için o kişiden istifade ediliyordu.

Foucault ile ilgili olarak, kaleme aldığı bir araştırma makalesinde CIA’in onu “Fransa’nın en derin ve en etkili düşünürü” olarak tanımladığını biliyoruz.[5] Aynı makalede Foucault, en az iki sebepten ötürü, önemli bir değer olarak takdim ediliyor:

1. Foucault, yeni sağa övgüler düzen, devrimci örgütlenme pratiğinin kanlı sonuçlarını felsefecilere anımsatan bir isim;

2. Foucault, CIA’in sosyal bilimler alanında Marksizmin etkisini önemli bir hamle ile ortadan kaldırdığı için yere göğe sığdıramadığı yapısalcılığa ve Annales Okulu’na ciddi katkılar sunan aydınlardan biri.[6]

Tabii tespitimiz, Foucault’nun CIA’in sözleşmeli elemanı olduğu anlamına gelmediği gibi, istemeden olsa, bağ kurduğu düşünce hareketlerine ve Foucault’nun eserlerini layıkıyla veya güvenilir bir biçimde değerlendirmeye tabi tuttuğuna dair bir ima da içermiyor. Burada sadece kendi bakış açısından, zihninde baş köşede duran çıkarları üzerinden CIA’in Foucault’yu değerli bir varlık olarak gördüğünden ve onun Sartre’ın karşısına çıkarttığından bahsediliyor.

Kimlik Politikası ve Sol

Kimlik politikası, çok farklı şekilde anlaşılsa da onun materyalist bakış açısı uyarınca en tutarlı tarifini şu şekilde yapmak mümkün: Kimlik politikası, yetmişler civarında sermayenin küreselleşmesiyle birlikte, neoliberalizme yapılmış ideolojik katkı olarak geliştirilmiş gerici bir politik projedir.[7] Kimlik politikasının birçok farklı yönü mevcuttur. Ben, burada birkaçına değinmekle yetineceğim:

1. Kimlik politikası, tarihsel materyalizmin enternasyonalist geleneğini sinsice yürüttüğü işlem dâhilinde yanlış takdim eder ve onun ezilen ırkların kurtuluşu, kadınların özgürlüğü, cinsel özgürleşme gibi konu başlıklarıyla ilgisi bulunmayan bir düşünce olduğunu söyler. Oysa bu geleneğe dair bir şeyler okumuş olan herkes, bu tespitin kategorik olarak yanlış olduğunu bilir: Engels, kadınların özgürleşmesinin genel özgürleşme sürecinin bir ölçüsü hâline gelmesi gerektiğini söylemiştir. Marx, ABD’de köleliğin kaldırılmasını şiddetle savunmuş, ulusal kurtuluş fikrine bağlı olan Lenin, kadınlara eşi benzeri görülmemiş haklar veren bir devrime öncülük etmiştir. Clara Zetkin, kadınların özgürlüğünün sosyalist bir devrimle kendilerine maddi güç ve yetki verilmesine ihtiyaç duyduğunu tespit etmiş, Daniel Guérin, lubunyaların özgürlüğü ve proleter devrimin kesişmesi gerektiğini savunmuş, Thomas Sankara, açık bir dille, ulusal kurtuluşu, ırkçılık karşıtlığını ve kadınların özgürlüğünü birbirine bağlamıştır. Liste uzar gider; burada yer darlığı sebebiyle, Marksizmi kaba ve indirgemeci olmakla eleştirenler dâhil tüm okurları, Domenico Losurdo’nun Class Struggle [“Sınıf Mücadelesi”] isimli çalışmasını okumalarını tavsiye etmekle yetineceğim.

Kimlik politikası, kendisini temsil edilmeyen kimlikleri tanımaktan ibaret olan, alabildiğine yeni ve gelişkin bir toplumsal proje olarak sunar, bir yandan da sosyo-ekonomik açıdan alt konumlarda bulunan belirli grupları üretip, varlıklarını idame ettiren maddi güçlerle ilgili her türden ciddi değerlendirmeyi, “eski kafalılık”, “kabalık” veya “indirgemecilik” olarak yaftalayıp yerden yere vurur.

2. Kimlik politikası, sömürgeci ve ırkçı olan kapitalist sistemin tarihsel ürünleri olan ırksal ve kültürel kimlikleri şeyleştirip öze yerleştirir, böylece, tüm faaliyetiyle, yapabileceğimiz en iyi şeyin ideolojik bir inşadan ibaret olan kimlikleri tanımak, el üstünde tutmak, hatta fetişleştirmek olduğunu söyler.

3. Kimlik politikasının derdi, kolektif antikapitalist örgütlenme pratiklerini kapitalist sisteme asla tehdit teşkil etmeyecek, kişilerarası pratiklere dönüştürüp parçalamak suretiyle, “eleştiri”nin, hatta politikanın niteliğini yeniden tanımlamaktır. Bu faaliyeti, ırkçı liberalizm ve şirket yanlısı çokkültürcülükle uzlaşmayı, aynı zamanda maddi dönüşümler karşısında sembolik tavırlar almakla övünmeyi ihtiva eder.

4. Kimlik politikası, muktedir sınıfın, zulmün belirli biçimlerine karşı yürütülen mücadeleleri, farklı zulüm biçimlerinin daimi kılınmasını mümkün kılan maddi sistemleri dönüştürme gayretlerinden kopartmak için başarıyla kullandığı bir silâha dönüşmüştür (ABD’de Demokratlardaki “ırkçılık karşıtlığı” bu konuda iyi bir örnek sunmaktadır). Aynı zamanda kimlik politikası, solun bölünmesinde, onun faaliyetlerinin birbirinden kopuk kimlik grupları dâhilinde tefrik edilmesinde ve düzene başkaldıran toplumsal hareketlerin şirketlerin fonladıkları STK’lar aracılığıyla teslim alınmasında etkili bir güç hâline gelmiştir.

Şunu da not etmekte fayda var: Kimlik politikası, Amerikan akademisinde öne çıktıkça, düşünsel besinini en çok da Fransız teorisi okuyan mahfillerden edindi (burada daha çok Foucault, Derrida, Kristeva, Deleuze, Lacan gibi isimlerle tanımlı olan küresel teori endüstrisinin ürünlerini kastediyorum). Fransız teorisinin söylemin analizi adına sırtını tarihsel materyalizme dönmesi ve farklılığa dönük ahlakî kaygısı, bu gerici politikaya fikrî derinliğe dair bir imaj, kimi zaman da söylemlerle yapılan havai fişek gösterisinin sisi ve göz boyaması ile varmış zannedilen radikal bir anlayış temin etti.

Kimlik politikasının ve Fransız teorisinin küresel kapitalizm koşullarında hâkim bilgilenme aygıtı dâhilinde bu kadar çok pazarlanıyor oluşu, ikisinin de sisteme tehdit teşkil etmediğine dair net bir gösterge olarak görülmelidir. Kimlik politikası ve Fransız teorisi, esasen benim “düzene radikal şifa sunma pratiği” dediğim sürece yön veren asli düşünsel güçlerdir. Burada ben, radikallik görünümünün nasıl üretildiği üzerinde duruyorum. Bu pratik, simgelere dayalı anlamlandırma sistemlerini içeriyor. Bu olabildiğince ve gereğinden fazla karmaşık olan sistemler yüzünden birçok insan, kendilerinin fiiliyatta sosyo-ekonomik mücadelelerden nasıl kopartıldıklarını bir türlü anlayamıyor. “Her şey simgeden ibarettir, öz diye bir şey yoktur” lafını ana slogan olarak belirleyen kimlik politikası ve Fransız teorisi, komünizm fikrine karşı tüm dünyada verilen fikir mücadelesine muazzam bir katkı sunmuştur.

Liberalizm ve Faşizm

Foucault ile ilgili makalemle aynı zamanda yayımlanan dört makalelik yazı dizisinde, liberalizmle faşizm arasındaki ilişkiye dair detaylı bir değerlendirme sunmuştum.[8] Özetlersek; yazılarda da dile getirildiği biçimiyle, liberalizm, faşizmi durduracak siperi asla inşa edemez. Bilâkis, yirminci yüzyılın başlarında İtalya ve Almanya’da geliştirilen politik projeler anlamında “klasik faşizm”, tam da burjuva demokratik düzen denilen sistem içerisinde iktidara geldi. Sanayideki büyük sermaye sahiplerinin finansal desteklerini arkasına alan Mussolini ve Hitler, küçük burjuva kitle tabanını milliyetçi, sömürgeci ve antikomünist bir zemin üzerinden harekete geçirmek amacıyla, o döneme ait propaganda yöntemlerini kullandı. İki isim de kendi ülkelerindeki hukuk kurallarına uygun işleyen bir süreç dâhilinde iktidara geldi. İkisi de işçi sınıfına ait örgütleri ezip, büyük sermaye adına fetih amaçlı sömürgeci savaşlar başlatmak suretiyle, üstlendikleri işi yapmaya koyuldu. Başlattıkları en önemli savaşsa “Uzak Doğu’da Bolşeviklere karşı başlattıkları savaştı.

Bahsini ettiğim makalelerde ben, Nazilerin ve faşistlerin savaşın sonunda tümüyle mağlup edilmediklerini söylüyorum. Liberal olduğu söylenen temsilî demokrasinin kılıfı ardında faaliyet yürüten ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı fiiliyatta, İkinci Dünya Savaşı sonrası komünizme karşı dünya genelinde yürütülen beynelmilel savaşta binlerce faşisti işe alıp onları yeniden sahaya sürdü.

Nihayetinde Foucault’nun asarı, tam da bu tarihsel bağlam içine yerleştirilmelidir. Savaş sonrası Fransa, küresel hegemon hâline gelen ABD için en önemli ideolojik savaş sahalarından biridir. Ülkenin Nazilerle kurduğu işbirliğine bağlı olarak sağ, önemli ölçüde itibarsızlaşmış, Nazilerin komünistler tarafından yenilmesi ile birlikte ülkede aydınlar, savaşın ardından Marksizmi benimsemişlerdi. Bu noktada, Batı Avrupalı aydınları, bilhassa Fransa ve İtalya’da Marksizmden uzaklaştırmak adına, Amerikan Ulusal Güvenlik Bakanlığı, farklı düzeylerde, muhtelif yöntemlerle kesintili ilerleyen, ama zora başvurulan sürece müdahale etme görevini üstlendi. Fransız teorisi geleneği içerisinde yer alan, kendi kuşağına mensup diğer aydınlarla birlikte Foucault, bu süreçte önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla, bu aydınların küresel teori endüstrisi tarafından “radikal” düşünürler ve dünyada her bir teorisyenin mutlaka okuması gereken öncü aydınlar olarak pazarlanması, kimseyi şaşırtmamalı. Bu isimlerin devrimci projeden mahrum olan, söylem üzerine kurulu “eleştiri”leri, fiiliyatta dünyayı değiştirme işine soyunmuş tehlikeli teorilere karşı faydalı bir panzehir olarak görüldüler.

Eşitlik ve Özgürlük

Eşitlik ve özgürlük arasında kurulan karşıtlık, uzlaşmaz çelişkileri yanlış ele alan ideolojinin bir ürünüdür. Bu karşıtlıkla ilgili fikri daha çok, kapitalizmle komünizm arasında süren eski savaş yanında, soğuk savaş denilen süreç besledi. Komünizm, sosyo-ekonomik eşitlik üzerinde dururken, kapitalizm ona karşıydı. Dolayısıyla, kapitalizm yanlısı aydınlara, kapitalist sistem adına bir bayrak gibi sallanacak, bir değer bulmak gibi, ifa edilmesi imkânsız bir görev verildi. Bu insanlar “özgürlük” kavramını önerdiler, zira sosyalizm kendisini, muktedir sınıfın mülksüzleştirme, köleleştirme, sömürme ve kâr adına yaşama imkânlarına dair koşulları ortadan kaldırma özgürlüğünü ifade eden hür teşebbüsün elindeki özgürlüğü ortadan kaldırmaya adamıştı. Dahası, işçi-emekçi kitleleriyle ilişkisi konusunda muktedir sınıfın elindeki medya, kültür ve eğitim denilen aygıtların yürüttüğü ideolojik kampanya, şu konuda gayet tutarlı ve açık sözlüydü: Kampanya dâhilinde, anlamlı olan her yoldan özgürlükten istifade etmek için gerekli olan maddi kaynaklar, işçilere-emekçilere haram edilirken, bir yandan da (ilkesel olarak) onların özgür oldukları, tekrar tekrar dile getiriliyordu.

Eşitlik-özgürlük arasında yanlış bir biçimde kurulan karşıtlık, şu gerçeği gizliyor: kişinin biçimsel özgürlüğünü somut gerçeklik hâline getirmesi için gereken güç ve maddi kaynaklar yoksa özgürlüğün de bir anlamı yoktur. Örneğin, temelde ben, ABD başkanı olma özgürlüğüne sahibim. Ama muktedir sınıflar ve politik elitlerle derin bağlara sahip bir milyoner olmadığım için bu “özgürlük”, ondan asla yararlanamayacak olmam sebebiyle, hiçbir anlama sahip değildir. Walter Rodney, bu gerçeği dikkat çekici bir yalınlıkla dile getiriyor: “1917 sonrasında Sovyetler Birliği’nde özgürlükler alanı genişledi, çünkü gerçek özgürlük, kültürel ve ekonomik eşitliğe dair bir işti.”[9]

Gabriel Rockhill
1 Şubat 2021
Kaynak

Dipnotlar
[1] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Foucault: The Faux Radical,” 12 Ekim 2020, Salon (erişim tarihi: 26 Kasım 2020). Türkçesi: İştiraki.

[2] Can Uğur’la yaptığım mülâkat Sol Siyaset sitesinde yayınlandı (erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Dag Eivind Undheim Larsen’in “Kaller Foucault ‘falsk radikal’” başlıklı makalesi, Klassekampen sitesinde 22 Kasım 2020 tarihinde yayınlandı. (erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Bu makale, “Gabriel Rockhill Talks to Dag Eivind Undheim Larsen: Foucault ‘a Faux Radical’” [“Gabriel Rockhill Dag Eivind Undheim Larsen’le Konuşuyor: ‘Çakma Radikal’ Olarak Foucault”] adıyla, İngilizce olarak da yayınlandı. Çeviren: Anders M. Gullestad, 22 Aralık 2020, Philosophy World Democracy (erişim tarihi: 25 Ocak 2021).

[3] Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left,” The Philosophical Salon of the Los Angeles Review of Books, (28 Şubat 2017): Salon (erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Türkçesi: İştiraki.

[4] Bkz.: Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is ‘Immoral,’” Saturday Evening Post (20 Mayıs 1967).

[5] Directorate of Intelligence, “France: Defection of the Leftist Intellectuals” (Aralık 1985), CIA (erişim tarihi: 25 Ekim 2020).

[6] A.g.e.

[7] Bazen başka isimlerin ardına saklanan kimlik politikasına dair sağlam değerlendirmeler için Barbara ve Karen Fields, Barbara Foley, Adolph Reed Jr. ve William I. Robinson’ın çalışmalarına bakılabilir. Örneğin Robinson şunları söylemektedir: “Ezilenlerin hiçbir mücadelesi, organik aydınlar olmaksızın yürütülemez. Bu sebeple, aydınların ihaneti önemli bir meseledir ve hikâyenin ciddi bir kısmını teşkil etmektedir. Altmışlarda ve yetmişlerde verilen kitle mücadeleleri, bu kitle mücadelelerinin radikal ajandalarına başta bağlı olan, ezilen örgütleri gibi örgütler içerisinde çalışmış kişilere meslek sahibi kesimlerin ve elitlerin safına katılmak için gerekli zemini sundular. Akademide bu tür mücadeleler sayesinde sınıfsal arzularını kimlik politikası ve postmodern anlatılar dâhilinde ifade etmeye başlayan yeni entelektüel küçük burjuvazi için gerekli alanı açtılar. Bu entelektüel küçük burjuvazisi geliştirdiği sınıfsal proje dâhilinde sınıf meselesini kenara attı ve kimlik politikasını öne çıkarttı, öte yandan, bilhassa emperyalist ülkelerde, dünyanın kuzeyinde birçok toplumsal hareketi istila etti. Bu tür anlatılar, tüm bir genç kuşağın bilincini ve anlayışını biçimlendirdi, o gençleri, “sermayenin küreselleştiği momentte Marksist kapitalizm eleştirisini benimsemekten alıkoydu.” (William I. Robinson, “The Betrayal of the Intellectuals,” a contribution to the forum Planetize the Movement!, Nisan 2020, Great Transition Initiative.

[8] Bu makaleler sırasıyla şu şekilde: “Fascism: Now You See It, Now You Don’t!,” 12 Ekim 2020, CounterPunch; “Liberalism and Fascism: Partners in Crime,” 14 Ekim 2020, CounterPunch [Türkçesi: İştiraki; “The U.S. Did Not Defeat Fascism in WWII, It Discretely Internationalized It”, 16 Ekim 2020, CounterPunch; “Liberalism & Fascism: The Good Cop & Bad Cop of Capitalism,” 21 Ekim 2020, Black Agenda Report (hepsinin erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Bu makalelere dair kısa bir değerlendirme için Chris Hedges’ın On Contact programında benimle yaptığı mülâkata bakılabilir (erişim tarihi: 25 Ocak 2021).

[9] Walter Rodney, The Russian Revolution: A View from the Third World (Londra: Verso, 2018), s. 184.

0 Yorum: