1 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos 2024

, ,

Devrim ve İşçiler

Aşağıdaki metin, FHKC’nin kurucusu Corc Habeş’in 1970’te Ürdün’ün başkenti Amman’da bulunan Cebelü’l-Hüseyn mahallesinde 1 Mayıs kutlamaları için toplanan halka yaptığı konuşmanın çevirisidir.

*  *  *

1970 Mayıs’ının ilk gecesi üç binden fazla yurttaş, uluslararası işçi bayramını kutlamak için Cebelü’l-Hüseyn’deki[1] Avdet[2] Kampı’nda, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin burada düzenlediği kalabalık bir törende bir araya geldi. Yoldaş doktor Corc Habeş, bu törende işçi ve yurttaşlardan oluşan kitleye bir konuşma yaptı.

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Merkezî Enformasyon Dairesi, bu konuşmanın tam metnini yurttaşlara sunar.

Merkezî Enformasyon Dairesi
10 Mayıs 1970

*  *  *


İşçi yoldaşlar, yurttaş kardeşler,

Bu töreni işçi bayramını kutlamak için düzenliyoruz. Bazıları bize “sizinle işçilerin ne ilgisi var, gerilla faaliyetiyle işçilerin ne ilgisi var, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile işçilerin ne ilgisi var?” diyebilir, aslında diyorlar da. Halk Cephesi’nin bu bayramı, işçi bayramını kutlaması, kurtuluş mücadelesine dair siyasî hattı ve görüşü ile uyumludur. İşçi bayramını kutluyoruz çünkü inanıyoruz ki işçi sınıfı kurtuluş devriminin önderidir ve sadece onun teorisi, tavrı ve fikirlerine dayanarak zafere ve kurtuluşa ulaşmak mümkündür. Biz işçi bayramını bu sebeple kutluyoruz.

Yurttaş kardeşlerim! Bunlar, bizim işçi sınıfı hakkında söylediğimiz, yazdığımız, üzerine konuştuğumuz ve öncelikle işçi sınıfının devrimin maddesi olduğunu, ikinci olarak ise devrimin önderi olduğunu ve işçilerin teorisi, tavrı ve fikirlerine dayanmaksızın kurtuluşun elde edilemeyeceğini özetleyen ifadeler, bizim açımızdan soyut ifadeler midir? Soyut kelimeler midir? Sadece kendimizi eğlendirmek ve kitlelerin hislerini gıdıklamak için kitaplardan aldığımız soyut birtakım özetler midir?

Burada Filistin Halk Kurtuluş Cephesi adına, savaşçıları adına, siyasî örgütü adına ve merkez komitesi adına ilan ediyorum ki, söylediğim bu ifadeler bizim açımızdan retorik ifadeler değildir, kati suretle inandığımız bilimsel ve devrimci ifadelerdir, ilk olarak dünyadaki büyük devrimlerin deneyimleriyle, ikinci olarak Filistin’deki deneyimlerimizle ve üçüncü olarak da bugünkü durumla desteklenmektedir.

İşçi sınıfı neden devrimin maddesidir?

İşçi sınıfı neden devrimin öncüsüdür?

Neden “Devrim, sadece işçi sınıfının teorisine dayanarak başarıya ulaşabilir” diyoruz?

Devrim nedir?

Devrimin yüzlerce tanımı vardır, fakat bunların hiçbiri onun esas özünü değiştirmez. Tarihteki her devrim, sömürülenlerin, sömürenlere karşı, mazlumların zalimlere karşı, yoksulların ve bahtsızların yoksulluklarına ve perişanlıklarına ve ızdıraplarına neden olanlara karşı bir devrimidir.

Tarihteki her devrim, ulusal veya sınıfsal baskıya karşı bir devrimdir. Eğer devrim buysa, o halde Filistin kurtuluş devrimine dair yaklaşımımız nedir? Kim, kime karşı baş kaldırıyor? Halkımızı sömürenler kimlerdir ve sömürülenler kimlerdir? Tablo önümüzde açıktır kardeşler: on dokuzuncu yüzyılın sonlarında kapitalist hareketin dünya çapında büyümesine yaslanan, dünya kapitalizmi ile ittifak kuran ve Yahudi kitlelere yönelen zulümden yararlanan Yahudi kapitalistler grubu, sermayesini geliştirebileceği ve sömürüsünü yoksul sınıflar ve halk üzerinde sürdürebileceği bir proje planladı. Ayrıca dünya kapitalizmiyle ittifak kurarak Filistin’de bir Siyonist Yahudi devleti kurmayı planladı ve 1948’de vatanımızda emperyalizmin gücüne dayanarak düşmanımız olan İsrail devletini kurana kadar faaliyetlerini sürdürdü.

İsrail, Siyonizm ve emperyalizmin çıkarlarını ve nüfuzunu koruması için, halk kitlelerimizin kısıtlı kalması, isyan edememesi ve sömürüye karşı mücadele edememesi için, aramızda, halkımıza masadan kırıntı veren bir sınıf bulunuyor. Bu sınıf, halkımızın ve hareketimizin elinin kolunun bağlanmasından sorumlu olan gerici kapitalistler sınıfıdır.

Filistin’in kurtuluş savaşında tablo açıktır: İsrail, Siyonizm, emperyalizm ve Arap gericiliği. Halkımızı ve halkımızın evlatlarını sömüren o İsrailli, Siyonist, emperyalist, gerici, dörtlü ittifak işte güçlerden oluşmaktadır.

Yurttaş kardeşlerim:

Peki bu sömürücü ittifakın karşısında ne var?

Anavatanlarından koparılan, sürülen Filistin halk kitlelerimiz de var, aynı tehlikeyle tehdit edilen sömürülen Arap halk kitleleri de. Ancak bu genel görünüm içerisinde, bu sömürüden en çok zarar gören sınıfın işçi sınıfı olduğunu da ekleyelim. Bundan dolayı [işçi sınıfı] devrimin ateşidir, devrimin meşalesidir.

Bu sebeple, işçi sınıfının devrimin maddesi olduğunu söylüyoruz. Neden işçi sınıfı? Cevap şu: Sömürücü topluluktan en sert biçimde zarar gören kesim işçi sınıfıdır. Çünkü işçi sınıfı, hiçbir şeye sahip olmayan, üretim araçlarından herhangi birine sahip olmayan, sermayeye sahip olmayan, toprağa sahip olmayan, makineye sahip olmayan ve hiçbir şeyin katiyen sahibi olmayan sınıftır. Sahip olduğu, sadece kolları, teri ve bedenidir. İnsanlık dışı sömürü koşullarında yaşamanın tek yolu, emek gücünü en düşük fiyata satmaktır. Her gün sömürünün baskısı altında yaşayan bu sınıf devrimin maddesidir, devrimin ateşidir, devrime önderlik edebilecek tek sınıftır.

Devrimin Maddesi ve Önderliği

Tel Aviv’deki kafe ve otel çalışanlarının ve ayakkabı boyacılarının %85’inden fazlasını oluşturan ve her gün onlarca defa “Arabim hemur” (Arap eşeği) tabirine maruz kalan evlatlarımız, İsrail içinde yaşayan işçi sınıfının evlatları, kuşkusuz bunlar devrimin maddesi ve önderliğidir.

Çiftliği olmayan, sermayesi olmayan, kolları dışında hiçbir şeyi olmayan, günlük ekmeklerini temin etmek için çalışma fırsatı bekleyen Gazze’deki evlatlarımız, bunlar devrimin maddesidir ve önderliğidir.

Doğu Şeria’da[3] […][4], kamplarda vatansız, serveti olmadan, sermayesi olmadan, üretim araçları olmadan, alın teri ile günlük geçimini sağlayan evlatlarımız, bunlar devrimin maddesidir, devrimin önderliğidir.

Eğer devrim, mazlumların zalimlere karşı devrimiyse, sömürülenlerin sömürenlere karşı devrimiyse, eğer devrim, bu gerçeği, fakirlik ve sefalet gerçekliğini değiştirecekse, o zaman işçi sınıfı devrimin maddesidir, çünkü bu durumdan, bu sefaletten en çok zarar gören sınıftır. Ancak işçi sınıfının devrimin maddesi olduğunu söylememiz kâfi değildir. İşin gerçeği, işçi sınıfı Arap Filistin vatanında elli yıldır daima devrimin maddesi olmuştur. Bu sınıfın evlatları 1936 devriminde ölenlerdir. Bu sınıfın evlatları, Filistin topraklarını her zaman kanlarıyla sulamış olanlardır. O halde, “İşçiler devrimin maddesidir” demek yetmez, onların devrimin maddesi ve önderi olduğunu söylememiz gerekir.

36 devriminde[5] işçi evlatları devrimin maddesiydi. Ancak devrimin liderliği, devrim için ve hatta devrimcilerin kanı için pazarlık yapmak üzere Britanya sömürgeciliğinden fırsat ve işaret bekleyen feodal kapitalist ailelerden geliyordu. Devrimle ilgili tüm endişeleri, sömürgeciliğe bağlı bir kukla hükümet yaratmak için hükümet koltuklarına erişmekti, bu yüzden devrim başarılı olmadı.

Devrimin maddesi işçi sınıfıydı, fakat önderlik, gerici sınıftan, kapitalist ve feodal sınıflardan yanaydı. Devrime önderlik eden aileleri biliyoruz, dolayısıyla, devrim başarısızlıkla sonuçlandı. 36’dan sonra devrimin önderliğine ulusal burjuvazi ve sonra da küçük burjuvazi geldi, devrim başarılı olmadı. İşte bu nedenle, şu andan itibaren işçi sınıfının devrimin önderi olmasını sağlamalıyız. Fakat biliyoruz ki, devrimde işçi sınıfının önderliği keyfi olarak sağlanamaz.

Bu sözler lafta kalacak, lakin işçi sınıfı lafta değil fiilen, somut bir biçimde devrimin reisi ve önderi olana dek yıllar süren çaba, örgütlenme, seferberlik ve fedakârlıklar sonrasında bunu gerçeğe dönüştüreceğiz.

Saftaki Birlik ve Önderliğin Kıymeti

İşçi yoldaşlarım:

İyi bilmelisiniz ki, bu önderliğin onsuz ulaşılamayacak bir kıymeti vardır. Önderlik etmek isteyenlerin önder vasfında olması gereklidir. İşçi sınıfı, maddi yaşamına ilişkin durumundan, fakirlik, sefalet ve sömürülme durumundan dolayı devrimin maddesidir ve devrime önderlik etmeye adaydır. Ancak üç koşul karşılanmadıkça bunun gerçekleşmesi olanaklı değildir:

İlk olarak: İşçi sınıfının kendi gerçekliğinin ve tarihteki rolünün bilincinde olması. İşçi sınıfının kim olduğunu ve nasıl bir rol oynayabileceğini bilmesi gerekir. İşçi sınıfının liderleri, bu sınıfın sınıf algısını geliştirmek için, her gün karşı karşıya kaldığı zulüm uygulamalarının daima farkında olana, kendisini yolundan saptırmaya ve sömürünün üzerini örtmeye çalışan tüm eğilimlerle mücadele edene dek çalışmalıdır. Bu bilinçlendirmeye dayanarak örgütlenilmesi gerekir.

İçinizden bir işçinin yapabileceği nedir? İçinizden on işçinin yapabileceği? Sendikalarınızdan biri ne yapabilir? Ne var ki işçi sınıfının tamamı, kenetlenmesiyle, kendisi için seferberliğiyle, örgütlenmesiyle ve Arap ve uluslararası işçi sınıfıyla ittifakına yaslanarak o an devrime önderlik etme yeteneğine sahip olur. Bu, zahmetli bir yoldur ve işçi sınıfı bedel ödemedikçe önderliğe ulaşılamaz ve bu bedel çaba, yorgunluk, seferberlik, mücadele ve fedakârlıktır.

İşçi sınıfı, geri kalmış bu ülkedeki güçsüzlüğü ve sayıca az olması ve büyük işçi yığınları halinde mevcut olmaması nedeniyle, önderliğe giden zorlu yolunu kan ve fedakârlık ile kat etmek için bunu bilinç, örgütlenme ve hakiki bir mücadele ile telafi etmesi gerektiğini idrak etmelidir.

Bundan, işçi sınıfının devrimin maddesi ve önderi olduğunu söylememizden sonra, devrimin işçi sınıfının teorisi, işçi sınıfını seferber etme biçimi, tutumu ve fikirleri olmaksızın zafere ulaşamayacağını da söylememiz gerekir. Burada bazıları şöyle diyebilir: İşçi sınıfının kendisine ait bir teorisi var mı? Kendisine has fikirleri var mı? Kendisine has bir davası var mı? Cevap: Evet, hiç kuşkusuz işçi sınıfının olaylara, mücadeleye, mevzilere ve seferberlik yöntemine dair kendine has bir bakış açısı vardır, çünkü her gün zulüm, fakirlik ve sefalet içinde yaşar. Bu halde yaşadığı için, örgütlenme konusunda kendine özgü bir bakış açısına sahiptir ve işçi sınıfının teorisi ve tutumuna dayanmadıkça devrimin zafere ulaşması olanaklı değildir. İşçi sınıfı, kurtuluş mücadelesi için daha açık ve daha ilmî bir vizyon sunar. İşçi sınıfı, kurtuluş mücadelesi için seferber olma yeteneği daha yüksek olan bir strateji sunuyor. İşçi sınıfı, kurtuluş mücadelesi için özel bir savaş yöntemi sunuyor. İşçi sınıfı, kurtuluş mücadelesi için özel bir örgütlenme sunuyor. Bunlar işçi sınıfının kavramlarıdır. Bununla neyi kastediyoruz? Kurtuluş mücadelesine dair işçi sınıfının teorisi nedir?

İşçi sınıfı, kuşkusuz ki burada düşmanlarının kim olduğunu belirleyerek kurtuluş mücadelesinin aynı zamanda ulusal bir mücadele ve bir sınıf mücadelesi olduğunu söylüyor. Bundan dolayı, işçi sınıfı, düşmanlarını belirledikten sonra, artık bu savaşta yüz yüze geldiğimiz düşmanımızın yalnızca İsrail veya İsrail ve Siyonizm veya İsrail ve emperyalizm olduğunu söylemekle yetinmeyiz. [İşçi sınıfı] açıklığı ve bilimselliğiyle daha da ileri gidiyor ve diyor ki, burada, yurdumuzda, İsrail, Siyonizm ve emperyalizme ek olarak, sömürgecilikle ve Siyonizmle bağlantılı düşman kuvvetler de mevcuttur, bunlar düşmanımızdır. Bu gerçeği bilmeliyiz, zira eğer bilmezsek, mücadelemizin başarılı olması olanaklı değildir. İşçi sınıfı ve halk bu gerçeği öğrendiğinde, o zaman 36 ve 48’de olduğu gibi devrimin sırtından bıçaklanması ve durdurulması olanaklı olmayacaktır.

Mücadelenin ulusal bir mücadele olduğunu, şu anda İsrail’le karşı karşıya olduğumuzu ve İsrail’e karşı tüm güçlerimizi bir araya getirmemiz gerektiğini, bu yüzden safımızı bir arada tutmamızın zarurî olduğunu söylüyorlar. Bu, bizce mükemmel bir ifadedir. Peki nasıl aynı safta oluruz? Sömürenlerle sömürülenler aynı safta olamaz. Şehitlerimizin, işgal altındaki topraklarımızda [yaşayan] işçi sınıfının evlatlarının kanı ile yüz bin dinarlık gelinlik arasında birlik olması olanaklı değildir.

Sömürü varken, sömürenler ve sömürülenler varken, iç cephe nasıl güçlü olabilir?

Yurdumuzda büyük bir sömürünün olmadığını, büyük sınıf farklılıklarının bulunmadığını söylemek, tüm bu ifadeler boş, doğru olmayan ve bilim dışı ifadelerdir. Her gün sömürünün, berbat bir sömürünün varlığını, sömürenlerle sömürülenler arasında saf birliğinin olamayacağını haykıran onlarca örnek [vardır]. Saftaki birlik, sömürüyü ortadan kaldıran ve sonrasında da ulusal düşmana karşı safta birlik çağrısı yapan işçi sınıfının önderliğini gerektirir.

İşçiler, 72 bin dinarın 12 bin dinarını alınca dünya hop oturup hop kalktı:

Sömürü yok. Nasıl sömürü olmaz? Ürdün Üniversitesi’nde bir keresinde yönetim kurulu toplantılarından birinde bir münakaşa cereyan etti. Gündemin ilk maddesinde yönetim kurulunun ve yönetim kurulu üyelerinin telhunî[6] ve tel[7] vb olarak aldıkları tahsisleri vardı. Yönetim kurulunun bu tahsisleri konusu tartışılırken, üniversitede yirmi yıl çalışmış, tam olarak hatırlamıyorum ama 12 veya 14 dinar alan basit bir görevli vardı. Bu görevli, yedi veya sekiz çocuğa baktığını ve ücretinin on sekiz dinara yükseltilmesini talep ettiğini söyleyen bir dilekçe sunmuş idi. Bunun olanaklı olmadığını, zira mezkûr görevlinin talebine olumlu yanıt verilmesi durumunda tüm çalışanların aynı talebi sunacağını söylediler. Sonra “sömürü yok” diyorlar! Onlarla bu sohbeti hemen bitirmek istedim. “Sömürü yok” diyorlar değil mi? “Hepimiz biriz, sınıf farkları yok” mu diyorlar? O zaman, mevzu çok basittir. Cebelü’l-Hüseyn’deki, Cebelü’l-Lüveybde’deki ve Amman’daki saraylarını bıraksınlar, yoksul halk gidip kısa bir süre bu saraylarda yaşasın. Kamplardaki ahali saraylara gittiğinde, saraydaki ahali kamplara geldiğinde, o zaman saftaki birliği kabul etmeye hazırız, ama bunların hepsi boş laftır. Hepsi gerçeği çarpıtmaya çabalıyor. Gerçekler ise bize sömürünün var olduğunu, işçi sınıfının sömürülen sınıf olduğunu, dolayısıyla, saftaki birliğin de işçi sınıfı mefhumuna sahip olması gerektiğini söylüyor. Devrimin tüm sınıflarının aynı safta meydana getirdiği birliğe işçi sınıfı önderlik ediyor ve bundan sonra saftaki birlikte ve herkesin eşitliğinde ciddilerse, eğer samimiyseler, gelirlerinin faizini gerilla faaliyetlerine, devrime ve tüm gerilla örgütlerine versinler. Bilhassa bu kapitalist sınıfın gerilla faaliyetine ne kadar katkı sağladığını biliyoruz. İşi çok açık kılmak gerek. Şimdi gerillaların üslerine gidelim ve her savaşçıyı ayrı ayrı alıp ona şunu soralım: “Sen, ey yoldaş! Kimin evladısın? Senin ailen kim? Orada ne bulursunuz? Orada kapitalist sınıfın evlatlarını mı bulacaksınız?” Oradakilerin hepsi işçi ve köylülerin evlatlarıdır, dolayısıyla işçi sınıfının kendine has teorisini ortaya koyma ve şunu söyleme hakkı vardır:

Filistin'in kurtuluş mücadelesi ulusal bir mücadeledir ama aynı zamanda bir sınıf mücadelesidir. Bunu söylerken, çıkarları sömürgecilikle bağlı, gerici bir feodal kapitalist sınıfın var olduğunu kastediyoruz. Bu sınıf devrimci güçlerden birisi olamaz, zira şüphesiz biliyorsunuz ki devrim emperyalizme karşı, Amerika’ya karşıdır. Sonra, [bir kapitalistte] eğer bir Amerikan otomobil şirketinin, bir Amerikan sigorta şirketinin ya da bir Amerikan bankasının şubesi varsa, emperyalizm yenilgiye uğratıldıktan sonra bu kişinin devrimin yanında durması akla yatkın mıdır? Bunu açık bir biçimde tanımlamak istiyoruz: Bir sınıf var ve bu sınıf, toplumun küçük bir kısmını oluşturuyor ve milyonlara sahip olan bu sınıfın alın teriyle ve yorularak değil, aksine, Amerikan kapitalizminin simsarları oldukları, yabancı şirketlerin acentelerine sahip oldukları, vatan hainliği yaptıkları ve boyun eğdikleri için ellerinde milyonlar var. Bu sınıf karşı devrimcidir. Bizimki hem ulusal ve hem de aynı zamanda sınıfsal bir mücadeledir, İsrail’in, Siyonizmin ve Amerikan emperyalizminin temsilcisi olduğu ulusal baskıya karşıdır, ama aynı zamanda çıkarları sömürgecilik ve emperyalizm ile bağlı olan feodal kapitalist büyük burjuva sınıfına da karşıdır.

Sizlere bu gerici kapitalist sınıfın yüzde 1’i geçmediğini, genişletilirse dahi yüzde 10’u geçmediğini söylemek isterim. Sonra, geriye halkımızın çıkarları sömürgecilik ve emperyalizm ile bağlı olmayan, bu yüzden devrimin düşmanı değil, devrimin güçlerinden biri olan %90’ı kalır. Ancak, eğer halkımızın tamamının kurtuluştan yana olduğunu söylersek (ki bu doğrudur), o zaman şunu söylemeliyiz ki, bu kitlesel tablonun tam ortasında, bu %90’ın seferberliğinin işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmesi gerekiyor. Ve her onurlu insan, her onurlu aydın, avukat, doktor veya mühendis (burada onurlu ulusal küçük burjuvaziyi kastediyorum) işçi sınıfının önderliğinden gurur duymalıdır. Burada ulusal seferberlik doğrudur, burada aslında kitlelerimizin yüzde doksanını harekete geçirerek, işçi sınıfının önderliğinde, işçi sınıfı teorisi ve işçi sınıfı kavramlarına dayanarak ulusal baskılar karşısında saf birliğini oluşturmuş olduk.

Bu, her gün gözlememiz gereken birçok örnekten biridir. Bütün bu örnekler işçi sınıfı tutumu ile onun önderlik etmediği ve ortaya atmadığı ulusal tutum arasındaki farklılığa işaret ediyor. İşçi sınıfı her konuda radikaldir. Tam ve net olarak meseleleri ortaya koymak istediği gibi, devrimci seferberliğin tamamlanmasını da ister. Yani işçi sınıfı kavramları ve bunların dışında kavramlar vardır hep.

Örneğin, düşmanın kim olduğu mevzuuna bakalım. Bu kavramla ilgili olarak işçi sınıfı, sadece düşmanın İsrail, Siyonizm ve emperyalizm olduğunu söylemekle kalmaz, aksine, düşmanın bir parçası olarak Arap gericiliğini de ekler. İşçi sınıfı mücadele yöntemi konusunda çok nettir ve siyasi mücadelenin yöntemine, yani protestolara, coşkuya, gösterilere ve benzeri siyasî mücadele biçimlerine ve bunlar aracılığıyla kurtuluşu elde edebileceğine güvenmez. Her gün zulüm yaşayan bu sınıf, Arap ordularının Filistin’i kurtarmasını bekleyemez. Neden bekleyemez? Çünkü her gün adaletsizlikle yaşıyor ve bu adaletsizlikten bir defada kurtulmak istiyor. İşçi sınıfı, halk kurtuluş savaşı yöntemini ortaya atarken ne diyor? Bu sınıf diyor ki, “biz mazlumlarız, biz silahlanmak, savaşmak istiyoruz, düşman bizden daha güçlü ve bizim bir yıl, iki yıl, hatta on yıl feda etmemize bir engel yok.” Ben de diyorum ki, “hiç kuşkusuz işçi sınıfı zafer elde edene kadar bin yıl savaşmaya hazırız.” Bunu sadece bu sınıf işçi sınıfı olduğu için söylemiyoruz. Mesele, sözlerle ilgili değil. İşçi sınıfı mazlum olduğu için bunları ortaya koymak istiyor, bu zulümden kurtulmak istiyor. Bu mücadelesinde kaybedeceği bir şeyi yok, bu yüzden de savaşmaya gerçekten hazırdır.

İşçiler ve Örgütlenme Meselesi

Halk Cephesi’nin öne attığı kavramlar, havada asılı sofistike şifahî kavramlar değiller: Bu kavramlar, radikal işçi sınıfının, meseleyi açık bir biçimde ortaya koymak isteyen, hattının niteliğini, seferberlik ve ayrıca örgütlenme yöntemini belirlemek isteyen tamamen net kavramlarıdır. İşçi sınıfı, örgütlenme yönteminde de kavramlara sahiptir. Sömürülen, köleleştirilen, mazlum bir sınıftır. Bu yüzden, kendi örgütünde bu sömürüye karşı gelmek ister. Bu yüzden işçi örgütünde üst düzey liderler, bürokratik liderler yoktur. İşçiler, baskıya, zulme ve köleliğe karşı isyan ederler. Bu yüzden, örgütlenmeleri de demirdendir, demokratik yoldaşlık münasebetlerine dayalıdır.

İşçi sınıfının her şey için kendi kavramları vardır: Tefekkürde, mücadelenin analizinde, düşmanı tanımlamada, seferberlik yöntemini belirlemede, halk kurtuluş savaşı sloganını tanımlamada, örgütünün doğasında ve siyasî tutumlarında.

Bu konu, 10 Şubat 1970 tarihinde tamamen netleşti. O gün işçi sınıfı ve tüm yoksul kitleler ne diyordu? Hepsi nasıl hissetti? Diğerlerinden daha yurtsever oldukları için değil, istisnaî koşullarda yaşadıkları için.

10 Şubat 1970 günü her biri kendisine “Ülkemden kovuldum ve yirmi yıl kamplarda, yoksulluk ve hastalık koşullarına, yetersiz sıhhî hizmetlere ve işsizliğe katlanarak yaşadım” diyordur. Muhtemelen, “İlk çocuğumu ilâç bulamadığım için kaybettim ve ilk defa önümde gerilla faaliyeti denen bir şey var ve içimdeki bu umudu öldürmek mi istiyorsunuz?” diyordur. Onlarca yıl zulüm altında yaşayan bu yoksul kitleler, 1936’da bıçaklandılar, 1948’de bıçaklandılar ve yirmi yıl boyunca utanç ve yoksulluk içinde, kamplarda bir hayat yaşadılar. Gerilla faaliyetinde kurtuluş için bir umut ışığı gören bu kitleler, 10 Şubat günü Amman’ın her sokağında devrimi savunmak ve korumak için ölümüne savaşmaya kararlıydı. Bu, işçi sınıfının tutumudur.

Biz buraya alkışlamaya değil, meselelerimizi tam bir açıklıkla anlamaya ve ortaya koymaya geldik. Bize yalnızca işçi sınıfının önderlik edebileceğini söylemek istiyorum. Bu nedenle çıkarları sömürgecilikle değil halkının çıkarlarıyla bir olan çiftçinin, öğrencinin, avukatın ve esnafın işçi sınıfının liderliğini desteklemesi ve yanında yer alması gerektiğini söylemek istiyorum. Bu destek, içinde bulunduğu koşullar ve günlük yaşamıyla zaferi elde edebilecek tek sınıfın işçi sınıfı olmasının bir sonucudur. İşçi sınıfının tavrını ABD dışişleri bakan yardımcısı Joseph Sisco’nun ziyaretine karşı yapılan gösterilerde izleyebiliyoruz. Ortalama milliyetçi tutum ile yurttaşların kendisine işaret etmesini ve onu önderi olarak görmesini sağlamış bulunan işçi sınıfının tutumu arasındaki fark netti. Arzuladığımız bu tutum, işçi sınıfının tutumu ve işçi sınıfının teorisidir. O halde işçiler, devrimin maddesi ve önderleridir. İşçilerin tutumları, kendisine yaslanarak devrimin zafere ulaşabileceği tek teoridir.

Size son bir noktayı vurgulamak istiyorum. İşçi sınıfı, sertliği ölçüsünde de, konumundan dolayı ilmîdir, çünkü zafere açtır. Zafere yönelik bu gerçek istek, onun mücadeleyi açık ve bilimsel bir şekilde görmesini zorunlu kılar. Bu yüzden, Filistinli ve Arap kitlelere işçi sınıfının önderliği, maceracı ve bilim dışı bir önderlik olamaz. İşçi sınıfı, savaşta kendi önderliği için mücadele eder ve önderlik pozisyonunu aldığında, tüm ulusal sınıfları kurtuluş devrimi için seferber etme konusunda çok istekli olacaktır. Dolayısıyla bu önderlik, köylülerin, işçi sınıfının kendisinin ve ulusal küçük burjuvazinin önderliği haline gelir. Bu sebeple, devrimin tüm güçlerini tam olarak seferber ederek gerçek düşmanına karşı zafer kazanmaya gerçekten heveslidir.

Dolayısıyla, işçi sınıfı devrimciliğinde sert olduğu gibi ilmîdir de, zira sömürüyü bitirmek ve zafer kazanmak istemektedir.

Kitlelerin Önündeki Üç Mesele

Kardeşlerim, kurtuluş mücadelesinin ana hatlarının net olması gerektiği ölçüde, zaman zaman devrimin meseleleri ve her dönemde karşılaştığı sorunlar da zihinlerimizde net olmalıdır. Bu dönemde işçi sınıfının ve zafere ulaşmak isteyen halk kitlelerimizin üç temel meseleyi idrak etmesi gerekmektedir:

1. gericiliğe karşı gerilla savaşının sürdürülmesi meselesi.

2. Birleşik komuta meselesi

3. İşgal altındaki bölgedeki çatışmalar ve bunların yoğunlaştırılması

Devrimin zaferi için bu üç konuyu kitleler idrak etmeli ve günlük olarak izlemelidir.

Halk Cephesi’nin açığa kavuşturmak istediği ilk meseleyle ilgili olarak, 10 Şubat’tan sonra gerçekleşen bu ateşkes gerici yönetimin[8] kendisi tarafından mayınlanan bir ateşkestir, bu otorite suskunluk halindedir, ancak devrimi hedef almak ve tasfiye etmek üzere planlar yapmaktadır. Sadece kitleler ve onların bu komplolara dair bilinci aracılığıyla bu komploları engelleyebileceğimizi ve 10 Şubat’tan bu yana yönetimin şeklen geri çekildiğini ve yumuşak sözler söyleyerek gerilla faaliyeti ile ordu arasında birliği öne çıkardığını söylüyoruz. Fakat gerçek böyle değil ve bizi artık kandıramazlar. Aklımızı kullanmak ve somut olarak, gördüğümüz şekliyle hüküm vermek istiyoruz: Gerçekleri incelediğimizde, yönetimin 10 Şubat’tan bu yana gerilla hareketi için alçakça planlar yaptığını görüyoruz. Halk Cephesi ve bir başka gerilla örgütü daha bunu gördü, gerici yönetim tarafından batılılar için, gerilla hareketine saldırı amacıyla hazırlanan planı ortaya çıkardı. Burada ayrıntıları konuşmaya vakit yok.

[Ürdün] idaresi, ordunun, güvenlik güçlerinin, muhaberatın ve askerî istihbaratın dışında özel bir aygıt oluşturdu. Buna çok yüksek bir özel bütçe ayırdı ve bu aygıtı bölümlere ve şubelere böldü. Bunların hepsi gerilla faaliyetine gerçek bir kötülük ve düşmanlığa işaret eden planlar. Biz, bu sözleri yönetime hakaret olsun diye söylemiyoruz, aksine, bu aygıttan kimin sorumlu olduğunu, bu aygıtın hangi emre bağlı olduğunu, temel unsurlarını, her bir bölümünü, her birimini, çalışmalarını biliyoruz. Bu aygıtın başındaki kişi, Prens Ali bin Nayef’le bağlantılı olan reis Abdülkerim Ömer’dir ve önümde baş yardımcılarının isimlerinin yer aldığı bir liste bulunmaktadır. Bu insanlar, büyük bir plan üzerinde çalışıyorlardı ve bunların bazıları şu an gerilla şubesinde, bazıları medya faaliyetlerinde ve siyasî faaliyetlerde. Yani halkçı çizgide çalışan devrimciler olmak istiyorlar(!) Bu şube bu konuda uzmanlaşmış durumda. Kuşkusuz, bazılarınız “Devrimci Bilinçlendirme Komitesi” adına imzalanan bildirileri görmüşsünüzdür. Bu bildirileri okursanız, bu insanların halk safları arasında yaydığı zehri göreceksiniz.

Bu şube, gerilla faaliyeti ilgili kuşkuları sürekli artırıyor ve ordunun gerilla eylemine olan nefretini yükseltmek için Filistin ve Ürdün arasındaki nefreti kışkırtıyordu. Gerilla üslerini, her bir üsteki gerilla sayılarını ve buralardaki silahları izlemeye ayrılmış başka bir şube daha vardı. Örneğin bir birimde emekli bir subay ve yirmi yardımcısı var ve bunların görevi gerillaların herhangi bir hareketini rapor etmek ve tüm üsleri incelemek. Suikastlar ve kaçakçılık için birer şube daha var. Bu plan, insanlara saldırmak ve gerilla faaliyetlerine zarar vermek için gerilla adına insanları silah altına almaya dayanıyor, ardından gerilla faaliyetiyle ilgili bir velvele koparılıyor ve bunu da gerilla faaliyetine saldırmak için bir gerekçe olarak kullanıyorlar. Dile getirdikleri itirafların sadece başlıklarını belirtmek istiyorum; suikastlar ve ardından tutuklamalar, söylentilerin ve yalan haberlerin yayılması, halkın yüreğine korku salınması, silahlı mücadele adı altında insanların tutuklanması, ordunun izlenmesi ve gerilla örgütleri ve vatandaşların hareketlerini ve bağlantılarını izlemek, direniş hareketini izlemek ve gerilla hareketlerine mensup örgütlerin yerlerini, üslerini ve üye sayılarını bilmek, yönetim taraftarlarına silah dağıtmak, terörü derinleştirmek, iki yakanın[9] sakinleri arasında anlaşmazlık çıkması, duvarlara slogan yazılması, “Devrimci Bilinç Komitesi” adına bültenler çıkarılması, afiş basılması ve dağıtılması, üye veya işe alınan kişinin elde ettiği tüm bilgileri günlük olarak raporlaması. Gerici yönetimin kendi adamlarına vermek istediği en önemli noktalar bunlardı. Sizi temin ederim ki bu, gericiliğin ve onun babaları olan CIA’in basit bir nüshasıdır. Bu ülkedeki kurumların ve şirketlerin rolünü biliyoruz: Mesela bir İngiliz Bankası’nın üstündeki ticari kurum nedir, ne yapar? Cebel Amman [mahallesindeki] Ortodoks Kulübü’nün arkasında bulunan binayı ve ne işe yaradığını biliyoruz, Cebel Amman’daki ve Amman’daki tüm saklanma yerlerini ve ne işe yaradıklarını biliyoruz.

Son zamanlarda Halk Cephesi, İsrail ile doğrudan işbirliği yapan grupları tutukladı. Bu işbirliğinin amacı, insanları Gazze ve Batı Şeria’dan Ürdün’e kaçırmaktı, zira İsrail’in hedefi, en fazla sayıda yurttaşımızdan kurtulmak. Bu görevi kolaylaştıran bir kişi var, bu şahıs emirlerden biri ve adı Hüseyin bin Zaid veya Zeyd bin Hüseyin ve Batı Şeria'dan veya Gazze Şeridi’nden kaçan her vatandaş için 9 dinar alıyor ve haftada yaklaşık 80-100 yurttaş bu şekilde kaçıyor.

Gericilikle Mücadele

İlk konumuza dönüyoruz. Bizim, kitlelerin ve işçi sınıfının boynunda bir güven meselesi var. Bu konu gericiliktir. Gericilik daima hareket halindedir, bu konuda sözlere değil, eylemlere inanmak zorundayız. Biz Halk Cephesi olarak eylemlerden başka bir şeye inanmıyoruz. Bu anlamda da yönetimin tüm eylemleri hâlâ gerilla faaliyetine saldırıya işaret ediyor. Buna karşı kitlelerin, gericiliği dar bir köşeye hapsedip, tekrar gerilla hareketine saldırı fikrine dönmeyeceği hale gelene kadar bilinçlerine dayanarak uyanık olması, gerilla hareketinin etrafını sarması, her şeyi göze alarak onu koruması, bir işaretle sokağa inmesi gerektiğini söylüyoruz. “Şimdi iç çekişmelerin zamanı değil” diyorlar, biz ise diyoruz ki “11 Nisan savaşını kim başlattı? Peki Ürdün’deki 10 Şubat savaşını? Nisan 69’da Lübnan’daki savaşı kim başlattı? Peki ya Lübnan’daki Mart savaşını?” Kuşkusuz gericilik. Gerilla faaliyetine saldırı pozisyonu alan ve saldırıyı planlayanlar gericilerdir ve biz Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olarak diyoruz ki, “Asıl arzumuz ve çabamız, işgal altındaki topraklarda saldırı ve mücadele üzerinde yoğunlaşmalıdır.” Ancak aynı zamanda gericilerin gerilla faaliyetlerini yok etmeye yönelik her girişimine şiddetle karşılık vereceğiz.

Kitlelerin sorumlu kılınması için önlerine getirilmesi gereken bir konu daha mevcut. Çünkü devrimden kitleler sorumludur. Bu nedenle, kitlelere gerçeklerin anlatılması gerekiyor ki devrimi korumadaki görev ve rollerini bilsinler. Bu konu, gerilla örgütleri arasındaki ilişkilerdir. Konumuz bir ve diri bir liderliğe sahip olmak, mevcut pratiği sürdürmek ve sürekli büyümeye teşvik etmektir. Kitleler ve onların uyanıklığı, onların denetimi, etkileşimi, bu pratiğin haberlerinin peşine düşmeleri olmaksızın, bu pratiğin kazanmasını güvence altına alamayız. Bu başarıyı güvence altına almayı sağlayacak tek koşul, tüm örgütler ve bunların liderlerinin, kitlelerin öncelikle birleşik bir önderliğin pratiğini, ikinci olarak da bu sayede başarılı olmasını ve öncekinden daha gelişmiş yapıya bürünmesini istediklerini bilince çıkarmasıdır. Üçüncüsü, Halk Cephesi olarak Filistin sahasındaki tüm gerilla örgütlerinin bizim nazarımızda ulusal örgütler olduğunu ilan ediyoruz. Düşmanın kim olduğu gibi konularda bu örgütlerden ayrılıyoruz. Bir tanım sunuyoruz ve muhtemelen bunu her örgüt sunmamakta. Örgütlenmenin biçiminde ve siyasî duruşlar anlamında da farklılıklar mevcut, ama bütün bunlara rağmen bu örgütlerin hepsi ulusal örgütlerdir. Bunların savaşçıları çoğunlukla bugün bayramını kutladığımız işçi sınıfının mensuplarından oluşuyor. Bu yüzden, Halk Cephesi olarak, biz, “El-Fetih, Es-Saike (Yıldırım Kuvvetleri), FDHKC, El-Ensar Güçleri, Mücadele Cephesi ve diğer tüm örgütler aynı saftayız” diyoruz. Sömürgeciliğin, gericiliğin ve İsrail’in bu safı parçalamasına izin vermeyeceğiz. Bu safta farklı bakış açıları var, sürekli diyalog ve farklı projeler var. Biz Halk Cephesi olarak, mücadeleye hizmet eden gerçek bir ulusal birliğin sağlam temellerle sağlanması gerektiğine inanıyoruz ve bu temelleri attığımızda, mücadelenin ve siyasî eylemin gerçek anlamda tırmanmasına yol açacak etkili, ilerici ve devrimci bir ulusal birlik istiyoruz.

Bu nedenle, mücadelenin stratejik siyasî temel hatlarını sürekli netleştiren, ilerici bir siyasî programın olmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca, bu örgütlerin devrime katkıda bulunmaları için uygun iklimin doğması amacıyla, birleşik önderlik içindeki ilişkilerin açık ve tüm örgütler arasında denk olması gereklidir.

Bunu savunmak kitlelerin görevlerindendir. Bazıları, birleşik önderliği FKÖ’nün ayrılmaz bir parçası olarak anlamış olabilir, bu da bizim önceki deneyimlerden hiç istifade etmediğimiz anlamına geliyor ve söz konusu olan eski biçimin Filistin hareketine istediği genişlemeyi sağlamadığını biliyoruz. Bu nedenle, birleşik önderlik, eski biçimlerden daha gelişmiş olan yeni bir biçimi, bir siyasî programa ve bir iç nizama dayanarak, örgütler arası işbirliği iklimi ve farklı faaliyet yönlerini temsil eden programlar bakımından oluşturmalıdır. Dolayısıyla, Halk Cephesi’ne ait üsler de dâhil olmak üzere, üsler ve kitleler, birleşik komuta çalışmasını geliştirmek ve bu pratiğin başarıya ulaşması için sürekli baskı yapmalıdır.

Örgütsel ve siyasî muhteva anlamında hakiki bir değişiklik yapılmaksızın, örneğin küçük bir ulusal meclisin, bir merkez komitesinin veya birleşik bir liderliğin olması gerektiğini söylemek, değersiz bir ifade olur.

Dolayısıyla, bu pratiğin kitlelere ait olduğunu ve bu nedenle başarılı olmaları için onların istekli olmaları gerektiğini kabul ediyoruz.

Konuşmamı nihayetlendirmeden önce sizi temin ederim ki, tüm örgütlere bakış açımız, bunların ulusal örgütler olduğu, aynı meseleyi yaşayan tek bir halkın evlatları olduğu yönündedir. Kuşkusuz, tüm örgütlerin üslerinin temel unsuru işçi sınıfının üyeleridir. Tüm örgütlerle işbirliğine dayalı ilişkileri sürekli olarak kurmalıyız. Ütopik ya da hayalperest olmak istemiyoruz: Bu işbirliği içerisinde devamlı olarak farklı bakış açıları ve bunları daha devrimci fikirlere sürükleyen kitleler olacaktır, ta ki tüm siyasî örgütler ve kitle örgütleri ve tüm teorik faaliyetler bunları benimseyene kadar. Bunların hedefi, mücadeleyi desteklemek olmalıdır.

Gericiliğe ve devrimin aracı sorununa karşı her türlü bilinçlendirme ve yanıt, mücadelenin hizmetine adanmalıdır. Bu üç meselenin kitleler tarafından desteklenmesi ve benimsenmesi gereklidir. Dolayısıyla kardeşlerim, İşçi Bayramı bizim açımızdan görevlerimizi daha net görebilmemiz, yaşadığımız stratejik hususları gözden geçirmemiz için bir fırsattır.

Yaşasın devrimin maddesi ve önderi işçi sınıfı!

Yaşasın Arap devriminin bir parçası olan Filistin devrimi!

Corç Habeş
1 Mayıs 1970
Arapçadan Çeviren: Kutlu Dâne
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Mahallenin ismi “Hüseyin Dağı” anlamına geliyor -ç.n.

[2] “Geri dönüş”. Burada Siyonist işgal altındaki Filistin topraklarına dönüşe atıf yapılıyor -ç.n.

[3] Ürdün -ç.n.

[4] Baskıda çıkmayan ifade -ç.n.

[5] Burada bahsedilen, Birleşik Krallık mandası altındaki Filistin’de 1936-1939 yılları arasında gerçekleşmiş, vergi boykotu ve genel grevi de içeren, o dönemde giderek artarak Filistin’deki sosyal dengeleri tepetaklak eden, Siyonist göçleri ve Siyonistlerin Birleşik Krallık mandasınca kayrılmasını hedef alan, Filistin’in aslında ilk intifadası olan ayaklanmadır -ç.n.

[6] (التلهوني)

[7] (التل)

[8] Konuşmanın yapıldığı 1970 yılının Eylül ayında yaşanan olaylara kadar Filistinli gerillaların mukim bulunduğu Ürdün kastediliyor -ç.n.

[9] Kastedilen yakalardan (ضفة) biri, batıdaki, bugün sıklıkla adını duyduğumuz Batı Şeria, yani Filistin ve Ürdün’ü ayıran nehrin batı yakasıdır. Diğeri ise Ürdün tarafı, yani doğu yakasıdır, Ancak bu ikinci ifade aynı sıklıkta kullanılmamaktadır.

03 Mayıs 2024

, ,

Tarihi Gaz Kemeri: Herkes İçin CHP


1 Mayıs’ta Saraçhane’de bariyerlerle çevrili alana sendikacılığın ve emek mücadelesinin sıkıştırılması hedeflendi. Beşiktaş yürüyüş kolu son gün Saraçhane kararı almasaydı, tasfiyeci sol partiler, DİSK, TMMOB ve CHP, “Emeğin Yüzüncü Yılı” konseptli sendikacılık hattını hayata geçirecekti. Bu tablonun sonunda “sendikacılık bu” diyerek DİSK, “marjinal” olmadığını ve sendikacılığın icazetli sınırlarda yapılması gerektiğini söyleyip, egemenlere ve burjuvaziye güvence verecekti. CHP belediyesi önünden tarihi surlara kadar belirlenen alan, DİSK’in sendikacılık yapacağı alana denk düşer.

Arzu Çerkezoğlu, geçtiğimiz yıl 1 Mayıs’ta valilikten Taksim izni çıkmadığını, “hemen akabinde”, Maltepe alanını talep ettiklerini söyleyerek sendikacılık anlayışının ne olduğunu sınıfa takdim etme imkânı buldu. DİSK başkanı, 1 Mayıs’ı yaptırmama konusunda elinden geleni ardına koymamıştır.

İlk sorulması gereken sorulardan biri, “İşçi sendikasının genel başkanının neden doktor olduğudur”. Arzu Çerkezoğlu, Maltepe’de de konuşma yapmak için platforma çıktığında protesto edilmişti. Onun kaçtığı gerçek, sınıf mücadelesinin ilkeleridir.

DİSK geldiği aşamada kendisini 1 Mayıs’ın ve işçi sınıfının tek söz sahibi ve karar alıcısı olarak görmektedir. Elindeki Anayasa Mahkemesi kararına rağmen beş dakikayı bulmayan bir müzakereyle kitleyi dağıtma talimatı vermeyi kendisine yedirdi. Saraçhane’deki on binleri yönetemeyeceğini gerekçe olarak sunan DİSK, işçi sınıfına nasıl sendikacılık yapabilir?

En önde yer alan kitle, DİSK oraya geçmediği için barikata yürümüştür. DİSK ve KESK, Anayasa Mahkemesi kararını hatırlatacaklarını ve yürüyeceklerini iddia etti. Ellerindeki megafonla barikatın önüne gelip “Kanunsuz yol kapatma eylemine son verin, Taksim’e yürümemize engel olamazsınız, yaptığınız müdahale, Anayasa Mahkemesi’nin kararına aykırıdır” diyemedi. DİSK otobüsünü barikatın önüne getiremedi. Kendi kitlesini en öne taşıyamayıp, korteji geride bekletti. Oturma eylemine geçerek kitleyi dinamik kılamadı. Alanın başka bir noktasından geçiş için alternatif aramaya ve taktik geliştirmeye yanaşmadı, çünkü DİSK’in büyük bir sadakatle can verdiği senaryoda kendisine tek bir rol yazılmıştı: sarı sendikacılık.

DİSK, bugün önde yer alan kitleyi suçlayamaz, gerekçe olarak onu gösteremez. Sendika yürüyüşe geçseydi, öndeki gruplar yol açardı. Kaldı ki DİSK heyetinin müzakeresi için alan açıldı fakat heyet, çekilip kitleyi dağıtmaya çalıştıktan sonra sert müdahale gerçekleşti.


DİSK, rüzgâra göre hareket eden sendikadır. 80 dönemine kadar sınıf sendikacısı olur, bugün de CHP sendikacısı. 15-16 Haziran direnişinde DİSK başkanı Kemal Türkler’in radyo konuşmasındaki çağrıyla bugün DİSK başkanının kitleyi dağıtma çabası, aynı motivasyona dayanır. Her şeye rağmen Kemal Türkler bedel ödemiş bir sendikacıdır. Arzu Çerkezoğlu özelinde DİSK yöneticilerinin bedel ödeme gibi bir pratiği olamaz. Saraçhane’de DİSK’in bir aylık kulisi çöktü.

KESK’teki durum ise AB tipi sendikacılık ve bireyin “özgür” iradesinin kutsandığı sivil toplumculuk çıkmazıdır. Saraçhane kararı aldıktan sonra DİSK’in hesabını bozmuştur fakat alana getirebildiği kitle cılızdır. Disiplinsiz kortej görüntüsü, diğer miting, eylem ve grevlerde ortaya konan pratiğin aynısıdır. Ajitatör olarak megafonu kullanan KESK görevlileri, pankartın önünde ne kadar uğraştıysa da korteje slogan attıramadı. Görevlilerin birbirine o umutsuz bakışı alandaki birçok insanın dikkatini çekmiştir. Kartal’da gerçekleştirilen mitinglerde şube yöneticilerinin üzerindeki önlükle civardaki restoranlarda “soğuk havadan” kaçıp çay ve çorba içtiği görüntüler de hafızada taze.

Bu kitleyi bizzat KESK imal etti. KESK’in 2024 1 Mayıs Platformu’yla yaptığı görüşmede sarf ettiği “Bizim eski üye profilimiz yok, Taksim’i zorlamayı göze alamaz” yönündeki ifade gerçeklikten uzaktır. Her ne kadar geri çekilmiş bir üye profilini KESK yöneticileri ortaya çıkarsa da Saraçhane’de Tertip Komitesi’nin dağılma çağrısını tepkiyle karşılayan üyeler, “Bizi buraya niye çağırdınız öyleyse, hani Taksim’e yürüyecektik, sendika nereye gidiyor, en öndeki insanları sert müdahaleyle baş başa mı bırakacağız” diyerek, sendika görevlilerinin “alanda kalmanız bireysel kararınızdır” açıklamasına rağmen, alanın ön kısmındaki kitlenin içine doğru yürüyüşe geçtiler.

Eşitlikten çok özgürlüğü öne çıkaran, sivil toplumcu, liberal sendikal hat; emek-sermaye çelişkisini savunmayan anlayış; sınıf temelinden arındırılmış cinsiyetler arası kadın mücadelesi; özne yanılsaması; sürekli bireyin “özgür iradesini” savunan politikalar, KESK yönetimini esir aldı. İhraçlar için “yol kazası” diyerek herhangi bir direniş göstermediği gibi direnişe geçenlerin eylemine sahip çıkmaması, ihraç edilenler direnirken KESK yönetiminin ombudsmanla bir araya gelmesi, ÖMK konusunda uzman öğretmenliğe başvuruyu özgür iradenin kararına bırakması, Filistinli çocuklar için atılmayan adımlar, emperyalizmin kamu istihdam adımları karşısında politika ve strateji geliştirememesi, grevlere imza atan yöneticilerin umreye götürme vaadiyle vekil ve belediye başkanı adaylığı ve yurtdışına iltica etmesi, eşit işe (ç)eşit ücret uygulanması konusunda emekçi sınıfı yüzüstü bırakması, bugün Saraçhane’yi terk eden ya da oradan kaçan sendika yönetiminin gelenekselleşmiş pratiğidir.

Tertip Komitesi’nin kitleyi kontrol edememe kaygısına yönelik gerekçesi, KESK’in ve DİSK’in emekçi sınıfların mücadelesini geleceğe taşıma konusunda bir cüretlerinin olmadığının delilidir. Gerçek bundan ibarettir.

Bugüne kadar gerçekleştirilen cılız eylemliliklerin asıl nedeni kitlenin içinde bulunduğu kaygıdan değil, onun sendika yönetimlerine duyduğu güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Saraçhane’de kalma kararını “bireysel”e bırakmak, “herhangi bir olumsuzlukta biz sizin yanınızda değiliz” demektir. Bu gerçeğe rağmen üyeler alanı terk etmediler. Aynı durum Eğitim-İş üyeleri için de geçerlidir. Hatta CHP tabanından insanlar bile en önde az sayıda da olsa boy gösterdi.

KESK’in bugüne kadar gerçekleştirdiği manipülasyon Saraçhane’de boşa düştü. Bu gerçek teşhir edilmelidir. Bireysel kararla alanda kalınacaksa işçi emekçi neden sendikaya üyedir? Son beş yıldır üye, bu sendikal bürokrasiyle karşı karşıya kalıyor. Bunun adı, sınıf uzlaşmacılığı, burjuvazi ve egemenlerin değirmenine su taşımaktır: “Biz alanı terk ediyoruz, siz de ‘zorluk çıkaranlara’ istediğiniz müdahaleyi gerçekleştirebilirsiniz!” Verilen mesaj apaçık budur.

Alanlar bu yüzden fetişizm değil, aksine sınıf mücadelesinde ilke, tarih ve değerlerin savunulduğu meydanlardır. Sınıf mücadelesinin reddi, kendi üyelerini alanda bırakıp kaçmayla sonuçlandı. Her iki konfederasyonun da alanı terk etmesi tarihe geçti. Hem sınıfı meydana çağırdılar hem de sınıftan kaçtılar.

Meslek odalarının durumu da DİSK ve KESK’ten farklı değildi. Alanda gazdan etkilenip fenalaşan insanlar “sağlıkçı var mı aranızda” diye çare ararken ortada bir TTB yoktu. O, halkın doktoru olmayı hiçbir zaman istemedi, hep maske-mesafe uyguladı, kendilerinin de işçi emekçi ailelerinin çocukları olduklarını unuttu. Salgın döneminde zorla aşılanmayı reddedenleri bilim karşıtı olarak lanse eden TTB’nin, ne uyuşturucu ne ilk yardım ne işçi emekçi sağlığı ve mobbing ne halkın psikolojik sağlamlığı ne de emek mücadelesi eylemlerine yönelik sert müdahaleye karşı nasıl bir ilk yardım uygulanıp önlem alınacağı konusunda çalışması var.

“Olağan Şüphelilik” adlı uygulama sırasında, 2010 sonrasında, Çağdaş Hukukçular’ın emekçi halk sınıflarına yönelik böyle bir kursu/eğitimi vardı. Salgın döneminde istifaların önüne engel konulmasaydı, halkı tedavi edecek hekim bulunamayacaktı. TTB alanda yer alırken, emek mücadelesinde yitirdiği sağlıkçıların fotoğraflarını taşıyabilirdi. Aynı şekilde, Eğitim-Sen de dezenfektan yapımı sırasında hayatını kaybeden Ramazan Şahin’in, öğrencilerin gözü önünde küçük düşürülmeye çalışıldığı için yaşamını yitiren Halil Serkan Öz’ün, hak temelli mücadelede biber gazına maruz kalarak yaşamından edilen Metin Lokumcu’nun fotoğraflarıyla alana girebilirdi fakat TTB de KESK de tarihsiz bir mücadele üretmeye çalışıyor.

TTB’nin mücadeleyi tarihsiz kılmak istemesinin nedenini yandaki görselde aramak gerekiyor: Seksen öncesinde katıldığı 1 Mayıs’a proleter demokrasisi, bugünküne ise orta sınıf burjuva demokrasisi anlayışı hâkim. İkinci fotoğrafta bireyin zafer işareti, liberal anlayışın siyaseti olarak sınıfa dayatılıyor.

Ülke solunun, sendikaların ve demokrat kesimin sahiplendiği TTB genel başkanı Şebnem Korur Fincancı, tüm bu çevreleri yüzüstü bırakarak dağılma çağrısına ortak oldu.

TMMOB’un “lideri” ise üç gün önce Kazancı’da epik tonda işçi emekçi sınıf adına hesap sorma iddiasını ve alanı terk etti. Depremler, yangınlar, seller, iş cinayetleri, maden göçükleri ülkesinde TMMOB son on yıldır hep geri çekildi. TMMOB, şehir suçu saydığı Maltepe dolgu alanında 1 Mayıs kutlamaya ortak olan bir meslek odasıdır. Kentsel dönüşüm adı altında elektriği ve suyu kesilerek evleri boşaltılan halkın yanında TMMOB’u göremezsiniz. O da kentsel dönüşümün ortağıdır. CHP’li belediye başkanının kefil olduğu TMMOB bürokratının yaptığı rezidans Hatay’da çöktü ve insanlar can verdi. TMMOB sessiz kaldı. Bu açığını kapatmak için Maraş’taki kurum binalarının ne kadar sağlam olduğunun ve depremde zarar görmediğinin reklâmını yaptı, ama bizzat onay verdiği, yıkılan yüzlerce bina konusunda tek bir laf etmedi.

TMMOB, vatan toprağı olan, doğasını savunan köylünün yanında da yer almaz. Gelinen aşamada TTB de TMMOB da işçi ve emek düşmanlığında konumlanıyor. Her ikisinin de 1 Mayıs Tertip Komitesi’nde yer almasının hiçbir karşılığı yok. Ortada bir tertip varsa bu tertip, 1 Mayıs’ın tasfiye edilmeye yöneliktir.

Peki ne eksikti? Her şeyden önce 1 Mayıs’a giden süreçte iş yerlerinde ve mahallelerde çalışma yapılmadı. Alana CHP’li belediyelerde çalışan DİSK’li işçiler taşınmadı. “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında emeği sömürülen sağlık emekçileri için sağlık kurumlarında 1 Mayıs öncesi çalışma yapılmadığı gibi bu insanlar alana da getirilmediler. Yeni bir sömürü iş koluna dönüştürülen motokuryeler sendikalarca 1 Mayıs’a taşınmadı.

İstanbul özelinde emeği en çok sömürülen iş alanlarından biri esnaf kuryeler. Kazanımla sonuçlanan direnişlere imza attılar. Zincir market ve depo çalışanları, atölyelerde emeği sömürülen tekstil işçileri, inşaat işçileri için güçlü bir çalışma yapılmadı. Tozkoparan, Fetihtepe, Tokatköy gibi kentsel dönüşüm mağduru mahalleli halk, pankartlarıyla 1 Mayıs korteji oluşturmadı. Ücretli ve özel sektör çalışanı eğitim emekçileri, MESEM mağduru öğrenci velileri, sezonluk çalışan okul işçileri de 1 Mayıs bilinciyle kuşatılmadı. 1 Mayıs öncesi yükselen emek dinamiği doğru bir şekilde kanalize edilemedi.

Günler öncesinden “1 Mayıs’ta Taksim’deyiz” diyen Birleşik Kamu İş Federasyonu da cılız bir kortejle Saraçhane’ye geldi ve direnme kararlılığını göstermedi; Tertip Komitesi’ni değil, CHP başkanını dinledi. Eğitim-Sen, Eğitim-İş ile birlikte grev kararı alıyor fakat emeğin birliği ilkesine rağmen onu Tertip Komitesi’ne bile almıyor ama her iki sendika da CHP’nin peşine takılıyor.

Tertip Komitesi’nin disiplinden kaçıp bireysel özgürlüğü eşitliğin önüne koyan sınıf uzlaşmacı tavrı, bu 1 Mayıs’ta net şekilde açığa çıktı. Onların yücelttiği ve siper olduğu belediye başkanları, aydınlar, sanatçılar ne alana geldi ne de yürüyüşe geçti.

Kadın hareketi olarak yüceltilen ve 25 Kasım’da demir bariyerleri aşma iradesi ortaya koyan feminist hareket 1 Mayıs’ta yoktu. Yıllardır bu hareketi ve Kürt siyasetini emek mücadelesinde birleştireceğini iddia eden sendika, parti ve çevrelerin söyleminin somut temellere dayanmadığı bir kez daha görüldü. DEM Parti alana bir otobüs çekti. Eşbaşkanı gelince Kürtçe slogan attırmaya çalışan KESK ajitatörleri de partililer de barikatın önünde yer almadılar. Nevruz’da görülen kitle 1 Mayıs’ta yoktu fakat Nevruz alanında sol çevreler ve sendikalar yer almıştı. Van için gösterilen irade Taksim için gösterilmedi, Filistin için de gösterilmedi. Milliyetçi politikaların geldiği nokta burası.

DEM, İstanbul’da inşaatlarda ter döken Kürt işçileri alana taşıyabilirdi ama bunu yapmadı. Adana 1 Mayıs’ında ise alana emek dışı bir pankartla girmek istedi. Onun yürüdüğü hat emeğin çok uzağında.

Herkes CHP, DİSK ve KESK’in alanı terk etmesini eleştirirken DEM’in tutumunu ele alan yok. DEM gibi bir partinin Kürt işçi ve emekçileri neden 1 Mayıs bilinciyle kuşatmadığı sorgulanmıyor. Barikat önünde DEM flaması görülmedi ama o, sadece otobüsten şarkı açmayı tercih etti. İstanbul’daki kitlesinin bu kadar olmadığını düzenledikleri mitinglerden biliyoruz.

Diğer partilere gelince, tasfiyeci sollar, en baştan DİSK’in ve CHP’nin yanında konumlanarak, Beşiktaş koluyla arasına çizgi çektiler. Ambulansın peşine takılarak, kırmızı ışığı geçmeye çalışan taksici gibi bir tavır içine girdiler. Sınırlı kitleyle Taksim’e çıkacaklardı ama öyle olmadı.

Bu politika tutmayınca uzak durup kriminalize ettikleri çevreler ve emekçiler barikatı zorlayınca bu kez de EMEP, bu kitlenin ardında konumlandı fakat harekete geçmedi. Basına yansıyan tüm videolarda bu gerçek görülebilir. EMEP en baştan beri, “Taksim dışında hangi nokta olursa olsun” politikasını yürüttüğünden, 2024 1 Mayıs Platformu bileşenlerinin paylaşımlarına göre “Şirinevler’den yürüyüş kolu oluşturalım, orada toplanalım, diyecek aşamaya geldi. Alanda da harekete geçmediği gerçeği, Evrensel yazarı Nuray Sancar’ın 1 Mayıs’ı değerlendirdiği yazısından anlaşılabilir. Sert müdahaleye maruz kalan işçi emekçi insanlara “gençler” diyen yazar yazısında “gençlere yazık oldu”ya kadar vardırılabilecek bir dil kullanıyor. Emek Gençliği’nin neden harekete geçmediği yazıda net biçimde görülüyor. Direnen ve iradesini ortaya koyan işçi emekçi sınıfa mensup insanları “gençler” diyerek kategorize etmek, ortaya konan iradeye “gençlik anarşizmi” demekle aynıdır, bunu doğrudan diyemiyor. Kaldı ki önde yer alan kitlenin içinde her yaştan insan vardı, sadece kendiler gibi işçi partisi olduğunu iddia eden tasfiyeci çevreler yoktu, geride durup poz vermeyi tercih ettiler ve yerlerinden kıpırdamadılar.

Eleştirilerde yüklenilen diğer bir parti de CHP. Parti başkanı görev/rol çalmaya çalışmadan, DİSK’in talimatını yerine getirdi. “Sendikalar yürürse biz yürürüz, karar onların” dedi ve aldığı karara yanlış da olsa sadık kaldı. CHP, işçi partisi olduğunu iddia etmiyor, o eleştiriliyorsa Kürt’ün CHP’sinin de eleştiriye tabi tutulması gerekiyor. Her iki parti de işçi emekçi karşısında burjuvazinin yanında saf tutuyor.

Sendikalar sınıfı, CHP de halkı yüzüstü bıraktı. Aradaki tek fark, CHP’nin bu adımı atacağının sinyalini bir gün önce vermesiydi.

Sol CHP’leşti, CHP bunu zorla yapmadı, sol kendi tarihini reddetti ve tasfiyeci oldu. Olmayanlar da hem İstanbul’un farklı noktalarında hem de Saraçhane’de bugüne kadarki tüm hatalarına rağmen sınıfın iradesini ortaya koydu. Öyle olmasaydı, Tertip Komitesi alanı dağıtma çağrısında bulunduğunda kitle terk ederdi ve Tertip Komitesi’ni yuhalamazdı.

Solun burada öğreneceği bir şey var: İstanbul’un farklı noktalarından Taksim’e birbirinden bağımsız şekilde yürüselerdi, ki yürümüyorlardı, Saraçhane’de omuz omuza durmanın ne anlama geldiğini öğrenemeyeceklerdi. Bugüne kadar içeriği dolu bir özeleştiri vermedikleri gibi dar grup rekabetçiliğiyle bu aşamaya geldiler. Her şeye rağmen işçi emekçi sınıfın iradesini ve emeğini, tarihini, değerlerini, ilkelerini Saraçhane’de pratiğe döktüler. Sendikalar terk ettiği halde kaldılar. Yine tasfiyeci parti yönetimlerine karşın bu çevrelerin emekçileri Taksim iradesi göstermiştir.

Tekrar başa dönersek, DİSK yöresine yanaştığı CHP ile Saraçhane’den yürüyüp kriminalize ve marjinalize ettiği çevreleri Beşiktaş’a sıkıştıracakken Beşiktaş, yüzünü Saraçhane’ye çevirdi. KESK ve TTB bu sorumluluğu omuzlayamadığından, son gün “Saraçhane” diyerek DİSK, TTB ve CHP’nin kurduğu oyunu bozdu. Beşiktaş’ta kalsaydı dağılma çağrısını TTB ile birlikte yapacaktı. Bu yükü omuzlayamadığı için Tertip Komitesi’nin olduğu alana giderek sınıf uzlaşmacılığını beşli bileşen olarak paylaşmayı tercih etti.

KESK’in kurduğu denklemi ne bozdu? DİSK, en baştan beri KESK’le ortak çalışma yürütmeye yanaşmadı. 31 Mart seçiminin rüzgârına kapılan DİSK, kulis çalışmalarıyla sürece damgasını vurdu. Bunun üzerine KESK ile görüşen 2024 1 Mayıs Platformu, KESK’e tarihi Şişli kolunu oluşturma önerisinde bulundu. KESK, üye profilinin bunu kaldıramayacağını ve yürümeyi göze alamayacağını iddia ederek, Beşiktaş’ta toplanıp açıklama yaptıktan sonra yürümeden dağılma yönünde politika geliştirdi. Beklediği şuydu: “2024 1 Mayıs Platformu, tarihi Şişli yürüyüş kolunu oluşturur, biz de Beşiktaş’a gideriz, sorun çıkmadan dağılırız.” Fakat kendi içinde Beşiktaş tartışmasını yürüten platformun önemli bir bölümü de Beşiktaş deyince KESK bürokratlarının DİSK’ten farklı olmadığı ortaya çıktı. Sürecin sorumluluğundan kaçan KESK bürokratları, “Beşiktaş’a fiziki olarak ulaşma imkânı kalmadı” diyerek, son gün öğleden sonra Saraçhane kararı alınca “Beşiktaş” diyen platform bileşenleri de “Saraçhane” diyerek alan değiştirdi. KESK’in oyununu bozan süreç bundan ibarettir çünkü KESK, OHAL döneminde de direnişçilerini yalnız bıraktığı gibi aynı üyeleri kongrede ihraç etmiştir. KESK, Beşiktaş’a fiziki ulaşım imkânı olduğunu düşünmüştü ta ki platformun da Beşiktaş kararı aldığı ana kadar. Şişli’de aynı engellemenin daha önce yaşandığını iddia eden KESK, sürekli alan değiştirdi. Ne olmasını bekliyordu? Neden “Beşiktaş’a bireysel gelin” diyordu? Neden “Sendika şapkaları ve önlüğü giyin” diyordu? “Saraçhane” dedikten sonra üyelerine neden CHP otobüsleriyle gelmelerini önererek “Yenikapı’da buluşalım” dedi?

Bir sendika düşünün ki üyeleriyle birlikte yürümekten imtina ediyor. İnsanlar bir tiyatro ve konser etkinliğine giderken bile grup halinde hareket ediyor ama KESK, bir arkadaşlık grubu olmanın bile gerisinde konumlanıyor.

Saraçhane-Şişli-Beşiktaş-Saraçhane süreci böyle gelişti ve bu süreç, Tertip Komitesi’nin alanı terk etmesiyle sonuçlandı. Kaçılan gerçek sınıf mücadelesiydi, sınıfın tarihi ve öfkesiydi. Tüm tarihsel eşiklerde Tertip Komitesi ve onun yanına hizalanan tasfiyeci partiler yine bir eşikte emekçi halk sınıflarını alanda bırakıp kaçtı ama üyeleri kaçmadı.

Tartışılması gereken başka bir gerçekse şu: İşçi olmayan bürokratların işçi sınıfı partisi ve sendikalarını yönettiği, işçi partisi olduğunu iddia eden fakat işçi olmayan vekillere sahip partilerin olduğu, emek dışı mücadelede konumlanan TTB ve TMMOB’un Tertip Komitesi’nde yer aldığı koşullarda işçi sınıfının ve emekçi sınıfların onların düzenlediği 1 Mayıs’a gelmemesidir/gelmeyeceğidir.

Tavizin tavizi doğurduğu, meselenin basit bir alan tartışması olmadığı yönündeki iddiamız hayat tarafından doğrulandı. Tertip Komitesi, büyük iddialarla işçi emekçilere Taksim’e yürüme sözü verdi ama alandan kaçtı. Ortada bir taviz olsa daha iyi.

Sergilenen pratik, egemenlere ve burjuvaziye dostluğun pratiğidir. Kufelilerin “Temsil senin hakkın. Gel bizi Muaviye zulmünden kurtar” diyerek Hüseyin’i çağırıp Kerbela çölünde 72 kişi olarak bırakması gibi. “Taksim sizin hakkınız” diyerek sınıfı alana çağırdıktan sonra alanı terk etmek, olsa olsa çölde yalnız bırakmanın yeniden üretilmesidir fakat çölde vaha görenler, Tertip Komitesi ve tasfiyeci siyasetlerdir.

Not düşmek gerekirse: “Tertip Komitesi alanı neden terk etti?” tepkisine “Barikatı aşmak mümkün değil, neden terk etmesin?” yanıtı verilebilir. En azından sınıfa verdikleri sözün arkasında, barikatın önünde, sınıfın yanında durabilirlerdi ama bunu bile yapmadılar.

Ayrıca, Perinçek’in 2014 1 Mayıs’ında söylediği “Birtakım başı bozuk gruplar oralarda tertip kokan hazırlıklar içindeler. İşçi sınıfı Taksim’de değil, İşçi sınıfı Kadıköy’de. Turuncu kuvvetler, küresel merkezler tarafından yönlendirilen turuncu kuvvetler Taksim’de, halkımızı uyarıyoruz” sözleri, bugün Tertip Komitesi tarafından pratiğe dökülmüştür ve Tertip Komitesi alanı da sınıfı da terk etmiştir.

S. Adalı
3 Mayıs 2024

02 Mayıs 2024

, ,

Makul Sendika


DİSK genel başkanı, dün akşam Halk TV’ye çıkarak, bugün Taksim’e yürümek üzere Saraçhane’de olacaklarını, ellerindeki mahkeme kararıyla yürüyeceklerini açıkladı. Bugün ise Saraçhane’de Bozdoğan Kemeri’ne doğru kortejler yürüyüşe geçince engellemeyle karşılaşıldı. Buna rağmen, alana gelen kitle, kortejlere ilerlemesi için destek verdi çünkü DİSK’in ve sendikaların Taksim’e yürüme sözüne güven duydular, fakat tertip komitesi eylemi sonlandırdığını bildirince, bir yandan biber gazına maruz kalan kitle, “Satılık sendika istemiyoruz” diye slogan atarak tertip komitesini protesto etti. Sendika iş kolu başkanları da kitlenin arasından geçerken tepkilerle karşılandı. Taksim’e yürüyüşe geçen kortejler neden bunu yaptı?

DİSK’in kurduğu oyun 1 Mayıs’a bir gün kala bozuldu. DİSK, 2 Nisan’dan beri “Taksim” dese de hiçbir meslek odası, sendika ve emek çevresiyle bir araya gelmedi. KESK ve TTB’yi ikinci yürüyüş kolu adı altında Beşiktaş’a gönderdi. Beşiktaş’a ulaşım güçleşince KESK ve TTB, son gün “Saraçhane” dedi. Burada bir ayrıntı var. DİSK’in birlikte hareket etmek istemediği çevreler de “Beşiktaş” demişti fakat onlar da daha kitlesel 1 Mayıs kutlanması için son gün “Saraçhane” deyince, DİSK’in kurmaya çalıştığı denge altüst oldu.

DİSK’in oyunu neydi? Bu oyun kurulumuna göre DİSK; TMMOB, CHP ve tasfiyeci sol partilerle birlikte Saraçhane’de toplanıp yürüyüşe geçecekti. Ya kısıtlı bir temsilciler grubu olarak, alınan izinle, engellemeleri aşıp Taksim’e yürüyecekti ya da dar kitleyle Saraçhane’de kendi gösterisini yapacaktı. Esasında her iki ihtimal de birlikte düşünülebilecek olgulardı.

Bu denkleme göre DİSK ve CHP, 31 Mart rüzgârını 1 Mayıs’ta estirecekti. Eğer öyle olsaydı, bugün Saraçhane’deki engelleme ve barikatlar Beşiktaş’a kayacaktı, fakat öyle olmadı. Tarih o şekilde işleseydi, DİSK, Beşiktaş’ta toplanan kitleyi “marjinalize” ve “kriminalize” edecekti. Fakat bu tasfiye hareketinin okları âdeta bir bumerang gibi DİSK’e döndü. Son gün alınan Saraçhane kararıyla alana gelen kitle Taksim yönünde yürüyüşe geçince, DİSK’in tertiplediği komite, sınıfı ve kitleyi yarı yolda bıraktı, alanda yuhalandı. 

DİSK, kendisini tasfiye etti. Bu 1 Mayıs, tarihe ve takvime DİSK’in kendini tasfiye ettiği gün olarak işlendi.

Kitlelerin ortak tepkisi şuydu: “Taksim’e yürüyeceğiz diyerek bizi buraya çağırdıktan sonra neden yarı yolda bırakıp gidiyorsunuz!”

DİSK ise yaptığı açıklamada iletişim ve koordinasyon eksikliği yaşandığını iddia ediyor. Öyle değil, çünkü DİSK, bir tertip komitesinin oluşması için açılması gereken yola bir ay boyunca taş koydu. 

DİSK yönetimi, bugünden sonra katıldığı her etkinlikte ve mecrada önce kendi üyesi işçiler tarafından protesto edilecektir.

Saraçhane ile Beşiktaşı ayrıştırma stratejisi, DİSK’in ve TMMOB’un aleyhine sonuçlandı. TMMOB “lideri”, Kazancı’daki 1 Mayıs anmasında, işçi katliamları için hesap sorulacağını iddia ediyordu ama bugün DİSK ile birlikte alandan çekildi. 

TMMOB, KESK ve TTB’nin tavırları başka bir yazıda ayrıntılı değerlendirilecektir, ama yine de burada şu soru sorulabilir: Alanda biber gazına maruz kalan insanlara ilk yardımda bulunmak için TTB kalamaz mıydı? Tıpkı salgın döneminde yaptığı gibi TTB, sosyal mesafe koymayı tercih etti. Salgında ürettirdiği maskeleri bugün alanda gaza maruz kalan işçi emekçi kitleye dağıtabilirdi. TTB hakkında da ayrıntılı bir yazı kaleme alınacaktır.

Alanda insanların sordukları diğer bir soru da şuydu: Neden Saraçhane’ye giriş serbest? İnsanlarda kafa karışıklığı oluşturan durum da buydu. DİSK’in Beşiktaş planı gündeme gelmeyip en başta “Saraçhane” denilseydi, bugün o alana da kimse alınmazdı fakat son gün Beşiktaş yürüyüş kolu Saraçhane dediğin anda artık Saraçhane için DİSK’e verilen izin/söz de iptal edilemedi. Beşiktaş’ta sert müdahaleler yaşanırken Saraçhane’de DİSK, makul sayı pazarlığıyla Taksim’e yürüyecekti. Bugün hem alana izin verilmesi hem de Bozdoğan Kemeri’nin kapatılmasının nedeni bu. Oysa DİSK, tek senaryoya göre hareket etmişti.

Tertip komitesinin iddia ettiği sert müdahaleler argümanı gerçeği yansıtmıyor. Yaptıkları müzakere ve pazarlık sonucu dağılma kararı alındıktan sonra sert müdahale ve kitleyi park içinde kovalamaca başladı. Önce dağılma sözü verildi, ardından kitle, alanda ve alt geçidin yan yollarında sıkıştırıldı.

DİSK gibi KESK de alanda kalma kararını üyesinin “bireysel” kararına bırakınca üyelerinden tepkiler yükseldi, ona rağmen kitlenin en önünde KESK flamalı emekçiler vardı. KESK’e gösterilen bir tepki de sendika önlüğünü çıkarıp alanı terk etmemek şeklinde gerçekleşti.

DİSK, 31 Mart seçimlerinden sonra geleceğin iktidarı olarak gördüğü CHP’ye işçi sınıfını yedeklemeyi hedefliyor ama bugün bu plan bozuldu. İşçi sınıfı, yeni bir sarı sendika istememekle ilgili iradesini alanı terk etmeyerek gösterdi.

Bugün oluşan tablo, DİSK’in bir aydır yaptığı kulis faaliyetlerinin ve uzlaşmacılığının kanıtıdır. Alana işçi tulumuyla gelen motokuryeleri yarı yolda bırakan sendika, 12 Eylül mahkemelerinde giydiği tek tipi halen daha üzerinden çıkarabilmiş değil. O yüzden, yanında “marjinal” gördüğü hiçbir çevreyi istemeyen haliyle esasen egemenlerin ve burjuvazinin yanında saf tutuyor.

1 Mayıs tertip komitesi bileşenlerinin tutumu ve sürecin ayrıntıları “Herkes İçin CHP” yazısında ele alınacak.

S. Adalı
1 Mayıs 2024