Her İntihar Cinayettir: Kapitalizm ve Akıl Sağlığı
Sınıflı
toplumun son dönemi olarak kapitalizm, en basit ifadeyle, bir tür hastalandırıcı
olarak tarif edilebilir. Kapitalist toplum, halk kitlelerini hastalandırır.
Kapitalizmin kurbanlarına dayattığı hastalık, insanın en şahsi ve en insanî
unsurlarını etkiler. Bu unsurlar içerisinde en fazla, akıl öne çıkmaktadır.
Kapitalist
sistemde yaşamak ve çalışmak, akıl sağlığından yoksun olmak demektir.
Altmışların sonundan yetmişlerin başına dek Federal Almanya Cumhuriyeti’nde
faaliyet yürütmüş olan Sosyalist Hasta Kolektifi’ne göre, kapitalizmin bu
özelliği, mantıksal açıdan şu sloganın temelini teşkil etmiştir: “Her intihar
cinayettir.”
İnsanları
ertesi güne aç uyanma kaygısıyla uğraşmaya mecbur eden sistemi suçlayan bu
slogan, bir avuç sömürücünün zenginleşmesi için insanların kıymetli
zamanlarının önemli bir kısmında çalışması konusunda önemli bir değerlendirmede
bulunmaktadır. Slogan, emperyalistlerin milliyetçi şoven çıkarlarına hizmet
etsinler diye halkları insanlıktan çıkartan sistemi mahkûm etmektedir.
Kapitalizmin
toplumlara dayattığı hastalığı ifşa eden Sosyalist Hasta Kolektifi, bu lanetli
kapitalist sistemi mahkûm eden çalışmalar ortaya koydu. Kolektife göre akıl
hastalıklarına sebep olan kapitalizm, bilhassa ezilen uluslarda yıkıma neden
oluyor, insanları hastalandırıp öldürüyor, bu anlamda, kendi yıkımı için
gerekli zemini meydana getiriyordu. Başka bir ifadeyle, birçok çile çeken
insanı intihara sürükleyen kapitalizm, esasen kendisini öldürmekteydi.
Kapitalizmin
akıl hastalıklarına nasıl yol açtığını anlamak için önce hasta olmanın ne demek
olduğuna bakmak gerekiyor. Kolektif’in “Hastalığı Silâha Dönüştürün” isimli
eylem çağrısında akıl hastalıklarına ilişkin baskın burjuva izahatın gerçekler
karşısında aciz kaldığından, burjuvazinin akıl hastalıklarını birey düzleminde
ortaya çıkan biyolojik olgular olarak gördüğünden bahsediliyor:
“Eğer bir sorunu çözmek
istiyorsak, o vakit o sorunu doğru bir biçimde belirlememiz gerekir. Şu veya bu
kısmını tespit etmemiz, kâfi değildir. Sorunu ve onun başkalarıyla ilişkilerini
tayin eden tüm durumlar kavranmalıdır. Ancak bu sayede soruna dair bilgi ve
sunulan çözüm, birbirinden ayrıştırılamayacak bir birlik meydana getirebilir.
Eğer bir taşın neden yere düştüğünü anlamak istiyorsak, başka şeylerin de yere
düştüklerini tespit etmekle yetinemeyiz, bu sebeple bizim düşmek denilen
biçimin ardındaki özü idrak etmemiz, yani kütle kavramı üzerinden yerçekimi üzerinde
durmamız gerekir. Aynı durum, hastalık için de geçerlidir. Bu anlamda, bilimsel
tıp modeli uyarınca tek bir bedene bağlanmış bir sebebin peşine düşmek, bizi
asla tatmin etmeyecektir.”
Kolektif’e
göre, akıl hastalıklarının biyolojik bir olgu olduğunu ve sadece bireysel bir
mesele olarak görülmesi gerektiğini iddia edenler, meselelere yüzeysel
bakmakta, olguların karmaşık sebeplerinin oluşturduğu bütünlüğün anlaşılması
üzerinden tam bir izahat sunmaya yanaşmamaktadırlar:
“Hastalık semptomlarını
kendisine dert edinmiş herkes, kapitalist toplumda iktidar ve iktidarın
örgütlenmesi meseleleriyle ilgilenmesi gerekir. Toplumsal ilişkiler, madde
olarak bedende ve o bedenin imajı olarak ruhta karşılık bulurlar. Birey, kendi
bedenini ve ruhunu kapitalizmin örgütlediği üretim süreci içerisinde üretir.
Yere düşen taş, yerçekimi
denilen bağlam olmaksızın izah edilemez. Bu anlamda, SHK, akıl hastalıklarının
kapitalizm bağlamı dışında izah edilemeyeceğini söyler. Çünkü bir bireyin
içinde bulunduğu psikolojik koşul, o bireyin içinde varolduğu topluma damgasını
vuran toplumsal ilişkilerin cisimleşmiş hâlidir. Marksizmin kapitalizmin kendi
yerini alacak, herkesin yaşamsal ihtiyaçlarını temin eden, sömürü ve zulümden
azade olan toplum için gerekli koşulları ürettiğine dair anlayışı çıkış noktası
olarak ele alan SHK, ‘bireyin yaşamsal ihtiyaçlarının sermayenin artı değer
ihtiyacıyla çeliştiğini’ tespit eder. Gözümüzle gördüğümüz semptomlar, aslında
bu çelişkili birliğin ilk elden algılanmasının birer neticesidir.”
SHK’daki
hastalık anlayışında belirleyici olan, bu çelişkidir. İnsanların büyük bölümü,
başkalarının cebini doldurmak için çalışıyor olmaktan, ihtiyaçlarını karşılamak
için yeterince para bulabileceğim diye endişe etmekten, tahammül etmek zorunda
kaldıkları, kapitalist toplumun dayattığı yabancılaşmadan bıkmış durumdadır. Bu
durum, sermayenin çıkarlarıyla çelişmektedir. İlgili çelişkiye dair analizleri
SHK’yı şu sonuca ulaştırır:
“Yaşama ihtiyacı,
kendisini en çok da hayatın sınırlandığı, tehdit altında olduğu hastalık gibi
durumlarda açığa çıkar. Kapitalizm koşullarında varoluş biçimi hâlini almış
olan hastalık, bu anlamda, psikolojik stresten, değişim ihtiyacından ve üretim
ihtiyacından ayrı ele alınamaz. Hayatın içerisindeki çelişkili bir durum olarak
anlaşılan hastalık, kendi içinde onu redde tabi tutan, yaşama iradesi denilen,
o cevheri ve enerjiyi de taşır. Aynı zamanda hastalık, kişinin baskı altında
olması, hayatın inkâr edilmesidir. Burada sadece biyolojik (empirik) hayat
süreci inkâr edilmektedir. Ama aynı zamanda hâkim toplumsal üretim ilişkileri
anlamında, ‘hayat’ın mevcut koşulları üretilip, bir yandan da redde tabi
tutulmaktadır.”
Doğası
gereği diyalektik olan akıl hastalıkları ile ilgili bu izahatında SHK, akıl
hastalığını bireyin sorunlarına ve onun biyolojisine indirgeyen yaklaşıma bir
alternatif sunuyor. Bu anlayışa göre akıl hastalığı, ancak kapitalizmde mümkün
olan bir varoluş biçimidir. O, hayatı redde tabi tutan kapitalizme ait
özelliklerin bir dışavurumudur.
Kapitalizm,
insanî üretimin elindeki kudreti köleleştirir, toplumsal değişim imkânına karşı
koyar, onu sınırlar, nihayetinde de tüm insanlığın daha iyi yaşamasını
sağlayacak yola mani olur. Bu türden sınıfsal ilişkilerin ürünü olan akıl
hastalıkları, insan hayatının inkârıdır. Ona stres eşlik eder.
Akıl
hastalığı, sadece kapitalizmin insanın yaşama iradesine karşı olması sebebiyle
vardır. Bu anlamda akıl hastalığı denilen olgu, karşıtını, radikal bir yaşama
arzusunu, daha da önemlisi, kapitalizmsiz yaşama arzusunu da içeriyor
olmalıdır. SHK’nin tarif ettiği biçimiyle, akıl hastalığı, kapitalizm döneminde
birçok insanın ömrü boyunca katlanmak zorunda olduğu bir meseledir. Çünkü
birçok insan, burjuvazinin sömürüsüne veya cinsiyetçilik, ırkçılık, transfobi
gibi çeşitli zulüm biçimlerine maruz kalmaktadır. Peki akıl hastalığına ait
semptomlardan kimler kurtulabilir? SHK, bu soruya şu cevabı vermektedir:
“Bireyin hastalık
sürecinde ileri bir safhaya geçebilmesi, içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal
koşullara bağlıdır. Turizm ve partiler gibi kapitalist tüketim ürünleri
aracıyla semptomlardan kurtulma imkânı bulacak imtiyaza sahip olan veya
başkalarının sırtından geçinip, sahip olduğu toplumsal konum üzerinden sağlıklı
olan kişiler, burjuvazinin dillendirdiği anlamıyla ‘şifa’yı bir biçimde
bulurlar. Bu tür kişiler, en rahatsız edici semptomlardan kurtulurlar. Bundan
memnun olurlar. Başkalarına yönelik şiddetin bir biçimi olarak bir eylemin
polis gücüyle bastırılmasında olduğu gibi, hastalığın gerici yanına destek
sunan bu kişiler, SHK’dan uzak duran ‘özgür’ bir kişilik olarak takdim ederler kendilerini.
Bu kişi ‘sağlıklı’dır, dolayısıyla nesnel olarak sermayenin safındadır.”
Akıl
hastalığının en ağır semptomlarından bazılarının hafifletilmesi, küçük ve
imtiyazlı bir azınlık için mümkündür. Fakat “sağlıklı” insanların aldıkları
psikolojik bakım hizmetini birçok kişi alamaz, dolayısıyla bu insanlar, söz
konusu ağır semptomları hafifletme imkânına sahip değildirler, çünkü onlar,
farklı zulüm biçimlerine maruz kalırlar ve hayatın sunduğu güzelliklerden
uzaktırlar.
Ama
imtiyazlı kesimdeki sağlığın altı boştur. Hastalığın kalıcılaşmasını güvence
altına alan sınıflı topluma zincirlerle bağlı oldukları için bu insanlar,
sadece akıl hastalığının o ağır semptomlarından kurtulabilirler. İmtiyazsız
kitlenin ise akıl sağlığının sunduğu özgürleştirici imkâna sarılmaktan başka
seçenekleri yoktur. Bu insanlar, iyi bir hayat yaşama iradesinin kanıtını
kapitalizm koşullarında yaşadıkları acı dolu hayatta bulurlar. Değişim sürecini
tetiklemeyi, ancak statükodan nefret ettikleri vakit düşünürler. İnsanlık dışı
kapitalizmin yol açtığı çilede insanlığın özünü bulmak zorundadırlar.
Nihayetinde bu insanlar, akıl hastalığının basit bir duygudan fazlası olduğunu
anlamaya mecburdurlar, çünkü akıl hastalığı bir yanıyla devrimci bir yön, bu
anlamda, toplumun topyekûn dönüşümü için verilecek mücadeleyi tetikleyecek o
ilk itkiyi barındırır.
Akıl
hastalığının en ağır biçimi, hiç şüphe yok ki, sömürgeci veya yeni sömürgeci
emperyalizmin zulmettiği uluslarda görülür. Ezilen ulusların kapitalist
sömürünün en ağır biçimlerini tecrübe ettikleri kapitalizmin mevcut aşamasında,
bu olağan bir durumdur.
Siyahî
Marksist bir isim olan, psikiyatri alanında faaliyetler yürüten Frantz Fanon,
sömürge halklarda (bugündeki karşılığı anlamında Filistin’de, yerli halklar
anlamında Birinci Uluslarda, Porto Rikolularda ve Yeni Afrikalılarda vs.)
karşımıza çıkan akıl hastalığını, Yeryüzünün Lanetlileri isimli eserinde
tarif eder. Sömürgecilerin sömürge ülkelerde akıl hastalığına nasıl yol açtığı
konusunda şu örneği verir:
“Sömürgeci, sömürgeyi öfke
hâli içerisinde mahpus tutar ve böylece onun galeyana gelmesine, kontrolden
çıkmasına mani olur. Sömürge, sömürgeciliğin sıkı bir biçimde ördüğü ağa
yakalanır. Fakat daha önce de gördüğümüz üzere, sömürgeci, ülke içerisinde
insanları, duygularını, öfkelerini ancak şeklen taşlaştırabilir. Dönem dönem
sömürgenin kaslarında biriken gerilim, kabileler, aşiretler ve bireyler
arasında cereyan eden, kanın aktığı kavgalarda açığa çıkar.”
Sömürge
toplumunda ırkın üstünlüğü üzerine kurulu nizam, kısmen sömürgecinin sömürgenin
zihnini sürekli huzursuz kılmaya dönük çabaları sayesinde ayakta durur. Fanon,
bu duruma ilişkin izahatını şu şekilde sürdürür:
“Sömürgeleştirilmiş
tebaanın kaslarında birikmiş gerilimin açığa çıktığı kanallardan biri de her
iki taraftan kayıpların yaşandığı çatışmalara neden olan kan davasının yol
açtığı kolektif yıkım sürecidir. Bu türden davranışlar, tehlike karşısında
duyulan ölüm arzusunu ifade ederler. Bu anlamda sömürge halktan kişiler, bu tür
çatışmalarda esasen intihar ederler, böylelikle sömürgecinin varlığını ve
hâkimiyetini pekiştirirler, ayrıca ona kendisi gibi insanların hiç de makul
olmadıkları konusunda yeniden güvence verirler.”
Fanon’dan
yapılan bu iki alıntı bile sömürge denilen tebaanın kendi içinde çilesini
çektiği, bizatihi sömürgecinin sebep olduğu psikolojik sıkıntı ile sömürge
toplumunda belirli tarafların birbirine şiddet uyguladıkları çatışma
durumlarında açığa çıkan intihar eğilimi arasındaki bağı anlamak için
yeterlidir.
Fanon’un
intihar amaçlı şiddet eylemlerinin fiiliyatta sömürgecinin düzenini
perçinlediğine, beslediğine dair o önemli çıkarımından daha önemli olan
tespitse şudur: sömürgeciler, yaşanan şiddeti kendi varlıklarını meşrulaştırmak
için kullandıkları ırkçı görüşlerin onaylanması olarak yorumlarlar.
Sosyalist
Hasta Kolektifi gibi Fanon da sömürgecilerin savundukları “akıl sağlığı yerinde
olma” hâlinin akıl hastalıklarından fiiliyatta kurtulmak için herhangi bir yol
önermediğini söyler. Bu düşünce, aynı zamanda Fanon’un Cezayir’de Fransızların
hâkim olduğu dönem boyunca ortaya konulan psikiyatri uygulamalarına dair
analizinde de karşımıza çıkar:
“1954’ten beri biz,
Fransız ve başka uluslardan psikiyatristlerin dikkatini yürüttükleri bilimsel
çalışmalar bağlamında, sömürgeleşmiş tebaanın doğrudan ‘iyileştirilmesi’ndeki,
başka bir ifadeyle, bu tebaadan olan kişilerin sömürge tarzında inşa edilmiş
toplumsal ortama bütün yönleriyle uyumlu kılınmasındaki güçlüğe dikkat çektik.”
Fanon,
sömürgeci ulus olarak Fransa’dan gelmiş psikiyatristlerin ve başka uluslardan
psikiyatristlerin Cezayirlileri akıl hastalıklarından kurtarmaya dönük
çabalarının, esasında sömürgecilerin inşa ettikleri toplumsal nizamı koruma
çabalarını gizlediğini, bunu da sömürge halkı eskiden olduğu gibi boyunduruk
altında tutarak yaptıklarını anlamış bir isimdi.
Sömürgecilik,
bugün Fanon’un yaşadığı dönem kadar yaygın bir olgu değil, çünkü yirminci
yüzyıl boyunca o büyük ulusal kurtuluş dalgası, Cezayir Devrimi gibi önemli
kazanımlar elde etmeyi bildi. Buna karşın, bugüne dek varolan sömürge
toplumların önemli bir kısmının dışında yeni sömürgecilik gibi emperyalizmin
nispeten dolaylı kimi biçimleri dâhilinde dünyanın güneyinde bir ulusun başka
bir ulusa uyguladığı baskı biçimini alan sömürgecilik varlığını sürdürüyor. Birinci
dünyanın emperyalist uluslarınca eşitsiz mübadele, zorla dayatılmış yapısal uyum
programları ve yıkıcı sonuçlara yol açan krediler gibi müdahaleler üzerinden sömürülen
üçüncü dünya uluslarındaki halklar, bu sömürünün sonucu olan ağır sefalet
koşullarına ve yoğun psikolojik acıya tahammül etmeye çalışıyorlar. Leonardo ve
Clodovis Boff, Introducing Liberation Theology [“Kurtuluş Teolojisini
Takdimimizdir”] isimli kitaplarında, emperyalistlerin sömürdükleri Latin
Amerika’da ümitsizliğe yol açan sefalete dair gerçek hikâyeler aktarıyor:
“Aslında kırkında olan,
ancak yetmişinde gösteren bir kadın, kilisedeki ekmek şarap ayini sonrası
rahibin yanına gelir ve büyük bir acıyla kendisine, “Peder, ben günah
çıkartmadan önce komünyona katıldım” der. Rahip, “bu nasıl oldu kızım?” diye
sorunca, kadın şu cevabı verir: ‘Ayine biraz geç katıldım, ekmek şarap sunumuna
başlamıştınız. Üç gün boyunca hiçbir şey yememiş, sadece su içmiştim. Açlıktan ölüyordum.
Elinizdeki o küçük beyaz ekmekleri insanlara dağıttığınızı görünce, o küçük
ekmeği yemek için komünyona katıldım.’ Bu sözlerin ardından, rahibin gözleri
yaşla dolar.”
Boff
Kardeşler, emperyalizmin yol açtığı sefaletin üçüncü dünya insanlarının ruhsal
durumları üzerindeki etkisini bir kadının kederini ve rahibin gözyaşlarını
tarif ederek anlatıyor. SHK’nın akıl hastalıkları ile ilgili analiziyle uyumlu
bir biçimde, kadının çilesinin kapitalizm sebebiyle yaşamsal ihtiyaçlarını
karşılayamamasının doğrudan bir sonucu olduğunu, ekmekle ilgili o basit isteğin
içerisinde yaşama arzusunun saklı olduğunu, kadının tam da bu sebeple psikolojik
açıdan stres yaşadığını söylüyor. Kapitalist-emperyalist dünya sistemini altüst
edecek radikal hareketlerin temelini de işte bu yaşama iradesi oluşturuyor.
Esasında
Boff Kardeşler’in bu hikâyeyi kitaplarına aktarmasının bir sebebi var. Onlara
göre, kitlelerin antikapitalist, antiemperyalist hareketlere katılmaya iten
itkinin bu keder olduğunu düşünüyorlar. Ezilen uluslarda insanların tecrübe
ettikleri akıl hastalıklarıyla neticelenen, aşırı sömürünün yol açtığı bu
türden örnekler, ezilen uluslarda neden antikapitalist ve antiemperyalist
hareketlerin muazzam bir zemin bulabildiklerini de açıklıyor.
Genel
tespite göre kapitalizm, akıl hastalıklarına, akıl hastalıkları da intihar
eğiliminin açığa çıkmasına sebep oluyor. Bu noktada “bu intihar eğilimi neye
yol açıyor?” sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Bu sorunun basit ve açık bir
cevabı var: söz konusu eğilim, intihara yol açıyor.
Gelgelelim
aramızdan ayrılmış olan Kara Panter Özsavunma Partisi liderlerinden Dr. Huey P.
Newton, bu meselenin o kadar da basit olmadığını, çokkatmanlı olduğunu
söylüyor. Newton’a göre gerçekte kapitalizmin yol açtığı akıl hastalıkları iki
tip intihara sebep oluyor. Genelde anlaşılan intihar kavramına “gerici intihar”
diyen Newton, ikinci tür intihardan bahsediyor ve “devrimci intihar” dediği bu
türün radikal ve özgürleştirici olduğunu söylüyor. Kitabına da Devrimci
İntihar ismini veren Newton orada şunları söylüyor:
“Devrimci intiharı anlamak
için ilkin gerici intihar konusunda bir fikre sahip olmak gerekiyor. Çünkü
devrimci intiharla gerici intihar birbirinden çok farklı şeyler. Dr. Hendin,
gerici intiharı tarif etmiş: insan, kendisini boğan, kahreden toplumsal koşullara
tepki olarak hayatını alıp bir tepki koyuyor ortaya, böylelikle çaresizliği
kabulleniyor. Genç siyah erkekler, çalışmaya göre, insanlık onurunu ayaklar
altına alan koşullara mahkûmlar, zulmün altında inim inim inliyorlar, üstelik
gururla ve özgürce yaşama haklarından mahrum edilmişler.” [Makalenin tamamı: İştiraki]
Tıpkı
Sosyalist Hasta Kolektifi gibi Dr. Newton da kapitalist toplumla hayat
arasındaki çelişkinin akıl hastalığı denilen olgunun özünü teşkil ettiğini
kabul ediyor. Gene SHK gibi Dr. Newton da “devrimci intihar”ın sebebini
kapitalizm olarak belirliyor. Yalnız Dr. Newton, SHK’nın akıl hastalıklarının
ilerici bir unsur barındırdığını söyleyen görüşünü bize anımsatan “devrimci
intihar” kavramını daha güçlü bir içerikle takdim ediyor:
“Medyanın, eğitim ve
kültür kurumlarının destekleyip perçinlediği, ekonomik altyapıya dayanan
iktidar anlamında müesses nizama, yeryüzünün lanetlilerini sömürmeye devam eden
o güce saldırmadan hayırlı hiçbir değişim gerçekleşemez. Devrimci intihar
anlayışının özünü bu inanç meydana getirir. Dolayısıyla en doğrusu, beni canıma
kıymanın eşiğine getiren güçlere karşı koymak, onlara direnmektir. Ölüm gibi
bir ihtimal olsa da tahammülü imkânsız olan koşulları değiştirmek gibi bir
ihtimal de vardır. Bu ihtimal önemlidir, çünkü insan, kendi hayatında
tehlikelere ve sorunlara dair gerçek bir anlayışa sahip olmasa da umuda bel
bağlar. Siyah beyaz fark etmez, hepimiz aynı şekilde hastalanmaktayız ve bu
hastalık ölüme yazgılıdır. Peki ölmeden önce nasıl yaşamalıyız? Umutla ve
onurla… Eğer erken öleceksek, bu ölümün bir anlamı olacaktır ama gerici
intiharın asla olmayacaktır. Bu, insanın kendisine duyduğu saygının bir
bedelidir.”
Devrimci
intihar, aşırı dozdan ölmeyi değil de kapitalizmi yıkmayı tercih etmektir. İntihar
notu yazmaktansa bildiriler yazıp dağıtmayı seçmektir. Devrimci intihar, ölümle
yüzleşildiğinde bile kapitalizme teslim olmayı reddetmektir. Tam da bu sebeple
Dr. Newton şunları söyler:
“Biz, umutla ve onurlu bir
biçimde yaşama konusunda güçlü bir isteğe sahibiz. Biliyoruz ki yaşamak,
umutsuz ve onursuz asla mümkün değildir.”
Kapitalizm
karşısında, en ağır baskıyla yüzleştiğinde bile kendisini yok etmesine karşı koyan
insanları bulur. Tüm dünyada insanlar, en temel ihtiyaçlarını ve haklarını elde
etmek için ayağa kalkıyor diye her gün katledilmektedirler. Devrimci intihar,
bu katledilme ihtimaline rağmen gerçekleştirilmiş bir isyandır. O, insanın umuduyla
ve onuruyla sıkı sıkıyla bağlantılı bir olgudur. Dr. Newton bu konuda şunları
söyler:
“Gerici güçler bizi ezse
bile, ölme riskini göğüsleyip onların üzerine yürümeliyiz. Kapılarının önünden
bizi kovacaklarsa bunu süpürgeyle değil, sopayla yapmalılar.”
Kapitalist
toplumda varolmak isteyen herkes bir tercihle yüzleşir. Üstelik kişi, bu
tercihi asla kurtulamayacağı akıl hastalıklarıyla malul genel bağlam içerisinde
yapmak zorundadır. İnsan, bu noktada kapitalizme hayatının tüm dizginlerini
teslim etmeyi, böylelikle, insanlık dışı, bunalımlarla geçen, fiziken ve
psikolojik açıdan aşağılanmış bir hayatı yaşamayı seçebilir. Yenildiğini kabul
eden bu kişi, sefil bir hayat yaşadıktan sonra ya doğal yollardan ölür ya da
intihar aracılığıyla, kapitalist toplum tarafından katledilir. Ancak öte yandan
insan, isyan yolunu da seçebilir. Kişi, kapitalizme karşı konum almayı, kendi
hastalığını kabullenip benimsemeyi, özgürlük mücadelesinin çektiğimiz
çilelerden doğduğunu görmeyi tercih eder. Bu, onurlu bir yoldur, bu yol, insana
koşullar çok ağır olduğunda bile, yaşamak için bir gerekçe sunar. Bu yolda
insan ölümü değil yaşamı, yenilgiyi değil, zafer elde etme ihtimalini,
teslimiyeti değil özgürlüğü tercih eder. Mücadeleden başka bir şey vaat etmeyen
bu yolun sonunda ölüm de olabilir, ama bu ölümün sebebi intihar değil, şehadettir.
Bu yol, kişiye sadece kapitalist sömürünün temel sebebini açıklamakla kalmaz,
aynı zamanda onu halkın mücadelesinin ölümsüz bir üyesi hâline getirir.
Bir
gelecek, bizi hasta eden sisteme karşı durmayı seçmiş insanların sunduğu tüm katkılar,
kapitalizmi de sebep olduğu akıl hastalıklarını da yok edecek. Ancak o günün
gelebilmesi için dünyada insanların sahip oldukları akıl hastalıklarını tüm
insanlığın kurtuluşu için verilen tarihsel mücadelenin ateşini tutuşturmak için
kullanmaları gerekir. Başka bir ifadeyle insanlar, tıpkı Sosyalist Hasta
Kolektifi gibi, şunu söylemelidirler:
“Hastalığı silâha dönüştürün!”
Marté
12 Aralık 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder