25 Temmuz 2022

Pandemi Döneminde Bilim ve Politika


Empire: Colonialism, Contagion, and Terror 1817-2020 [“Epidemik İmparatorluk: 1817-2020 Arası Dönemde Sömürgecilik, Bulaşıcı Hastalık ve Terör”] isimli kitap, Kovid pandemisinin Kuzey Amerika’yı vurduğu bir dönemde, Mart 2020’de yayımlandı. O dönemde ben Kanada’da ders veriyordum, ailemse sınırın öbür tarafında, ABD’de bulunuyordu.

Annem de babam da doktor. Biri hâlâ çalışıyor, diğeri emekli oldu. Üç kuzenim, halalarım ve amcalarımın bir kısmı da hekimlik yapıyor. Bir halamsa hemşire, diğeri emekli tıp teknisyeni. Bir kuzenim, tıp teknolojileri okuyor. Hepsi de ortak kasaya benden fazla katkı sunuyor.

Son birkaç haftadır tanıdığım tüm akademisyenler ve yazarlar, sahip olduğumuz yeteneklerin faydalı olup olmadığını sorguladılar. Karantina döneminde ırk ve ekonomi tarihi konusunda yıllardır yürüttüğüm çalışmanın semeresi olan bu kitabı tamamlarken, hayatımda ilk kez oturup, yaptığım işin gerekli olup olmadığını sorguladım, bugün beşeri bilimlerin mevcut yapısının beni öfkelendirdiğini fark ettim, öğrencilerimin, meslektaşlarımın ve yüksek eğitimin geleceği konusunda korkuya kapıldım.

Ben, aslında bu türden endişelerin yarattığı baskıyı hiç bu kadar üzerimde hissetmemiştim. Ama gene de sömürgecilik, ırk ve bulaşıcı hastalıkla ilgili olan bu kitabı yazmayı sürdürdüm.

Araştırmamın kökleri, 11 Eylül’de bizzat edindiğim tecrübeye dayanıyor. O kuleler yıkılırken ben, New York’taki bir kolejdeydim. O gün yaşanan olayları İslam düşmanlığının, aynı zamanda bulaşıcı hastalıklara atıfta bulunan, radikal İslam’ın ve terörizmin salgın hastalık gibi yayıldığını söyleyen, bu olguları biçimci bir dille takdim eden siyasetçilerin ve medyanın yol açtığı dehşete birebir şahit oldum.

Son birkaç aydır bu dildeki tuhaflık, farklı boyutlar kazandı. Bulaşıcı hastalıklara yönelik atıf, sadece dünya genelinde Müslümanları insanlık dışı varlıklarmış gibi göstermeye ve millet olarak bildiğimiz en uzun savaşın fitilini ateşlemeye yaramadı, ayrıca halk sağlığının, önleyici tıbbi bakımın ve felâketlere hazırlık sürecinin ihtiyaç duyduğu kaynakların pratikte yok edilmesine de katkı sundu. Amaçları, daha ağır, varoluşsal açıdan daha önemli bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu söyleyenlere karşı bizim silâhsızlandırılmamızdı.

New York eyaletinde korona kaynaklı ölüm sayısı üç bini geçti, bu sayı zamanla ikiye hatta dörde katlandı, Bronx’taki Hart Adası’na mezarlar kazıldı. Bu koşullarda herkesin aklına nedense 11 Eylül geldi. Vali Andrew Cuomo, birkaç kez terörist saldırılarını anımsattı. Cuomo’ya göre, pandemi ile 11 Eylül birbirine benziyordu. Çünkü her ikisi de rastlantısaldı. Vali, “pandeminin 11 Eylül’de gördüğümüz türden bir kötülüğe yol açmış, aynı rastlantısallıkla gerçekleşmiş, toplum geneline dalga dalga yayılan şiddetli bir patlama” olduğunu söylüyordu.[1]

Ben, bu şiddet dalgasının seyrinin rastlantısal olmadığını, üstelik iki olay arasında kurulan analojiyi esas alan mugalatanın derin kökleri olduğunu düşünüyorum. Bu kitapta işte bu kökleri inceliyor, onları tarihsel bir bağlama oturtup, değerlendirmeye tabi tutuyorum.

Hükümet yetkilileri, gazeteciler, kültür eleştirmenleri, yönetmenler, yazarlar, polis müdürleri, akademisyenler, 11 Eylül’den önce bu terörizmle İslamcı aşırıcılığı salgına benzetiyorlardı. Bu kitaba temel teşkil eden araştırma sürecim boyunca salgın mecazının isyancılara ve devlet dışı güçlere tatbik edildiğini, terörist ve İslamcı olmayan kesimlerin de bu işlemden nasibine düşeni aldığını tespit ettim.

Susan Sontag’ın da Bir Mecaz Olarak Hastalık çalışmasında ifade ettiği biçimiyle biz, bilmediklerimizi bildiklerimize benzetme, böylelikle onları evcilleştirip kavrama eğilimindeyiz.[2]

Bu anlamda, her türden şiddet eylemini ısrarla ve kasten gidip salgın ve veba kazığına bağlıyor oluşumuz, Sontag’ın bu tespitini doğruluyor. Korkutucu bulunan ve bilinmeyen bir şey bilinen bir şeyle ilişkilendiriliyor, politik dil içerisinde katılaşma imkânı bulan bir bilme ve yorumlama tarzı geliştiriliyor, ardından da bu tarz, bilim, analiz ve ahlak düzleminde tutarsızlıkla malul olan yollardan dünya düzenini biçimlendiriyor. Aynı zamanda bu politika ve bu dünya düzeni, tam da Avrupa sömürgeciliği ve ona ait ırkçı ve ekonomik zulüm kurgusunda olduğu gibi, birbiriyle tencere kapak misali uyum sağlıyor. Bu sayede biçime dönük bir işlem yapılıyor ve buradan “rastlantısallık” gibi tabirlerle anlam ve idrakin üzeri örtülüyor. Ayrıca bu tür işlemler, dünya siyasetinin fazlası olarak görülen yoksulların, alt ırk görülen ötekilerin ve engellilerin dertlerine çare olacak çabaların hükmünü yitirmesine neden oluyor.

Pandemi sürecinin ilk haftalarında gazeteci Paul Elie, bu inatla dillendirilen biçimci üsluba itiraz etti, hepimiz gibi yüzünü Sontag’a çevirdi. Elie, “Virüsün Mecaz Olarak Kullanılmasına Karşı” isimli makalesinde şunları söyledi:

“Sontag’ın kitabı, bize hastalığa göndermede bulunan mecazların iki açıdan zararlı olduğunu söylüyor: Bu mecazî ifadeler, hastaları aşağılıyor, aynı zamanda hastalığı kontrol altına alıp, insanlara gerekli bakım hizmetini sunmak için ihtiyaç duyulan, akla dayalı bilimsel değerlendirme sürecine mani oluyor.”[3]

Elie yazısında, hastalığı bir mecaz olarak ele almanın, düz manada hastalığın tedavi sürecini kesintiye uğrattığını veya bu sürecin hiç başlamamasına neden olduğunu söylüyor. Bu ifadeleri bana Kovid pandemisinin başladığı ilk ayları anımsattı. Bu dönemde de virüsü gerçek manasıyla, olduğu gibi ele almadık, sonuçta da virüsün yayılmasına mani olacak ölçütleri ve pratikleri belirleyemedik. Virüsü mecaz olarak ele alma yanılsamasına kapılıp onunla alakalı yayılma, büyüme, erişim, bağlantı düzeyi gibi koşulları görmezden gelince ihtiyatı elden bıraktık. Dünya üzerinde dolaşmaya devam ettik, ama ellerimizi yıkamayı bıraktık.[4]

Ben, Elie’nin iddiasının ilk kısmına tümüyle katılıyorum, ama bu noktada biraz daha kapsamlı bir görüş dile getiriyorum ve bu görüşe terörizmin tarihini de ekliyorum. Zira terörizm de salgın mecazı ile birlikte ele alınıyor. Bu biçimci müdahale, bizi pandemiye mani olacak uygulamaları ve ölçütleri tespit etmekten alıkoyduğu gibi, yeni imparatorluğun elindeki muazzam servetten dökülen kırıntılar sayesinde yoksulların, melezlerin, siyahîlerin, açların ve zayıfların bulaştırdığı hastalıklara karşı bizi koruyacağına inanmamıza neden oluyor.

Peki terörle mücadele, bugün virüsle mücadele denilen süreçle nerelerde kesişiyor? Batıda terörizmden bahsetmenin zorunlu olduğu dönemde şarkiyatçı dil, her yere hâkim oldu. Bu dil, Budistlerin, Hinduların, Asyalıların, Arapların, Kuzey Afrikalıların ve Müslümanların kaderci olduklarını, ölüm dürtüsüyle hareket ettiklerini söylüyordu.[5]

Bu dönemde şehidlerden bahsediliyor, başörtülü kadınların zavallı birer mahlukmuş gibi sunulduğu resimlere yer veriliyor, bu kadınların mecazen diri diri toprağa gömüldüğünden, kocalarının ve oğullarının ise intihar eylemleri için birbiriyle yarıştığından söz ediliyordu. Bu dönemde sosyal teori, intihar-hayat ikiliğine yoğunlaşıyor, iki kültürün veya ideolojinin birbirini dışladığı tespiti üzerinden, intihar eylemcilerinin dayandığı ideolojinin bulaşıcı hastalık gibi yayıldığı iddia ediliyor, bu noktada hiç kimse, insanların politik ve ekonomik haklarından mahrum kaldığından, işgal süreçlerinden, tacizlerden veya savaşın kendisinden söz etme gereği duymuyordu.

Bu dönemde dünyanın her yerinde Müslümanlar veya İslamcılar, tam da bulaşıcı hastalık denilen olgunun birer uzantısı olarak idrak ediliyorlardı. 2018 yılında Çin hükümeti, “ideolojik bir bulaşıcı hastalık”la mücadele etme bahanesiyle Şincan’da bir milyonun üzerinde Uygur’u “karantina” altına aldı.[6] Son raporlara ve basına sızan belgelere göre, ülkenin korona salgınının kontrol altına alınması için tüm ülkenin kapandığı koşullarda, bu insanların büyük bir kısmı hâlâ o kamplarda tutuluyor.[7]

Yirmi birinci yüzyılda İslam düşmanlığının yol açtığı etkiler, Batı’nın sınırlarını aştı ve bugün Kovid pandemisine tüm dünya genelinde verilen cevabın kendisine bir biçimde yedirildi.

Çin’den sonra dünyadaki en kalabalık ülke olan Hindistan’da pandemi dönemi, tam da başbakan Narednra Modi’nin Müslüman yasağına karşı ülke genelinde kitlesel gösterilerin düzenlendiği günlerde başladı. Bu karar, görünüşte seküler bir demokrasinin hüküm sürdüğü Hindistan’da etnik veya dinî açıdan Müslüman olduğundan şüphe edilen kişilere yurttaş olma hakkının verilmemesini öngörüyordu. Arundhati Roy’un da tespit ettiği gibi, Modi’nin başında bulunduğu Hindistan Halk Partisi, pandemiyi Müslümanları, bilhassa Delhi’deki ev işçilerini ve hizmetçileri aşağılamak için kullandı:

“Ana akım medya, Kovid ile ilgili anlattığı hikâyeyi, günün her saati Müslümanlara karşı yürüttüğü ve zehirli bir dille yoğrulmuş kampanyaya dâhil etti. Kapanma kararının açıklanmasından önce Delhi’de miting düzenleyen Tebliğ Cemaati, birden ‘süper yayıcı’ olarak takdim edildi. Kullanılan dile göre, virüsü Müslümanlar icat etmişlerdi, üstelik virüsü yürüttükleri cihadın bir parçası olarak, bilerek ve kasten yayıyorlardı.”[8]

Tüm dünya medyasının pandemi konusunda takındığı tavır, onun İslam düşmanlığını, İslamofobiyi Doğu Asyalıların zayıf ve hasta kişiler olduğuna dair efsaneleri ve “sarı tehlike” denilen söyleme eklemleme konusunda ne kadar başarılı olduğunu kanıtlıyor.

Mehdi Hasan’ın aktardığı biçimiyle, Hindistan’da “korona cihadı” türü laflar, Kovid’in “Taliban kaynaklı bir suç” olduğu konusunda üretilen tezviratı besliyor. Öte yandan, bilgisayarda çeşitli sosyal medya platformlarının yönlendirmesi sonucu tıklama tuzağına düşen insanlar, Britanya gibi yerlerde “gizli cami” olarak kullanılan medreselerin ve Müslümanların toplandığı yerlerin virüsün çoğalıp yayıldığı noktalar olduğuna inandırılıyorlar.[9] Fransa’da ve ABD’de çıkan gazetelerse Müslümanların sosyal mesafe kurallarına uyamayacakları konusunda uyarılarda bulunuyorlar, ayrıca Ramazan ve Kurban bayramlarının sağlık konusunda sorunlara yol açacağını söylüyorlar.[10] Bu dil, hemen sonuç veriyor. Ramazan’ın ilk günü Salt Lake kentindeki bir camiye saldırı düzenleniyor, Missouri’de bulunan bir İslam merkezi ateşe veriliyor.[11]

Bu dönemde rast geldiğimiz, etkileri çok yönlü olan böylesi bir ortama uzun zamandır tesadüf etmemiştik. Bu oluşan manzaranın yirmi birinci yüzyıl tarihin ilk dönemine dair anlayışımızı biçimlendireceğine hiç şüphe yok.

Mevcutta bu izolasyoncu imparatorluğun yürüttüğü operasyonları, ancak belirli bir eksen üzerinden idrak edebiliriz. Bu imparatorluk, sömürgeciliğin ilk biçimlerinde gördüğümüz toprağı genişletme çabalarına aykırı bir tutum takınıyor, ayrıca şirketlerin büyümesini ve kâr mantığını esas alan bir büyüme stratejisi benimsiyor.

Donald Trump’ın Nisan ayı ortalarında Dünya Sağlık Örgütü’ne artık katkı sunulmayacağına dair kararı, emperyalist hâkimiyetin artık enternasyonalizm kurgusunu temel almadığının bir işareti olarak görülebilir.[12] Beyaz Saray, Target, Walmart ve Exxon Mobil gibi şirketlerin icra kurulu başkanları türünden “şirket liderleri”nin görüşlerini alıyor. Bu anlamda, bugün hükümetlerin mevcut statüsü bize, yüzlerce yıl özel şirketlerin, kendisi için hastalıkları tedavi eden imparatorluk adına ekonomik ve politik hâkimiyeti tesis ettiklerini söylüyor.[13]

Pandemi, Amerikalı işçileri ve “zaruri işçiler”in oluşturduğu yeni nüfusu epey etkiledi. Bu insanların önemli bir kısmını, beyaz olmayan, sosyal yardımlardan yeterince yararlanamayan, hâlihazırda devasa bir kütleye meydana getiren kişiler teşkil ediyordu.[14 Bu işçilerin birer “kahraman olarak övüldüğü, herkesin hayrına olacağı söylenen bir hikâye için bu insanların sağlıklarını feda etmelerinin istendiği bir dönemde, Avrupa’daki emperyalist güçlerin de herkesi müreffeh kılacağı düşünülen ve müşterek olduğu iddia edilen bir çaba için birilerinin fedakârlıkta bulunması ve gerekli görevleri üstlenmesi gerektiğini söyleyen mitolojiyi devreye soktuğunu anımsamak gerekiyor.[15]

İşin tuhaf yanı şu ki 2001’den beri dinci bağnazların ve radikal aşırıcıların yapıp ettiklerini, “şehitliği” hastalık olarak göstermeye çalışan aynı ağızlardan, bugün pandemiye karşı yürütüldüğü söylenen “savaş”ta birilerinin şehit olmasını talep eden cümleler dökülüyor.

Aklımda, bu projenin sonunun bir başlangıç gibi düşünülmesini sağlamak vardı. Hastalık, kıtlık ve savaş gibi tekrar tekrar ortaya çıkan olayları ele alan teorisyenlerden münferitmiş gibi görünen olayları kültürel açıdan analize tabi tutarken, dikkatli olmayı öğrendim. Gelgelelim pandeminin yol açtığı şokun hâlen daha geçmediğini söylemeliyim.

Kitap, Kovid ile ilgili olarak kaleme alınan son yazıların hem düz hem de mecazî anlamıyla “hastalıklar” dâhilinde tespit ettikleri “panik ve ihmal” döngüsünün izlerini sürüyor.[16] Sürekli karşımıza çıkan ve salgın hastalığı terörizmi ifade eden bir tür mecaz olarak kullanan yaklaşımlar konusunda ise çalışma, şu umudunu paylaşıyor: Herkesi harap eden, kapitalizmin olağan işleyişine ket vuran bu virüs tehdidiyle yüzleşmiş olmak, umarız ki hastalığı mecazî olarak ele alan yaklaşıma da kapitalizmin yol açtığı ırksal ve ekonomik adaletsizliklere de son verir.

Birkaç yıl içerisinde yeni oluşan bilim insanı ve akademisyen kuşağı, şuan yaşadıklarımızı kendilerince idrak edecek. Öğrencilerim, daha bugünden dünyaya daha duru ve açık bir gözle bakabiliyorlar. Onların bize çok şey öğreteceklerine inancım sonsuz. Umarım bu kitapta yer alan bilgiler ve değerlendirmeler, onların 2020 pandemisini istisnai bir felâket değil de üzerinde yaşayabileceğimiz dünya ve yazmak istediğimiz tarih için önemli bir dönüm noktası olarak anlamalarına katkıda bulunur.

Anculi Fatma Rıza Kulb

[Kaynak: Epidemic Empire: Colonialism, Contagion, and Terror 1817-2020, The University of Chicago Press, 2021, s. xi-xv.]

Dipnotlar:
[1] Andrew Cuomo, Televizyonda Yayınlanan Konuşması, 9 Nisan 2020, NYS.

[2] Susan Sontag, Illness as Metaphor and AIDS and Its Metaphors (New York: Picador, 1990).

[3] Paul Elie, “(Against) Virus as Metaphor,” 19 Mart 2020, New Yorker.

[4] Elie, a.g.e.

[5] Örneğin bkz.: Davide Lerner, “It’s Not Islam That Drives Young Europeans Toward Jihad, France’s Top Terrorism Expert Explains,” 20 Ağustos 2017, Haaretz.

[6] Sigal Samuel, “China Is Treating Islam Like a Mental Illness,” 28 Ağustos 2018, Atlantic.

[7] Ivan Watson ve Ben Westcott, “Watched, Judged, Detained,” Cable News Network, Şubat 2020, CNN.

[8] Arundhati Roy, “The Pandemic Is a Portal,” Financial Times, 3 Nisan 2020, FT. Ayrıca bkz.: “Tablighi Super Spreaders Cause Covid- 19 Explosion in India,” Times of India, 2 Nisan 2020, TI.

[9] Mehdi Hasan, “The Coronavirus Is Empowering Islamophobes - But Exposing the Idiocy of Islamophobia,” 14 Nisan 2020, Intercept.

[10] Bkz.: Malcolm Surer, “Indonesia’s Ramadan Exodus Risks Spreading Covid-19 across the Country,” 8 Nisan 2020, France24; Declan Walsh, “As Ramadan Begins, Muslims (Mostly) Accede to Pandemic Orders,” New York Times, 24 Nisan 2020, NYT; ve “The Maldives Is Threatened by Jihadism and Covid-19,” 21 Mart 2020, Economist.

[11] Erin Cox, “Salt Lake City Mosque Vandalized; Others Remain Closed during Ramadan,” Fox 13 Salt Lake City, 24 Nisan 2020, Fox13; Sandra E. Garcia, “Man Charged with Hate Crime in Suspected Arson at Islamic Center,” New York Times, 28 Nisan 2020, NYT.

[12] Bkz.: Pien Huang, “Trump and WHO: How Much Does the U.S. Give? What’s the Impact of a Halt in Funding?,” National Public Radio, 15 Nisan 2020, NPR.

[13] “President Donald J. Trump Announces Great American Economic Revival Industry Groups,” Beyaz Saray Basın Açıklaması, 14 Nisan 2020, WH.

[14] Bkz.: Joseph A. McCartin, “Class and the Challenge of COVID- 19,”, 23 Mart 2020, Dissent ve Adam Serwer “America’s Racial Contract Is Killing Us,” 8 Mayıs 2020, Atlantic.

[15] Günümüze ait bir örneğin analizi için bkz.: Talia Lavin, “Calling Healthcare Workers War ‘Heroes’ Sets Them Up to Be Sacrificed,” Gentleman’s Quarterly, 15 Nisan 2020, GQ. Bu fedakârlığa vurgu yapan dilin tarihsel süreçte kullandığı örnekler konusunda bkz.: Alan Bewell, Romanticism and Colonial Disease (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2003).

[16] Ed Yong, “Our Pandemic Summer,” 15 Nisan 2020, Atlantic.

0 Yorum: