Bugün
solculuk, sağın söyledikleri kadardır. Sağın bıraktığı alanda yaşamak,
varlığını sağa borçlu olmaktır. Sağ, bir gün “oksijen zararlı” dese nefes
almayı bırakacak birçok solcu vardır. Solculuk, en yavan kimlik siyasetidir.
Sol, egemenlerin açtığı kum havuzunda kimliğini din gibi savunmak demektir.
Bu durum, sosyalistlerin teorik, ideolojik ve politik çabalarını da vuruyor. Tüm bu çabalar, bir süre sonra sağa göre şekilleniyor. Marksizm-Leninizm, buradan budanıyor, sağ-sol didişmesine malzeme kılınıyor, sağın kalıbına dökülüyor. O didişmeyi nesnel maddi zeminde anlaması, buradan strateji ve taktik geliştirmesi gereken Marksizm-Leninizm, egemenlerin iç dalaşına malzeme ediliyor. Bu dalaş, ülkede Marksizm-Leninizmin idrakini ve edinimini de imkânsızlaştırıyor.
Meselâ herkes, en fazla Feuerbach kadar dinsiz olabiliyor.
Ona yönelik Marksist eleştiri, hükmünü yitiriyor. Lenin’in eleştirileri ise
tümüyle şahsileştirilip çöpe atılıyor. Marksist külliyatta sola yönelik
eleştiriler görülmüyor, bugün her örgüt, sola yönelik eleştirinin önünü almak
için çabalıyor, tüm hamlelerini buna göre yapıyor. Sol denilen pazardaki payını
kimse kaybetmek istemiyor.
* * *
Sosyalistler, düzen içi sağ-sol kavgasının, o kayıkçı dövüşünün parçası hâline geliyorlar. Bir süre sonra sağ, solu biçimlendiriyor. Bugün bu nedenle ülke solu, batıdan gelen fonların neticesinde, tümüyle Sanders-Corbyn-Baerbock çizgisinin tercümesinden ibaret.
Batı kaynaklı metinler
tercüme ediliyor, sloganlar bile oradan aktarılıyor. Oradaki sağcılığın benzeri
burada illaki bulunuyor. O sağın kültürel-ideolojik hâlinin ayna görüntüsü
oluşturuluyor. Çünkü solculara, ABD, İngiltere veya Almanya ölçüsünde ülkeye
bakmanın solculuk olduğu öğretiliyor. Bu öğrenilen şey, solculuk zannediliyor.
Dolayısıyla kimse, fonlardan, oraların ideolojik salgısına teslim olmaktan, bu
ülkelerin siyasi tercihlerini buranın asli zorunluluğu olarak satmaktan
rahatsız olmuyor.
Sağın kalıbına dökülen sol, ister istemez, sağdaki birey merkezciliği içselleştiriyor. Biri o bireyin bedenine, diğeri ruhuna sesleniyor. Neoliberalizmi savunan sağ ve sol görüşler, burada harman ediliyorlar. Sağ, kendi bireyliğine ve dişine uygun bir sol inşa ediyor. İkisi, beden ve ruh olarak düzen siyasetinde birleşiyor. Solcu belediyenin suya ve ulaşıma yaptığı zamma yönelik eleştiriler, bu sebeple sağcılıkla örtüşüyor.
Sol, bu bağlamda, Silikon Vadisi’ni, Yeşiller’i, Yeni İşçi Partisi’ni ve Amerikalıların
Demokrat Partisi’ni sol zannedip kendisini bu çizgiye bağlıyor. O nedenle Putin
eleştirileri havada uçuşuyor, ama orada varlık mücadelesi veren halk
cumhuriyetleri görülmüyor. Dün Rojava-ABD ilişkilerine toz kondurmayanlar,
nedense o halk cumhuriyetleriyle Rusya arasındaki ilişkiye küfretme gereği
duyuyorlar. Doğal olarak gidip Azak Taburu gibi faşistlerin yanına oturuyorlar.
* * *
Kimlik
siyaseti, bu ülkede pespaye biçimlerine kavuşuyor. Sol, kendisine ancak sağ
kadar alan açıldığını biliyor. Hesabını buna göre yapıyor. Bu sebeple yol alamıyor. Yolu
devrimcileştiremiyor. Sorumluluklarından kurtulmayı “özgürlük ve sosyalizm”
diye pazarlıyor.
Ankara
ahalisi, Sivas’tan gelen heyeti “bulaşık” kabul ediyor. Bu kelime, bir anlamda
Bolşevik’e denk düşüyor. Çünkü Ankaralılar, gelen heyetin Bolşeviklerle müttefik
olduklarına dair propagandadan etkilenmişler.
Söz
konusu bulaşıklıkla mücadele, sadece sağın değil, solun da meselesi. Solun bir
kesimi de Sovyetler’in terli elini kirli buluyor. Devlet ve devrim arasındaki
gerilim, riskli kabul ediliyor. Solcular, gerilimin iki ucuna savruluyorlar. Ya
devrimsiz devleti ya da devletsiz devrimi savunuyorlar. Kemalizm eleştirileri,
burjuva ideolojisi ve devlet değil, Sovyetler’le kurulan ilişki bağlamında
yapılıyor. Sovyetler, doğu despotizminin uzantısı olarak görüldüğü için,
Kemalizm bu çerçevede ele alınıyor. Ona batılı bir ayar verilmek isteniyor.
Liberallerin Kemalizm okuması ile sosyalistlerin Kemalizm okuması giderek
örtüşüyor. Mustafa Kemal’den liberal veya sosyalist önder imal etme yarışı,
devrimsizlikle ve sosyalizmsizlikle neticeleniyor.
Aynı
çizgi, bugün Ukrayna savaşı ile ilgili tartışmalarda kendisini ortaya koyuyor.
Despot Rusya, ilerlemenin, aydınlanmanın, modernleşmenin, demokrasinin düşmanı
olarak takdim ediliyor. Bu anlamda Rusya, Kovid virüsünün yerini alıyor.
Egemenler, pandemi sürecinde edindikleri tahakküm kurma imkânını yitirmek
istemiyorlar. O liberallerin ve sosyalistlerin öve öve bitiremedikleri Batı,
bugün Rus edebiyatını, müziğini, sporunu yasaklıyor. Sermaye ile ilişkili
gördükleri her şeyin “tek sahibi biziz” diyorlar. 11 Eylül, 2005 Paris İsyanı,
Pandemi ile birlikte yerleşikleşen baskı rejimi, sol eliyle meşrulaştırılıyor.
* * *
Özgürlük sermayeyle; eşitlik devletle ilişkilendiriliyor. Teorik, ideolojik ve politik düzeylerde sol içi tartışmalar bu düzlemde ilerliyor.
Popper, “ben ömrüm boyunca
eşitliğe karşı özgürlük için mücadele ettim” diyor. Gustave Le Bon, 1789’da
emekçilerin, ezilenlerin asıl sloganının “eşitlik” olduğunu söylüyor, o kitleye
karşı egemenlere akıl veriyor. Devrimci kalkışmaları “akıl hastalığı” olarak
görüyor. O hastalığın tedavisi için devlete ve sermayeye reçeteler sunuyor.
Bugün
pandemi sürecinde Popper ve Le Bon’un yerini solcular, sosyalistler aldı. CHP
şahsında emperyalizmin önerdiği, istediği, dayattığı her şeyi bugün solcular,
sosyalistler savunuyor. Asıl, bulaşıklığa onlar karşı.
Bulaşıklık,
kirlilik, halkla, sınıfla, ezilenle ilgili. Bunların değdiği her şeyden arınmak
istiyor solcular. Kendi özel sokaklarına, özel dairelerine, özel
metaverse’lerine çekilmek istiyorlar. Tüm sorumluluklardan arınma konusunda tek
bahane ise AKP! AKP’yi çok seviyorlar…
Küçük
burjuva, arınıklığı, biricikliği, özel oluşu seviyor. Bolşeviklikten ve
proleterlikten nefret ediyor. Egemenlerin sadece kendisine işaret ve işmar
etmesini istiyor. Bunun için türlü taklalar atıyor. Halk, işçi ve ezilen
düşmanlığı, bugün sol küçük burjuvazinin alamet-i farikası.
Eren Balkır
7 Nisan 2022
0 Yorum:
Yorum Gönder