22 Temmuz 2022

Her İntihar Cinayettir: Kapitalizm ve Akıl Sağlığı


Her İntihar Cinayettir: Kapitalizm ve Akıl Sağlığı

Sınıflı toplumun son dönemi olarak kapitalizm, en basit ifadeyle, bir tür hastalandırıcı olarak tarif edilebilir. Kapitalist toplum, halk kitlelerini hastalandırır. Kapitalizmin kurbanlarına dayattığı hastalık, insanın en şahsi ve en insanî unsurlarını etkiler. Bu unsurlar içerisinde en fazla, akıl öne çıkmaktadır.

Kapitalist sistemde yaşamak ve çalışmak, akıl sağlığından yoksun olmak demektir. Altmışların sonundan yetmişlerin başına dek Federal Almanya Cumhuriyeti’nde faaliyet yürütmüş olan Sosyalist Hasta Kolektifi’ne göre, kapitalizmin bu özelliği, mantıksal açıdan şu sloganın temelini teşkil etmiştir: “Her intihar cinayettir.”

İnsanları ertesi güne aç uyanma kaygısıyla uğraşmaya mecbur eden sistemi suçlayan bu slogan, bir avuç sömürücünün zenginleşmesi için insanların kıymetli zamanlarının önemli bir kısmında çalışması konusunda önemli bir değerlendirmede bulunmaktadır. Slogan, emperyalistlerin milliyetçi şoven çıkarlarına hizmet etsinler diye halkları insanlıktan çıkartan sistemi mahkûm etmektedir.

Kapitalizmin toplumlara dayattığı hastalığı ifşa eden Sosyalist Hasta Kolektifi, bu lanetli kapitalist sistemi mahkûm eden çalışmalar ortaya koydu. Kolektife göre akıl hastalıklarına sebep olan kapitalizm, bilhassa ezilen uluslarda yıkıma neden oluyor, insanları hastalandırıp öldürüyor, bu anlamda, kendi yıkımı için gerekli zemini meydana getiriyordu. Başka bir ifadeyle, birçok çile çeken insanı intihara sürükleyen kapitalizm, esasen kendisini öldürmekteydi.

Kapitalizmin akıl hastalıklarına nasıl yol açtığını anlamak için önce hasta olmanın ne demek olduğuna bakmak gerekiyor. Kolektif’in “Hastalığı Silâha Dönüştürün” isimli eylem çağrısında akıl hastalıklarına ilişkin baskın burjuva izahatın gerçekler karşısında aciz kaldığından, burjuvazinin akıl hastalıklarını birey düzleminde ortaya çıkan biyolojik olgular olarak gördüğünden bahsediliyor:

“Eğer bir sorunu çözmek istiyorsak, o vakit o sorunu doğru bir biçimde belirlememiz gerekir. Şu veya bu kısmını tespit etmemiz, kâfi değildir. Sorunu ve onun başkalarıyla ilişkilerini tayin eden tüm durumlar kavranmalıdır. Ancak bu sayede soruna dair bilgi ve sunulan çözüm, birbirinden ayrıştırılamayacak bir birlik meydana getirebilir. Eğer bir taşın neden yere düştüğünü anlamak istiyorsak, başka şeylerin de yere düştüklerini tespit etmekle yetinemeyiz, bu sebeple bizim düşmek denilen biçimin ardındaki özü idrak etmemiz, yani kütle kavramı üzerinden yerçekimi üzerinde durmamız gerekir. Aynı durum, hastalık için de geçerlidir. Bu anlamda, bilimsel tıp modeli uyarınca tek bir bedene bağlanmış bir sebebin peşine düşmek, bizi asla tatmin etmeyecektir.”

Kolektif’e göre, akıl hastalıklarının biyolojik bir olgu olduğunu ve sadece bireysel bir mesele olarak görülmesi gerektiğini iddia edenler, meselelere yüzeysel bakmakta, olguların karmaşık sebeplerinin oluşturduğu bütünlüğün anlaşılması üzerinden tam bir izahat sunmaya yanaşmamaktadırlar:

“Hastalık semptomlarını kendisine dert edinmiş herkes, kapitalist toplumda iktidar ve iktidarın örgütlenmesi meseleleriyle ilgilenmesi gerekir. Toplumsal ilişkiler, madde olarak bedende ve o bedenin imajı olarak ruhta karşılık bulurlar. Birey, kendi bedenini ve ruhunu kapitalizmin örgütlediği üretim süreci içerisinde üretir.

Yere düşen taş, yerçekimi denilen bağlam olmaksızın izah edilemez. Bu anlamda, SHK, akıl hastalıklarının kapitalizm bağlamı dışında izah edilemeyeceğini söyler. Çünkü bir bireyin içinde bulunduğu psikolojik koşul, o bireyin içinde varolduğu topluma damgasını vuran toplumsal ilişkilerin cisimleşmiş hâlidir. Marksizmin kapitalizmin kendi yerini alacak, herkesin yaşamsal ihtiyaçlarını temin eden, sömürü ve zulümden azade olan toplum için gerekli koşulları ürettiğine dair anlayışı çıkış noktası olarak ele alan SHK, ‘bireyin yaşamsal ihtiyaçlarının sermayenin artı değer ihtiyacıyla çeliştiğini’ tespit eder. Gözümüzle gördüğümüz semptomlar, aslında bu çelişkili birliğin ilk elden algılanmasının birer neticesidir.”

SHK’daki hastalık anlayışında belirleyici olan, bu çelişkidir. İnsanların büyük bölümü, başkalarının cebini doldurmak için çalışıyor olmaktan, ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince para bulabileceğim diye endişe etmekten, tahammül etmek zorunda kaldıkları, kapitalist toplumun dayattığı yabancılaşmadan bıkmış durumdadır. Bu durum, sermayenin çıkarlarıyla çelişmektedir. İlgili çelişkiye dair analizleri SHK’yı şu sonuca ulaştırır:

“Yaşama ihtiyacı, kendisini en çok da hayatın sınırlandığı, tehdit altında olduğu hastalık gibi durumlarda açığa çıkar. Kapitalizm koşullarında varoluş biçimi hâlini almış olan hastalık, bu anlamda, psikolojik stresten, değişim ihtiyacından ve üretim ihtiyacından ayrı ele alınamaz. Hayatın içerisindeki çelişkili bir durum olarak anlaşılan hastalık, kendi içinde onu redde tabi tutan, yaşama iradesi denilen, o cevheri ve enerjiyi de taşır. Aynı zamanda hastalık, kişinin baskı altında olması, hayatın inkâr edilmesidir. Burada sadece biyolojik (empirik) hayat süreci inkâr edilmektedir. Ama aynı zamanda hâkim toplumsal üretim ilişkileri anlamında, ‘hayat’ın mevcut koşulları üretilip, bir yandan da redde tabi tutulmaktadır.”

Doğası gereği diyalektik olan akıl hastalıkları ile ilgili bu izahatında SHK, akıl hastalığını bireyin sorunlarına ve onun biyolojisine indirgeyen yaklaşıma bir alternatif sunuyor. Bu anlayışa göre akıl hastalığı, ancak kapitalizmde mümkün olan bir varoluş biçimidir. O, hayatı redde tabi tutan kapitalizme ait özelliklerin bir dışavurumudur.

Kapitalizm, insanî üretimin elindeki kudreti köleleştirir, toplumsal değişim imkânına karşı koyar, onu sınırlar, nihayetinde de tüm insanlığın daha iyi yaşamasını sağlayacak yola mani olur. Bu türden sınıfsal ilişkilerin ürünü olan akıl hastalıkları, insan hayatının inkârıdır. Ona stres eşlik eder.

Akıl hastalığı, sadece kapitalizmin insanın yaşama iradesine karşı olması sebebiyle vardır. Bu anlamda akıl hastalığı denilen olgu, karşıtını, radikal bir yaşama arzusunu, daha da önemlisi, kapitalizmsiz yaşama arzusunu da içeriyor olmalıdır. SHK’nin tarif ettiği biçimiyle, akıl hastalığı, kapitalizm döneminde birçok insanın ömrü boyunca katlanmak zorunda olduğu bir meseledir. Çünkü birçok insan, burjuvazinin sömürüsüne veya cinsiyetçilik, ırkçılık, transfobi gibi çeşitli zulüm biçimlerine maruz kalmaktadır. Peki akıl hastalığına ait semptomlardan kimler kurtulabilir? SHK, bu soruya şu cevabı vermektedir:

“Bireyin hastalık sürecinde ileri bir safhaya geçebilmesi, içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal koşullara bağlıdır. Turizm ve partiler gibi kapitalist tüketim ürünleri aracıyla semptomlardan kurtulma imkânı bulacak imtiyaza sahip olan veya başkalarının sırtından geçinip, sahip olduğu toplumsal konum üzerinden sağlıklı olan kişiler, burjuvazinin dillendirdiği anlamıyla ‘şifa’yı bir biçimde bulurlar. Bu tür kişiler, en rahatsız edici semptomlardan kurtulurlar. Bundan memnun olurlar. Başkalarına yönelik şiddetin bir biçimi olarak bir eylemin polis gücüyle bastırılmasında olduğu gibi, hastalığın gerici yanına destek sunan bu kişiler, SHK’dan uzak duran ‘özgür’ bir kişilik olarak takdim ederler kendilerini. Bu kişi ‘sağlıklı’dır, dolayısıyla nesnel olarak sermayenin safındadır.”

Akıl hastalığının en ağır semptomlarından bazılarının hafifletilmesi, küçük ve imtiyazlı bir azınlık için mümkündür. Fakat “sağlıklı” insanların aldıkları psikolojik bakım hizmetini birçok kişi alamaz, dolayısıyla bu insanlar, söz konusu ağır semptomları hafifletme imkânına sahip değildirler, çünkü onlar, farklı zulüm biçimlerine maruz kalırlar ve hayatın sunduğu güzelliklerden uzaktırlar.

Ama imtiyazlı kesimdeki sağlığın altı boştur. Hastalığın kalıcılaşmasını güvence altına alan sınıflı topluma zincirlerle bağlı oldukları için bu insanlar, sadece akıl hastalığının o ağır semptomlarından kurtulabilirler. İmtiyazsız kitlenin ise akıl sağlığının sunduğu özgürleştirici imkâna sarılmaktan başka seçenekleri yoktur. Bu insanlar, iyi bir hayat yaşama iradesinin kanıtını kapitalizm koşullarında yaşadıkları acı dolu hayatta bulurlar. Değişim sürecini tetiklemeyi, ancak statükodan nefret ettikleri vakit düşünürler. İnsanlık dışı kapitalizmin yol açtığı çilede insanlığın özünü bulmak zorundadırlar. Nihayetinde bu insanlar, akıl hastalığının basit bir duygudan fazlası olduğunu anlamaya mecburdurlar, çünkü akıl hastalığı bir yanıyla devrimci bir yön, bu anlamda, toplumun topyekûn dönüşümü için verilecek mücadeleyi tetikleyecek o ilk itkiyi barındırır.

Akıl hastalığının en ağır biçimi, hiç şüphe yok ki, sömürgeci veya yeni sömürgeci emperyalizmin zulmettiği uluslarda görülür. Ezilen ulusların kapitalist sömürünün en ağır biçimlerini tecrübe ettikleri kapitalizmin mevcut aşamasında, bu olağan bir durumdur.

Siyahî Marksist bir isim olan, psikiyatri alanında faaliyetler yürüten Frantz Fanon, sömürge halklarda (bugündeki karşılığı anlamında Filistin’de, yerli halklar anlamında Birinci Uluslarda, Porto Rikolularda ve Yeni Afrikalılarda vs.) karşımıza çıkan akıl hastalığını, Yeryüzünün Lanetlileri isimli eserinde tarif eder. Sömürgecilerin sömürge ülkelerde akıl hastalığına nasıl yol açtığı konusunda şu örneği verir:

“Sömürgeci, sömürgeyi öfke hâli içerisinde mahpus tutar ve böylece onun galeyana gelmesine, kontrolden çıkmasına mani olur. Sömürge, sömürgeciliğin sıkı bir biçimde ördüğü ağa yakalanır. Fakat daha önce de gördüğümüz üzere, sömürgeci, ülke içerisinde insanları, duygularını, öfkelerini ancak şeklen taşlaştırabilir. Dönem dönem sömürgenin kaslarında biriken gerilim, kabileler, aşiretler ve bireyler arasında cereyan eden, kanın aktığı kavgalarda açığa çıkar.”

Sömürge toplumunda ırkın üstünlüğü üzerine kurulu nizam, kısmen sömürgecinin sömürgenin zihnini sürekli huzursuz kılmaya dönük çabaları sayesinde ayakta durur. Fanon, bu duruma ilişkin izahatını şu şekilde sürdürür:

“Sömürgeleştirilmiş tebaanın kaslarında birikmiş gerilimin açığa çıktığı kanallardan biri de her iki taraftan kayıpların yaşandığı çatışmalara neden olan kan davasının yol açtığı kolektif yıkım sürecidir. Bu türden davranışlar, tehlike karşısında duyulan ölüm arzusunu ifade ederler. Bu anlamda sömürge halktan kişiler, bu tür çatışmalarda esasen intihar ederler, böylelikle sömürgecinin varlığını ve hâkimiyetini pekiştirirler, ayrıca ona kendisi gibi insanların hiç de makul olmadıkları konusunda yeniden güvence verirler.”

Fanon’dan yapılan bu iki alıntı bile sömürge denilen tebaanın kendi içinde çilesini çektiği, bizatihi sömürgecinin sebep olduğu psikolojik sıkıntı ile sömürge toplumunda belirli tarafların birbirine şiddet uyguladıkları çatışma durumlarında açığa çıkan intihar eğilimi arasındaki bağı anlamak için yeterlidir.

Fanon’un intihar amaçlı şiddet eylemlerinin fiiliyatta sömürgecinin düzenini perçinlediğine, beslediğine dair o önemli çıkarımından daha önemli olan tespitse şudur: sömürgeciler, yaşanan şiddeti kendi varlıklarını meşrulaştırmak için kullandıkları ırkçı görüşlerin onaylanması olarak yorumlarlar.

Sosyalist Hasta Kolektifi gibi Fanon da sömürgecilerin savundukları “akıl sağlığı yerinde olma” hâlinin akıl hastalıklarından fiiliyatta kurtulmak için herhangi bir yol önermediğini söyler. Bu düşünce, aynı zamanda Fanon’un Cezayir’de Fransızların hâkim olduğu dönem boyunca ortaya konulan psikiyatri uygulamalarına dair analizinde de karşımıza çıkar:

“1954’ten beri biz, Fransız ve başka uluslardan psikiyatristlerin dikkatini yürüttükleri bilimsel çalışmalar bağlamında, sömürgeleşmiş tebaanın doğrudan ‘iyileştirilmesi’ndeki, başka bir ifadeyle, bu tebaadan olan kişilerin sömürge tarzında inşa edilmiş toplumsal ortama bütün yönleriyle uyumlu kılınmasındaki güçlüğe dikkat çektik.”

Fanon, sömürgeci ulus olarak Fransa’dan gelmiş psikiyatristlerin ve başka uluslardan psikiyatristlerin Cezayirlileri akıl hastalıklarından kurtarmaya dönük çabalarının, esasında sömürgecilerin inşa ettikleri toplumsal nizamı koruma çabalarını gizlediğini, bunu da sömürge halkı eskiden olduğu gibi boyunduruk altında tutarak yaptıklarını anlamış bir isimdi.

Sömürgecilik, bugün Fanon’un yaşadığı dönem kadar yaygın bir olgu değil, çünkü yirminci yüzyıl boyunca o büyük ulusal kurtuluş dalgası, Cezayir Devrimi gibi önemli kazanımlar elde etmeyi bildi. Buna karşın, bugüne dek varolan sömürge toplumların önemli bir kısmının dışında yeni sömürgecilik gibi emperyalizmin nispeten dolaylı kimi biçimleri dâhilinde dünyanın güneyinde bir ulusun başka bir ulusa uyguladığı baskı biçimini alan sömürgecilik varlığını sürdürüyor. Birinci dünyanın emperyalist uluslarınca eşitsiz mübadele, zorla dayatılmış yapısal uyum programları ve yıkıcı sonuçlara yol açan krediler gibi müdahaleler üzerinden sömürülen üçüncü dünya uluslarındaki halklar, bu sömürünün sonucu olan ağır sefalet koşullarına ve yoğun psikolojik acıya tahammül etmeye çalışıyorlar. Leonardo ve Clodovis Boff, Introducing Liberation Theology [“Kurtuluş Teolojisini Takdimimizdir”] isimli kitaplarında, emperyalistlerin sömürdükleri Latin Amerika’da ümitsizliğe yol açan sefalete dair gerçek hikâyeler aktarıyor:

“Aslında kırkında olan, ancak yetmişinde gösteren bir kadın, kilisedeki ekmek şarap ayini sonrası rahibin yanına gelir ve büyük bir acıyla kendisine, “Peder, ben günah çıkartmadan önce komünyona katıldım” der. Rahip, “bu nasıl oldu kızım?” diye sorunca, kadın şu cevabı verir: ‘Ayine biraz geç katıldım, ekmek şarap sunumuna başlamıştınız. Üç gün boyunca hiçbir şey yememiş, sadece su içmiştim. Açlıktan ölüyordum. Elinizdeki o küçük beyaz ekmekleri insanlara dağıttığınızı görünce, o küçük ekmeği yemek için komünyona katıldım.’ Bu sözlerin ardından, rahibin gözleri yaşla dolar.”

Boff Kardeşler, emperyalizmin yol açtığı sefaletin üçüncü dünya insanlarının ruhsal durumları üzerindeki etkisini bir kadının kederini ve rahibin gözyaşlarını tarif ederek anlatıyor. SHK’nın akıl hastalıkları ile ilgili analiziyle uyumlu bir biçimde, kadının çilesinin kapitalizm sebebiyle yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamamasının doğrudan bir sonucu olduğunu, ekmekle ilgili o basit isteğin içerisinde yaşama arzusunun saklı olduğunu, kadının tam da bu sebeple psikolojik açıdan stres yaşadığını söylüyor. Kapitalist-emperyalist dünya sistemini altüst edecek radikal hareketlerin temelini de işte bu yaşama iradesi oluşturuyor.

Esasında Boff Kardeşler’in bu hikâyeyi kitaplarına aktarmasının bir sebebi var. Onlara göre, kitlelerin antikapitalist, antiemperyalist hareketlere katılmaya iten itkinin bu keder olduğunu düşünüyorlar. Ezilen uluslarda insanların tecrübe ettikleri akıl hastalıklarıyla neticelenen, aşırı sömürünün yol açtığı bu türden örnekler, ezilen uluslarda neden antikapitalist ve antiemperyalist hareketlerin muazzam bir zemin bulabildiklerini de açıklıyor.

Genel tespite göre kapitalizm, akıl hastalıklarına, akıl hastalıkları da intihar eğiliminin açığa çıkmasına sebep oluyor. Bu noktada “bu intihar eğilimi neye yol açıyor?” sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Bu sorunun basit ve açık bir cevabı var: söz konusu eğilim, intihara yol açıyor.

Gelgelelim aramızdan ayrılmış olan Kara Panter Özsavunma Partisi liderlerinden Dr. Huey P. Newton, bu meselenin o kadar da basit olmadığını, çokkatmanlı olduğunu söylüyor. Newton’a göre gerçekte kapitalizmin yol açtığı akıl hastalıkları iki tip intihara sebep oluyor. Genelde anlaşılan intihar kavramına “gerici intihar” diyen Newton, ikinci tür intihardan bahsediyor ve “devrimci intihar” dediği bu türün radikal ve özgürleştirici olduğunu söylüyor. Kitabına da Devrimci İntihar ismini veren Newton orada şunları söylüyor:

“Devrimci intiharı anlamak için ilkin gerici intihar konusunda bir fikre sahip olmak gerekiyor. Çünkü devrimci intiharla gerici intihar birbirinden çok farklı şeyler. Dr. Hendin, gerici intiharı tarif etmiş: insan, kendisini boğan, kahreden toplumsal koşullara tepki olarak hayatını alıp bir tepki koyuyor ortaya, böylelikle çaresizliği kabulleniyor. Genç siyah erkekler, çalışmaya göre, insanlık onurunu ayaklar altına alan koşullara mahkûmlar, zulmün altında inim inim inliyorlar, üstelik gururla ve özgürce yaşama haklarından mahrum edilmişler.” [Makalenin tamamı: İştiraki]

Tıpkı Sosyalist Hasta Kolektifi gibi Dr. Newton da kapitalist toplumla hayat arasındaki çelişkinin akıl hastalığı denilen olgunun özünü teşkil ettiğini kabul ediyor. Gene SHK gibi Dr. Newton da “devrimci intihar”ın sebebini kapitalizm olarak belirliyor. Yalnız Dr. Newton, SHK’nın akıl hastalıklarının ilerici bir unsur barındırdığını söyleyen görüşünü bize anımsatan “devrimci intihar” kavramını daha güçlü bir içerikle takdim ediyor:

“Medyanın, eğitim ve kültür kurumlarının destekleyip perçinlediği, ekonomik altyapıya dayanan iktidar anlamında müesses nizama, yeryüzünün lanetlilerini sömürmeye devam eden o güce saldırmadan hayırlı hiçbir değişim gerçekleşemez. Devrimci intihar anlayışının özünü bu inanç meydana getirir. Dolayısıyla en doğrusu, beni canıma kıymanın eşiğine getiren güçlere karşı koymak, onlara direnmektir. Ölüm gibi bir ihtimal olsa da tahammülü imkânsız olan koşulları değiştirmek gibi bir ihtimal de vardır. Bu ihtimal önemlidir, çünkü insan, kendi hayatında tehlikelere ve sorunlara dair gerçek bir anlayışa sahip olmasa da umuda bel bağlar. Siyah beyaz fark etmez, hepimiz aynı şekilde hastalanmaktayız ve bu hastalık ölüme yazgılıdır. Peki ölmeden önce nasıl yaşamalıyız? Umutla ve onurla… Eğer erken öleceksek, bu ölümün bir anlamı olacaktır ama gerici intiharın asla olmayacaktır. Bu, insanın kendisine duyduğu saygının bir bedelidir.”

Devrimci intihar, aşırı dozdan ölmeyi değil de kapitalizmi yıkmayı tercih etmektir. İntihar notu yazmaktansa bildiriler yazıp dağıtmayı seçmektir. Devrimci intihar, ölümle yüzleşildiğinde bile kapitalizme teslim olmayı reddetmektir. Tam da bu sebeple Dr. Newton şunları söyler:

“Biz, umutla ve onurlu bir biçimde yaşama konusunda güçlü bir isteğe sahibiz. Biliyoruz ki yaşamak, umutsuz ve onursuz asla mümkün değildir.”

Kapitalizm karşısında, en ağır baskıyla yüzleştiğinde bile kendisini yok etmesine karşı koyan insanları bulur. Tüm dünyada insanlar, en temel ihtiyaçlarını ve haklarını elde etmek için ayağa kalkıyor diye her gün katledilmektedirler. Devrimci intihar, bu katledilme ihtimaline rağmen gerçekleştirilmiş bir isyandır. O, insanın umuduyla ve onuruyla sıkı sıkıyla bağlantılı bir olgudur. Dr. Newton bu konuda şunları söyler:

“Gerici güçler bizi ezse bile, ölme riskini göğüsleyip onların üzerine yürümeliyiz. Kapılarının önünden bizi kovacaklarsa bunu süpürgeyle değil, sopayla yapmalılar.”

Kapitalist toplumda varolmak isteyen herkes bir tercihle yüzleşir. Üstelik kişi, bu tercihi asla kurtulamayacağı akıl hastalıklarıyla malul genel bağlam içerisinde yapmak zorundadır. İnsan, bu noktada kapitalizme hayatının tüm dizginlerini teslim etmeyi, böylelikle, insanlık dışı, bunalımlarla geçen, fiziken ve psikolojik açıdan aşağılanmış bir hayatı yaşamayı seçebilir. Yenildiğini kabul eden bu kişi, sefil bir hayat yaşadıktan sonra ya doğal yollardan ölür ya da intihar aracılığıyla, kapitalist toplum tarafından katledilir. Ancak öte yandan insan, isyan yolunu da seçebilir. Kişi, kapitalizme karşı konum almayı, kendi hastalığını kabullenip benimsemeyi, özgürlük mücadelesinin çektiğimiz çilelerden doğduğunu görmeyi tercih eder. Bu, onurlu bir yoldur, bu yol, insana koşullar çok ağır olduğunda bile, yaşamak için bir gerekçe sunar. Bu yolda insan ölümü değil yaşamı, yenilgiyi değil, zafer elde etme ihtimalini, teslimiyeti değil özgürlüğü tercih eder. Mücadeleden başka bir şey vaat etmeyen bu yolun sonunda ölüm de olabilir, ama bu ölümün sebebi intihar değil, şehadettir. Bu yol, kişiye sadece kapitalist sömürünün temel sebebini açıklamakla kalmaz, aynı zamanda onu halkın mücadelesinin ölümsüz bir üyesi hâline getirir.

Bir gelecek, bizi hasta eden sisteme karşı durmayı seçmiş insanların sunduğu tüm katkılar, kapitalizmi de sebep olduğu akıl hastalıklarını da yok edecek. Ancak o günün gelebilmesi için dünyada insanların sahip oldukları akıl hastalıklarını tüm insanlığın kurtuluşu için verilen tarihsel mücadelenin ateşini tutuşturmak için kullanmaları gerekir. Başka bir ifadeyle insanlar, tıpkı Sosyalist Hasta Kolektifi gibi, şunu söylemelidirler:

“Hastalığı silâha dönüştürün!”

Marté
12 Aralık 2018
Kaynak

0 Yorum: