Empire:
Colonialism, Contagion, and Terror 1817-2020 [“Epidemik İmparatorluk:
1817-2020 Arası Dönemde Sömürgecilik, Bulaşıcı Hastalık ve Terör”] isimli
kitap, Kovid pandemisinin Kuzey Amerika’yı vurduğu bir dönemde, Mart 2020’de
yayımlandı. O dönemde ben Kanada’da ders veriyordum, ailemse sınırın öbür
tarafında, ABD’de bulunuyordu.
Annem
de babam da doktor. Biri hâlâ çalışıyor, diğeri emekli oldu. Üç kuzenim, halalarım
ve amcalarımın bir kısmı da hekimlik yapıyor. Bir halamsa hemşire, diğeri emekli
tıp teknisyeni. Bir kuzenim, tıp teknolojileri okuyor. Hepsi de ortak kasaya benden
fazla katkı sunuyor.
Son
birkaç haftadır tanıdığım tüm akademisyenler ve yazarlar, sahip olduğumuz yeteneklerin
faydalı olup olmadığını sorguladılar. Karantina döneminde ırk ve ekonomi tarihi
konusunda yıllardır yürüttüğüm çalışmanın semeresi olan bu kitabı tamamlarken, hayatımda
ilk kez oturup, yaptığım işin gerekli olup olmadığını sorguladım, bugün beşeri
bilimlerin mevcut yapısının beni öfkelendirdiğini fark ettim, öğrencilerimin,
meslektaşlarımın ve yüksek eğitimin geleceği konusunda korkuya kapıldım.
Ben,
aslında bu türden endişelerin yarattığı baskıyı hiç bu kadar üzerimde hissetmemiştim.
Ama gene de sömürgecilik, ırk ve bulaşıcı hastalıkla ilgili olan bu kitabı
yazmayı sürdürdüm.
Araştırmamın
kökleri, 11 Eylül’de bizzat edindiğim tecrübeye dayanıyor. O kuleler yıkılırken
ben, New York’taki bir kolejdeydim. O gün yaşanan olayları İslam düşmanlığının,
aynı zamanda bulaşıcı hastalıklara atıfta bulunan, radikal İslam’ın ve
terörizmin salgın hastalık gibi yayıldığını söyleyen, bu olguları biçimci bir dille
takdim eden siyasetçilerin ve medyanın yol açtığı dehşete birebir şahit oldum.
Son
birkaç aydır bu dildeki tuhaflık, farklı boyutlar kazandı. Bulaşıcı hastalıklara
yönelik atıf, sadece dünya genelinde Müslümanları insanlık dışı varlıklarmış
gibi göstermeye ve millet olarak bildiğimiz en uzun savaşın fitilini ateşlemeye
yaramadı, ayrıca halk sağlığının, önleyici tıbbi bakımın ve felâketlere
hazırlık sürecinin ihtiyaç duyduğu kaynakların pratikte yok edilmesine de katkı
sundu. Amaçları, daha ağır, varoluşsal açıdan daha önemli bir tehditle karşı
karşıya olduğumuzu söyleyenlere karşı bizim silâhsızlandırılmamızdı.
New
York eyaletinde korona kaynaklı ölüm sayısı üç bini geçti, bu sayı zamanla ikiye
hatta dörde katlandı, Bronx’taki Hart Adası’na mezarlar kazıldı. Bu koşullarda
herkesin aklına nedense 11 Eylül geldi. Vali Andrew Cuomo, birkaç kez terörist
saldırılarını anımsattı. Cuomo’ya göre, pandemi ile 11 Eylül birbirine
benziyordu. Çünkü her ikisi de rastlantısaldı. Vali, “pandeminin 11 Eylül’de
gördüğümüz türden bir kötülüğe yol açmış, aynı rastlantısallıkla gerçekleşmiş,
toplum geneline dalga dalga yayılan şiddetli bir patlama” olduğunu söylüyordu.[1]
Ben,
bu şiddet dalgasının seyrinin rastlantısal olmadığını, üstelik iki olay
arasında kurulan analojiyi esas alan mugalatanın derin kökleri olduğunu
düşünüyorum. Bu kitapta işte bu kökleri inceliyor, onları tarihsel bir bağlama
oturtup, değerlendirmeye tabi tutuyorum.
Hükümet
yetkilileri, gazeteciler, kültür eleştirmenleri, yönetmenler, yazarlar, polis
müdürleri, akademisyenler, 11 Eylül’den önce bu terörizmle İslamcı aşırıcılığı
salgına benzetiyorlardı. Bu kitaba temel teşkil eden araştırma sürecim boyunca
salgın mecazının isyancılara ve devlet dışı güçlere tatbik edildiğini, terörist
ve İslamcı olmayan kesimlerin de bu işlemden nasibine düşeni aldığını tespit
ettim.
Susan
Sontag’ın da Bir Mecaz Olarak Hastalık çalışmasında ifade ettiği
biçimiyle biz, bilmediklerimizi bildiklerimize benzetme, böylelikle onları
evcilleştirip kavrama eğilimindeyiz.[2]
Bu
anlamda, her türden şiddet eylemini ısrarla ve kasten gidip salgın ve veba
kazığına bağlıyor oluşumuz, Sontag’ın bu tespitini doğruluyor. Korkutucu bulunan
ve bilinmeyen bir şey bilinen bir şeyle ilişkilendiriliyor, politik dil
içerisinde katılaşma imkânı bulan bir bilme ve yorumlama tarzı geliştiriliyor, ardından
da bu tarz, bilim, analiz ve ahlak düzleminde tutarsızlıkla malul olan
yollardan dünya düzenini biçimlendiriyor. Aynı zamanda bu politika ve bu dünya
düzeni, tam da Avrupa sömürgeciliği ve ona ait ırkçı ve ekonomik zulüm kurgusunda
olduğu gibi, birbiriyle tencere kapak misali uyum sağlıyor. Bu sayede biçime
dönük bir işlem yapılıyor ve buradan “rastlantısallık” gibi tabirlerle anlam ve
idrakin üzeri örtülüyor. Ayrıca bu tür işlemler, dünya siyasetinin fazlası
olarak görülen yoksulların, alt ırk görülen ötekilerin ve engellilerin
dertlerine çare olacak çabaların hükmünü yitirmesine neden oluyor.
Pandemi
sürecinin ilk haftalarında gazeteci Paul Elie, bu inatla dillendirilen biçimci
üsluba itiraz etti, hepimiz gibi yüzünü Sontag’a çevirdi. Elie, “Virüsün Mecaz
Olarak Kullanılmasına Karşı” isimli makalesinde şunları söyledi:
“Sontag’ın kitabı, bize
hastalığa göndermede bulunan mecazların iki açıdan zararlı olduğunu söylüyor: Bu
mecazî ifadeler, hastaları aşağılıyor, aynı zamanda hastalığı kontrol altına
alıp, insanlara gerekli bakım hizmetini sunmak için ihtiyaç duyulan, akla
dayalı bilimsel değerlendirme sürecine mani oluyor.”[3]
Elie
yazısında, hastalığı bir mecaz olarak ele almanın, düz manada hastalığın tedavi
sürecini kesintiye uğrattığını veya bu sürecin hiç başlamamasına neden olduğunu
söylüyor. Bu ifadeleri bana Kovid pandemisinin başladığı ilk ayları anımsattı. Bu
dönemde de virüsü gerçek manasıyla, olduğu gibi ele almadık, sonuçta da virüsün
yayılmasına mani olacak ölçütleri ve pratikleri belirleyemedik. Virüsü mecaz
olarak ele alma yanılsamasına kapılıp onunla alakalı yayılma, büyüme, erişim,
bağlantı düzeyi gibi koşulları görmezden gelince ihtiyatı elden bıraktık. Dünya
üzerinde dolaşmaya devam ettik, ama ellerimizi yıkamayı bıraktık.[4]
Ben,
Elie’nin iddiasının ilk kısmına tümüyle katılıyorum, ama bu noktada biraz daha
kapsamlı bir görüş dile getiriyorum ve bu görüşe terörizmin tarihini de
ekliyorum. Zira terörizm de salgın mecazı ile birlikte ele alınıyor. Bu biçimci
müdahale, bizi pandemiye mani olacak uygulamaları ve ölçütleri tespit etmekten
alıkoyduğu gibi, yeni imparatorluğun elindeki muazzam servetten dökülen
kırıntılar sayesinde yoksulların, melezlerin, siyahîlerin, açların ve
zayıfların bulaştırdığı hastalıklara karşı bizi koruyacağına inanmamıza neden
oluyor.
Peki
terörle mücadele, bugün virüsle mücadele denilen süreçle nerelerde kesişiyor? Batıda
terörizmden bahsetmenin zorunlu olduğu dönemde şarkiyatçı dil, her yere hâkim
oldu. Bu dil, Budistlerin, Hinduların, Asyalıların, Arapların, Kuzey
Afrikalıların ve Müslümanların kaderci olduklarını, ölüm dürtüsüyle hareket
ettiklerini söylüyordu.[5]
Bu
dönemde şehidlerden bahsediliyor, başörtülü kadınların zavallı birer mahlukmuş
gibi sunulduğu resimlere yer veriliyor, bu kadınların mecazen diri diri toprağa
gömüldüğünden, kocalarının ve oğullarının ise intihar eylemleri için birbiriyle
yarıştığından söz ediliyordu. Bu dönemde sosyal teori, intihar-hayat ikiliğine
yoğunlaşıyor, iki kültürün veya ideolojinin birbirini dışladığı tespiti
üzerinden, intihar eylemcilerinin dayandığı ideolojinin bulaşıcı hastalık gibi
yayıldığı iddia ediliyor, bu noktada hiç kimse, insanların politik ve ekonomik
haklarından mahrum kaldığından, işgal süreçlerinden, tacizlerden veya savaşın
kendisinden söz etme gereği duymuyordu.
Bu
dönemde dünyanın her yerinde Müslümanlar veya İslamcılar, tam da bulaşıcı
hastalık denilen olgunun birer uzantısı olarak idrak ediliyorlardı. 2018
yılında Çin hükümeti, “ideolojik bir bulaşıcı hastalık”la mücadele etme
bahanesiyle Şincan’da bir milyonun üzerinde Uygur’u “karantina” altına aldı.[6]
Son raporlara ve basına sızan belgelere göre, ülkenin korona salgınının kontrol
altına alınması için tüm ülkenin kapandığı koşullarda, bu insanların büyük bir
kısmı hâlâ o kamplarda tutuluyor.[7]
Yirmi
birinci yüzyılda İslam düşmanlığının yol açtığı etkiler, Batı’nın sınırlarını
aştı ve bugün Kovid pandemisine tüm dünya genelinde verilen cevabın kendisine
bir biçimde yedirildi.
Çin’den
sonra dünyadaki en kalabalık ülke olan Hindistan’da pandemi dönemi, tam da
başbakan Narednra Modi’nin Müslüman yasağına karşı ülke genelinde kitlesel gösterilerin
düzenlendiği günlerde başladı. Bu karar, görünüşte seküler bir demokrasinin
hüküm sürdüğü Hindistan’da etnik veya dinî açıdan Müslüman olduğundan şüphe
edilen kişilere yurttaş olma hakkının verilmemesini öngörüyordu. Arundhati Roy’un
da tespit ettiği gibi, Modi’nin başında bulunduğu Hindistan Halk Partisi, pandemiyi
Müslümanları, bilhassa Delhi’deki ev işçilerini ve hizmetçileri aşağılamak için
kullandı:
“Ana akım medya, Kovid ile
ilgili anlattığı hikâyeyi, günün her saati Müslümanlara karşı yürüttüğü ve
zehirli bir dille yoğrulmuş kampanyaya dâhil etti. Kapanma kararının
açıklanmasından önce Delhi’de miting düzenleyen Tebliğ Cemaati, birden ‘süper
yayıcı’ olarak takdim edildi. Kullanılan dile göre, virüsü Müslümanlar icat
etmişlerdi, üstelik virüsü yürüttükleri cihadın bir parçası olarak, bilerek ve
kasten yayıyorlardı.”[8]
Tüm
dünya medyasının pandemi konusunda takındığı tavır, onun İslam düşmanlığını, İslamofobiyi
Doğu Asyalıların zayıf ve hasta kişiler olduğuna dair efsaneleri ve “sarı
tehlike” denilen söyleme eklemleme konusunda ne kadar başarılı olduğunu kanıtlıyor.
Mehdi
Hasan’ın aktardığı biçimiyle, Hindistan’da “korona cihadı” türü laflar, Kovid’in
“Taliban kaynaklı bir suç” olduğu konusunda üretilen tezviratı besliyor. Öte
yandan, bilgisayarda çeşitli sosyal medya platformlarının yönlendirmesi sonucu
tıklama tuzağına düşen insanlar, Britanya gibi yerlerde “gizli cami” olarak
kullanılan medreselerin ve Müslümanların toplandığı yerlerin virüsün çoğalıp
yayıldığı noktalar olduğuna inandırılıyorlar.[9] Fransa’da ve ABD’de çıkan
gazetelerse Müslümanların sosyal mesafe kurallarına uyamayacakları konusunda
uyarılarda bulunuyorlar, ayrıca Ramazan ve Kurban bayramlarının sağlık
konusunda sorunlara yol açacağını söylüyorlar.[10] Bu dil, hemen sonuç veriyor.
Ramazan’ın ilk günü Salt Lake kentindeki bir camiye saldırı düzenleniyor,
Missouri’de bulunan bir İslam merkezi ateşe veriliyor.[11]
Bu
dönemde rast geldiğimiz, etkileri çok yönlü olan böylesi bir ortama uzun
zamandır tesadüf etmemiştik. Bu oluşan manzaranın yirmi birinci yüzyıl tarihin
ilk dönemine dair anlayışımızı biçimlendireceğine hiç şüphe yok.
Mevcutta
bu izolasyoncu imparatorluğun yürüttüğü operasyonları, ancak belirli bir eksen
üzerinden idrak edebiliriz. Bu imparatorluk, sömürgeciliğin ilk biçimlerinde
gördüğümüz toprağı genişletme çabalarına aykırı bir tutum takınıyor, ayrıca
şirketlerin büyümesini ve kâr mantığını esas alan bir büyüme stratejisi
benimsiyor.
Donald
Trump’ın Nisan ayı ortalarında Dünya Sağlık Örgütü’ne artık katkı
sunulmayacağına dair kararı, emperyalist hâkimiyetin artık enternasyonalizm
kurgusunu temel almadığının bir işareti olarak görülebilir.[12] Beyaz Saray, Target,
Walmart ve Exxon Mobil gibi şirketlerin icra kurulu başkanları türünden “şirket
liderleri”nin görüşlerini alıyor. Bu anlamda, bugün hükümetlerin mevcut statüsü
bize, yüzlerce yıl özel şirketlerin, kendisi için hastalıkları tedavi eden
imparatorluk adına ekonomik ve politik hâkimiyeti tesis ettiklerini söylüyor.[13]
Pandemi,
Amerikalı işçileri ve “zaruri işçiler”in oluşturduğu yeni nüfusu epey etkiledi.
Bu insanların önemli bir kısmını, beyaz olmayan, sosyal yardımlardan yeterince
yararlanamayan, hâlihazırda devasa bir kütleye meydana getiren kişiler teşkil
ediyordu.[14 Bu işçilerin birer “kahraman olarak övüldüğü, herkesin hayrına
olacağı söylenen bir hikâye için bu insanların sağlıklarını feda etmelerinin
istendiği bir dönemde, Avrupa’daki emperyalist güçlerin de herkesi müreffeh
kılacağı düşünülen ve müşterek olduğu iddia edilen bir çaba için birilerinin
fedakârlıkta bulunması ve gerekli görevleri üstlenmesi gerektiğini söyleyen
mitolojiyi devreye soktuğunu anımsamak gerekiyor.[15]
İşin
tuhaf yanı şu ki 2001’den beri dinci bağnazların ve radikal aşırıcıların yapıp
ettiklerini, “şehitliği” hastalık olarak göstermeye çalışan aynı ağızlardan,
bugün pandemiye karşı yürütüldüğü söylenen “savaş”ta birilerinin şehit olmasını
talep eden cümleler dökülüyor.
Aklımda,
bu projenin sonunun bir başlangıç gibi düşünülmesini sağlamak vardı. Hastalık,
kıtlık ve savaş gibi tekrar tekrar ortaya çıkan olayları ele alan
teorisyenlerden münferitmiş gibi görünen olayları kültürel açıdan analize tabi
tutarken, dikkatli olmayı öğrendim. Gelgelelim pandeminin yol açtığı şokun
hâlen daha geçmediğini söylemeliyim.
Kitap,
Kovid ile ilgili olarak kaleme alınan son yazıların hem düz hem de mecazî
anlamıyla “hastalıklar” dâhilinde tespit ettikleri “panik ve ihmal” döngüsünün
izlerini sürüyor.[16] Sürekli karşımıza çıkan ve salgın hastalığı terörizmi
ifade eden bir tür mecaz olarak kullanan yaklaşımlar konusunda ise çalışma, şu
umudunu paylaşıyor: Herkesi harap eden, kapitalizmin olağan işleyişine ket
vuran bu virüs tehdidiyle yüzleşmiş olmak, umarız ki hastalığı mecazî olarak
ele alan yaklaşıma da kapitalizmin yol açtığı ırksal ve ekonomik adaletsizliklere
de son verir.
Birkaç
yıl içerisinde yeni oluşan bilim insanı ve akademisyen kuşağı, şuan
yaşadıklarımızı kendilerince idrak edecek. Öğrencilerim, daha bugünden dünyaya
daha duru ve açık bir gözle bakabiliyorlar. Onların bize çok şey öğreteceklerine
inancım sonsuz. Umarım bu kitapta yer alan bilgiler ve değerlendirmeler,
onların 2020 pandemisini istisnai bir felâket değil de üzerinde yaşayabileceğimiz
dünya ve yazmak istediğimiz tarih için önemli bir dönüm noktası olarak
anlamalarına katkıda bulunur.
Anculi Fatma Rıza Kulb
[Kaynak:
Epidemic Empire: Colonialism, Contagion, and Terror 1817-2020, The
University of Chicago Press, 2021, s. xi-xv.]
Dipnotlar:
[1] Andrew Cuomo, Televizyonda Yayınlanan Konuşması, 9 Nisan 2020, NYS.
[2]
Susan Sontag, Illness as Metaphor and AIDS and Its Metaphors (New York: Picador,
1990).
[3]
Paul Elie, “(Against) Virus as Metaphor,” 19 Mart 2020, New Yorker.
[4]
Elie, a.g.e.
[5]
Örneğin bkz.: Davide Lerner, “It’s Not Islam That Drives Young Europeans Toward
Jihad, France’s Top Terrorism Expert Explains,” 20 Ağustos 2017, Haaretz.
[6]
Sigal Samuel, “China Is Treating Islam Like a Mental Illness,” 28 Ağustos 2018,
Atlantic.
[7]
Ivan Watson ve Ben Westcott, “Watched, Judged, Detained,” Cable News Network,
Şubat 2020, CNN.
[8]
Arundhati Roy, “The Pandemic Is a Portal,” Financial Times, 3 Nisan 2020, FT. Ayrıca bkz.: “Tablighi Super Spreaders
Cause Covid- 19 Explosion in India,” Times of India, 2 Nisan 2020, TI.
[9]
Mehdi Hasan, “The Coronavirus Is Empowering Islamophobes - But Exposing the
Idiocy of Islamophobia,” 14 Nisan 2020, Intercept.
[10]
Bkz.: Malcolm Surer, “Indonesia’s Ramadan Exodus Risks Spreading Covid-19
across the Country,” 8 Nisan 2020, France24; Declan Walsh, “As Ramadan Begins,
Muslims (Mostly) Accede to Pandemic Orders,” New York Times, 24 Nisan
2020, NYT; ve “The Maldives Is Threatened by
Jihadism and Covid-19,” 21 Mart 2020, Economist.
[11]
Erin Cox, “Salt Lake City Mosque Vandalized; Others Remain Closed during Ramadan,”
Fox 13 Salt Lake City, 24 Nisan 2020, Fox13; Sandra E. Garcia, “Man Charged with
Hate Crime in Suspected Arson at Islamic Center,” New York Times, 28
Nisan 2020, NYT.
[12]
Bkz.: Pien Huang, “Trump and WHO: How Much Does the U.S. Give? What’s the
Impact of a Halt in Funding?,” National Public Radio, 15 Nisan 2020, NPR.
[13]
“President Donald J. Trump Announces Great American Economic Revival Industry
Groups,” Beyaz Saray Basın Açıklaması, 14 Nisan 2020, WH.
[14]
Bkz.: Joseph A. McCartin, “Class and the Challenge of COVID- 19,”, 23 Mart
2020, Dissent ve Adam Serwer “America’s Racial
Contract Is Killing Us,” 8 Mayıs 2020, Atlantic.
[15]
Günümüze ait bir örneğin analizi için bkz.: Talia Lavin, “Calling Healthcare
Workers War ‘Heroes’ Sets Them Up to Be Sacrificed,” Gentleman’s Quarterly, 15
Nisan 2020, GQ. Bu fedakârlığa vurgu yapan dilin tarihsel
süreçte kullandığı örnekler konusunda bkz.: Alan Bewell, Romanticism and
Colonial Disease (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2003).
[16] Ed Yong, “Our Pandemic Summer,” 15 Nisan 2020, Atlantic.
0 Yorum:
Yorum Gönder