Kovid
pandemisi süresince bulaşıcı hastalık konusunda yığınla laf edildi. Karantina,
izolasyon, kişisel koruyucu ekipman, hijyen ve aşı gibi salgınla mücadele tedbirleri
konusunda başvurulan dile uluslarla ve halklarla ilgili mecazlara başvuran dil
eşlik etti. Bu noktada birçok insan, çıkıp virüsün kaynağı konusunda şarkiyatçı
iddialarda bulundu, virüsün göçmenler üzerinden yayıldığını iddia etti, hatta “sürü
bağışıklığı” konusunda Niçeci yorumlara tevessül etti.
Fatma Rıza Kulb, Epidemic Empire [“Epidemik İmparatorluk” -2021] isimli
kitabında, hastalık konusunda üretilen edebiyatın küresel kapitalizmin varolduğu
günden beri onun bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.
Bu
anlamda yazar, bulaşıcı hastalıklarla ilgili düşünceleri, ayaklanma meselesini kendi
gelişimi içerisinde salgın ile birlikte tahayyül eden küresel emperyalizmle
birlikte ele almak gerektiğini söylüyor. Zira süreç içerisinde kontrgerilla
teorisi, epidemiyoloji ile iç içe geçiyor. Bu da bulaşıcı hastalığın politika
sahasındaki tasvirlerinin tıbbi söylemden ayrıştırılmasını güçleştiriyor.
Epidemic
Empire isimli kitap, Kovid pandemisinin Kuzey Amerika’yı vurduğu bir
dönemde, Mart 2020’de yayımlanıyor. Dolayısıyla kitaba, yayınlandığı döneme
dair düşünceleri içeren bölümler ve önsöz, sonradan ekleniyor. Kitabın yayımlandığı
döneme bağlı olarak çalışma, daha da önem kazanıyor ve akademik yazın içerisinde
önemli bir yere oturuyor.
Kitabın
temellendiği araştırma süreci, pandemi dönemini öncelediği için, pandemiyi
teorize etme derdiyle kaleme alınmış diğer kitaplardan ayrışıyor. Derdini gayet
açık ortaya koyan kitap, güzel bir dile sahip.
Rıza
Kulb, derinlerden çekip çıkarttığı, hastalıkla alakalı tespitleri, mevcut görüşlerin
karşısına dikiyor. Bu tespitleri de derinlemesine analiz eden kitapta
birbiriyle bağlantılı iki argüman göze çarpıyor.
1.
“Emperyalizmin hastalıkla ilgili olarak geliştirdiği, isyancıların şiddetini de
salgın olarak gören tespit ve düşünceleri, esasen imparatorluğun ve yeni emperyal
oluşumun yönetilme sürecinin merkezinde duran anlatıları ve bilimsel pratikleri
temel alıyor.”
2.
Sömürgeci bilim ve kontrgerilla teorisinin söylem düzeyinde iç içe geçmesine
dair kıyaslamalı bir tarih çalışması, bize bugün dünya genelinde siyaset ve
halk sağlığı alanında oluşan manzarayı idrak edebilmemize katkı sunacak bilinci
sunacaktır.”
Bu
iki argüman, emperyalizmin hastalıkla ilgili tespit ve düşüncelerine dair
incelemenin bir sonucu olarak dile getiriliyorlar. Bulaşıcı hastalığın
emperyalizmin ilk döneminden bugüne dek nasıl kavramsallaştırıldığı sorusuna
cevap arayan kitap, bu bağlamda, hem kolera türünden salgınlar konusunda tıp
âleminde geliştirilen söylemleri (Britanya İmparatorluğu’nun hizmetinde olan
kartografik epidemiyoloji, yani salgınların yayıldığı haritalarla birlikte) hem
de bu söylemleri aktarıp, hâkim ideolojiyi besleyen popüler kitapları inceliyor.
Tıp tarihi arşiviyle (Malleson, Bryden, Bartlett, Babington, Snow) vebaya dair
popüler kitapları ve vebayı mecazî anlamda ele alan kitapları (Kipling, Stoker,
Camus, Rüşdi) birlikte inceleyen Rıza Kulb, asıl meselesinin, “sömürgelerle
temas sonucu olan immünolojik krizden kaynaklanan sağlık meselesini kavramsal
ve epistemolojik düzeyde ortaya koymak” olduğunu söylüyor. Bu çaba dâhilinde
yazar, ilgili epistemolojik çerçeveye katkı sunan emperyalist-kapitalist
mantığın bilimsel soruşturma sürecini nasıl tayin ettiğini açıklıyor.
Pandemiye
dair düşüncelerimizi asıl yapılandıran, muktedir sınıfın geliştirdiği ortak
akıl. Bugün bile bulaşıcı hastalığa dair düşüncelerimiz, imparatorluğun
yönetilme süreciyle bağlantılı olan, bulaşıcı hastalıkla alakalı soruşturma yöntemlerinin
etkisi altında. Elimizdeki popüler kitaplardan oluşan arşiv, esasında bu ortak
aklın bir yansıması.
Rıza
Kulb, tıp literatürünü analiz ediyor, popüler kitaplarla iç içe geçişini
inceliyor. Eldeki kitap birikimine dair tartışması dâhilinde yazar, hastalık
ile ilgili düşüncelerin ve tespitlerin bulaşıcı hastalığın anlamını ortaya
koyduğunu, ama emperyalist güç tarafından bu düşüncelerin ve tespitlerin
temelsiz kılındığını ortaya koyuyor.
Örneğin
Rıza Kulb’a göre, Koleranın Yayılma Tarzı Üzerine diye kitap kaleme almış
olan ve modern epidemiyolojinin kurucularından sayılan John Snow’un [1813-1858]
bulaşıcı hastalıkların haritasının çıkartılmasına dönük çalışmalarının tıp
bilimi açısından önemli olduğunu, ama “bu bilimin rönesanstan, işgalden ve
savaştan dem vuran dilinin uzmanlık teknikleri ve sömürgeci idare arasındaki örtüşmeyi
gerekli kıldığını” söylüyor. “Bu tür bir örtüşmenin her daim mecazî ve edebi
düzeyde gerçekleşmediğini hatırda tutmak gerekiyor.” Zira Bengal’de kolera, tam
da Doğu Hindistan Şirketi’ne bağlı askerlerce yayılıyor.
Ne
tür gerçekleri dillendiriyor olursa olsun, emperyalizmin hizmetinde olan tıp
bilimi, bugün de hâlâ imparatorluğun belirlenimi altındadır. Bu belirlenimin en
yalın ve en somut ifadesini popüler kitaplarda bulmak mümkündür.
Bu
kitaplarda emperyalizm, kendisine birer beden gibi bağlı olan sömürgeleri
bulaşıcı hastalık kaynağı olarak görüyor. Örneğin Drakula denilen şarkiyatçı figür,
vampirleşme hastalığının kaynağı olarak tespit ediliyor veya Camus, Veba
isimli romanında Fransa’ya bağlı Cezayir’de bulunan Oran kentindeki
Cezayirlilerin politik şiddetiyle salgının tarihçesini ilişkilendiriyor. Bu tür
çalışmalarda toplum, belirli şahıslarda somutlaşmış bir olgu olarak ele
alınıyor. Hastalıkla ilgili tespit ve düşünceler dâhilinde tıpla alakalı
klişelere teslim olunuyor. Bu düşünsel dizge dâhilinde terörle mücadele döneminde
de Müslüman terörizmi benzer klişeler üzerinden izah ediliyor.
Rıza
Kulb, bu noktada bize Pentagon’un Cezayir Savaşı filmini askerlerine
izlettirmesinden bahsediyor. Bu filmde Albay Mathieu, Cezayir Kurtuluş Cephesi’ne
bağlı hücreleri gösteren haritayı bir hastalığın yayıldığı bölgenin haritası
olarak takdim ediyor. Bu epidemiyolog diline başvuran analizin yer aldığı film,
bugün muhtemelen Afganistan ve Irak’ta bitmek bilmeyen savaştan zaferle
çıkmanın ipuçlarını barındırdığı için izlettiriliyor.
Terörle
mücadele döneminde tıp temelli bir fikriyat geliştiriliyor. Bu fikriyatın bir
başka somut ifadesi de 11 Eylül Komisyonu Raporu. Bu çalışmada “şifa
bulmak”tan bahsediliyor. Senato İstihbarat Komitesi İşkence Raporu da
aynı şekilde on dokuzuncu yüzyılda hastalığın yayıldığı bölgenin haritalarıyla
ilgili klişeleri yineleyerek, “bulaşıcı hastalığın yayıldığı alanı siyah renkte
aktarıyor.”
Bir
yandan bu tür klişeler, emperyalizmin inşa ettiği toplumsal bedenin sağlıklıymış
gibi görünmesini, bir yandan da şiddeti doğallaştırıyor. Salman Rüşdi’nin Soytarı
Şalimar kitabını inceleyen Rıza Kulb, “terörün veba gibi korkunç, insanlık
dışı, ahlaksız, döngüsel ve aracısız olduğunu, terörle mücadeleninse aynı
ölçüde aracısız ve belirli bir usule bağlı olması gereken, tıpkı karantina gibi
önleyici bir pratik” olduğunu söylüyor.
Terörizm
aracı olmadan hareket eden bir şey, emperyalizmin barışçıl gerçeği üzerinden
yayılan bir hastalık olarak algılandığında, fetih sürecinin başlarında
uygulanan şiddet de bir biçimde görünmez kılınıyor. Antigone oyununda
geçen Thebai şehrinde açığa çıkan kirli havanın günümüzdeki karşılıkları gibi,
her şey doğal felâketlerin yaşandığı alanda cereyan ettiği için, toplumsal
olguların ardındaki toplumsal sebepler de kolaylıkla göz ardı edilebiliyorlar.
Ama bir yandan da bu klişeleri tıp ve emperyalizm arasındaki gerçek ve kalıcı
işbirliğinin pekiştirdiği şeyler olarak görmek gerekiyor. Bu klişeler, söz
konusu işbirliğinden ayrı ele alınamazlar. Bu anlamda, tarihte şu tür hususlarla
yüzleşmek bizi asla şaşırtmamalı:
“Hem Milletler Cemiyeti
hem de Birleşmiş Milletler, salgın hastalığı giderek küreselleşen dünyada
yaşayan herkesin hayatının ve özgürlüğün yüzleştiği en temel tehditlerden biri
olarak kabul ediyor.”
Bu
kuruluşlar, bu kabulle yetinmiyorlar, virüslerin ve terör ağlarının sürekli
maddi açıdan ve söylem düzeyinde aştıkları sınırların güvenliğinin alınması
gerektiğini düşündüklerinden, halk sağlığı örgütlerinin güvenlik teşkilâtlarıyla
ve hükümet kuruluşlarıyla ilişkilenmesini sağlıyorlar.
Şu
hususu açıklığa kavuşturmak lazım: Rıza Kulb, tıp biliminin emperyalist
olduğunu söylemiyor. Ayrıca yazar, aşı veya maske karşıtı çevrelerde görülen
bilim karşıtı söylemin sol versiyonunu savunan bir isim de değil. Arşiv
araştırmaları ile Rıza Kulb, esasında çok yalın bir gerçeği dile getiriyor: tıp
bilimi, diğer tüm bilimler ve bilgi üretim biçimleri gibi, toplumsal normların
etkisi altında olan gerçek toplumsal koşullar içerisinde yaşayan insanlarca
geliştiriliyor. Hakikate ulaşma konusunda gerekli usulleri üretiyor veya empirik
düzeyde doğrulanabilir teknolojik geliştiriyor olmasından bağımsız olarak, tıp
bilimi, bir kurum olarak tabi olduğu toplumsal ilişkilerin etkisi altındadır.
Neticede
bugün Kovid aşıları aynı ilişkiler içerisinde üretilmekte, gene aynı ilişkiler
içerisinde küresel güneyin büyük bir kısmı tarafından redde tabi tutulmaktadır.
Derdini
daha net bir dille ifade edebilmek için Rıza Kulb, Fanon’un gözden kaçırılan,
fazlasıyla ihmal edilen Tıp ve Sömürgecilik çalışmasını devreye sokuyor.
Geberen Emperyalizm kitabında yer alan bu çalışmada Fanon, tıp biliminin
ve doktorların sömürgecilik tarafından nasıl namluya sürüldüğünden bahsediyor. Bu
işlem dâhilinde ezilen halk kitlelerine zulüm uygulayan sömürgecilik, bilime
yönelik şüpheyi körüklüyor, buna karşın, kurtuluş hareketi, tıp bilimini hem
doktorların hem de hastaların gözünde yüceltiyor, aynı zamanda bu çalışma
dâhilinde sömürgecilik karşıtı görüşleri aşılıyor.
Rıza
Kulb, Epidemik İmparatorluk kitabının sonuç bölümünde şunları yazıyor:
“Bu kitabın meselesi,
sömürgeci bilimin ürettiği literatür değil, sömürgeci bilimin ta kendisi. Burada
esas olarak toplumsal hizmetlerin, sağlıkta eşitliğin ve tıbbi bakım
süreçlerinin hükmünü yitirdiği sürece ve kontrgerilla faaliyetlerinin bilim ambalajıyla
satılmaya çalışılmasına karşı çıkılıyor.”
Kitabın
yayımlanması sonrası yürüttüğü tartışmalarda ve verdiği röportajlarda Rıza
Kulb, hastalık konusunda geliştirilen tespitleri ve değerlendirmeleri
emperyalist şiddete kılıf bulmak için kullanan devletleri ve ideolojileri, bu pandemi
dönemi boyunca pandeminin yayılmasına mani olmak ve herkese eşit tıbbi bakım
sunmak için gerekli tıbbi tedbirlerden bahseden tıp uzmanlarına kulak vermeyi
reddettiğini söylüyor.
Benim
kitapla ilgili tek eleştirdiğim husus, kitabın özellikle sona doğru, Fukocu
yöntemden yararlanmış olması. Kliniğin Doğuşu gibi eserleri ve biyopolitika
konusunda yaptığı tespitler açısından Fukoculuktan beslenmek anlamlı görünüyor.
Fakat ben de birçok isim gibi Fukocu yaklaşımın tali bir olgu olduğunu, bu
yaklaşımın sağlam bir tarihsel materyalist analizin üretebileceği sonuçlardan
mahrum kalınmasına neden olduğunu düşünüyorum.
Bu
anlamda, emperyalist ideolojinin işleyiş tarzlarına somut durumun somut analizi
ile birlikte eğildiğimiz vakit Epidemik İmparatorluk gibi bir çalışmaya
Foucault’nun yineleyip durduğu fikirlerden daha fazla katkı sunulacaktır.
Her
şeyden önce Foucault, sömürgeciliği ve emperyalizmi teorize edemeyecek bir
isimdir. Bu kavramlar, onun fikriyatında eksiktir. Postkolonyalizm çalışan ve
Marx’ı avrupamerkezcilikle eleştiren düşünürler, nasıl oluyorsa, Foucault’da
daha da tehlikeli bir hâl alan avrupamerkezciliği görmezden geliyorlar. Ortada zaten
gayet canlı olan bir antiemperyalist tarihsel materyalizm pratiği varken bu
düşünürler, Foucault’nun geliştirdiği kategorileri sündürüp imparatorluk eleştirisini
kuşatacak kıvama getirmeye çalışıyorlar.
Ama
bir yandan da hakikati dillendirmek gerekiyor: Rıza Kulb, çalışmasında Fukocu
teori alanından Fanon dolayımıyla istifade ediyor.
Akademide
Foucault gibi moda olan radikal teorisyenlerin popüler hâle gelişine kimse mani
olamıyor. Tam da Gabriel Rockhill’in dediği gibi, Foucault
bir tür sektöre dönüşüyor ve ondaki “çakma radikalizm”i postkolonyal
çalışmaların her yanına sızıyor, zira bu çalışmalar, tam da Foucault’nun batı
akademisinde aşırı popüler olduğu dönemde ortaya gündeme geliyor.
Benim
kitapla ilgili eleştirim, Epidemik İmparatorluk kitabında ortaya konulan
yoğun ve emek yüklü çalışmayı asla gölgelemiyor. Bu yazının başında da dile
getirdiği gibi, bu kitabı okumak keyifli, derdini gayet açık ortaya koyan kitap,
güzel bir dile sahip.
Örneğin
kitapta Keşmir isyancılarının kör edilmesiyle ilgili bölümün etkisinden hâlen
daha çıkabilmiş değilim:
“Pakistanlı şair Ahmed
Faraz, politik dehşetin maddi özünün bedene, daha doğrusu gözlere nakşedildiğini
söylüyor. Şair, ‘Göz Bankası’ isimli şiirini Johns Hopkins Tıp Merkezi’nde
bulunan göz nakli ünitesini ziyaretinin ardından kaleme alıyor. […] Bu göz
kütüphanesinde her bir göz, kendi görünmez yarasını saklıyor içinde. Kendi ülkesinin
içinden geçtiği karanlık döneme, baskı koşullarına dair bir mecaz olarak karşısında
duran malzemeye yakından bakıyor şair. Delik deşik ve tarumar olmuş tecrübesi, kaçıp
kurtulamadığı bir lanet gibi mesken tutmuş ruhunu. O ruha milliyetçilik,
kabilelerarası şiddet, askerî darbe ve sürgün gibi milletlerin belâsı olan
olayları gören şair, Tanrı’nın bahşettiği görmek denilen lütufla bakıyor
gözlere. Anlıyor ki dünya genelinde artık bir salgın hâlini almış olan
şiddetini dönem dönem patlak veren pandemi süreçlerinde somuta döken, savaşın harap
ettiği sömürgecilik sonrası dönemin devletlerinin karanlık bölgelerinde ne
hapsedilebilecek ne de karantina altına alınabilecek bir ruh bu.”
Bu
türden pasajlarda Rıza Kulb, Fanon’un tıp ve sömürgecilik konusunda
geliştirdiği diyalektik yaklaşıma başvuruyor. Bu anlamda kitabı Epidemik
İmparatorluk, muazzam bir değere ve öneme sahip.
Joshua Moufawad-Paul
27 Nisan 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder