24 Temmuz 2022

,

Epidemik İmparatorluk

Kovid pandemisi süresince bulaşıcı hastalık konusunda yığınla laf edildi. Karantina, izolasyon, kişisel koruyucu ekipman, hijyen ve aşı gibi salgınla mücadele tedbirleri konusunda başvurulan dile uluslarla ve halklarla ilgili mecazlara başvuran dil eşlik etti. Bu noktada birçok insan, çıkıp virüsün kaynağı konusunda şarkiyatçı iddialarda bulundu, virüsün göçmenler üzerinden yayıldığını iddia etti, hatta “sürü bağışıklığı” konusunda Niçeci yorumlara tevessül etti.

Fatma Rıza Kulb, Epidemic Empire [“Epidemik İmparatorluk” -2021] isimli kitabında, hastalık konusunda üretilen edebiyatın küresel kapitalizmin varolduğu günden beri onun bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

Bu anlamda yazar, bulaşıcı hastalıklarla ilgili düşünceleri, ayaklanma meselesini kendi gelişimi içerisinde salgın ile birlikte tahayyül eden küresel emperyalizmle birlikte ele almak gerektiğini söylüyor. Zira süreç içerisinde kontrgerilla teorisi, epidemiyoloji ile iç içe geçiyor. Bu da bulaşıcı hastalığın politika sahasındaki tasvirlerinin tıbbi söylemden ayrıştırılmasını güçleştiriyor.

Epidemic Empire isimli kitap, Kovid pandemisinin Kuzey Amerika’yı vurduğu bir dönemde, Mart 2020’de yayımlanıyor. Dolayısıyla kitaba, yayınlandığı döneme dair düşünceleri içeren bölümler ve önsöz, sonradan ekleniyor. Kitabın yayımlandığı döneme bağlı olarak çalışma, daha da önem kazanıyor ve akademik yazın içerisinde önemli bir yere oturuyor.

Kitabın temellendiği araştırma süreci, pandemi dönemini öncelediği için, pandemiyi teorize etme derdiyle kaleme alınmış diğer kitaplardan ayrışıyor. Derdini gayet açık ortaya koyan kitap, güzel bir dile sahip.

Rıza Kulb, derinlerden çekip çıkarttığı, hastalıkla alakalı tespitleri, mevcut görüşlerin karşısına dikiyor. Bu tespitleri de derinlemesine analiz eden kitapta birbiriyle bağlantılı iki argüman göze çarpıyor.

1. “Emperyalizmin hastalıkla ilgili olarak geliştirdiği, isyancıların şiddetini de salgın olarak gören tespit ve düşünceleri, esasen imparatorluğun ve yeni emperyal oluşumun yönetilme sürecinin merkezinde duran anlatıları ve bilimsel pratikleri temel alıyor.”

2. Sömürgeci bilim ve kontrgerilla teorisinin söylem düzeyinde iç içe geçmesine dair kıyaslamalı bir tarih çalışması, bize bugün dünya genelinde siyaset ve halk sağlığı alanında oluşan manzarayı idrak edebilmemize katkı sunacak bilinci sunacaktır.”

Bu iki argüman, emperyalizmin hastalıkla ilgili tespit ve düşüncelerine dair incelemenin bir sonucu olarak dile getiriliyorlar. Bulaşıcı hastalığın emperyalizmin ilk döneminden bugüne dek nasıl kavramsallaştırıldığı sorusuna cevap arayan kitap, bu bağlamda, hem kolera türünden salgınlar konusunda tıp âleminde geliştirilen söylemleri (Britanya İmparatorluğu’nun hizmetinde olan kartografik epidemiyoloji, yani salgınların yayıldığı haritalarla birlikte) hem de bu söylemleri aktarıp, hâkim ideolojiyi besleyen popüler kitapları inceliyor. Tıp tarihi arşiviyle (Malleson, Bryden, Bartlett, Babington, Snow) vebaya dair popüler kitapları ve vebayı mecazî anlamda ele alan kitapları (Kipling, Stoker, Camus, Rüşdi) birlikte inceleyen Rıza Kulb, asıl meselesinin, “sömürgelerle temas sonucu olan immünolojik krizden kaynaklanan sağlık meselesini kavramsal ve epistemolojik düzeyde ortaya koymak” olduğunu söylüyor. Bu çaba dâhilinde yazar, ilgili epistemolojik çerçeveye katkı sunan emperyalist-kapitalist mantığın bilimsel soruşturma sürecini nasıl tayin ettiğini açıklıyor.

Pandemiye dair düşüncelerimizi asıl yapılandıran, muktedir sınıfın geliştirdiği ortak akıl. Bugün bile bulaşıcı hastalığa dair düşüncelerimiz, imparatorluğun yönetilme süreciyle bağlantılı olan, bulaşıcı hastalıkla alakalı soruşturma yöntemlerinin etkisi altında. Elimizdeki popüler kitaplardan oluşan arşiv, esasında bu ortak aklın bir yansıması.

Rıza Kulb, tıp literatürünü analiz ediyor, popüler kitaplarla iç içe geçişini inceliyor. Eldeki kitap birikimine dair tartışması dâhilinde yazar, hastalık ile ilgili düşüncelerin ve tespitlerin bulaşıcı hastalığın anlamını ortaya koyduğunu, ama emperyalist güç tarafından bu düşüncelerin ve tespitlerin temelsiz kılındığını ortaya koyuyor.

Örneğin Rıza Kulb’a göre, Koleranın Yayılma Tarzı Üzerine diye kitap kaleme almış olan ve modern epidemiyolojinin kurucularından sayılan John Snow’un [1813-1858] bulaşıcı hastalıkların haritasının çıkartılmasına dönük çalışmalarının tıp bilimi açısından önemli olduğunu, ama “bu bilimin rönesanstan, işgalden ve savaştan dem vuran dilinin uzmanlık teknikleri ve sömürgeci idare arasındaki örtüşmeyi gerekli kıldığını” söylüyor. “Bu tür bir örtüşmenin her daim mecazî ve edebi düzeyde gerçekleşmediğini hatırda tutmak gerekiyor.” Zira Bengal’de kolera, tam da Doğu Hindistan Şirketi’ne bağlı askerlerce yayılıyor.

Ne tür gerçekleri dillendiriyor olursa olsun, emperyalizmin hizmetinde olan tıp bilimi, bugün de hâlâ imparatorluğun belirlenimi altındadır. Bu belirlenimin en yalın ve en somut ifadesini popüler kitaplarda bulmak mümkündür.

Bu kitaplarda emperyalizm, kendisine birer beden gibi bağlı olan sömürgeleri bulaşıcı hastalık kaynağı olarak görüyor. Örneğin Drakula denilen şarkiyatçı figür, vampirleşme hastalığının kaynağı olarak tespit ediliyor veya Camus, Veba isimli romanında Fransa’ya bağlı Cezayir’de bulunan Oran kentindeki Cezayirlilerin politik şiddetiyle salgının tarihçesini ilişkilendiriyor. Bu tür çalışmalarda toplum, belirli şahıslarda somutlaşmış bir olgu olarak ele alınıyor. Hastalıkla ilgili tespit ve düşünceler dâhilinde tıpla alakalı klişelere teslim olunuyor. Bu düşünsel dizge dâhilinde terörle mücadele döneminde de Müslüman terörizmi benzer klişeler üzerinden izah ediliyor.

Rıza Kulb, bu noktada bize Pentagon’un Cezayir Savaşı filmini askerlerine izlettirmesinden bahsediyor. Bu filmde Albay Mathieu, Cezayir Kurtuluş Cephesi’ne bağlı hücreleri gösteren haritayı bir hastalığın yayıldığı bölgenin haritası olarak takdim ediyor. Bu epidemiyolog diline başvuran analizin yer aldığı film, bugün muhtemelen Afganistan ve Irak’ta bitmek bilmeyen savaştan zaferle çıkmanın ipuçlarını barındırdığı için izlettiriliyor.

Terörle mücadele döneminde tıp temelli bir fikriyat geliştiriliyor. Bu fikriyatın bir başka somut ifadesi de 11 Eylül Komisyonu Raporu. Bu çalışmada “şifa bulmak”tan bahsediliyor. Senato İstihbarat Komitesi İşkence Raporu da aynı şekilde on dokuzuncu yüzyılda hastalığın yayıldığı bölgenin haritalarıyla ilgili klişeleri yineleyerek, “bulaşıcı hastalığın yayıldığı alanı siyah renkte aktarıyor.”

Bir yandan bu tür klişeler, emperyalizmin inşa ettiği toplumsal bedenin sağlıklıymış gibi görünmesini, bir yandan da şiddeti doğallaştırıyor. Salman Rüşdi’nin Soytarı Şalimar kitabını inceleyen Rıza Kulb, “terörün veba gibi korkunç, insanlık dışı, ahlaksız, döngüsel ve aracısız olduğunu, terörle mücadeleninse aynı ölçüde aracısız ve belirli bir usule bağlı olması gereken, tıpkı karantina gibi önleyici bir pratik” olduğunu söylüyor.

Terörizm aracı olmadan hareket eden bir şey, emperyalizmin barışçıl gerçeği üzerinden yayılan bir hastalık olarak algılandığında, fetih sürecinin başlarında uygulanan şiddet de bir biçimde görünmez kılınıyor. Antigone oyununda geçen Thebai şehrinde açığa çıkan kirli havanın günümüzdeki karşılıkları gibi, her şey doğal felâketlerin yaşandığı alanda cereyan ettiği için, toplumsal olguların ardındaki toplumsal sebepler de kolaylıkla göz ardı edilebiliyorlar. Ama bir yandan da bu klişeleri tıp ve emperyalizm arasındaki gerçek ve kalıcı işbirliğinin pekiştirdiği şeyler olarak görmek gerekiyor. Bu klişeler, söz konusu işbirliğinden ayrı ele alınamazlar. Bu anlamda, tarihte şu tür hususlarla yüzleşmek bizi asla şaşırtmamalı:

“Hem Milletler Cemiyeti hem de Birleşmiş Milletler, salgın hastalığı giderek küreselleşen dünyada yaşayan herkesin hayatının ve özgürlüğün yüzleştiği en temel tehditlerden biri olarak kabul ediyor.”

Bu kuruluşlar, bu kabulle yetinmiyorlar, virüslerin ve terör ağlarının sürekli maddi açıdan ve söylem düzeyinde aştıkları sınırların güvenliğinin alınması gerektiğini düşündüklerinden, halk sağlığı örgütlerinin güvenlik teşkilâtlarıyla ve hükümet kuruluşlarıyla ilişkilenmesini sağlıyorlar.

Şu hususu açıklığa kavuşturmak lazım: Rıza Kulb, tıp biliminin emperyalist olduğunu söylemiyor. Ayrıca yazar, aşı veya maske karşıtı çevrelerde görülen bilim karşıtı söylemin sol versiyonunu savunan bir isim de değil. Arşiv araştırmaları ile Rıza Kulb, esasında çok yalın bir gerçeği dile getiriyor: tıp bilimi, diğer tüm bilimler ve bilgi üretim biçimleri gibi, toplumsal normların etkisi altında olan gerçek toplumsal koşullar içerisinde yaşayan insanlarca geliştiriliyor. Hakikate ulaşma konusunda gerekli usulleri üretiyor veya empirik düzeyde doğrulanabilir teknolojik geliştiriyor olmasından bağımsız olarak, tıp bilimi, bir kurum olarak tabi olduğu toplumsal ilişkilerin etkisi altındadır.

Neticede bugün Kovid aşıları aynı ilişkiler içerisinde üretilmekte, gene aynı ilişkiler içerisinde küresel güneyin büyük bir kısmı tarafından redde tabi tutulmaktadır.

Derdini daha net bir dille ifade edebilmek için Rıza Kulb, Fanon’un gözden kaçırılan, fazlasıyla ihmal edilen Tıp ve Sömürgecilik çalışmasını devreye sokuyor. Geberen Emperyalizm kitabında yer alan bu çalışmada Fanon, tıp biliminin ve doktorların sömürgecilik tarafından nasıl namluya sürüldüğünden bahsediyor. Bu işlem dâhilinde ezilen halk kitlelerine zulüm uygulayan sömürgecilik, bilime yönelik şüpheyi körüklüyor, buna karşın, kurtuluş hareketi, tıp bilimini hem doktorların hem de hastaların gözünde yüceltiyor, aynı zamanda bu çalışma dâhilinde sömürgecilik karşıtı görüşleri aşılıyor.

Rıza Kulb, Epidemik İmparatorluk kitabının sonuç bölümünde şunları yazıyor:

“Bu kitabın meselesi, sömürgeci bilimin ürettiği literatür değil, sömürgeci bilimin ta kendisi. Burada esas olarak toplumsal hizmetlerin, sağlıkta eşitliğin ve tıbbi bakım süreçlerinin hükmünü yitirdiği sürece ve kontrgerilla faaliyetlerinin bilim ambalajıyla satılmaya çalışılmasına karşı çıkılıyor.”

Kitabın yayımlanması sonrası yürüttüğü tartışmalarda ve verdiği röportajlarda Rıza Kulb, hastalık konusunda geliştirilen tespitleri ve değerlendirmeleri emperyalist şiddete kılıf bulmak için kullanan devletleri ve ideolojileri, bu pandemi dönemi boyunca pandeminin yayılmasına mani olmak ve herkese eşit tıbbi bakım sunmak için gerekli tıbbi tedbirlerden bahseden tıp uzmanlarına kulak vermeyi reddettiğini söylüyor.

Benim kitapla ilgili tek eleştirdiğim husus, kitabın özellikle sona doğru, Fukocu yöntemden yararlanmış olması. Kliniğin Doğuşu gibi eserleri ve biyopolitika konusunda yaptığı tespitler açısından Fukoculuktan beslenmek anlamlı görünüyor. Fakat ben de birçok isim gibi Fukocu yaklaşımın tali bir olgu olduğunu, bu yaklaşımın sağlam bir tarihsel materyalist analizin üretebileceği sonuçlardan mahrum kalınmasına neden olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamda, emperyalist ideolojinin işleyiş tarzlarına somut durumun somut analizi ile birlikte eğildiğimiz vakit Epidemik İmparatorluk gibi bir çalışmaya Foucault’nun yineleyip durduğu fikirlerden daha fazla katkı sunulacaktır.

Her şeyden önce Foucault, sömürgeciliği ve emperyalizmi teorize edemeyecek bir isimdir. Bu kavramlar, onun fikriyatında eksiktir. Postkolonyalizm çalışan ve Marx’ı avrupamerkezcilikle eleştiren düşünürler, nasıl oluyorsa, Foucault’da daha da tehlikeli bir hâl alan avrupamerkezciliği görmezden geliyorlar. Ortada zaten gayet canlı olan bir antiemperyalist tarihsel materyalizm pratiği varken bu düşünürler, Foucault’nun geliştirdiği kategorileri sündürüp imparatorluk eleştirisini kuşatacak kıvama getirmeye çalışıyorlar.

Ama bir yandan da hakikati dillendirmek gerekiyor: Rıza Kulb, çalışmasında Fukocu teori alanından Fanon dolayımıyla istifade ediyor.

Akademide Foucault gibi moda olan radikal teorisyenlerin popüler hâle gelişine kimse mani olamıyor. Tam da Gabriel Rockhill’in dediği gibi, Foucault bir tür sektöre dönüşüyor ve ondaki “çakma radikalizm”i postkolonyal çalışmaların her yanına sızıyor, zira bu çalışmalar, tam da Foucault’nun batı akademisinde aşırı popüler olduğu dönemde ortaya gündeme geliyor.

Benim kitapla ilgili eleştirim, Epidemik İmparatorluk kitabında ortaya konulan yoğun ve emek yüklü çalışmayı asla gölgelemiyor. Bu yazının başında da dile getirdiği gibi, bu kitabı okumak keyifli, derdini gayet açık ortaya koyan kitap, güzel bir dile sahip.

Örneğin kitapta Keşmir isyancılarının kör edilmesiyle ilgili bölümün etkisinden hâlen daha çıkabilmiş değilim:

“Pakistanlı şair Ahmed Faraz, politik dehşetin maddi özünün bedene, daha doğrusu gözlere nakşedildiğini söylüyor. Şair, ‘Göz Bankası’ isimli şiirini Johns Hopkins Tıp Merkezi’nde bulunan göz nakli ünitesini ziyaretinin ardından kaleme alıyor. […] Bu göz kütüphanesinde her bir göz, kendi görünmez yarasını saklıyor içinde. Kendi ülkesinin içinden geçtiği karanlık döneme, baskı koşullarına dair bir mecaz olarak karşısında duran malzemeye yakından bakıyor şair. Delik deşik ve tarumar olmuş tecrübesi, kaçıp kurtulamadığı bir lanet gibi mesken tutmuş ruhunu. O ruha milliyetçilik, kabilelerarası şiddet, askerî darbe ve sürgün gibi milletlerin belâsı olan olayları gören şair, Tanrı’nın bahşettiği görmek denilen lütufla bakıyor gözlere. Anlıyor ki dünya genelinde artık bir salgın hâlini almış olan şiddetini dönem dönem patlak veren pandemi süreçlerinde somuta döken, savaşın harap ettiği sömürgecilik sonrası dönemin devletlerinin karanlık bölgelerinde ne hapsedilebilecek ne de karantina altına alınabilecek bir ruh bu.”

Bu türden pasajlarda Rıza Kulb, Fanon’un tıp ve sömürgecilik konusunda geliştirdiği diyalektik yaklaşıma başvuruyor. Bu anlamda kitabı Epidemik İmparatorluk, muazzam bir değere ve öneme sahip.

Joshua Moufawad-Paul
27 Nisan 2021
Kaynak

0 Yorum: