07 Temmuz 2022

Foucault: Çakma Radikal

Radikal Şifacı

Batlamyus, fikriyatının merkezinde duran, onu örgütleyen yanlış önermeye, “dünya evrenin merkezindedir” önermesine tüm empirik veriyi uydurmak için epey karmaşık bir evren modeli inşa etmişti. Yazı boyunca göreceğimiz gibi, Michel Foucault da günümüzde sosyal bilimlere benzer bir katkıda bulunmuş bir isimdir.

Bariz biçimde materyalist üzerine titizlenen tavrı, dışarıdan bakıldığında radikalmiş gibi görünen tarihselciliği ve politik açıdan sertmiş gibi görünen yaklaşımı sebebiyle beni kendisine çeken Foucault’nun bıraktığı miras üzerine on yıllarca çalıştıktan sonra, onun anlattığı tarihin düzenleyici çerçevesinin temelden hatalı olduğu gerçeğini her geçen gün çok daha net fark ettim.[1] O da Batlamyus gibi, hayli karmaşık bir güneş sistemi modeli inşa etmişti. Bu model, çarpıcı bir iç mantıkla işleyen birçok iç içe geçmiş, gayet güzel detaylandırılmış parçaları barındırmakla birlikte, Foucault’nun asıl amacı, dünyanın temel özelliğini peşinen dışarıda bırakan veya onu olabildiğince geri plana atan bir dünya modeli geliştirmekti. Dışarıda bırakılan bu temel özellik, küresel kapitalizm ve onun emperyalizm, sömürgecilik, sınıf mücadelesi, ekolojik yıkım, cinsiyete dayalı işbölümü ve ev içi kölelik, ırka dayalı sömürü ve zulüm gibi bileşenleriydi.

Marksizmin Kopernik devrimini, yani modern dünya düzeninin arkasındaki bütüncül sistem ve merkezi itici gücün kapitalizm olduğunu materyalist bir analizle kanıtlamasını reddeden Foucault kendisini, tarif etmeye çalıştığı sistemlerin en başta neden ortaya çıktıklarını, toplumsal bütünlük içerisinde işlevinin tam olarak ne olduğunu ve ne şekilde dönüştürülebileceklerini materyalist anlamda tam olarak açıklayamayacağı bir konuma mahkûm etti. Tarihsel materyalizmin açıklayıcı ve dönüştürücü gücüne düşmanca yaklaşan bir dünya görüşünü benimseyerek umabileceği en iyi şey, kendi güneş sistemi modeline yeni yörüngeler ve nesneler eklemek olabilirdi. Bu şekilde, Foucault, en iyi hâliyle, işleri çapraşıklaştırmanın cazibesi sayesinde, aydınları hem kendine çekmeyi hem de onların kafalarını karıştırmayı, böylelikle Michael Parenti’nin “radikal analiz” dediği şeyin eksikliğini onlara sezdirmemeyi umabilirdi.

Bunun sebeplerinden biri, birçok Fransız teorisyen arkadaşı gibi, Foucault’nun da daha önceki bilgi kalıplarından ve fikir piyasası dedikleri yerde rakiplerinin araştırmalarından kendi çalışmalarını ayrıştırmaya yönelik yoğun bir güdü ile hareket etmesiydi. Dolayısıyla akademik çalışmalarında kendine has açıklamalara, kavramsal yeniliklere ve kavram üretimine öncelik veriyordu. Ortak bilgi üretme geleneğine dayanmak ve ona katkı vermek yerine, Foucault, kendi başına bir marka olarak, kendi bireysel geçmiş vizyonu çerçevesinde, piyasada tam da bu şekilde pazarlanabilecek, sadece kendisine has olan yeni hikâyeler anlatıyordu.

Bu hikâyelerin materyalist tarihten unsurlar taşıdığı ve derin kavrayışını Marksist gelenekten ödünç aldığı ve uyarladığı kesinlikle doğru olsa da bunlar, her daim üzerinde Foucault’nun kişisel mührünü taşıyan özel kavram dizgeleri dahilinde bir araya getiriliyorlardı. Örneğin episteme [“bilme yöntemi”] ideoloji kavramının çok daha rafine, yani idealist bir biçimde tartışılması olarak takdim ediliyordu. İktidar, Louis Althusser’in ideolojinin materyalist anlayışı dediği şeyin daha belirsiz olması ve sınıf mücadelesinden kopması sebebiyle, daha şık bir biçimde sunulmuş hâliydi. Arkeoloji ve soykütük ise tarihsel materyalizmin işgal ettiği yere göz dikmişti, bunu kısmen Marksist anlatıyı kaba bir karikatüre indirgeyerek yapıyordu.[2] Söylemsel bir pratik anlamında eleştiri ise karşımıza, bizi devrimci teori ve pratiğin düşünsel yoksunluğundan koruyan küçük burjuva ahlakının sahip olduğu otorite olarak çıkartılıyordu.

Eğer Foucault’nun, Kızıl Tehdit’e sırtlarını dönen Fransız teorisyenlerin teşvik edildikleri bir dönemde, kapitalist teorik uygulamaları küresel teori sanayisinin ihtiyaçlarıyla bire bir uyuşan araçsallaştırılmış bir aydın olduğu herkesçe kabul edilseydi, bu makalenin büyük bir kısmı boşuna yazılmış olurdu. Hâlbuki Foucault, çoğu zaman Batı medeniyetinin temellerini sorgulayan ve aklın, hakikatin, bilimin, cezalandırmanın, cinselliğin vs. gelişimine dair Batı medeniyetinin baskın tarihsel mitlerine meydan okuyan bir radikal olarak takdim ediliyor. Dahası, kendini Fukocu olarak tanımlayanlar, en azından akademik çevrelerde, yalnızca radikal olarak değil, çoğu zaman seleflerinin neredeyse tamamından daha radikal insanlar olarak görülüyorlar (bunun önemli bir sebebi de “Marx” dedikleri, ama onunla alakası olmayan bir karikatüre yönelttikleri eleştiriler).

İşte açıklığa kavuşturmak istediğim çelişki de bu, tabii bu çelişki, yalnızca Foucault’ya özgü değil. Radikal şifacının çelişkisi bu: Söz konusu aydınlar, kimi çevrelerde radikal görünüyorlar, ama asıl toplumsal işlevleri, gerçek radikal eleştiriyi sistem içine çekmek ve böylece eleştirinin soldaki sınırlarında devriye atmaktır. Dolayısıyla, burada beni öncelikle ilgilendiren şey, diğer Fransız teorisyenlere benzer biçimde, ama Derrida, Deleuze, Lacan gibi isimlerden[3] daha fazla siyasi caka satan ve tarihsel kavrayışa sahip olan Foucault’nun asarının çok daha kapsamlı bir tarihsel yeniden yapılanma pratiğinde önemli bir rol oynamasıdır: Bu yeniden yapılanma, Batı intelijansiyasının tarafını seçme konusundaki büyük yenilenmesinden ibarettir, yani burada ben, esas olarak, intelijansiyanın kapitalizm karşıtı devrimci siyasetten uzaklaşarak, zamanla, aşama aşama sağa kaymasından bahsediyorum. Bu sürecin Foucault şahsında nasıl cereyan ettiğini, elbette yalnızca ona atfedemeyeceğimiz çok farklı unsurların da işin içinde olduğunu unutmadan görebilmek için, onun tutarsız siyasi duruşunun evrimini ortaya koymamız ve bağlamına oturtmamız gerekiyor. Böylece açık bir örüntüyü ortaya koyacağız ve yüzüne birçok maske takan bu adamı teşhis edeceğiz.

Aristokratik Radikalizm

Biyografisini yazan Didier Eribon’a göre[4], erken yaşlarında Fransız intelijansiyasının çoğunun Marksist olduğu dönemde, Foucault, “şiddetli bir komünizm karşıtı” olarak ün salmıştı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği, Nazizmi yenmiş ve komünizm, Fransa’da kendisine geniş bir destekçi kitlesi bulmuştu. Yani tarihsel bağlama baktığımızda, Nazilerle girdikleri işbirliği sebebiyle sağın büyük oranda gözden düştüğünü ve faşizme karşı yürüttüğü tarihsel savaşta kazandığı başarı dolayısıyla kapitalizm karşıtı solun altın çağını yaşadığını söyleyebiliriz. Muhafazakâr orta-üst sınıf bir ailede büyüyen Foucault, öğrencilik yıllarında savaş sonrası yükselen sol dalgaya bir süreliğine kapıldı. Hatta Althusser’in etkisiyle, birkaç aylığına Fransız Komünist Partisi’ne üye bile olmuştu. Ne var ki başka bir biyografi yazarı David Macey’ye göre, partiye giren Foucault, gerçekte partiden yana saf tutmuş, davaya ciddiyetle bağlı bir isim olarak görülmüyordu. Foucault, daha sonra o dönemdeki siyasi pozisyonunu kendi içinde çelişen “Niçeci Marksizm” olarak tanımladı. Nietzsche, azılı bir Marksizm düşmanıydı, tabii toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri aşmak için mücadele edenlere karşı defalarca efendi ırkının doğal üstünlüğünü savunmuştu.

Foucault’nun ilk dönem eserleri, özellikle Althusser etkisi ile çekingen ve ihtiyatlı bir Marksist angajmanın izlerini taşısa da, altmışlarda o, Marksist geleneğe karşı oldukça sert bir tavır takındı. Bernard Gendron’a göre, 1968 öncesinde “diğerlerini küçümseyen bir apolitik, hızlı bir Fransız Komünist Partisi muhalifi, […] Dögolcü bir teknokrat ve insan failliğini reddeden bir isimdi.”[5] Onu sahnenin önüne fırlatan Kelimeler ve Şeyler (1966) isimli kitabında, Marksizmin, tarihte gerçek bir kopuşa neden olmak ya da radikal bir altüst oluş önermek şöyle dursun, burjuva ekonomisiyle aynı epistemik dizge içerisinde, ona uygun biçimde ortaya çıktığını ve hatta onun sonucu olduğunu iddia ediyordu. Foucault’ya göre, zahirde burjuva ekonomisine karşıymış gibi görünen Marksistlerin bu itirazı, materyalist açıdan basit bir yanılsamadan ibaretti. İdealizme has olan o klasik terse çevirme yöntemiyle tarihsel materyalizm, Foucault şahsında, itici güç statüsüne layık görülmüş bir düşünceler sistemine dâhil ediliyordu. Dahası, herhangi bir maddi bulgudan yoksun, ama gene de yüksek perdeden yaptığı bir konuşmada Foucault, on dokuzuncu yüzyılda Marksizmin sudaki balığa benzediğini, ancak geri kalan her yerde “nefesinin kesildiğini” söylüyordu.[6] Kısacası Marksizm, yirminci yüzyılda gerçekleştirdiği kapitalizm karşıtı devrimler yoluyla, dünyayı maddi düzlemde değiştirmeyi başardığı an ölmüş olan, ama hâlâ canlılığını koruyan bir teoriydi. Burada galiba Foucault, “mesele dünyayı yorumlamaktı, onu değiştirmek değil” demek istiyordu. Zira ona göre pratik alanına kaçmak, düşüncelerdeki düzeni ortadan kaldırmayı gerekli kılmıştı.

Gayet doğal bir gelişme dâhilinde, Foucault’nun gerici ve idealist tutumu, dönemin en fazla ön planda olan iki Marksist aydını Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile kamuoyu önünde yaşanacak büyük bir tartışmayı tetikledi. Kelimeler ve Şeyler kitabının yazarı, lafını hiç sakınmadan, Sartre’ın yüzüne, kendisinin bir Marksist olarak on dokuzuncu yüzyıl insanı olduğunu söyledi. Ona göre, Sartre’ın yirminci yüzyıl üzerine düşünme girişimi, sudan çıkmış balığa benzer biçimde, “hem muhteşem hem de hastalıklıydı.”[7] Kendine özgü ilginç konuşmalarından birinde işi Sartre’ı “son Marksist” ilân etmeye kadar vardırdı.[8] Saldırıya cevap veren Sartre ve Beauvoir, Foucault’yu burjuvazinin Marksizmin karşısına diktiği son engel olarak tanımladı: Burjuvazi, birçok farklı girişimine rağmen tarihin materyalist anlatımını çürütemeyince, Foucault gibi bir simaya başvurarak, onu kesin bir şekilde tarihin çöplüğüne atmak istemişti.

Sartre ve Beauvoir gibi Marksist aydınlar, enternasyonalist bir tutum takınıp sömürgecilik karşıtı hareketlere destek verirlerken, Foucault, kendi kapısı önünde haykıran devrimci bağımsızlık hareketlerini tamamen görmezden gelmişti. O, ayrıca emperyalizmin küresel tarihine neredeyse hiç ilgi duymadı (İsrail’e yönelik kararlı desteği bu konuda istisnayı teşkil ediyor).[9] Bunun yerine, neredeyse istisnasız bir biçimde Avrupamerkezci analiz çerçevesini destekledi. Gayet haklı olan bir değerlendirmesinde Edward Said, onunla ilgili şu tespiti yapıyordu:

“Kendi teorilerinin emperyal bağlamını es geçmek suretiyle Foucault, paradoksal biçimde, hem yalnız ve bireysel akademisyen hem de onu içeren sistemin prestijini güçlendiren karşı konulmaz bir sömürgeci hareketi temsil ediyor.”[10]

En çarpıcı örneğe gelirsek: Foucault, Cezayir bağımsızlık mücadelesine destek vermeyerek, kendi kuşağının tanık olduğu en büyük olaylarından birini “ıskaladı”.[11]. Kendisiyle yapılan birkaç mülâkatta, bunun sebebinin o dönemde yurtdışında olması olduğunu iddia etse de (sanki bu durum, bir insanı bir hareketi desteklemekten alıkoyabilirmiş gibi), aslında 1960 yılında Fransa’ya dönmüştü. Savaş da 1962 yılına kadar sona ermedi. Geçmişte açıkça destek vermediği mücadelelere olan sempatisini çok sonraları geriye dönük olarak ve fırsatçı bir biçimde ifade etme eğilimi, biyografilerinde karşımıza birden çok kez çıkıyor. Göreceğimiz gibi bu durum, onun 1968 sonrasında kendini yeniden konumlandırma döneminde karakteristik bir özelliği olacaktır. Fransa devletinin Cezayir özgürlük hareketini terör yoluyla bastırdığı dönemde, Macey’in dediğine göre, Foucault “General de Gaulle’ün Cezayir meselesini ele alma biçimine ve bu süreci takip edecek sömürgeciliğin sonlandırılması sürecine genel olarak olumlu bir gözle bakıyordu.”[12]

Foucault’nun kapitalizm karşıtı ve sömürgecilik karşıtı hareketlere genel olarak mesafeli duruşundan, Eribon gibi isimlerin de dile getirdiği biçimiyle, de Gaulle’ü desteklemesinden ve Fransa’nın en prestijli kurumlarının güç ağları içinde merkezî bir konumda bulunmasından dolayı, onun daha sonra militan bir solcu olarak tanımlanmaya başlaması, şaşırtıcı görünebilir. 1962’den 1966’ya kadar Foucault’nun asistanlığını yapan Francine Pariente, Foucault’nun aniden sola yönelmesine inanmakta güçlük çektiğini söylemişti.[13] İşin tarihsel yönüne bakarsak, bunların müsebbibinin, 1968 Olayları ve onun öncesinde, altmışların öne çıkan düşünürleri ve onların kuşağını sarsan olaylar arasında yanlış bir biçimde kurulan analoji olduğu görülecektir. Evet, 1968’e doğru Foucault’nun çalışmaları epey biliniyordu, ancak bu çalışmaların ayaklanmalara herhangi olumlu bir katkıda bulunduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yok. Cornelius Castoriadis, bu konuda lafını sakınmıyor: “Foucault, gerici duruşunu 1968’e kadar hiç saklamadı.”[14] Foucault, öğrenci ayaklanmasının kıvılcımını çakan bir unsur olarak kabul edilen Dögolcü reformunu yazan devlet komisyonuna hizmet etmişti. Komisyona birçok hazırlık raporu yazmış, ortaya çıkmasına yardımcı olduğu reformlara yönelik muhalif hiçbir tavır sergilememişti.[15] Dolayısıyla, Foucault’nun (yurtdışında olması sebebiyle) ülkedeki dayanışma hareketlerine dâhil olmaması, hatta o dönemde onlara yönelik desteğini açıklamaması, bizi pek şaşırtmamalı: Eğer Foucault, 1968’de barikatlarda olsaydı, görev duygusuyla hizmet ettiği Dögolcü devletin tarafında olurdu.

Altmışlarının son kesitinin, bilhassa 1967’de başlayan Tunus öğrenci hareketini takip eden dönemin Kelimeler ve Şeyler’in yazarı üzerinde radikalleştirici bir etkide bulunduğu doğrudur. Bu da onun kamuoyu nezdindeki solcu imajını kısmi olarak açıklıyor. Daha önce kendisinin de birçok kez tekrarladığı gibi, bu an, onun için siyasi bir uyanış çağrısıydı, ihtiyatlı bir şekilde desteklediği Tunuslu öğrencilerin coşkun Marksizminden etkilenmişti.[16] 1968 ayaklanmasının hemen öncesinde Fransa’ya geri döndüğünde, Maoculara genel olarak sempatiyle yaklaşmaya başladı, “ama onların kültürel devrim inancını paylaşmadan”.[17] Yeni siyasi iklime ayak uydurmak adına, hızla sola doğru ilerlerken, üniversite işgallerine ve halk eylemlerine katılmaya başladı. Biyografi yazarlarına göre, bunun sebebi, sokakta eylem yapmış olmanın sunacağı imkânlara hızla sahip olmaktı.

Yetmişlerin başında Foucault, Groupe d’Information sur les Prisons’un [“Hapishaneler Enformasyon Grubu” -GIP] kurucuları ve yöneticileri arasında yer aldı. Grubun amacı, onların yerine konuşmaktansa doğrudan hükümlülerden bilgi alıp bu bilgileri yayarak, hapishane şartlarını ifşa etmekti. Üyelerden Gilles Deleuze’ün söylediğine göre GIP, “Marksizmin yeniden doğuşuna karşı mücadele etme” işlevi gören bir gruptu, ancak bunun haricinde belirli bir ideolojisi ya da siyasi çizgisi yoktu (üyeleri arasında Hıristiyanlar, Maocular ve “bağlantısız” bireyler vardı).[18] Her ne kadar GIP, 1971 yılında hapishanede hayatlarını kaybetmeleri üzerine yayımladığı açıklama ile Kara Panter Partisi’nden George Jackson ve Field Marshall’a desteğini açıklasa da, Foucault, özel bir mektuplaşmasında, Parti’yi tuhaf bir yaklaşımla, “Marksist toplum kuramından kurtulmuş, stratejik bir analiz” geliştirdiği için övmüştü.[19] Joy James ve Angela Davis, ABD hapishane sistemini anlamaması, Avrupamerkezciliği ve modern hapishane sisteminde ırka ve cinsiyete dayalı şiddet, işkence ve terörü görünmez kılması dolayısıyla haklı olarak Foucault’yu eleştirdi.[20]

Foucault, o dönemde kendisini, bilgi ve söylem alanlarında yaşanan yerel iktidar mücadelelerini ele alan, tikel unsurlara dair uzmanlığı bulunan, “özelin aydını” olarak tarif ediyor, hakikate ve gerçekliğin sistematik bir açıklamasına erişimi olduğunu iddia eden Sartre gibi Marksistleri ise “genelin aydınları” olarak nitelendiriyordu. Foucault’nun dönemin en yaygın ancak temelsiz analojisine sırtını yaslayarak birçok kez dile getirdiği iddiaya göre, Sartre gibi Marksistler, “totalitarizmin” pratiğine şu veya bu şekilde benzeyen fikirleri bütünleyici bir projeye meyillilerdi. İdealistlere göre, toplumsal bütünlüğü düşünmek denilen eylemin kendisi, bütünleyici, yani “totaliter” bir eylemdi. Çünkü fikirler, tarihin itici gücüydü (ve sesçe birbirine benzeyen fikirleri, böyle serbest biçimde eşleştirmek için kullanabilirdiniz).

İşte bu sözde yanlış düşünce biçimlerinden kurtulmak için, Foucault, açıktan, akademik uzmanlaşmayı, yani sermaye altında kurumsallaşmış bilgi üretiminin vazgeçilmez unsuru olan fikri Taylorizmi benimsedi. Ayrıca aydınları yerel bağlamlarında isimsiz ve merkezsiz “iktidarın mikrofiziğine” odaklanmaya teşvik etti, böylece küresel sınıf mücadelesinde işleyen iktidarın makrofiziğini aydınlatmaya ve ona karşı mücadele etmeye dayalı projeyi tamamen bırakmayı salık verdi. Bu yolla, birkaç küçük istisna haricinde, hayatı boyunca büyük emperyal projelere açık çek sunmuş oldu. Bunu net bir biçimde görmek için onun “şimdinin tarihi” adını verdiği çalışmalarıyla; William Blum, Michael Parenti ya da Walter Rodney gibi emperyalizm karşıtı aydınların yazdıklarını karşılaştırmak yeterli.

Altmışların sonu, yetmişlerin başında Foucault, siyasetle daha fazla haşır neşir oldu. Birçok halk eylemine katıldı, birçok bildiri imzaladı, kamusal ya da özel olarak birçok mücadeleye destek verdi. “Hiçbir zaman kurumsal bir siyasi örgütün üyesi olmasa da”, soldaki baskın ideolojiler çerçevesinde açık ve tutarlı bir siyasi pozisyonu benimsemese de, istikrarsız siyasi duruşu anarşist, liberal ve liberter unsurlar da barındıran Maocu entelektüel çevrelere doğru kaymaya başladı.[21] Ancak hiçbir zaman Marksist olmadı ve meselesi çoğu zaman, tıpkı liberaller gibi, spesifik toplumsal meseleler, kişisel vakalar ve ahlakî olarak “tolere edilebilir” bulunmayanlarla sınırlı kaldı. Bu anlamda Foucault, ortak toplumsal dönüşüme yönelik enternasyonalist çerçeveye dayalı sistematik bir eleştiri ile hiçbir vakit ilgilenmedi.

Foucault, 1968’in hemen öncesinde eşcinsel özgürlük hareketi gibi hızlıca yükselen ekoloji hareketlerini ve feminist hareketleri genel olarak görmezden geldi. Eşcinsel hareketlerine sempati duysa da ve onları farklı şekillerde desteklese de, burjuva ve hetero-ataerkil devleti yıkmayı amaçlayan genç militanlardan oluşan Front Homosexuel d’Action Révolutionnaire [“Eşcinsellerin Devrimci Eylem Cephesi” -FHAR] örgütüne şüpheyle yaklaştı. Foucault, FHAR’ın aktivizminin yeni tip gettolaşmalara yol açmasından korkuyordu, Arcadie isimli, FHAR’dan daha önce kurulmuş olan “eşcinsel yanlısı” örgütün 1979’daki kongresinde konuşma yaparak, onlara desteğini sundu. FHAR’ın önemli üyelerinden Guy Hocquenghem’e göre, Arcadie, büyük ölçüde kapalı bir burjuva kulübüydü ve saygılı bir ketumluktan yanaydı. Macey, Foucault’nun kongrede konuşma kararını, grubun daha muhafazakâr yaklaşımı lehinde ve FHAR’ın militanlığı aleyhinde Foucault’nun aldığı bilinçli bir tavra yoruyor.

Yetmişlerde ve seksenlerin başında, zaten politik açıdan sürekli farklı yönlere savrulup duran Foucault, yetmişleri ve seksenlerin başını içine alan dönemde, su katılmış bir solculukla malul olan konumundan iyice uzaklaştı. Geçirdiği evrimin birçok açıdan André Glucksmann’dan çok da farklı olduğunu söyleyemeyiz. Kendisi, bu dönemde Foucault’nun en sık siyasi işbirliğine girdiği kişilerdendi. Elit muhafazakâr akademik çevrelerden sonra, altmışların sonunda kısa bir süre Maocu entelektüel çevrelerle içli dışlı olan bu ikili, komünizmin “totalitarizm karşıtı” eleştirisini benimsedi ve Doğu’da Batı destekli muhalif siyasete omuz verdi. Glucksmann gibi yeni felsefeciler, büyük ölçüde Foucault’nun çalışmalarına yaslandılar ve onu Marksizm karşıtı bir analiz çerçevesi olarak öne çıkardılar. Bunun karşılığında Foucault, onları bolca övdü, özellikle Glucksmann’ın komünizm karşıtı olan, Les maîtres penseurs [“Usta Düşünürler”] başlıklı o uzun çalışmasını göklere çıkardı. Bu kitapta Glucksmann, Hitler ve Stalin’in birlikte yeni türden bir holokostu yaşamımıza soktuğu fikrine destek veriyor, Kızıl Ordu’nun Nazi savaş makinesi karşısında aldığı tarihsel zaferi çaktırmadan es geçiyordu.[22]

Glucksmann’daki şiddetli komünizm karşıtlığı, Foucault’da olduğu gibi, henüz serpilmemiş bir pleb popülizmi ve dışlananların metafiziği ile iç içe geçti. Enternasyonal sınıf mücadelesi zihinlerden silinirken, yerini sözde totaliter şeytanî güçler ve ikisinin de “pleb” dedikleri grubun saf ahlakî mükemmelliği arasındaki soyut çarpışmaya bıraktı. Bu ikinci grup, Foucault’nun da belirttiği gibi, “sosyolojik bir gerçekliğe” tekabül etmiyordu. Burjuvazide de bulunabilecek ve iktidar ilişkilerinden kaçan bir bilinemezciliğe işaret ediyordu.[23]

Yeni felsefecilerin, dolayısıyla Foucault’nun CIA tarafından önemli birer varlık olarak görülmesi, bizi hiç şaşırtmamalı.[24] Bu isimler, bir yandan Fransa’da Marksizmin yıkımına önemli bir katkıda bulundular ve mevcut sosyalizme karşı yoğun bir propaganda savaşı yürüttüler. Özellikle de ABD’nin milli güvenlik politikaları çerçevesinde takdir ve teşvik ettiği Doğu’nun siyasi muhaliflerini merkeze alan medya gösterilerine aktif bir biçimde katıldılar.[25] Bir yandan da tüm enerjilerini Doğu’nun sözde şeytanî eylemlerine karşı sarf ederken, savaş sonrasının en büyük emperyal gücü ABD’nin eylemlerini hem “insanî müdahaleler” olarak meşrulaştırdılar, hem de onlara gözlerini kapadılar. ABD’nin bu dönemde elli yabancı hükümeti devirmek için girişimlerde bulunduğunu unutmamak gerek. Bu iki yönelim de tabii ki komünizme karşı dünya çapında bir savaş yürüten geniş çaplı 3000 operasyonda en az 6 milyon kişinin ölümünün, ve 1947-1987 arası dönemde yürütülmüş olan, (bilebildiğim kadarıyla, bizim meşhur güç ilişkileri teorisyenimizin ağzına dahi almadığı) on bin küçük çaplı operasyonun doğrudan sorumluluğunu taşıyan CIA’in işine geliyordu.[26]

Yetmişlerin sonunda, gelgeç huylu Foucault, sosyalizmin mevcut tüm biçimlerinin amansız muhalifi olarak ortaya çıktı. 1977’de verdiği mülâkatta, SSCB, Küba, Çin ve Vietnam’ın da dâhil olduğu uzun bir sosyalist ülkeler listesi vererek, bu ülkelerde en ufak bir umut ışığı ya da işe yarar bir yönelim işareti göremediğini söyledi. Bu da onu şöyle büyük ve kesin bir yargıya götürüyordu: “Sosyalizm geleneği radikal manada sorgulanmalı, çünkü mevcut sosyalist gelenek, bugüne kadar kınanmayacak hiçbir şey ortaya koyamadı.”[27] Dünya tarihi konusunda kestiği bu ahkamın ironik tarafı, gözlerden kaçmasın: Akademisyenlerin uzmanlık alanları dışında konuşmamaları gerektiğini söyleyen ve kendisini de bu şekilde sınırladığını açıklayan bir aydın, hiçbir tarihsel ya da felsefi çalışması ciddi bir biçimde konunun tarihine ya da konunun geçtiği coğrafi alanlara eğilmese de sosyalizmin ölümünü ilân etmekte bir beis görmüyordu. Foucault, "özelin aydını" olarak, kendisindeki fikriyata payanda olan sömürgeler coğrafyasını aklına bile getirmiyordu. Batı’da “şimdinin tarihi” son derece karmaşıkken ve uzman bilgisi gerektirirken, farklı konularda uzmanlığa sahip Avrupalı aydınlar, mevzubahis dünyanın geri kalanı olduğunda, herhangi bir bilgi temeline yaslanmadan, büyük ve kesin iddialarda bulunabiliyorlardı.

Bu noktada Foucault’nun bu tavrını açıklayan bir gelişmeyi, Foucault’nun istikrarsızlıkla malul “radikal” siyasetinin Avrupa dışında yeni bir ilgi alanı bulmasından, yani kendisinin uzmanlığıyla ilgisi bulunmayan İran’a yönelik ilgisinden bahsetmek gerek. Foucault, 1978-79 İran Devrimi’ne büyük destek verince, bazıları, onun devrimci politikaya geri döndüğünü düşündüler. Ne var ki onun desteği, devrimin CIA’in kukla hükümetine karşı başlatılan emperyalizm karşıtı bir mücadele olmasından kaynaklanmıyordu. Konu üzerine yazdığı uzun yazılarda, Foucault, zaten bundan hiç bahsetmiyordu. Onu asıl etkileyen şey, Marksist geleneğin, sınıf mücadelesi ve devrimin öncüleri denilen iki ilkesinden sapmış olan bir devrimle karşı karşıya olmaktı (tabii bu noktada Foucault, İran’da sahada bulunan Marksist güçlerin materyalist bir analizine de ihtiyaç duymuyordu.) Foucault’nun sıkça övdüğü, Marksizmin azılı düşmanı François Furet’ye dayanarak ve pek de incelikli olmayan şarkiyatçı bir tavır takınarak, Foucault, bu “geri kalmış” ulusun, Avrupa’nın geçmişinde de bir dönem yaşandığı gibi ruhani bir siyaset doğurduğunu, bunu da modernleşmenin doğum sancılarını çekmeden yaptığını söylüyordu. Bu görüşleri ve durumla ilgili genel olarak bilgi yoksunluğu nedeniyle yoğun eleştiriler aldı. Ve güncel siyaset üzerine gazete yazıları yazmayı usulca bıraktı.

Yetmişlerin sonu, seksenlerin başında Foucault, bir dönem hayranlık duyduğu sol siyasete tiksinti ile bakmaya başladı ve onu reddetti. Daha 1975 yılında, kendi örgütüne Marx üzerine bir konuşma yapıp yapamayacağını soran bir göstericiye şu sert cevabı veriyordu: “Bana artık Marx’tan bahsetmeyin. Bu beyefendinin adını bir daha duymak istemiyorum… Onunla bağımı tümüyle kopardım.”[28] Her geçen gün daha da gerici siyasete yakınlaşan Glucksmann gibi Foucault da neoliberalizme büyük ilgi duymaya başladı. 1978-79 derslerinde neoliberalizmi anlatırken, bu ideolojinin “azınlığa mensup bireylerin ve azınlık eylemlerini tolere eden, alanın dalgalı süreçlere açık bırakıldığı farklılık sistemlerini optimize eden bir toplum” fikrini desteklediğini söylüyordu.[29] Neoliberalizm üzerine yapılan tüm ciddi Marksist analizlerden farklı olarak, Foucault dikkatimizi, öncelikle onun ideolojik unsurlarına çekiyor ve siyaseti düşünmenin farklı bir biçimi diye sunarak, onu değerli kılmaya çalışıyordu. Ancak dikkatimizi, aşırı sömürü ve yoğunlaştırılmış baskıya dayalı küresel bir proje olarak neoliberalizmin emperyalist ve sömürgeci yönüne çekmiyordu.

Aynı zamanda öğrenci ve işçi hareketleriyle de arasına bariz bir mesafe koyan Foucault, “sessizlik” ve “topyekûn çekimserlik” üzerine kurulu, eylemi dışlayan bir isyancı olduğunu söylüyordu.[30] Etik meselesine kapılan kendi kuşağının birçok diğer aydını gibi Foucault da somut siyasi mücadelelere sırtını dönerek, bireyci, yaşam tarzı anarşizmine, hatta “kendisine itina gösterme”ye odaklanan yavan liberterlik biçimlerine doğru kaydı. “İdeallere ve belirli amaçlara” tabi olan, feminizm ve eşcinsel hareketi gibi özgürlük hareketlerinin örgütlenme biçimlerini sorguladı.[31] Bu hareketlerin özel ve dışlayıcı kulüpler kurduğunu söyleyerek, şu sonuca vardı: “Gerçek özgürleşme, kendini tanımak demektir, ve bu, çoğu zaman hangi grup olursa olsun bir grubun aracılığıyla gerçekleştirilebilir bir şey değildir.”[32] Eğer kişisel aydınlanma, özgürleşmenin en büyük idealiyse, ve ortak hareket etmenin yolu kapandıysa, akıl veren aydın, kendi izole küçük burjuva etkinliğini özgürleşmenin kendisi olarak sunuyorsa, söylemsel darbesini başarılı bir biçimde gerçekleştirmiş demektir. Yaşasın karşı devrim!

Bu da yetmezmiş gibi Foucault, Hannah Arendt ve Furet gibi Marksizm düşmanı aydınlar korosuna katılarak, gulag meselesini indirgemeci ve basit bir biçimde ele alıp, ortak siyasi eylem yoluyla sosyoekonomik ilişkiler sistemini radikal bir biçimde dönüştürmeye kalkışmanın kaçınılmaz olarak korkunç sonuçlara yol açtığını iddia etti.[33] 1984’te yazdığı ve en çok okunan denemelerinden birinde şöyle diyordu:

“Kendimizin tarihsel ontolojisi, küresel ve radikal iddiada bulunan tüm projelerden uzak durmalıdır. Deneyimlerimiz bize gösterdi ki, güncel gerçekliğin oluşturduğu sistemden kaçma ve başka bir toplum, başka bir düşünme biçimi, başka bir kültür, dünyaya başka bir bakış programı oluşturma iddiası, bizi daima geleneklerin en tehlikelilerini yeniden üretmeye itti.”[34]

Gerçek, maddi değişim için mücadeleden kaçınan Foucault, onun yerine, bireysel, söylemsel bir eleştiri pratiği geliştirdi. Bu düşünceyi, aydınlanmış despotizmi savunan Kant’ı, kitlelerin aristokratik düşmanı Nietzsche’yi, tövbe etmemiş Nazi Heidegger’i dâhil ettiği, ancak Marx’ı dışarıda bıraktığı Avrupamerkezci geleneğe bağladı. Bu geleneğin atası olan Aydınlanma’nın eleştirel tavrı, Foucault tarafından, akıl ve söylem yoluyla “bilmeye cesaret etmek”, ama aynı zamanda monarşinin ve onun ordusunun dayattığı toplumsal düzenin kurallarına her daim itaat etmek olarak görüldü ve buna indirgendi. Foucault’ya göre, ideal eleştiri biçimini ortaya koyan Nietzsche ise yalnızca Marksizm değil, sosyalizm, demokrasi ve kitlelere iktidar verebilecek her türden politik projeye karşı duran bir isimdi. Domenico Losurdo’nun ayrıntılı biçimde açıkladığı gibi, Nietzsche, kendi deyişiyle “radikal bir aristokrattı”: Foucault’ya benzer biçimde, aklı tahakkümle bir tutmak suretiyle, sınıf, ırk, cinsiyet ve cinselliğe dayalı hiyerarşilerin akılcı ve bilimsel bir eleştiriye tabi tutulmasını engelledi.[35]

Birçok Maske Takan Adam

Kaprisli bir tutum dâhilinde farklı etiketleri ve konumları benimseyen, farklı maskeler takıp çıkartan, o maskelerin ardındaki tanımlanması mümkün olmayan bir yüz olarak Foucault, tüm kariyeri boyunca kendisini kurgulayıp durduğu küçük burjuvalara has bir oyun oynadı. Onun durumunda öznel olan, yani zihin denilen şey, nesnel olana galebe çaldı. Onu yorumlayan birçok kişi, “nevi şahsına münhasır özne” gibi oksimoron barındıran bir imajı kutsadılar, çünkü bu yorumcuları yöneten orkestra şefi olarak Foucault, kendi analiz nesnelerinden farklı olarak, asla ele avuca gelen biri değildi, zira ondaki zekâ, dönüşüm hikâyesinin tarihsel bağlamına yerleştirilebilir örüntülere dayalı olduğunu düşünen ve indirgemeye alışkın aydınların zekâsını daima alt eden bir zekâydı.

İki önemli biyografi yazarının da birçok kez vurguladığı üzere, maskelerin arkasındaki yüzün bir siyasi oportüniste ve küçük burjuva kariyeristine ait olduğunu düşünmemiz mümkün. Savaş sonrasında komünizmin yükselişi ile kısa bir dönem Marksist maskeyi deneyen Foucault, o maskenin üzerine Nietzsche’nin bıyığını yersiz bir hamleyle iliştirmekten de geri durmadı. Gerici Beşinci Cumhuriyet’in erken dönemlerinde Dögolcülüğe savruldu, akademik kariyeri ilerledikçe ve hükümete hizmet ettikçe, açıktan komünizm karşıtı oldu. Altmışların sonunda ayaklanmalardan hemen önce sahnenin değiştiğini anlayınca, hemen hızlı bir kostüm değişikliğine gitti. Yetmişlerin ortasında gericilikle malul antikomünizm yeni felsefeciler kılığında sahneye geri dönüp, medyada büyük bir etki yaratınca, şekil değiştirmekte mahir olan Foucault, yeni bir değişim fırsatı gördü: Kariyeri Amerikan akademisine doğru açılan Foucault’nun orada büyük bir ilgiyle karşılanması sürpriz olmadı. Tabii bu, kendisinin bazı meselelere dair fikir değiştirmek için öznel sebeplere sahip olmadığı anlamına gelmiyordu. Ancak bu oyunculuğun çok açık bir örüntü sergilediği de bir gerçekti. Diğer Fransız teorisyenler gibi, ama tabii gene kendi damgasını vurarak, Foucault, radikal bir şifacıydı. Küresel teori endüstrisinde sahip olduğu ün, radikal görünüp eleştirel teoriyi kapitalizm yanlısı cephe içinde massetmeye dayalı bukalemunluk yeteneği ile doğru orantılıydı.

Nihayetinde, Foucault’nun çalışmalarının tarihsel bağlamı içinde ne türden bir toplumsal işlev gördüğünü merak edenlerin, bu çalışmaların maddi siyasi sonuçlarına bakmaları yeterli. Marksist gelenek, sayısız özgürleşme mücadelesine ve devrime katkıda bulunmuşken, Fukocu geleneğin geride bıraktığı miras ise böylesi bir sonuca hiçbir vakit yol açmadı. Ne var ki Foucault, ustalarının geliştirdiği dünyayı merkeze koyan güneş sistemi modelini muhafaza etmeye niyetli olan, öte yandan, devrimci teori ve pratikten tek nefeste ve sonsuza dek kurtulmak adına radikal imajlarını koruyan, komünizm karşıtı akademisyenlerden müteşekkil, çok güçlü bir küçük ölçekli sanayi yaratmayı bildi.

Gabriel Rockhill
12 Ekim 2020
Kaynak

۞ Eleştirilere Cevap

Dipnotlar
[1] Başka yazılarımda, Foucault’nun çalışmalarındaki temel sorunları, bilhassa ondaki “materyalist” çalışmalarmış gibi takdim edilen tarih çalışmalarındaki sorunları daha detaylı olarak ortaya koymuştum. Ayrıca, aynı şeyi Foucault geleneğinden gelen, Jacques Rancière gibi başka isimler için de yapmıştım. Örneğin Foucault konusunda bkz.: Gabriel Rockhill, “Foucault, Genealogy, Counter-History,” Theory & Event 23:1 (Ocak 2020): s. 85-119; Gabriel Rockhill, “Comment penser le temps présent? De l’ontologie de l’actualité à l’ontologie sans l’être,” Rue Descartes 75 (2012/3): s. 114-126; Gabriel Rockhill, Interventions in Contemporary Thought: History, Politics, Aesthetics (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2017); Gabriel Rockhill, Logique de l’histoire: Pour une analytique des pratiques philosophiques (Paris: Éditions Hermann, 2010). Rancière ile ilgili eleştirilerim için bkz.: Interventions in Contemporary Thought and Radical History & the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014). Çalışmaları ve politik konumu hem Fukocu hem de Deridacı-Levinasçı mirastan beslenen Judith Butler ile ilgili eleştiriler için bkz.: Jared Ijams, “Judith Butler’s Impotent Politics of Nonviolence,” 26 Mayıs 2020, Cosmonaut; ve Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamela Harris”, 18 Aralık 2019, Ben Norton. Türkçesi: İştiraki.

[2] Nicos Poulantzas, Foucault’nun Marksist geleneği nasıl bir karikatüre çevirdiğini, şu kitabında çok iyi gösterir: State, Power, Socialism, Çev.: Patrick Camiller (Londra: Verso, 2014).

[3] Foucault’nun materyalist tarih ve siyasi aktivizme bağlılığını göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle diğer Fransız kuramcılarla karşılaştırdığımızda, onun daha tehlikeli olduğunu iddia edebiliriz çünkü o, birçok yönden şifacıların, düzeni ıslah edenlerin en radikaliydi.

[4] Didier Eribon, Michel Foucault (Paris: Flammarion, 1989), s. 237.

[5] Bernard Gendron, “Foucault’s 1968,” The Long 1968: Revisions and New Perspectives içinde, yayına hazırlayanlar: Daniel J. Sherman, Ruud van Dijk, Jasmine Alinder, A. Aneesh (Bloomington: Indiana University Press, 2013), s. 23.

[6] Michel Foucault, Les Mots et les choses (Paris: Éditions Gallimard, 1966), s. 276.

[7] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1969 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), s. 542.

[8] A.g.e., s. 542.

[9] David Macey’ye göre, Foucault’nun “İsrail yanlısı hisleri, Fransız Komünist Partisi’ne yönelik nefreti kadar köklüydü” [David Macey, The Lives of Michel Foucault: A Biography. Londra: Verso, 2019, s. 40].

[10] Edward Said, Culture and Imperialism (New York: Vintage Books, 1993), s. 278.

[11] Bkz.: Michel Foucault, Dits et écrits IV: 1980-1988 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), s. 58-59.

[12] Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 84.

[13] Bkz.: Eribon, Michel Foucault, s. 132.

[14] Cornelius Castoriadis, La Montée de l’insignifiance (Paris: Éditions du Seuil, 1996), s. 35.

[15] Foucault’nun biyografisinin yanında, “Apostrophes” TV programında Didier Eribon’un mülâkatını izleyebilirsiniz: Youtube.

[16] Örneğin bkz.: Foucault, Dits et écrits IV, s. 78-81.

[17] Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 263.

[18] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s (Princeton: Princeton University Press, 2010), s. 289.

[19] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1975 (Paris: Éditions Gallimard, 2001), s. 44. Bu iddia, Ekim 1969 yılına ait olduğuna göre, Foucault, Kara Panter Partisi’nin nispeten Marksizmden uzak olduğuna dair bir izlenim sunduğu, ilk dönemine ait işlere denk gelmişti. Ne var ki kendisi, 1972’de hapishane ayaklanması ve arkasından gelen şiddetli bastırmanın hemen arifesinde Attica’yı ziyaret ettiğinde, garip bir biçimde komünistleri burjuva ideolojisinin suç kavramına çok fazla paye vermek ve “siyasi suçlu” olmadığı sürece hapistekileri örgütlemeyi reddetmekle suçluyordu (“Michel Foucault on Attica: An Interview,” Telos 19 (1974): s. 154-161). Oysa katledilmesi ile Attica ayaklanmasının kıvılcımını çakan Jackson, bir komünistti ve Foucault’nun iddia ettiğinin tam tersini yapıyordu. Bu türden yanlış anlamalar, maalesef Foucault’nun çalışmalarında sıkça yer alıyor. Onun Descartes’ı, Kant’ı ve Nietzsche’yi nasıl berbatça yorumladığını 1 numaralı nottaki çalışmalarımda net bir şekilde ortaya koydum. Brady Thomas Heiner’in, Foucault’nun Parti ile ilişkisine dair bir analizi için: “Foucault and the Black Panthers,” City 11:3 (Aralık 2007):

[20] Bkz.: Yayına Hazırlayan: Joy James, The Angela Y. Davis Reader (Malden, MA: Blackwell Publishing Ltd, 1998) ve Joy James, Resisting State Violence: Radicalism, Gender and Race in U.S. Culture (Minneapolis: Minnesota University Press, 1996).

[21] Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 217.

[22] Foucault’nun yeni felsefecilerle ilişkisi konusunda bkz.: Michael Scott Christofferson, French Intellectuals against the Left: The Antitotalitarian Moment of the 1970s (New York: Berghahn Books, 2004); Peter Dews, “The ‘New Philosophers’ and the End of Leftism,” Radical Philosophy Reader içinde, yayına hazırlayanlar: Roy Edgley ve Richard Osborne (Londra: Verso Books, 1985), s. 361-384; Peter Dews, “The Nouvelle Philosophie and Foucault,” Economy and Society 8:2 (Mayıs 1979): s. 127-171.

[23] Foucault, Dits et écrits IV, s. 421.

[24] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left,” Los Angeles Review of Books (28 Şubat 2017): Salon. Türkçesi: İştiraki.

[25] Sağcı Sovyetler eleştirisi ile Aleksandr Soljenitsin, Glucksmann ve Foucault için ana ölçüttür. Soljenitsin, Almanya’da dâhil olduğu, CIA tarafından oluşturulmuş ağlar ve Heinrich Böll tarafından Batı’da el üstünde tutulmuştur. (Bkz.: Hans-Rüdiger Minow’s 2006 documentary for ARTE, Quand la CIA infiltrait la culture: Youtube.

[26] Bu rakamlar, on dört eski CIA görevlisinden oluşan Sorumlu Muhalifler Derneği’ne ait. Derneğin kurucu üyelerinden olan John Stockwell, bu bulguları şu videoda irdeliyor: Youtube. Ayrıca kendisine şu kitaba da bakılabilir: The Praetorian Guard: The U.S. Role in the New World Order (Boston: South End Press, 1991).

[27] Foucault, Dits et écrits III, s. 398 (vurgu bana ait -GR).

[28] Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 348-9.

[29] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France, 1978-79, yayına hazırlayan: Michel Senellart, çev.: Graham Burchell (New York: Palgrave Macmillan, 2008), s. 259-260. Foucault’nun neoliberalizmle ilişkisini alan en iyi çalışma, Daniel Zamora ve Michael C. Behrent’in yayına hazırladığı kitaptır: Foucault and Neoliberalism (Cambridge: Polity Press, 2016). Ayrıca bkz.: “How Michel Foucault Got Neoliberalism So Wrong,” 6 Eylül 2019, Jacobin. Zamora ile yapılan bir söyleşi için bkz.: “Foucault’yu Eleştirebiliyor muyuz?”, 10 Aralık 2014, İştiraki.

[30] Foucault, Dits et écrits III, s. 670.

[31] A.g.e., s. 677.

[32] A.g.e., s. 678.

[33] 2016 tarihli bir Adalet İstatistikleri Bürosu raporuna göre ABD’de cezaevlerindeki toplam insan sayısı 6,6 milyondur (BJS). Büyük tasfiye operasyonlarının ardından gulaglarda mahpus olan toplam insan sayısı iki milyona çıkmıştı, fakat 1953’te Stalin bu mahkûmların yarısından fazlasını serbest bıraktı. Ayrıca Sovyet hapishaneleri ölüm kampları değildi ve mahkûmların önemli bir kısmının topluma geri dönmesini sağlıyordu. Arşivden alınan kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla, her yıl hapishanelerdeki insanların yüzde yirmi ilâ kırkı toplumun içine karışıyordu. Michael Parenti kitabında, makul analizlerin önünü almak için kullanılan, korku salma amaçlı, içi geçmiş taktiklere karşı kullanılabilecek bir panzehir sunuyor ve gulaglarla ilgili en sağlam tarihsel değerlendirmelerden birini yapıyor: Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism (San Francisco: City Lights Bookstore, 1997), s. 76-86.

[34] Foucault, Dits et écrits IV, 575.

[35] Bkz.: Domenico Losurdo, Nietzsche, the Aristocratic Rebel, çev.: Gregor Benton (Leiden: Brill, 2019).

0 Yorum: