Güney Afrika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güney Afrika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2021

, ,

Steve Biko

Irk ayrımcılığının ömrü uzasın diye onu öldürmeleri gerekiyordu.

[Nelson Mandela]


 

Steve Biko, 18 Aralık 1946’da Güney Afrika’nın King William kasabasında dünyaya geldi. Kasaba, ülkenin en büyük topluluklarından olan Xhosa halkına ev sahipliği yapan Doğu Cape şehrindeydi. Biko, Nelson Mandela ve Başpiskopos Desmond Tutu gibi bu halka mensuptu.

Süreç içerisinde edindiği bu miras, onu sömürgecilik karşıtlığı çizgisine taşıdı. Doğu Cape, 1779’da Xhosa halkı ile yerleşimciler arasında başlamış olan ve yüz yıldır devam eden Sınır Savaşları’nın sürdüğü yerdi. Dokuz ayrı savaşın verildiği bölge, sürekli zulme tanıklık etti.

Nihayetinde yerli halkın sırtına ciddi bir yük bindiren savaşlar, Xhosa halkına ait toprakların ilhak edilmesi ve Britanya’nın sömürgeci idaresinin tesisi ile sona erdi. Buna karşın Xhosa halkının sömürgecilik karşıtı mücadele geleneği, Doğu Cape’in direniş tarihine ve ileride oluşacak direniş hareketinin ruhuna kazındı. “Xhosa’nın peygamberi” olarak tarif edilen Biko gibi isimler, hareketi özcü ve mesihçi bir anlama kavuşturdular.

Biko’nun hayat hikâyesini kaleme alan Xolela Mangcu, Biko’nun siyasetine dair muazzam bir özet sunuyor ve onun halkın bilincinde yeniden yer etmesini sağlayacak süreci başlattığını söylüyor.[1] Mangcu da aynı sorunu ele alıyor: “Steve Biko tam da Güney Afrika gibi bir üründür. O, Doğu Cape’teki Xhosa halkı içinde geçirdiği çocukluğun geride bıraktığı çok etnisiteli siyasi mirasın bir sonucudur.”

Biko küçük yaşta babasını kaybeder. Onu kendisinin üç kardeşiyle büyüdüğü, beyaz ailelere ait evlerde hizmetçi olarak çalışan annesi büyütür. Annesinin maruz kaldığı ırkçılık, onu derinden yaralamış, politik ideolojisini etkilemiştir.

1963’te ağabeyinin okuduğu Lovedale Enstitüsü’ne kaydolur. Ağabeyi, Panafrika Kongresi’nin askerî kanadının üyesi olması şüphesiyle tutuklanıp hapse atılır. Polis, Steve Biko’yu da sorgular. Onun da ifade ettiği biçimiyle bu türden tutuklamalar ve baskılar, siyahların politik manada sinmesine neden olmakta, sonuçta siyahlar, politik ve ekonomik isteklerini dillendiremez hâle gelmektedirler.[2]

Bu anlamda Biko, siyahların akıllarına ve dillerine vurulmuş zincirleri kırmayı gündemine alan siyah bilinci geliştirmek ister. Polis sorguları ardından Biko tutuklanmaz, ama okuldan atılır. Eğitimine bir süre sonra Roma Katolik yatılı okulunda devam eder. Okuldaki rahip ve rahibeler, onun ileride siyahî teoloji ile ilgili görüşleri için gerekli zemini hazırlar.

Okuldan mezun olduktan sonra tıp okumasını sağlayacak bir burs kazanır. Bu bursla Natal Üniversitesi’ne giden Biko, öğrenci hareketine katılır. Bu süreçte Biko, bir yandan da ağabeyinin tutukluluğuna ilişkin dersler çıkartır.

Devletin siyahlara yönelik muhalefetin yoğunluğunun azaldığını gören Biko, siyahların mücadeleye katılımını esas olarak beyazların hâkim oldukları Ulusal Güney Afrikalı Öğrenciler Birliği türünden yapıların azalttığını tespit eder. Bu örgütlerin yüze çaldıkları makyajın değişmesi mümkün değildir, çünkü ırk ayrımcılığının hüküm sürdüğü Güney Afrika’da üniversiteye ağırlıklı olarak beyazlar gidebilmektedir. Bu sebeple siyahları ve beyazları içeren bu türden örgütler, esasında çelişkili bir biçimde, ırklararasında baskın olan eşitsizliği beslemektedirler. Bu noktada Biko, “bize asıl beyazlar zulmediyor, ama bir yandan da o zulme karşı muhalefeti de temelde onlar yapıyor” sonucuna ulaşır.

Aslında Biko’nun siyahları ve beyazları birlikte içeren örgütlere yönelik eleştirisi, bu tür örgütlerin siyah azınlığın değil, liberal beyaz çoğunluğun çıkarlarını temsil ettiğine dair tespitine dayanmaktadır. Bu türden örgütlerde ırksal imtiyazların mevcut yapısal formlarını temsil eden ve muhaliflere emirler yağdıran kişiler, gerçekte Biko’nun oluşturmak istediği bilinçle çelişmektedir. Siyahların politik mücadelelerini ileriye taşımaları için önce o mücadelenin dizginlerini ellerine almaları gerekmektedir.

Bu tespiti uyarınca Biko, dünya genelinde politik ve toplumsal hareketlerin zirvede olduğu 1968 yılında Güney Afrikalı Öğrenciler Örgütü’nü (SASO) kurar. Bu örgüt, ırk ayrımcılığına karşı mücadelelerini yönetme hakkını siyahlara verecektir.

SASO, siyahlararası dayanışmanın sahip olduğu erdemleri yücelten ve politika sahasının merkezine siyah olmanın onurunu yerleştiren Siyah Bilinci Hareketi’nin ilk somutlaşmış hâli olarak görülebilir. Artık siyah öğrencilerin çilelerini, dertlerini anlatmaları için beyaz sözcülere ihtiyaçları yoktur, ayrıca siyahlar, eşitlik taleplerinin örgütler eliyle susturulmasını kabullenmek durumunda da değildirler.

Bu süreçte siyahlar kendi aralarında ilişki kurmaya başlarlar, böylece siyah bilinci ile psikolojik kurtuluş eşanlamlı ifadeler olarak görülür. Bu noktada Biko, Marcus Garvey’nin “Afrika’ya Dönüş” denilen Afrika’nın birliği hareketiyle ilişki kurar. Garvey’nin umudu, siyahların kendilerini zihinsel kölelikten kurtulmaları yönündedir. Başkaları bedenlerini özgür kılabilir, ama asıl önemli olan, zihnin özgür olmasıdır. Bu, Bob Marley’nin Redemption Song şarkısıyla popüler hâle gelmiş politik idealdir.[3]

Siyahların bedenlerini özgürleştirebilmeleri için önce zihinlerini özgürleştirmeleri gerekir. Bu noktada belirtmek gerekir ki Biko, tümden ayrışmayı savunmamaktadır. Bilâkis o, Güney Afrika’daki sömürgecilik karşıtı hareketlerin başarısının etnisite sınırlarını aşabilme becerisine bağlı olduğunu düşünmektedir.

Ne var ki tüm hareketleri esas olarak içinde oluştukları koşullar ve ele aldıkları politik meseleler biçimlendirmektedir. SASO’nun düzene bağlı liberal beyaz örgütlerden uzaklaşma kararı, esasen siyahların beyazlardan aşağı ve düşük seviyede görüldüğü ortama verilmiş zaruri bir cevap niteliğindedir. SASO’nun ırk politikası ve Siyah Bilinci Hareketi, bir bütün olarak zamanla mevcut sınırları aşarak, siyahî ve yerli aktivistleri bünyesine katar.

Biko’nun arkadaşları Malusi ve Thoko Mpumlwana’nın aktardığına göre, “Siyah bilinci hareketinin amacı, beyaz olmayan insanları siyahların olduğu düşünülen bir sosyo-politik blok içerisinde bir araya getirmekti.”[4] Bu sayede hareket, sadece siyahların örgütlenmesine katkı sunmakla kalmayacak, ayrıca beyaz olmayan ezilenlerin en geniş koalisyonunu oluşturacaktı. Zira adil olmayan maddi koşulların çilesini sadece Afrikalılar çekmiyordu. Hareketin oluşturduğu siyah dayanışma hareketi kendisini Panafrika Kongresi’nden ve Afrika Ulusal Kongresi’nden ayrıştırdı.

SASO büyüdükçe eğitimli üniversiteli gençlerin dışına taşıp siyahları bütünüyle kucaklamaya başladı. Bu süreci besleyen pratik bakış açısına sıradan Afrikalıların ihtiyaçlarına odaklanan, benzer örgütlerin düştüğü, toplumla bağı olmayan soğuk tavırla ilgili tuzaktan uzak duran bir dil eşlik etti. Bu girilen yolun sonunda, 1972’de Siyah Halkın Kongresi meydana getirildi. Beyazları dışlayan bu örgüt, siyah bilincini ana felsefesi olarak benimsedi.

Siyah bilinci, siyah olmanın erdemlerini tüm tarihsel ve kültürel yönleriyle yücelten bir yaklaşım içine girdi. Bu amaç doğrultusunda hareket, siyah toplumunun yüzlerce yıllık zulmün, köleliğin ve teslimiyetin kalıntılarından kurtulması gerektiğini söyledi. Bu türden bir psikolojik kurtuluş süreci, ancak siyahlar eliyle işletilebilirdi.

Böylelikle Siyah Bilinç Hareketi, farklı ırklara mensup insanları kucaklayan mücadeleye dair büyük umutlar besleyen Nelson Mandela’nın uzlaşmacı çizgisinden uzaklaştı. Biko’nun siyahların toplumsal ve ekonomik açıdan güçlendirilmelerini ve bağımsızlığını esas alan Siyah Toplulukları Programı’na katılması ile hareketin ulaştığı kitle de genişledi.

Bu program kapsamında sağlık merkezleri kuruldu, çeşitli yayınlar basıldı, politik tutsakların ailelerine destek verildi, okullar ve kreşler inşa edildi. Tüm bu adımlarda amaç, siyahların hem maddi refahını hem de özgüvenlerini artırmaktı. Bu çalışmalara kısmen yön verense bireyin zihinsel kurtuluşunun koşullar değiştirilmeden mümkün olmadığına dair kanaatti.

Biko’nun kurduğu Siyah Bilinci Hareketi bünyesinde üç örgüt bir araya geldi: SASO politik yönü tayin eden radikal öğrenci örgütüydü; Siyah Halkın Kongresi (BPC) insanları bir araya getiren ana yapıydı; Siyah Toplulukları Programı ise insanlara sosyal yardım sunan kuruluştu.

Bu bütünlükçü yaklaşım, Biko’nun topluma ve sistemsel değişim ihtiyacına dair anlayışını yansıtmaktaydı. Özgürlük gibi bir niyet varsa sistemin değişmesi gerekliydi. Avrupalı bir gazeteciyle eşitlikçi topluma dair görüşleri konusunda yaptığı söyleşide Biko, Siyah Halkın Kongresi’nin yürüdüğü yolun anlamlı bir değişimle ilgili olduğunu, bu anlamda ekonomide yürünen yolun ve ekonomi politikalarının yeniden oluşturulması gerektiğini, servetin yeniden dağıtılmasının şart olduğunu söyledi.[5]

Kendi yoldaşlarına ise şu uyarıyı yapıyordu:

“Eğer sadece yönetim kademelerindeki yüzleri değiştirmekle yetinirsek, siyahlar yoksul olmaya gene devam edecek, siz de bir avuç siyahın burjuvalaştığına tanık olacaksınız.”

Siyah Bilinci hareketinin yol açtığı etki, ırk ayrımcısı müesses nizamın sinirlerini bozdu. Bunun üzerine yetmişlerin ilk yarısında hareketin üyelerine yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Hareketin liderleri tutuklandı. İlk başta Biko, doğduğu kasabadan çıkamaz hâle geldi. Yetmişlerin ortasında ise Siyah Halkın Kongresi ile çalışmalar yürütmesine yasak getirildi. Bu süreçte hareket, nüfuz alanını iyice genişletti. Siyahlar arasında militanlık düzeyinin iyiden iyiye artması ile birlikte süreç başka bir yöne evrildi. 1976’daki Soweto Ayaklanması, bu sürecin en somut ve en net ifadesiydi.

Gösterilerin ilk kıvılcımını 1974 tarihli Afrikanca Eğitim Kararnamesi çaktı. Buna göre okullarda Afrikanca eğitim zorunlu hâle getirildi. Bu karara yönelik isyan, Siyah Bilinci Hareketi’ne bağlı gençlerin bilinçlenmesiyle ve kararlılığıyla alakalı bir gelişmeydi. Gençler, kendi tarihlerini ve kimliklerini talep ediyorlardı.

Biko’nun ölümü, devletin artan saldırılarının ardından geldi. Ölene dek politik örgütlü kimliğini terk etmeyen Biko, kurtuluş hareketinin hız kazandığını görüyordu. 1976’taki Terörizm Kanunu uyarınca tutuklanıp hapse atıldı. Kısa bir süre sonra çıksa da tekrar hapse girdi. 18 Ağustos 1977’de bir yoldaşıyla seyahat ederken polisin yola kurduğu barikatın önünde durduruldu. Polis Biko’yu tanımadı. Biko’nun arkadaşı Peter Jones, kimliğini göstermeyi reddetti. Arkadaşının başının dertte olduğunu gören Biko, arkadaşının önüne geçip polise kendi kimliğini gösterdi. Bunun üzerine polis, Biko ve Jones’u iki ayrı karakola götürdü. Jones, gösterdiği cesaret karşısında dayak ve işkenceyle yüzleşirken, Biko’nun ödeyeceği bedel daha ağır olacaktı.

Karakolda çırılçıplak soyulup fena hâlde dayak yiyen Biko, 6 Eylül’de beyin kanaması geçirdi. Durumunun kötüleşmesine rağmen günlerce hapiste tutuldu. Epey bir zaman sonra elleri kelepçeli ve çıplak bir hâlde yüz kilometre ötedeki hastaneye götürüldü. 12 Eylül 1977’de Pretoria’daki hücresinde vefat etti.

Irk ayrımcısı hükümet, Biko’nun başına gelenlerle ilgili haberleri gizlemek için uğraştı. Devletin elinde acımasızca katledilmesi, tüm dünyada yankı buldu ve özgürlük mücadelesinin ateşini harladı.

Özgürlük için dövüşerek ölenler, gerçekte ölü değil şehittirler. Bu, ölümü romantikleştirmek değil, ölenlerin hayatlarını yüceltmek demektir. Sonuçta devletler, kişileri öldürebilirler ama onların fikirlerinin başkalarının hayatları üzerinde bıraktıkları etkiyi yok edemezler.

Sonrasında Biko’nun temsil ettiği Siyah Bilinci Hareketi, yoluna devam etti ve Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına yaslanan yapıyı yıktı. Bu, Stephen Bantu Biko’nun sonsuza dek hatırlanmasını sağlayacak, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı alınmış bir zaferdi.

Biko, Siyah Halkın Kongresi’ni, Afrika Ulusal Kongresi’ni ve Panafrika Kongresi’ni birleştirmeyi umut ediyordu. Bu umut, yazılarının toplandığı İstediğimi Yazıyorum isimli çalışmada karşımıza en fazla çıkan şeydi.

Onun inancına göre birleşik bir cephe kurulduğu takdirde, ırk ayrımcılığına karşı en sağlam ve en güçlü itiraz gerçekleştirilebilecekti. Mandela’nın iddiasına göre o dönem Afrika Ulusal Kongresi’nin lideri olan Oliver Tambo ile bir toplantı ayarlanmıştı ve o toplantıda Biko’nun önerisi ele alınacaktı. Ama o günlerde Biko katledildi.

Bu üç yapının ırk ayrımcılığına karşı bir araya gelme ihtimali ırk ayrımcısı hükümeti alarma geçirdi. Mandela tam da bu sebeple, “ırk ayrımcılığının yaşaması için Biko ölmeliydi” dedi. Biko, tek başına ırk ayrımcısı devlete denk bir güce sahipti. Dolayısıyla onun öldürülmesiyle, şehit olmasıyla, söz konusu eylemi gerçekleştirmiş olan devlet, politik yıkıma doğru sürüklendi.

Hişam Zekai

[Kaynak: The Palgrave Encyclopedia of Imperialism & Anti-imperialism, Yayına Hazırlayanlar: Immanuel Ness ve Zak Cope, Cilt I, Palgrave Macmillan, 2016, s. 25-28.]

Dipnotlar:
[1] X. Mangcu, Biko: A Life, 2004 (Londra: I.B. Tauris & Co. Ltd.), s. II.

[2] Steve Biko, “Our Strategy for Liberation”, Yayına Hz.: A. Stubbs, I Write What I Like: Steve Biko. A Selection of his Writings içinde (Oxford: Heinemann), s. 143.

[3] Marcus Garvey, 1 October Speech by Marcus Garvey, Yayına Hz.: R. A. Hill, The Marcus Garvey and Universal Negro Improvement Association Papers, Cilt III, Kasım 1927-Ağustos 1940 (Berkeley and Los Angeles, CA: University of California Press), 1990, s. 791.

[4] Steve Biko, a.g.e., s. xxvi.

[5] Steve Biko, a.g.e., s. 149.

05 Aralık 2021

, ,

Mandela’nın İktisadî Mirası


Nelson Mandela’nın ölümü bize, Güney Afrika’nın siyah kitlelerinin, ilk olarak Britanya emperyalizmi tarafından teşvik edilen, sonrasında Güney Afrika’nın gerici ve ırkçı beyaz hâkim sınıfı tarafından küçük bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak amacıyla benimsenen acımasız, zalim ve gerici Apartheid [ırk ayrımcılığı] rejimi karşısında kazandıkları büyük zaferi hatırlatıyor. Mandela, hayatının yirmi yedi yılını hapishanede geçirdi ve onun temsil ettiği halk, ABD’nin de içinde bulunduğu büyük emperyalist güçler tarafından desteklenen tuhaf rejimi devirmek için onlarca yıl süren uzun ve zorlu bir mücadele verdi.

Özellikle Margaret Thatcher önderliğindeki İngiliz muhafazakârlarının ve diğer emperyalist liderlerin çabalarına karşın rejim, milyonlarca siyah Güney Afrikalının (madenlerdeki emekçilerin, okullardaki çocukların, varoşlardaki halkın) büyük fedakârlıklarıyla yıkıldı. Güney Afrika halkı, büyük ülkelerdeki işçilerin ve halkın boykotlar, grevler ve politik kampanyalar düzenleyerek gösterdiği dayanışmanın desteğini gördü. Bu, Britanya’daki ve Amerika’daki gerici güçler için büyük bir mağlubiyetti.

Fakat bunun yanında, zamanlaması bakımından Apartheid rejiminin sonu, Güney Afrika’daki beyaz hâkim sınıfın ve büyük kapitalist ülkelerdeki hâkim sınıfların tavırlarındaki bir değişimden de kaynaklanıyordu. Mandela’yı artık “terörist” olarak değerlendirmeme ve siyah bir devlet başkanının kaçınılmaz, hatta gerekli olduğunu kabullenme yönünde alınan soğukkanlı ve gerçekçi bir karar söz konusuydu. Peki bu karar neden alınmıştı?

Güney Afrika’nın kapitalist ekonomisi, çok kötü durumdaydı. Nedeni yalnızca boykot değildi, zira madenlerdeki ve fabrikalardaki siyah emeğinin üretkenliği de azalmıştı. Sanayideki yatırımların niteliğinde ve dış yatırımların kullanılabilirliğinde keskin bir düşüş yaşanmıştı. Bu durum, 1980’lerin ilk yıllarındaki küresel ekonomik durgunluk döneminde sermayenin kârlılığının savaş sonrası dönemin düzeyine düşmesinde ifadesini buldu. Ve diğer kapitalist ekonomilerden farklı olarak, Güney Afrika emek gücünü sömürerek işleri yoluna koymanın bir yolunu bulamadı.



Yönetici sınıf, stratejisini değiştirmek zorundaydı. F.W. De Klerk himayesindeki beyaz liderler, geçen on yıllarda izlediği politikayı terk ettiler; Mandela’yı serbest bırakma tercihinde bulunarak siyahların çoğunlukta oldukları, emek disiplinini yeniden tesis edebilecek ve kârlılığı canlandırabilecek bir hükümetten yana oldular. De Klerk, yaptıklarının karşılığı olarak, Nobel Barış Ödülü’nü 76 yaşında devlet başkanı olan Mandela ile birlikte aldı! Gerçekten de ilk Mandela yönetiminde kârlılık, işgücünün sömürülme oranlarındaki ani ve büyük yükselişe bağlı olarak önemli ölçüde arttı.


2000’lerin başında kârlılık oranları, sermayenin organik bileşiminde makineleşmenin hızlı bir şekilde artması dolayısıyla, sömürü oranlarındaki daha büyük artışa rağmen, azalan bir seyir izledi. Güney Afrika sanayisi, şimdilerde zor durumda, işsizlik ve suç, küresel oranların çok üzerinde ve ekonomik büyüme çöküşün eşiğinde.

Mandela ve sonrasında Thabo Mbeki yönetimindeki Güney Afrika, tam anlamıyla berbat durumda olan siyah çoğunluğun yaşam koşullarında, Apartheid rejiminin acımasız ve keyfi denetimine ve eşitsizliğine son vererek sağlığın korunması, konut sorunu, elektrik, eğitim vb. alanlarda belirli gelişmeler kaydetti. Fakat Güney Afrika, hâlâ dünyada en yüksek gelir ve servet eşitsizliğine sahip ve ekonomideki eşitsizlik, hiçbir zaman siyah kapitalistlerin beyaz olanlara katıldığı durumdakinden daha yüksek olmadı. ANC (Afrika Ulusal Konseyi), açıkça ilân edilmiş sosyalist ideolojisine rağmen, madenlerde ve kaynak sanayilerinde bile hiçbir zaman kapitalist üretim biçimini ortak mülkiyetle değiştirmeye yönelmedi.

OECD, gelişmekte olan ülkelerde gelir eşitsizliği hakkındaki raporunda şunları söylüyor:

“Bir uçta, geçtiğimiz iki on yılda üretimdeki güçlü büyüme iki ülkede (Brezilya ve Endonezya) gelir eşitsizliğinin azalmasıyla el ele gitti. Diğer uçta ise, aynı dönemde dört ülke (Çin, Hindistan, Rusya Federasyonu ve Güney Afrika) ekonomilerindeki güçlü genişlemeye rağmen, eşitsizlik seviyelerinde dik bir artış kaydetti.”

Güney Afrika’nın genellikle varlıklı olan küçük beyaz azınlığı Apartheid rejiminin sonlanmasından pek etkilenmeden konumunu sürdürdü. Yine, OECD raporundan şu tespiti aktaralım:

“Bu özellikle coğrafî ayrımların ırklar arasındaki eşitsizliği yansıttığı Güney Afrika için zorlu bir sorun. Apartheid’ın sonlanmasının ardından gerçek gelirin bütün toplumsal gruplar için yükselmesine rağmen, pek çok Afrikalı hâlâ yoksulluk içinde yaşıyor. Afrikalılar, herhangi bir yoksulluk ölçütünde, kendileri beyazlardan daha yoksul olan Hintlilerden / Asyalılardan daha fazla yoksul olan beyaz olmayan ırklardan da çok daha fazla yoksullar.”

Ve şimdi iş dünyasına egemen olan ve iktidardaki ANC partisinin siyah önderliğinin üzerindeki karşı konması güç nüfuzlarını kullanan zengin siyahlar, zengin beyazlara katılıyorlar. ANC, işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturan siyahlar ile gelişen küçük siyah hâkim sınıf arasındaki keskin ayrımları dışavuruyor. Bu çatlaklar, şimdiye dek kararlı bir kırılma yaşanmadan, zaman zaman patlamalara yol açıyor (yakın zamanlarda greve giden madencilerin siyah bir hükümetin emrindeki polis tarafından kurşunlanması olayında gördüğümüz gibi). Mandela’nın mirası Apartheid’ın sonuydu; eşitlik ve daha iyi bir yaşam için mücadele ise halkının gelecek kuşakları için devam ediyor.

Michael Roberts
6 Aralık 2013
Kaynak

12 Eylül 2020

, ,

Kilise Mensubu Olmayan Bir Gencin Gözünden Kilise

Bu yazı 1972 Mayıs ayında Edendale, Natan’da, Siyah Cemaat Programları tarafından Kilise Mensubu Olmayanlar İçin Ekümenik Eğitim Merkezi’nde düzenlenmiş Siyah Rahipler Konferansı‘nda Steve Biko’nun yaptığı konuşmanın metnidir. Siyah rahiplerin siyah toplumda laik bir Batılının anlamakta zorlanacağı bir ağırlığı vardır. Aynı zamanda onlar üzerinde, statükoya tabi olmaları yönünde de korkunç bir baskı söz konusudur. Siyah Cemaat Programları’nın müdürü Ben Khoapa ve Steve Biko, siyah toplumun bu anahtar konumundaki kesimini “bilinçlendirme”ye çalışmanın önemini fark etmişlerdir.

● ● ●


Bugün burada iki açıdan kendilerinden farklı olduğum bir kitleye hitap ettiğimin farkındayım: Öncelikle bir grup rahibin önünde konuşuyorum, ama ben bir kilise mensubu değilim. İkincisi, hitap ettiğim kişilerin yaşlı insanlar olduğu söylenebilir, oysa ben gencim. Bunlar belki de beni buraya getiren hususlar. 

Kuşaklar arasındaki farkı kapatmaya yönelik bir girişim, genç insanların zihinlerinde hızla modası geçmeye meyyal mevcut herhangi bir ortodoks durumun tekrar gözden geçirilmesi noktasında temel önemdedir. Bir başka önemli mesele ise hızlı bir biçimde sözde diyanetçilerin tekeline giren din kavramını, özellikle Hıristiyanlığı ortaklaştırmaktır. Bu nedenle konuyu kilise dışı bir tarzda ele alacağım.

Bana kalırsa din, insanoğlunun bütün yaratımı kendisine isnat ettiği yüce bir varlıkla ya da güçle ilişkilenme girişimidir. Bizim şu anda elimizdeki özgül model Hıristiyanlık. 

Dünyadaki muhtelif dinlerin tek bir biçim almasının ne kadar önemli olduğu çok açık değil. Bir şey yeterince kesin yine de; bütün dinlerin benzer özellikleri var:

1. Dinler, insanların ahlakî bilincini teşkil ediyorlar. Başka bir söyleyişle, belli bir bağlam içinde, bir halkın ruhsal selametini idare eden bir şartlar/yaptırımlar kümesi her dinde somut ifadesini buluyor.

2. Her din, insanın kökenini ve kaderini açıklamaya girişiyor. Hepsi, insan biçimindeki Âdemoğlu dünyadaki varlığının geçiciliğinde anlaşıyorlar. Hepsi, doğasına ilişkin tanım farklılaşmakla beraber, Âdemoğlunun kökeninin belli bir güçten kaynaklandığına kaniler. Dinler, insanın kaderini ifade ediş biçimlerinde ayrışıyorlar.

3. Bütün dinler, yüce varlığın tabiatına ve onun insanoğluyla ilgili gerçek niyetlerini belirlemenin yolunun ne olduğuna dair hakikatin kendi tekellerinde olduğunu ya doğrudan ya da dolaylı olarak iddia ediyorlar.

Her din yüksek düzeyde ritüel sergiler. Din, yıllar içinde uygulamalarıyla belli bir şablon ve usul geliştirir ve bunlar, sonraki yıllarda dinin esas mesajından ayrılamaz hâle gelirler.

Din, neyse o olarak, örneğin insanın kökeni ve kaderi hakkında bilimin bize söyleyemeyeceklerini söyleyen bir toplumsal kurum olarak ele alınırsa, o zaman başından beri dinin neden gerekli olduğunu idrak ederiz. Bütün toplumlar ve aslına bakılırsa bütün tekil kişiler, ister kadim olsun ister çağdaş, ister genç olsun ister yaşlı, kendilerini belli bir dinle tanımlarlar ve böyle bir dinin yokluğu durumunda onu yaratırlar. Çoğu durumda din, toplumun diğer kültürel özellikleriyle iç içe geçmiştir. Bu bir anlamda dini, toplumların davranışsal kalıplarının parçası hâline getirir ve insanları dinle güçlü bir özdeşleşme yoluyla o dinin sınırlarına tabi kılar. İnsanlar bir dine tabi olduklarında, yani kültürel düzenlerinden koparıldıklarında, memnuniyetsizlikler baş gösterir ve bazen de açık bir muhalefet ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak denebilir ki çoğu din özgüldür ve özgüllüklerin gereklerine ayak uyduramadıklarında farklı durumlardaki insanlara onların özel durumlarıyla ilgili mesajlar iletebilmeye uyarlanmalıdır. Zira gerçekten de her bir din, benimsendiği topluluğa yönelik bir mesaj taşır.

Bunlar, muhtemelen Hıristiyanlığı Güney Afrika’ya getiren insanların aklında öncelikli yer tutan şeyler değildi. Hâlbuki Hıristiyanlık, antik Roma’dan Judea’ya, Londra’ya, Brüksel’e ve Lizbon’a kadar ciddi biçimde kültürel adaptasyona uğramıştı, Cape’e [Cape Town, Güney Afrika –çn.] ulaştığında, nasıl olduysa çok katı bir görünüm kazandı. Hıristiyanlık, beraberinde getirdiği yeni bir giyim kuşam tarzı, yeni âdetler, yeni bir adap, yeni tıbbi yaklaşımlar ve denebilir ki yeni silâh ve mühimmatla kültürün esas öğesi hâline getirildi. Hıristiyanlığın yayıldığı topluluklar, kendilerine özgü kıyafetlerini, âdetlerini, hepsi de pagan ve barbarca olarak etiketlenen inançlarını çöpe atmak durumunda kaldılar.

Mızrak kullanmak vahşiliğin alamet-i farikası sayılır oldu. Çok geçmeden halk, mürtedler (amagqobhoka) ve paganlar (amaqaba) olarak ikiye ayrıldı. Bu gruplar arasındaki giyim farkı, başka bir durumda sadece dinî bir fark sayılabilecek bir meseleyi kimi zaman her iki taraf için de kıyıcı olan savaş hâllerine vardırdı. Mevcudiyetlerinin özünü terke zorlanmış ve aralarındaki farktan dolayı birbirlerine yabancılaştırılmış olan Afrika halkı, sömürgecilerin oyuncağı oldu. Tarih bize gösterir ki her kim yeni düzeni getirmiş ise onun hakkında en çok malumata sahip olan da yine odur. Böylelikle o kendilerine yeni bir düzen getirilenlerin ebedi öğretmeni hâline gelir. Beyaz misyonerlerin, halkın gözünde kendi Tanrıları konusunda “haklı” olmaları durumunda Afrika halkı, bu her şeyi bilen belletmenlerin hayat hakkında söylediği ne varsa kabul ederlerdi. Hıristiyanlığın sömürgecilikle damgalanmış hâlinin kabulü, Afrika halkının direnişinde bir dönüm noktası oldu.

Kilise ve onun günümüz Güney Afrika’sındaki ameliyesi, bu nedenle onun bu ülkeye giriş biçimi üzerinden ele alınmalıdır. Bugün gelinen noktada bile Kutsal Kitap’a getirilen yorumun çarpıklığı dehşet vericidir. Her yerinden adaletsizlik fışkıran ve ırksal bağnazlıktan ötürü sürekli bir baskıya, horgörüye ve açık zulme mahkûm bir ülkede; bütün siyah insanların kendilerini, varlığını duyumsayamadıkları bir Tanrı’nın istenmeyen üvey evlatları gibi hissetmek durumunda bırakıldıkları bir ülkede; baba, oğul, anne, kız, herkesi kuşatan bir mahrumiyet duygusu yüzünden, bugün ile gelecek arasında bir rabıta kuramayarak nevrotikler hâline geldiği bir ülkede, kilise onların güvensizlik hissini, yaptığı içe dönük günah tanımıyla ve“mea culpa” (benim hatam) tavrını teşvik ederek katmerlendiriyor.

Suratsız rahipler, her Pazar kürsüye çıkıp şehirlerde yaşayan siyah halkı hırsızlık, haneye tecavüz, adam bıçaklama, cinayet ve zina gibi tonlarca suçla itham ediyor. Hiç kimse de bunları yoksulluğa, işsizliğe, aşırı nüfusa, okul yokluğuna ve göçmen işçiliğe bağlamaya niyetlenmiyor. Kimsenin nefret uyandırıcı davranışları hoş gördüğü yok, ancak meseleyi elbette bu kadar yüzeysel değil, daha derinlemesine ele almamız gerekiyor.

Beyaz misyonerler, siyah halkı hırsız, tembel, cinsellik düşkünü olarak tanımlıyor ve değerli olan her şeyi beyaz olmakla ilintilendiriyor diye rahiplerimiz eliyle Kiliselerimiz, bahsettiğim bütün o ahlak bozukluklarını, beyazların bize yönelttiği zulmün ve adaletsizliğin tezahürleri olarak değil de beyazların başından beri bizi vahşiler diye tanımlarken haklı olduklarının kanıtı olarak görüyor. Hıristiyanlık daha buraya ilk gelişinde, onu halkın sömürgeleştirilmesi için ideal bir din hâline getiren düşüncelerin ona dâhil edilmesiyle yozlaşmış idiyse bugünlerde de, yorumlanış biçimiyle aynı halkın boyun eğmişliğinin sürdürülmesinde ideal bir din hâline gelmiş durumda.

Ayrıca Kilise’nin başka her yerde olduğu gibi Güney Afrika’da da bürokrasi eliyle bozulduğunu da belirtmek gerek. İnsanların dinî duygularının toplamının ifadesinden başka bir şey değilken hâlihazırda sadece bir birim olarak değil, muhtemelen Kutsal Kitap’ın yorumlanmasında kurumsal hedeflerde olduğu kadar farklılaşmayan güçlü muhtelif birimler hâlinde kurumsallaştı. Artık Güney Afrika’yı Roma Katolik Kilisesi ya da Metodist Kilisesi ya da Anglikan Kilisesi vs. olmadan düşünmek imkânsız; sokaktaki ortalama Metodist’in bir Anglikan’dan ya da bir bağımsız Protestan’dan ne farkı olduğunu bilmiyor oluşu ayrı konu. Bu bürokrasi ve kurumsallaşma, kilisenin önemli önceliklerini bir kenara koymasına ve yapı, finans vs. gibi ikincil, üçüncül işlevlerine odaklanmasına neden oluyor. Bu nedenle Kilise’nin hiçbir şeyle ilgisi kalmadı ve bazılarının onu andığı gibi bir “fildişi kule” konumunda.

Bürokratlaşma ve kurumsallaşmayla el ele giden bir başka mesele, Kilise’yi halktan daha da yalıtık hâle getiriyor: bürokrasi ve kurumsallığın beyazların ellerinde yoğunlaşması. Afrikaan Kiliseleri hariç kiliselerin çoğunun üyelerinin yüzde 70, 80 ya da 90’ını siyahların oluşturduğu bilinen bir gerçek. Ayrıca kiliseleri idare eden gücün yüzde 70, 80 ya da 90 oranında beyazlarda olduğu da biliniyor. Beyazların siyah halkı, tanımadıkları ve çoğu durumda onların çıkarlarını düşünmedikleri de biliniyor. Bu durumda mantıksal olarak ya siyah halkın kiliselerinin onlarla duygudaş olmayan bir yabancı azınlık tarafından idare edildiği ya da birçok siyahın yabancı kiliseleri desteklediği sonucuna varılabilir. Bu ikisinden hangisinin geçerli olduğu pek açık değil, ancak mademki bu ülkede çoğunluğu siyah halk teşkil ediyor, biz ilkinin doğru olduğunu kabul edelim. Demek ki Hıristiyan siyahlar, Hıristiyanlığın hâlihazırda gerçeklikten kopukluğuna göz yummakla kalmıyor, aynı zamanda Hıristiyanlığı halkın meseleleriyle ilgili kılmayı da düşünmeyen, duygudaş olmayan bir azınlığın Kilise işlerinin kontrolünü elde tutmasına müsaade ediyorlar. Bu, daha uzun süre devam etmesine izin verildiği takdirde, sayıları giderek azalan Pazar’ları kiliselere giden insanların hepten tükenmesine yol açacak, asla savunulamayacak bir durum.

Hıristiyanların dini yorumlamayı bir uzman işi hâline getirme eğilimleri de, mistisizmle özdeşleşme hâlinden hızla uzaklaşan bir dünyada, genel bir kayıtsızlıkla sonuçlanacaktır. Bugünün genç insanları, Hıristiyanlığı yorumlayıp ortodoks kısıtlamalarca durdurulmaksızın ondan kendilerine dair mesajlar çıkarabileceklerini düşünmek isteyeceklerdir. İşte bu yüzden Katolik Kilisesi, düzinelerce dogmasıyla hızla değişen dünyaya kendini uydurmak ya da gençleri kaybetme riskini göze almak zorunda. Birçok açıdan bu durum, Hıristiyan dünyadaki bütün kiliseler için geçerli.

Kilise için önerilen değişikliklere eğilmeden önce temel eleştirilerimin neler olduğunu özetlememe izin verin: Kilise,

1. Hıristiyanlığa fazlaca “öbür yanağını çevir”mek anlamı veriyor, hem de hitap ettiği halk her şeyden mahrum edilmiş durumdayken,

2. Bürokrasi ve kurumsallaşma yoluyla güdük bırakılmış hâlde,

3. Örneğin “beyaz eşittir değer” gibi önermeleri örtük olarak benimseyip zımnen sistemi onaylıyor,

4. Çok fazla uzmanlaşma tarafından sınırlandırıyor.

Kendimizi belki de en fazla yönlendirmemiz gereken alan kiliseler üzerinde hakkımız olan denetimi elde etmek. Bunu yapmak için ortak bir amacımız, hedefimiz ve ortak bir sorunumuz olduğunda anlaşmalıyız. Aynı şekilde beyaz emsallerimiz, her ne kadar İsa kanalıyla kardeşimiz olsalar da, ayrıcalıklara göre işleyen bir toplumda, yozlaşmış bir sistemin içinde yetişmiş olarak Güney Afrika’da kardeş olduğumuzu kanıtlayamamışlardır. Açık ya da örtük olarak, bilerek ya da bilmeyerek kiliselerdeki beyaz Hıristiyanlar, kiliselerin Güney Afrika bağlamında doğal karakterini kazanmasına ve böylelikle onun siyahların dertleriyle hemhal olmasına engel oluyorlar.

Birçok siyah kilise mensubu tarafından kiliselerde beyazların hâkim olduğu, zira kiliselerin en iyi beyazların bildiği Batı çizgisine göre biçimlendirildiği söylenmiştir.

Bu nedenle kiliseleri değiştirebilmek için önce bu beyaz model üzerinde bir hâkimiyet sağlamalı, ardından bu modeli bizim değer verdiğimiz, aşkla bağlı olduğumuz, anladığımız ve bizimle ilgili olan bir modele dönüştürmeliyiz. Burada işaret edebileceğim bir husus da kilise bünyesinde idari konumdaki tüm beyazların diğer beyazlarca seçildiğini düşünmenin makul olmadığıdır. Açıktır ki bazıları, bulundukları konuma oy kullanan siyahları onları bu konuma getirsinler diye kurullarına kabul etmeleri sayesinde geliyorlar. Siyah halkın aynı yöntemi siyahları kiliselerde idarî makamlara getirmek üzere kullanmayı öğrenmelerinin tam zamanı. Böyle seçilmiş siyahlar elbette, onlara o iktidarı veren aynı siyah kurul tarafından çerçevesi çizilmiş olan bir nizamnameye göre iş görmek zorunda kalacaklardır.

Odaklanmamız gereken ikinci alan, birçok insanın bugünlerde pek küçümsediği Siyah Teolojisi’ne dair doğru bir kavrayış. Birçok insanın, bir şeye başka açılardan bakarak onun hakkında başka şeyler söyleyebileceği yargısında doğruluk payı var. Hıristiyanlık, soyut ve insanları kuşatan sorunlara asla kayıtsız kalamaz. İnsan hayatına uygulanabilir olması için insanların verili hâllerine ilişkin bir anlam taşıması gerekir. Zulüm gören insanlar varsa, onların bu zulüm hakkında sessiz kalması düşünülemez.

Siyah Teolojisi, bu cihetle, Hıristiyanlığın mevcut duruma dair bir yorumudur. Günümüzün siyah insanını, onun çektiği acılar ve onlardan kurtulma yolundaki girişimleri bağlamında, Tanrı’yla ilişkilendirmenin yollarını arar. İnsanın ahlakî zorunlulukları meselesinde odağı, Referans Kitap’ı satırı satırına takip etmekten, açken yiyecek çalmamaktan, yakalandığında polisi kandırmaya çalışmamaktan; açlıktan ölen çocuklarda, yoksul bölgelerde patlak veren salgınlarda ya da şehirlerdeki haydutluk ve vandalizmde ifadesini bulan acıların kökünü kurutmaya adanmaya kaydırır. Başka bir deyişle odak, küçük günahlardan toplumdaki büyük günahlara kayar. Böylece insanlara “sessizce acı çekme”nin öğretilmesinin önüne geçer.

İşte siyah rahiplerin, eğer Hıristiyanlığın siyahlarla, özellikle de genç siyahlarla ters düşmesini istemiyorlarsa, ciddiyetle ele almaları gereken konular bunlardır. Bizim kendi din adamlarımızın siyahların Tanrı kavrayışının yönünü ve anlamını yeniden biçimlendirerek mücadeleye girmesinin vakti geldi. Hiçbir ulus, inanç olmadan bir mücadeleyi kazanamaz ve eğer bizim Tanrı’ya olan inancımız, onu kendilerine karşı kavga verdiğimiz insanların gözünden görmemiz yüzünden zedeleniyorsa, o hâlde Tanrı’yla olan ilişkimizde açık bir sorun var demektir.

Son olarak siyah rahiplere, aslında bütün siyahlara hatırlatmak isterim ki göklerden dünyaya inip dünya üzerindeki insanların sorunlarını çözmek, Tanrı’nın âdeti değildir.

Steve Biko
[18 Aralık 1946-12 Eylül 1977]

[Kaynak: Steve Biko 1946-1977:I Write What I Like, Heinemann Educational Publishers, 2005, s. 55-61.]

24 Mart 2020

, ,

AbM’den Dayanışma Çağrısı


Abahlali baseMjondolo, Zulu dilinde “gecekondulular” anlamına geliyor. Güney Afrika’da ev tahliyeleri ve barınma hakkı konusunda mücadele yürüten hareketin adıdır. 2005’lerin başında Durban şehrinde yol kapatma eylemleriyle görünür hâle gelmiştir. Yoksulların yaşam koşullarını iyileştirme ve toplumu aşağıdan demokratikleştirme amacını gütmektedir.

* * *

 

Temizlikçi, hademe dâhil hastanelerde bu virüse karşı çalışma yürüten tüm insanlara, hemşirelere, doktorlara ve sağlık uzmanlarına teşekkürlerimizi ve dayanışma duygularımızı iletiyoruz.

Durban şehrinde bulunan büromuzda Che Guevara ve Frantz Fanon’un resimleri bulunuyor. Bu iki isim de ezilenlerin safında yer almış devrimci doktorlardı. Steve Biko, yasakla karşılaşmasından, ardından da katledilmesinden önce bir tıp öğrencisiydi.

Tüm ilerici doktorları, tıp uzmanlarını bizimle birlikte yoldaşça çalışma yürütmeye ve bu salgına karşı koymaya çağırıyoruz.

Ayrıca salgın ile ilgili olarak aşağıdaki on beş talebi dile getiriyoruz:

1. Tüm ev tahliyeleri acilen durdurulmalı.

2. Su, elektrik ve atık tahliyesi konusunda herkese gerekli imkânlar sağlanmalı.

3. Tüm gecekondular, belediyelerin yürüttüğü çalışmalara acilen dâhil edilmeli.

4. Salgına karşı yürütülen çalışmaların ön saflarında olması gerekmeyen ev hizmetlileri dâhil tüm işçilere kriz geçene dek ücretli izin verilmeli. Salgınla mücadelenin ön saflarında olan işçilere mümkün olan tüm koruma sağlanmalı, bakım hizmetleri sunulmalı.

5. Bu kriz döneminde gelir elde etme imkânı bulamayan tüm insanlara belirli miktarda gelir temin edilmeli.

6. Herkesin yeterli miktarda sağlıklı gıdaya erişmesi sağlanmalı. Tüm temel gıda ürünler için teşvikler sağlanmalı ve belirli bir tavan fiyat tespit edilmeli. İstifleme ve vurgunculuk konusunda sert önlemler alınmalı.

7. Tüm gecekondu mahallelerine su verilmeli, buralardaki çöpler toplanmalı.

8. Herkese temizlik maddesi ve tüm diğer tıbbi açıdan gerekli teçhizat ücretsiz olarak temin edilmeli.

9. Virüs testi pozitif çıkan tüm gecekondululara kendilerini tecrit edecekleri güvenli ve insan onuruna yakışır bir barınak verilmeli. Gerektiğinde bu amaç doğrultusunda yeterli sayıda binaya el konulmalı.

10. Virüsle ilgili bilimsel temellere dayanan bilgiler ve insanların virüsten nasıl korunacağına dair bilgiler tüm dillerde paylaşılmalı, herkesin bu bilgilere erişmesi ve bunları anlaması sağlanmalı, gecekondularda yaşayan milyonlarca insan, göçmen tutukluluk merkezlerinde ve hapishanelerdeki insanlar, geliri kesildiği noktada açlıktan ölecek kişiler bu bilgilere sahip olmalı.

11. Kredilerle ve borçlarla ilgili tüm ödemeler askıya alınmalı.

12. Cep telefonu şirketleri herkese ücretsiz veri sunmalı, böylelikle insanların aileleriyle, komşularıyla, hastanelerle ve yoldaşlarıyla ilişkilerini kopartmamaları güvence altına alınmalı.

13. Evraksız olduğu, toprak işgal ettiği, su, elektrik ve atık tahliyesi ile ilgili çalışmaların örgütlenme sürecine katıldığı için devlet tarafından gözaltına alınan tüm insanlar acilen serbest bırakılmalı.

14. Tüm hastaneler, sağlık ocakları ve poliklinikler, kaçak göçmenler de dâhil, Güney Afrika’da yaşayan tüm insanlara acilen açılmalıdır.

15. Test ve tedavi herkes için ücretsiz olmalıdır.

22 Mart 2020
Kaynak

15 Eylül 2019

,

Robert Mugabe



Altı yıl önce Batılı gazeteler, Güney Afrikalı ulusal kurtuluş kahramanı Nelson Mandela’yı sitayişle anarken başka bir kahramanı, Robert Mugabe’yi karalamakla meşguldü. Hatta bir gazete, Mugabe’nin Zimbabwe ekonomisini iflasın eşiğine sürüklediğinden bahsediyordu.

Mandela ve Mugabe, Afrika’nın güneyinde siyahları beyaz idaresinden kurtarma mücadelesinin önemli isimleriydi. Peki Batı, Mandela’ya neden şükranlarını sunarken Mugabe’ye küfrediyor? Mandela, “iyi” bir ulusal kurtuluş kahramanı olurken Mugabe neden kötü ilân ediliyor?

Bunun sebebi, Güney Afrika’da yürürlüğe konulan kurtuluş projelerinin Batı’nın ekonomik çıkarlarını tehdit etmemesi ama Mugabe’nin Zimbabwe’sinin tehditkâr bulunması.

Medyada karşılık bulan propagandaya göre Mandela demokratik olduğu için iyi biriydi, lâkin Mugabe kötüydü çünkü o “otokratikti.” Oysa bu lafların yüzündeki yaldızı aldığımızda karşımıza Batı’nın ve beyaz elitlerin ekonomik çıkarları çıkmaktadır.

Güney Afrika’da toprak mülkiyeti konusunda hâlen daha hâkim unsur, ırk ayrımcılığı döneminde olduğu gibi, beyazlar. Toprakların yeniden dağıtımı süreci en iyi hâliyle kaplumbağa hızıyla ilerleyebildi. Zimbabwe’de ise toprak beyaz yerleşimcilerden alınıp siyah çoğunluğa verildi. Bugün Güney Afrika ekonomisi, beyazların ve Batı’nın hâkimiyeti altında. Mugabe ise ülkesinde ekonomiyi yerlileştirmeye, doğal zenginlikleri ve verimli varlıkları ülke halkının ellerine teslim etmeye dönük adımlar attı.

Batı, Mugabe’yi daha çok Batılı şirketlerin elindeki madenleri millileştirme planı sebebiyle şeytanlaştırdı. Bu plan uyarınca Batı’daki bir avuç zengin yatırımcı, ülkenin madenleri konusunda sahip olduğu aslan payını elinden çıkartmak zorunda kalacaktı. Batı medyasına göre, kendi halkına ekonomisinde önemli bir yer tutan bir şeyin mülkiyetini vermek akla hayale gelmeyecek bir adımdı.

Buna karşılık Mandela, Güney Afrika madenlerinin millileştirilmesine dönük çağrılara kulak tıkadı ve ekonomisinin sağlam temellerde idare edilmesi için gerekli ilke olarak Batı ve beyaz hâkimiyetine onay verdi.

2013’te Financial Times Güney Afrikalı lideri “Sahra-altı Afrikası’nın en büyük ekonomisinin güvenilen bir kâhyası olarak iş görüp katı bir para ve maliye politikası uyguladığı” için göklere çıkarttı. Çünkü Mandela, yabancı yatırımcıların kasalarına Güney Afrika madenlerinden ve tarımından elde edilen kârların akmasını, Afrika Ulusal Kongresi’nin madenlerin millileştirilmesini, toprakların yeniden dağıtılmasını öngören ekonomik adalet programının uygulanması ile beyaz elitlerin yoluna taş konmamasını güvence altına almıştı. Öte yandan millileştirme ve toprakların yeniden dağıtımı Mugabe’nin yegâne projesiydi.

Fakat Mugabe de Batılı işadamlarının çıkarlarını temsil ettiğini söylediği halkın çıkarlarının önüne koyup Mandela’nın uyguladığı katı maliye ve para politikasını benimseyince birden Batı’dan onay aldı ve sevilen bir ulusal kurtuluş kahramanı hâline geldi.

Gelgelelim bu sevginin ömrü fazla uzun olmadı ve Mugabe, başka bir yola girip toprak reformu programına destek olunca o sevginin yerini nefret aldı. Batı’nın Mugabe’ye yönelik aşağılayıcı tutumu, madenlerin kontrolünü halkın eline teslim edecek bir yerlileştirme programını yürürlüğe koyunca daha da sertleşti.

Neticede Mugabe, halkın ekonomik çıkarlarını savunan birine dönüşüp yabancı yatırımcıların ve beyaz sömürgecilerin güvendiği bir kâhya olmaktan çıkmasıyla birden kötü ve şeytanî bir figür hâline geldi. Sonrasında Mugabe, kurtuluş projesine gerçek anlamını kazandırıp halkına politik ve ekonomik egemenliği teslim edince Batı, buna ülkeyi aksi yöne dönmeye zorlamayı amaçlayan yaptırımlarla cevap verdi. Frantz Fanon’un da dediği gibi, “Bir sömürgeci ve emperyalist güç, bir halka bağımsızlık vermek zorunda kalırsa o emperyalist güç ‘bağımsızlık mı istiyorsun? Al bağımsızlığını da açlıktan geber” der.

Batı’nın açtığı ekonomik savaş Zimbabwe ekonomisini kaosa sürüklediğinde Batılı gazeteler, ekonomik güçlüklerin Mugabe’nin “yanlış yönetimi”nin birer sonucu olduğunu söylediler ama asla ABD’de çıkan finansal yardım alınmasına mani olan, ekonomik gelişimi durduran Zimbambe Demokrasisi ve Ekonomisinin Islahı Kanunu’na dönüp bakmadılar. Bu, Nazi işgali ve savaşın yol açtığı yıkımdan ziyade II. Dünya Savaşı sonrası mahvolan Sovyet ekonomisi konusunda sosyalizmi suçlayan yaklaşımları andıran bir yaklaşımdı. Batı medyası, bağımsızlığını elde etmiş Üçüncü Dünya hükümetlerine aynı standardı uyguluyor, yaptırımlara maruz kalan bir ülkedeki ekonomik güçlükleri yaptırımlara değil de yanlış yönetime bağlıyordu. Bu uygulamaya Venezuela’da da rastlıyoruz. Petrol zengini ülkedeki ekonomik sıkıntı, Batı medyasında ABD’nin Carakas’ın orta yerine bıraktığı, ekonomik savaş olarak imal edilmiş atom bombası dikkate alınmadan ele alınıyor.

Demokrat-otokrat karşıtlığı, esasen propaganda amaçlı bir icat. Batılı hükümetler ve medya, Batılı şirketlerin çıkarlarını koruyup destekleyen liderleri meşrulaştırıp kendi halkının çıkarlarını koruyan ve destekleyen, halkının gelişimiyle ilgili ihtiyaçlar üzerinde duran Castro, Kim Jong Un, Maduro, Xi Jinping ve Mugabe gibi liderleri şeytanlaştırmak için bu icadı kullanıyor.

Mugabe’nin toprak reformunu gereken hızda yürürlüğe koymadığından, ekonomiyi yeterince yerlileştirmediğinden tabii ki söz edilebilir ama bu noktada bu tür adımlara karşı olan Batılı hükümetlerin gücünü de dikkate almak gerekir. Öte yandan onun gerçek bir ulusal kurtuluş kahramanı olmadığını kimse söyleyemez. O, kendi ülkesinin yabancıların kontrolünde bulunduğunu, sözde bağımsızlığın sadece yerleşimci azınlığa mahsus olduğunu görmüş bir isimdi.

Stephen Gowans
6 Eylül 2019
Kaynak

10 Temmuz 2019

, ,

İsrail, Güney Afrika, Irk Ayrımcılığı



Asıl mesele şu: İsrail’in ırk ayrımcısı olduğunu, bu açıdan Güney Afrika’ya benzediğini ispatlamaya hiç hacet yok. Birleşmiş Milletler kapsamında yapılmış olan anlaşmalara göre ırk ayrımcılığı genele teşmil edilmiş bir suçtur. Belirli bir durumda şu veya bu ölçüt tatbik edilebilir veya edilmeyebilir, dolayısıyla bir devlete “ırk ayrımcısı” dememiz için bizim onun gerekli koşulları yerine getirip getirmediğine bakmamız, devlette ayrımcılığın kurumsallaşıp kurumsallaşmadığını değerlendirmeye almamız gerekir. Irk ayrımcılığını suç olarak tanımlayan BM anlaşmalarına göre[1] İsrail, kendisine “ırk ayrımcısı” dememizi gerektiren koşulları karşılamaktadır.

Ayrı yolların, evlerin vs. inşa edildiği işgal altındaki Batı Şeria’da Yahudilerle Yahudi olmayanlar (yerli Filistinliler) arasında net olarak görülen ırksal ayrışmanın ötesinde, esasen ırk ayrımcılığı, aldatıcı bir imaja sahip olan İsrail’de hem capcanlı hem de köklü bir olgudur. Hatta İsrail’deki ırk ayrımcılığı Güney Afrika’dakine kıyasla daha çetrefilli, daha gelişkindir. Onun gelişmiş bir biçimidir.

Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı, siyahlarla beyazlar arasında net bir ayrım koyan, siyahlara hak vermeyen, ilkel, ufak, basit bir ırk ayrımcılığı biçimiydi. İsrail’deki ise nispeten daha gizlidir ve “demokrasi” denilen o aldatıcı imajın altında gizlenmektedir. İsrail vatandaşı Filistinliler (yani 1948’deki etnik temizlik harekâtı esnasında hayatta kalmış olanlar) oy verme hakkına sahiplerdir ki bu, Güney Afrika’ya kıyasla önemli bir farklılıktır. Fakat bu insanlara diğer hayatî öneme sahip alanlarda hukuk önünde ayrımcılık uygulanmaktadır. Bu ayrımcılık, sadece polisle değil hukukla da alakalıdır. Buna ek olarak İsrail vatandaşı Filistinlilere verilen oy kullanma hakkı, esasen ırk ayrımcılığını yücelten bir sistem dâhilinde geçerli ve tanımlıdır. Ülkedeki ırkçı yasaların ortadan kaldırılmasını, eşitliğin tesis edilmesini ve devleti tüm vatandaşlara ait olan, gerçek bir demokrasiye dönüştürmeyi vaat eden herhangi bir partinin meclis seçimlerine girmesi bile imkânsızdır.

İsrail’deki sistem, bir ırkın diğerine sürekli hükmetmesini mümkün kılan, yasalarla temellendirilip kurumsallaştırılmış bir ırkçılık sistemidir. Onu ırk ayrımcısı yapan da bu vasfıdır. ABD dışişleri bakanlığı kaynaklı sayısız insan hakları raporunda bile İsrail’de “Yahudi olmayan azınlığa” yönelik uygulanan “kurumsal, hukukî ve toplumsal ayrımcılık” eleştirilmiştir.[2]

Öte yandan belirtmek gerekir ki Kanada gibi birçok başka Batı demokrasisinde de ırkçılık vardır, fakat İsrail’in farkı, bu ülkede ırkçılığın kurumsal ve hukukî bir zemininin bulunmasıdır. ABD, Jim Crow yasalarının hüküm sürdüğü Güney’de ırk ayrımcısı bir düzene sahipti. Bu dönemde beyazlarla beyaz olmayanlar farklı yasalara tabiydiler. Irkçılık başka formlarda hükmünü sürdürmesine karşın, hukukî düzlemde bugün ABD’ye “ırk ayrımcısı” bir ülke denemez.

Örneğin bu noktada Kanada’nın ve ABD’nin kendi yerli halklarına nasıl muamele ettiğine, topraklarında ilk bulunan uluslara nasıl davrandığına bakabiliriz. Tarihsel süreçte iki ülke de ırkçılığı kurumsallaştırmış, söz konusu halkların kendi kaderlerini tayin hakkı inkâr edilmiş, tazminat almalarına izin verilmemiştir. İşte tüm bu olgulara İsrail’de tüm çıplaklığı ile tanık olunmaktadır.

Bir anayasaya sahip olmayan İsrail’de anayasa maddesine denk yasalarla Yahudiler ve Yahudi olmayanlar arasında net bir çizgi çekilmektedir. Yahudi vatandaşlarına verilen haklar Yahudi olmayanlara verilmemektedir. İsrail’e gelen Yahudi göçmenlere anında vatandaşlık verilmektedir. Buna karşılık 1948’de önce Siyonist milislerin, ardından İsrail’in etnik temizlik amaçlı saldırılarına maruz kalan Filistinli mültecilere Yahudi değiller diye, uluslararası hukuka aykırı bir tutum dâhilinde, evlerine dönüş hakkı verilmemektedir. Esasen resmiyette “İsrailli” diye bir milliyet yoktur, “Yahudi” diye bir milliyet vardır. Dolayısıyla İsrail, Filistinlilere vatandaşlık vermemektedir çünkü İsrail’de yüksek mahkemeyi de içeren tüm müesses nizam, İsrail vatandaşlığı diye bir şeyi tanımamaktadır. İsrail’de tanık olduğumuz, işte bu türden bir ırk ayrımcılığıdır.[3]

Diğer önemli bir husus da toprağın neredeyse tamamının devlet üzerinden Yahudi olmayanlara haram edilmesidir. Chris McGreal’in Guardian’da çıkan yazısında da dediği gibi, “İsrail’de başa geçen hükümetler, Araplardan tek kuruş tazminat ödemeden müsadere ettikleri arazilerin yüzde 93’ünü devlet, Yahudi Ulusal Fonu ve İsrail Arazileri Kurumu üzerinden Yahudilerin mülkiyetine geçirmişlerdir. Sömürgecilik döneminde, ardından ırk ayrımcılığı döneminde Güney Afrika’da beyazlara tahsis edilen arazinin oranı ise yüzde 87’dir.”[4] Görüldüğü üzere durum Güney Afrika’dan daha kötüdür. Arazilerin yüzde 93’ü İsrail devletine bağlı Yahudi vatandaşlarının ve dünya genelinde yaşayan Yahudilerin hizmetine sunulmuştur. Bu ırk ayrımcılığı değil de nedir?

İsrail’in uyguladığı işgal, yerleşim ve mültecilerin geri dönüş hakkını inkâr siyasetinin Güney Afrika’daki uygulamalardan daha kötü olduğunu birçok analizci dile getirmektedir. Doğrudur, Güney Afrika İsrail gibi yerli halkı ülkesinden söküp atmak için etnik temizlik uygulamamış, bu insanları toplumsal mühendislik üzerinden işleyen bir tür ırk ayrımcılığı siyaseti ile başka yerlere aktarmıştır. Güney Afrika’da uygulanan asıl plan, siyahların ülkeden kovulması üzerine kurulu değildi. İsrail ise ta kurulduğu günden beri mümkün olduğunca daha fazla sayıda Filistinliden kurtulmak için uğraşıyor, onların topraklarını ellerinden alıyor, üstelik bunları yaparken nasıl oluyorsa dünyanın gazabını üzerine zerre çekmiyor. Ayrıca belirtmek gerek: Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı devletin ordusu bantustanları F-16’larla hiç bombalamadı, İsrail’in Ortaçağ’a has kuşatma pratiğini hiç uygulamadı, büyük katliamlara imza atmadı, Güney Afrika İsrail’in ulaştığı şiddet düzeyine hiç ulaşamadı. Tabii ki Sharpeville’i unutmamak gerek, tabii ki Soweto gibi yerlerde katliamlar yaşandı fakat tüm bunlar, İsrail’in Filistinlilere yaptıkları karşısında sönük kalır. Bu, Desmond Tutu’nun, ANC (Afrika Ulusal Kongresi) lideri ve bakan Ronnie Kasrils ve başka Güney Afrikalı liderlerin tasdik ettiği, dile getirdiği bir gerçekliktir.

Ömer Barguti

[Kaynak: BDS: The Global Struggle for Palestinian Rights, Haymarket Books, 2011, s. 167-170.]

Dipnotlar:
[1] Irk ayrımcılığının uluslararası planda kabul gören tanımı için Uluslararası Irk Ayrımcılığı Suçlarının Önlenmesi ve Cezalandırılması Anlaşması’na bakılabilir: Treaties. Bu konuda 2002 tarihli Roma Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nde de bir tanıma yer verilmektedir: Treaties.

[2] ABD Dışişleri Bakanlığı, Demokrasi, İnsan Hakları ve Emek Bürosu, “2009 Tarihli İnsan Hakları Raporu: İsrail ve İşgal Altındaki Topraklar”, 11 Mart 2010. State.

[3] İsrail’deki işgal, yerleşimci siyaset ve ırk ayrımcılığı üzerine kurulu rejim konusunda daha fazla bilgi almak için bkz.: “United against Apartheid, Colonialism and Occupation: Dignity and Justice for the Palestinian People,” Ekim 2008, Durban Gözden Geçirme Konferansı için Sivil Toplum Konum Belgesi, Cenevre, 20-24 Nisan 2009. BDS.

[4] Chris McGreal, “Worlds Apart,” Guardian, 6 Şubat 2006.

26 Şubat 2017

, ,

Beyaz Irkçılığı ve Siyah Bilinci: G. Afrika’da Beyaz İktidar Kuşatması


Abe Bailey Irklararası Çalışmalar Enstitüsü, Cape Town’da 1971 Ocak ayında bir öğrenci konferansı düzenlemişti. Amaç sağcı Afrikaanse Studentebond’dan (Afrikaan Öğrenci Birliği) solcu NUSAS ve SASO’ya kadar bütün önemli ulusal öğrenci örgütlerinden önderleri biraraya getirmekti. Steve ve Barney (SASO’nun kurucularından Barney Pityana -çn.) de daha sonra editörlüğünü Hendrik W. van der Merwe ve David Welsh’in yaptığı (Cape Town, 1972’de David Philip tarafından yayınlanan) Student Perspectives on South Africa (Öğrenci Gözüyle Güney Afrika) adlı derlemede yer alacak olan bildirilerini sunmak üzere davet edilmişlerdi. Aşağıda okuyacağınız Steve Biko’nun, bildirisidir.

¤ ¤ ¤


Güzellik, zekâ, güç hiçbir ırkın tekelinde değildir ve zafer meydanında hepimize yer vardır.” Sanırım Aimé Césaire, bu sözleri söylerken aklında Güney Afrika yoktu. Bu ülkedeki beyazlar geri dönüşü olmayan bir yola girdiler. Beyaz ırkçılığı bedeni ve zihni öyle pervasızca sömürüyor ki insan, bu ülkede siyahların ve beyazların çıkarlarının “zafer meydanında hepimize yer olması” ihtimalini dışlayacak kadar zıt kutuplarda olup olmadığını kendine sormadan edemiyor.

Beyaz adamın iktidar merakı, onun mutlak bir gaddarlıkla önüne gelen her şeyi yok etmesi sonucunu doğurdu. İktidardakiler siyah toplumunu kadîm amaçları doğrultusunda bölme gayreti içinde siyahları katmanlara ayıran ve belli gruplara ayrıcalıklı muamele öngören bir felsefe geliştirdiler. Daha sonra muhtelif kabileleri kendi içlerine kapatarak buradan kabileler arası husumetlerin gelişmesini ve siyahların enerjilerini sahte “özgürlükler” peşinde koşarak tüketmelerini sağlamayı umdular. Ayrıca, siyahların kendilerini kapattıkları (ve meselenin özünü gizleyen bir biçimde “yurt” olarak adlandırdıkları) bu kozalarda tutulabileceklerini de umdular. Ancak bir noktada iktidardakiler bu Apartheid kurumlarının etkinlik alanını sınırlamak durumunda kaldılar. Siyahların çoğu başlangıçta verilen sözlerin tutulacağından şüphe etmişlerdi zaten, şimdi ise oyuna getirildiklerini idrak etmiş durumdalar. Yerli Temsilcileri Konseyi’nin onu kuranları utandıran bir siyasî bir fiyaskoya dönüştüğü gibi, tahmin ediyorum ki, bu konsey Hacivat’larının çok masraflı olduğunun anlaşılacağı bir zaman gelecektir; sadece maddî açıdan değil, Milliyetçilerin pazarlamaya çalıştıkları hikâyenin inanılırlığı bakımından da. Bu arada siyahlar da kendi dertleriyle -yani kara derileriyle- ilgilenip beyaz dünyadan gelen sahte vaatleri dikkate almamaları gerektiğini öğrenmeye başlıyorlar.

Ayrıca Güney Afrika’nın giderek sertleşen yasaları insanların Apartheid düzenine içkin kötülüğün iyice farkına varmalarına yaradı. Bantu Radyosu’ndaki hiçbir propaganda ya da şu sözde “yurt”lardan herhangi birine verilmiş özgürlük vaatleri siyahları hükümetin niyetinin iyi olduğuna ikna edemez; Afrikalıların kırsal bölgelerden göçe zorlanmasının gösterdiği gibi, insan onurunun ve mülkiyeti üzerindeki tasarrufunun hiçe sayılması devam ettiği müddetçe. Polisin Afrikalıları şehirlerde ve kasabalarda durduk yere taciz etmesi ve insanların başının belası geçiş izni yasalarının (ülke içi pasaport uygulaması -çn.) acımasızca uygulanması beyaz adamın tepede olduğunu ve siyahlara -elbette en büyük kısıtlamalarla- en fazla müsamaha gösterildiğini unutmamamızı sağlıyor. Özel olarak belirtmeye gerek yok gerçi ama, bu gaddarlığa maruz kalan herkes sonuçta kendine şu soruyu sormalıdır: kaybedecek neyim var? İşte siyahların kendilerine sormaya başladıkları soru bu.

Şunu da eklemek gerek: muhalefet saflarında kafa karışıklığı ve düzensizlik hâkim. Bütün muhalefet partileri siyasetin temel taleplerini karşılamak zorundalar. Hem iktidara gelmek hem de adil olmak istiyorlar. Anlamıyorlar ki yerli halkı iktidardan mahrum etmek adaletsizliğe götüren en emin yoldur. Dolayısıyla Birleşik Parti ya da Milliyetçi Parti arasında fark yoktur. Varsa bile kuvvetle muhtemel Birleşik Parti Milliyetçilerden daha sağdadır. İktidara susamışlığın “İngiliz terbiyesi” gibi sözümona ölümsüz özelliklere bile ne derece gölge düşüreceğini fark etmek için bunların ünlü “Bütün Güney Afrika’da Beyaz Üstünlüğü” sloganına bakmak yeter. Afrikalılar siyasî bir hileden başka bir şey olmayan Birleşik Parti’den çoktan el yudular. Melezler de öyle. Eğer Birleşik Parti’nin hâlâ kazandığı oylar varsa bu, kesinlikle ırkçı siyasetinde daha açık olmaya başlamasındandır. Daha da ileri gidip söyleyebilirim ki Birleşik Parti’yle Milliyetçi Parti’nin birleşmesi için yapılacak bir girişim Güney Afrika’da geç bile kalınmış bir siyasî adımdır.

İlerici Parti ile siyahların flörtü ise yasalarca sekteye uğratıldı. Bazı siyahlar siyah bileşenlerini kaybetmektense kendilerini feshetmeyi tercih etmedikleri noktada İlericilerin şeklen de olsa bir saygıdeğerlik kazanma şansını kaybettiğini düşünüyorlar. Ben yine de İlericilerin bu süreçten daha arınmış olarak çıktıklarını düşünmeden edemiyorum. İlericiler hiçbir noktada siyahların gerçek umudu olmamışlardı ki. Onlar her zaman özünde bir beyaz partisi oldular, Afrika’nın güney ucunda beyaz değerleri daha uzun süre korumak için mücadele ettiler yalnızca. Siyahların kendi yoksulluklarını somut anlamda kara derilerine bağlayacakları zaman uzak değil. Ülkeye dayatılan gelenek yüzünden yoksullar hep siyahlar olacak. Bu yüzden siyahların ülkenin zenginliğini bir avuç insanın emrine veren bir düzenden kurtulmak istemelerinde şaşacak bir şey yok. Şüphe yok ki Rick Turner “Günümüz Radikal Düşüncesinin Bağlamı”na hasrettiği makalesinde “siyah bir iktidar büyük ihtimalle sosyalist olacaktır” derken bunu kastediyordu.

Geldik siyahların güvenine en uzun süre mazhar olmuş topluluğa: radikal ve solcu unsurlar dâhil, liberaller. Siyahların yaptığı en büyük hata, Apartheid’a karşı çıkan herkesin müttefik sayılmasıydı. Uzun zamandır siyahlar öfkelerini ağırlıkla iktidardaki partiye yöneltiyorlar, bütün bir iktidar yapısından ziyade. Bir anlamda siyahların kullandığı siyasî dil liberallerden alınmadır. Bu nedenle liberallerle ittifakların kolaylıkla kurulmasına da şaşmamak gerekir.

Güney Afrika liberalleri kimlerdir? Davaya olan katılımlarını olumsuz yoldan ifade eden o ‘ilgililer’ grubu, liberal, solcu vs. gibi adlarla anılan o iyi niyetliler güruhu. İşte beyaz ırkçılığından ve ülkedeki siyahlara yönelik gayrı insani muameleden sorumlu olmadıklarını iddia edenler bunlardır; siyahlarla aynı yoğunluk ve şiddette baskıya maruz kaldıklarını ve dolayısıyla siyahların adam yerine koyulmak için verdikleri kavgada onların da müştereken yer almaları gerektiğini öne sürenler; kısacası beyaz derileri altında siyah ruhları bulunduğunu söyleyenler bunlardır.

Liberaller büyük bir verimlilikle işe koyuldular. Statükoya karşı gelen grupların ırka dayalı yapılarının olmaması gerekliliği diye bir siyasî dogma icat ettiler. Bu ilkeye bağlı kalınırsa, ırkçı politikalar üretilmesine karşı şerbetlenileceğini iddia ettiler. Hatta siyahların neye karşı dövüşmeleri gerektiğini bile belirlediler.

Böyle bir etkiyle, birçok siyah önder liberallerin öğütlerine fazlaca yaslanma eğilimi gösterdi. Aslına bakılırsa uzun zaman önderliğin tek meşgalesi kendileri statükoyla faydasız müzakereler içindeyken “kitleleri sakinleştirmek” oldu. Siyaseten yaptıkları tek iş protestolar ve sınırlı boykotlar yoluyla bir ikna faaliyeti yürütmek oldu; gerisini “adil” İngiliz ahalinin vicdanına bıraktılar.

Bu durum elbette böyle süremezdi. Yeni bir siyah önderler nesli, siyahların siyasî hareketleri ya yasaklanmış ya da hatta sürekli baskılardan ötürü var bile olamamış haldeyken, aslen kendilerinin olduğunu düşündükleri bir mücadeleye beyazların katılımına itiraz etmeye başlıyordu. Bu da sahneyi “siyahların hakları için mücadele” işlerini yürütmeye devam etmeleri için liberallere bir kez daha açıyordu.

Liberaller Apartheid’a karşı olmanın etkili bir yolu diye dayatıp durdukları bütünleşmenin Güney Afrika’da başarılmasının mümkün olmadığını bir türlü kavrayamadılar. Böyle bir bütünleşme ister istemez yapay olacaktı zira bir ırkın üstün, diğerlerinin aşağı olduğu yalanı ile yetişmiş iki tarafa benimsetilmeye çalışılıyordu. Siyahların ve beyazların elele ortak bir düşmana karşı durmalarını ummadan evvel bütün bir düzenin temellerinin sarsılması gerekiyordu. Aksi takdirde, siyahlar ve beyazlar kendilerini üstünkörü biraraya getirilmiş insanlardan müteşekkil bir çevrede bulacaklardı; üstelik yanlarında o çevrenin mahvının nüvelerini de taşır oldukları halde: üstünlük ve aşağılık komplekslerini.

Liberal ideolojinin önerdiği bütünleşme efsanesinin sonu getirilmelidir, zira gerçekte yapay olarak bütünleştirilmiş çevreler siyahları uyutup beyazların vicdanlarını temizlerken insanların bir şeyler yapılıyormuş izlenimi edinmesine neden olmaktadır.

“Bu ülkede farklı ırklardan insanları biraraya getirmek zor olduğu için bunun başarılması bile siyahların topyekûn kurtuluşuna doğru atılmış bir adımdır” diye özetlenebilecek bir öncüle yaslanır bu efsane. Bundan daha yanıltıcı bir şey olamaz.

Güney Afrika’nın kendi kafalarındaki doğrultuda değişmesi için mücadele eden kaç beyaz gerçekten suçluluğun etkisiyle değil de hakiki bir dertle hareket eder? Hiçbir beyazın içten olmadığını söylemek açık ki zalim bir iddia olacaktır ama yine de bazı grupların izlediği yöntemler ortada gerçekten bir adanmışlık olduğunu sorgulatacak cinstendir. Siyasetin özü iktidarı elinde tutan cenaha yönelmektir. Çoğu beyaz muhalefet grubu iktidarın beyazların elinde olduğunun farkında. Savunma bütçesinin ne kadar da çok olduğunu ortaya koyan istatistikler alıntılama konusunda cevvaller. Polisin ve askerin siyahların barışçıl olan-olmayan bütün protestolarını ne kadar etkili biçimde denetleyip kısıtlayabildiğini ve polisin siyahların dünyasına ne oranda sızmış olduğunu da biliyorlar. Bunlardan hareketle siyahların aciz-güç yoksunu olduğuna da kaniler. O halde neden dertlerini siyahlara anlatmakta ısrarcılar? Madem ülkede meselenin beyaz ırkçılığı olduğunun farkındalar, neden gidip beyazlarla konuşmuyorlar? Neden muhatap diye illa siyahları seçiyorlar?

Bu soruları cevaplamaya uğraşırken liberalin asıl derdinin kendi vicdanını rahatlatmak ya da en fazla siyahlarla nasıl da özdeşleştiğini -elbette renk sınırının diğer yanında kalan akrabalarıyla bağlarını da bütün bütün koparmadan- eşe dosta ilan etmek hevesinde olduğunu düşünmemek imkânsız. Bir beyaz olarak o, beyazların ayrıcalık havuzundan faydalanmaya müsaadeli ki bu havuzdan dilediğini, kendine uyanı alma fırsatını da asla kaçırmaz. Yine de siyahlarla özdeşlemiş olduğundan kendi beyaz muhitinde -sadece beyazların girebildiği plajlar, lokantalar ve sinemalarda- hafiflemiş olarak, diğerlerinden farklı olduğunu hissederek gezer. Ancak kafasının bir yerinde bir şey ona sürekli olarak keyfinin gıcır olduğunu ve bu nedenle değişim falan gibi meselelere boşvermesi gerektiğini hatırlatıp durur. Milliyetçilere oy vermiyor olsa da (ki onlar zaten artık çoğunluktadır) Milliyetçilerin sağladığı güvenlikten hoşnuttur ve değişim fikri bilinçaltında onu ürkütür.

Beyazların siyahların mücadelesine dâhil olmasının yanında mevcut kısıtlılıklar da gelişimin sekteye uğramasına neden oldu. Siyahlar aşağılık kompleksleri yüzünden liberallerin sözlerine kulak verme eğiliminde oldular. Zekânın ve ahlâkî muhakemenin kendi tekellerinde olduğunu vehmeden tipik kibirleriyle kendi kendilerini siyah çıkarlarına emanetçi atamış olan bu liberaller ise siyah adama özlemlerini gerçekleştirmesi noktasında yol gösterici olageldiler.

Liberalleri ve onların mücadeleye katılmalarını küçümsemiyorum. Siyahların halinden onların mesul olduğunu da iddia etmiyorum. Sadece, bir grubun ayrıcalıklı olduğu ve diğerlerinin sırtından geçindiği bir düzende baskı görenlerle tam bir özdeşleşmenin imkânsızlığını anlatıyorum. Beyaz toplumun siyahlara borcu öyle büyük ki hiçbir kişi teki siyah dünyadan gelmesi tabii olan kapsayıcı bir suçlama/kınamadan kolayca kurtulmayı umamaz. Beyazların ayrıcalıklardan istifade etmek için illa iktidar partisini desteklemelerinin gerekmediği malum. Onlar ayrıcalıklı doğmuşlar ve siyahların iliğini kemiğini acımasızca sömüren bir sistem tarafından beslenip büyütülmüşler. 20 yaşında bir liberalin kendisine açılmış kucaklar bulmayı umması kesinlikle siyahların bağışlayıcılığını gözde fazlaca büyütmek olur. Bir liberalin niyeti ne derece samimi olursa olsun, ayrıcalıklı doğmak kendi seçimi olmasa da, siyahların onun niyetlerinden doğal olarak şüphe edeceklerini kabul etmek zorundadır.

Liberal, kendi başına ve kendi için mücadele vermelidir. Eğer bunlar gerçek liberallerse, bizzat kendilerinin baskı altında olduğunu görmeliler ve kendi özgürlükleri için mücadele etmeliler, özdeşlik kurduklarını iddia etmelerinin de hayli güç olduğu, ne idüğü belirsiz bir “onlar” için değil.

Göstermeye çalıştığım şey Güney Afrika’da siyasî iktidarın her daim beyazların elinde olduğuydu. Beyazlar sadece saldıran taraf olmanın günahını taşıyor değiller, bir takım becerikli manevralarla siyahların provokasyona verdikleri karşılığa da kumanda ettiler. Siyah adamı tepelemekle kalmadılar, bir de ona buna nasıl karşılık vereceğini anlattılar. Uzun zamandır siyah adam beyazın tekmesine nasıl karşılık vereceğine dair kendisine verilen öğüdü sabırla dinliyor. Acı veren bir yavaşlıkla da olsa artık bu tekmeyi kendi bildiği yoldan karşılamanın kendi hakkı ve görevi olduğu bilincine erdiğinin işaretlerini vermeye başladı.

Siyah Bilinci

Biz melezler, tarihin bu anında, emsalsizliğimizin, kim ve ne olduğumuzun bilincine erdik ve her zeminde, her yerde bu bilinçten türeyen sorumluluklarımızı üstlenmeye hazırız. Dünyadaki konumumuzun özgünlüğü başkalarınınkiyle karıştırılmasın; başka herhangi bir meselenin tali unsurlarına indirgenemeyecek meselelerimizin özgünlüğü, başka bir tarihe değil bizim tarihimize ait olan korkunç bahtsızlıklarıyla tarihimizin özgünlüğü, daha da hakikatle yaşamaya ve sürdürmeye ahdettiğimiz kültürümüzün özgünlüğü.

[Aimé Césaire, 1956,
Fransız Komünist Partisi’ne yazdığı istifa mektubundan]

 

Césaire’in bu sözleri yazdığı sıralarda Güney Afrika’da öfkeli genç siyah adamlardan oluşan bir grup ortaya çıkıyor ve bu adamlar da “emsalsizliklerinin bilincine eriyor” ve kim ve ne olduklarını tayin etmeye can atıyorlardı. Bunlar ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) önderliğin parçası olan “eski kafalı”larca dayatılan doğrultudan hoşnutsuz unsurlardı. Bu genç adamlar önderlikçe benimsenmiş olan “ağırdan alma” tutumu ve önderliğin siyahların öz örgütleri dışındaki örgütlerle çekincesizce ortaklıklar kurması gibi muhtelif meseleleri sorguluyorlardı. 1955’te, Kliptown’da kabul edilen ‘Halk Bildirgesi’ (Güney Afrika Kongre İttifakı’nın ana ilkelerini bildiren, Hintli [SAIC], melez [CPC], siyah [ANC] ve beyaz [SACD] kongrelerinin müştereken imzaladığı ‘Özgürlük Bildirgesi’ -çn.) bunun bir kanıtıydı. Bir anlamda bunların Güney Afrika’daki siyahların tek başlarına hareket etme ve siyahların ortaya koyduğu ve yine onlara dayanan bir felsefe geliştirme ihtiyacını hissetmeye başladıklarının ilk işaretleri olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle Siyah Bilinci kendini göstermeye başlamıştır.

Genel anlamda Güney Afrika siyahlarının, siyasî partilerinin yasaklanmasından beri, yeni bir düşünce gelişimine dair bir alamet göstermediklerini iddia etmek mümkün. Beyaz dünyaya karşı hoşnutsuzluk emareleri de olumlu bir yaklaşıma doğru evrilme şansı bulamadı. Öte yandan, siyah öğrenciler siyah-beyaz koalisyonlarındaki konumlarını tekrar değerlendirmeye başladılar. SASO’nun (Güney Afrika Öğrenci Örgütü) ortaya çıkışı ve onun beyaz dünyayla bağları koparmaya dayalı tavizsiz siyaseti insanların zihinlerine yeni düşünce tohumları ekti. Bu, beyazların siyahların dünyasında kabul görmeleri için Apartheid karşıtı olmalarını kâfi gören eski geleneğe bir meydan okumaydı. Liberal düşünceli beyaz öğrencilerden gelen itirazlara ve ‘ırka dayalılık’ suçlamalarına karşın siyah öğrenciler siyahlar ve beyazlar arasındaki ittifakların reddi ilkesinin arkasında durdular. Yeni ‘ortanın sağı’ grubu NAFSAS’tan bir konuşmacı, bir öğrenci ona ‘biz yolumuzu kendimiz tayin edeceğiz, ister denize çıksın bu yol, ister dağa, ister çöle; beyaz öğrencilerle işimiz yok’ dediğinde bu yeni düşünme biçiminin ne olduğuna dair bir fikir edinmiş oluyordu.

SASO’nun duruşunun önemi bizatihi SASO’nun kendi varoluşu ile ilgili değildir, zira SASO en nihayetinde üyeleri sürekli değişen bir öğrenci örgütü olmanın kısıtlılıklarını taşımaktadır. Bu önem daha ziyade bu yeni yaklaşımın geleneksel karşıtında büyük bir çatlak meydana getirmiş olmasında ve siyahları sarsıp düşünmeye sevketmesinde aranmalıdır. Bu duruş siyahların kendi işlerini kendilerinin gördüğü ve kendi sorumluluklarının bilincine daha açıklıkla vardığı yeni bir dönemin müjdecisi oldu.

Siyah Bilinci davası/çağrısı uzun zamandan beri siyah dünyada herhangi bir gruptan neşet etmiş en olumlu çağrıdır. Bu çağrı/dava sadece beyazların siyahlar tarafından tepkisel bir biçimde reddi demek değildir. Onun özü siyahların, bu güç diplomasisi oyununda adam gibi yer almak için kitlesel güç mefhumunu kullanmak ve bunun için uygun zemini inşa etmek zorunda olduklarını fark etmeleridir. Tarihsel, politik, toplumsal ve ekonomik anlamda her şeyden mahrum bırakılmış bir kitle olarak siyahlar zaten olabilecek en güçlü zemine sahipler. Siyah Bilinci felsefesi bundan dolayı siyahların onurunun ve onların ayağa kalkıp kişilik kazanma azminin ifadesidir. Bu tür düşünmenin temelinde zalimin elindeki en etkili silahın mazlumun zihni olduğunun siyahlarca kavranması yatar. Mazlumun zihni zalim tarafından onun (mazlumun) beyaz adama bağımlı olduğuna inanmasını mümkün kılmak üzere etkili bir biçimde idare edilip yönlendirilmiştir, böylece güçlü yöneticileri gerçekten korkutmak için mazlumun yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim Siyah Bilincinin çizdiği doğrultuda düşünmek siyah adamın kendisini bir varlık, başka bir varlığın uzantısı değil de kendine yeterli bir varlık olarak görmesini sağlar. Sonunda kendi insan oluşunun önemini küçük gören herhangi bir davranışa tahammül edemez olur. Bu olduğunda ise siyah adamın içindeki hakiki insanın artık ortaya çıktığından emin olabiliriz.

Siyah Bilincinden sanki hâlihazırda mevcut bir şeymiş gibi sözettim. Bunun bu aşamada iddialı olduğunu kabul etmekle beraber muhtelif siyah grupların tedricen öz bilince sahip olmaya başladıkları doğrudur. Kafalarını, kendi tutumları üzerindeki beyaz denetiminin mirası olan tutsaklaştırıcı düşüncelerden temizliyorlar. Yavaş yavaş, onları tek başlarına hareket etmekten alıkoyan ‘ahlâkî kanıt’ı bir kenara bıraktılar ve artık beyazların siyah kurumlarının özellikle dışında tutulmasından birçok fayda elde edilebileceğini öğreniyorlar.

Elbette beyazların bu gelişen güçlerin pek de farkında olmamaları bizi şaşırtmıyor, zira bu bilinçlilik temelde içe dönük bir süreç. Bu ülkede insanlar siyah liderlerin –bundan anladıkları da muhtelif Apartheid kurumlarının liderleri- ne dediğini anca gazetelerden öğreniyorlar. Basın organlarının, bünyesindeki kimi kişiler tarafından sözlerini dobraca söylemek için bir araç olarak kullanıldığı doğruysa da yine de siyahların herhangi bir konudaki hislerini ölçmekte ciddiye alınabilecek türden mihenk taşları olmadıkları kesin.

Güney Afrikalı siyah öğrenciler arasında bilinçliliğin artması Amerikan ‘Zenci’ hareketinin etkisine yoruldu genellikle. Ancak bana öyle geliyor ki bu hal kısa bir zaman içinde birçok Afrika ülkesinin bağımsızlığını kazanmasının getirisi. Hatırlıyorum; ben lisedeyken Dr. Hastings Kamuzu Banda hâlâ bir militandı. Sıklıkla alıntılanan bir sözü vardı: “Burası siyahların ülkesi; bundan hoşlanmayan beyazlar çekip gitsin.” Açık ki tarihin o noktasında beyazların yenilmezliği efsanesi yıkılıp gitmişti. Diğer Afrikalı kardeşlerimiz böyle sözler ederken biz nasıl kölece düşüncelere hâlâ bağlı kalabilirdik? Biz de onun (beyaz adamın) orada bulunmaya hakkı olmadığını biliyorduk; onu masamızdan kaldırmak, masaya onun koyduğu tuzakların hepsini savurup atmak, masayı Afrika usulü tekrar dekore etmek, sonra oturup ona isterse bizim şartlarımızı kabul ederek aramıza katılabileceğini söylemek istiyorduk. Banda’nın söylediği buydu. Amerikan terminolojisini düşüncelerimizi ifade etmekte çok kullanmamız bütün yeni düşüncelerin Amerika’da yaygınlık kazanmasındandı.

Ulusal bilincin Güney Afrika’da yayılmasının karşısında türlü engeller var. Öncelikle geleneksel kompleksler var, sonra ise yerlilerin geçmişinin içinin boşaltılmışlığı ve son olarak da siyah-beyaz bağımlılığı meselesi. Geleneksel üstünlük-aşağılık, siyah-beyaz kompleksleri sömürgecilerin bilinçli ürünleridir. Misyonerlerin faaliyetleri ve benimsenen eğitim yöntemi yoluyla siyahların beyaz adamın bir tür tanrı olduğuna, onun sözlerinden şüphe edilemeyeceğine inanması sağlandı. Fanon’un dediği gibi: “Sömürgecilik bir halkı avucunda tutmakla, Yerli’nin beynini boşaltmakla yetinmez; sapkın bir akıl yürütmeyle, mazlum halkın geçmişine yönelir ve onu tahrif eder, biçimsizleştirir, nihayetinde yok eder.” Geldiğimiz noktada siyahların bugün sırtlarını dayayacakları, onlara şevk verecek bir şey kalmadı ortada ama gelecekte korkacakları çok şey var.

Afrika’nın kırsal bölgelerinden birinde yaşayan eğitime karşı bir topluluğun tutumu genellikle yanlış anlaşılır, özellikle de Afrikalı entelektüel tarafından. Hâlbuki bu insanların ortaya koyduğu nedenler onların özündeki haysiyet ve kıymeti yansıtır. Onlar eğitimi Afrika kültürünün maddesinin/özünün kısa yolda mahvı olarak görürler. Alışageldikleri hayatın bozulduğundan, geleneklerin bir kenara atılmasından ve içlerinden herhangi biri okula gittiğinde gelenek karşıtlarının bitmek bilmez alaylarına hedef olmasından için için yakınırlar. Yaşlılara saygı göstermeme, Afrika geleneğinde, affedilemez ana günahlardan biridir. Ancak çocuğa her haltı bilen, ukala beyaz eğitmenlerince ailesinden öğrendiklerine kulak asmaması öğretildiyse, çocuğun babaya olan saygısını yitirmesinin önüne nasıl geçilebilir? Okulda onun kültürel arkaplanı tek kelimeyle ‘barbarlık’ olarak özetlenirken bir Afrikalı, geleneğine saygısını yitirmekten nasıl kaçınabilir?

Beyazların yönlendirdiği bir eğitimden geçmiş oluşuna ek olarak siyahların bütün tarihi de ona sürekli yenilgilere yakılan uzun bir ağıt gibi sunulur. Tuhaftır; herkes Güney Afrika tarihini 1652’den başlatmakta ittifak halindedir. Şüphesiz bu siyahların bu ülkeye beyazlarla aynı zamanda geldiği yalanını desteklemek maksadını taşır. Demek ki eğer biz siyahlar bilinçlenmede birbirimize yardımcı olmak istiyorsak tarihe özel olarak odaklanmak zorundayız. Tarihimizi yeniden yazmalı ve onu beyaz işgalciye karşı direnişin çekirdeğini oluşturan kahramanların tarihi olarak anlatmalıyız. Chaka, Moshoeshoe ve Hintsa [sırasıyla Zulu, Basotho ve Xhosa kabilelerinin meşhur reisleri] gibi insanların bir ulus yaratmak için yaptıklarıyla ilgili daha çok tarihsel gerçek su yüzüne çıkarılmalı ve vurgulanmalı.

Kültürümüz daha somut olarak tanımlanmalı. Geçmişi bugüne bağlamalı ve modern Afrikalının tarihsel evrimini serimlemeliyiz. Mevcut iktidarın kültürümüzü geri bir kültür olarak yansıtma girişimlerine karşı durmalıyız. Bizim kültürümüzden çıkarılacak yargı bu değil. Onlar bizim kültürümüzün gelişimini kasten kabile aşamasında dondurdular; amaçları Afrikalıların yamyamlığa yatkın olduğu, hayatta hiçbir gerçek tutkuları olmadığı ve cinsellikten ve içkiden başka şey düşünmedikleri efsanesini devamlı kılmaktı. Gerçekte Afrika’nın taşra kasabalarındaki yaygın ahlâk bozukluğu beyaz adamın yerlilerin öz kültürünün doğal evrimine müdahale etmelerinin bir sonucudur. ‘Sömürgeciliğe maruz kalmış her yerde yerli kültür çürümeye başlar ve onun kalıntıları arasından Avrupa kültürü tarafından sıkıştırıldığı sınırlar içinde yaşamaya mahkûm edilmiş bir şey doğar.’ Bizim kimliğimizin tam anlamıyla ortaya konuşu hakiki kültürümüzün evrimi yoluyla olacaktır.

İnsanlararası ilişkilerin değerine yapageldiğimiz vurguyu siyah adamın kendisine kaydırmalıyız; Van Riebeeck öncesi günlerde genel anlamda insanlara, onların malına ve canına hürmet ettiğimizin altını çizmek, insanın teknolojiye bağımlılığını ve Afrikalının karakterine yavaşça sızan ‘maddî şeylere düşkünlük’ unsurunu azaltmak için.

Halkımın teknolojinin nimetlerinden maddî olana dönük tutkunun kurbanı olmadan ve hayatlarındaki manevî yönü yitirmeden faydalanmasının bir yolu var mı?” diye soruyor Başkan Kaunda ve bildik Afrika kabile toplulukları hakkında konuşurken şöyle söylüyor:

“Doğaya bağlı ve onunla en yakın ilişki içinde yaşayan insanlar bu güçlerin faaliyetlerinin en çok ayırdında olanlardır: hayatlarının nabzı evrenin nabzıyla uyum içinde atar; eğitimsiz ve basit insanlar olabilirler ve ufukları bir hayli dar olabilir ancak inanıyorum ki onların dünyası çoğu kez manevî yönü kesip atma pahasına icat edilmiş alet edevatla fizikî duyularını olduğundan daha yetkin gösteren sofistike Batılınınkinden çok daha geniştir.”

Güney Afrika’nın siyah halkının, yeni istikametlerinde ilerlemek için iktisadî güçlerinden nasıl istifade edecekleri üzerine düşünmeleri gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek yok. Bugünkü durum itibariyle siyah dünyadan gelen para beyaz topluma akıp duruyor. Siyahlar beyazların marketlerinden, manavlarından, içki dükkânlarından, eczanelerinden alışveriş ediyorlar; bunlar yetmiyormuş gibi gücü yetenler bir de banka işlerini beyazların bankalarında görüyorlar. Devletin trenlerinde ve beyazların sahibi olduğu otobüslerde seyahat ettikleri de malum. Şu halde elimizdeki kısıtlı imkânlardan, iktisadî payımızı büyütmek üzere faydalanma arzusu bizim kitlesel olarak elimizde tuttuğumuz gücün ayrımına daha çok ermemize vesile olacaktır. Johannesburg’ta bazı kişilerin başlattığı ‘Siyahlardan alışveriş et’ kampanyası ile alay etmek yersizdir.

Siyah Bilincini savunanların kendilerini dış dünyaya kapadıkları, birbirlerinin omzuna yaslanıp ağlamayı tercih ettikleri ve dolayısıyla dünyanın geri kalanıyla faydalı olabilecek bir diyalogdan mahrum kaldıkları sıklıkla iddia edilir. Ancak bana kalırsa dünyadaki siyahlar sömürgecilik mirasını ve beyaz tahakkümünü reddetmeyi ve etraflarında kendi değerlerini, ölçülerini ve hayata bakışlarını inşa etmeyi seçerek sonunda Üçüncü Dünya’da zengin uluslara karşı sürdürülen mücadele ile daha anlamlı bir işbirliği için sağlam bir zemin yaratmışlardır. Fanon’un söylediği gibi: “Kendinin bilincine varmak iletişime kapıları kapamak değildir. […] Ulusal bilinç ki bu milliyetçilik anlamına gelmez, bize uluslararası bir yön kazandıracak olan yegâne şeydir.” Bu cesaret verici bir işaret, zira şüphesiz ki Güney Afrika’daki siyahlarla beyazlar arasındaki iktidar mücadelesi, dünya ölçeğinde Üçüncü Dünya ülkeleri ile zengin beyaz uluslar arasındaki yıllar geçtikçe belirginleşen çatışmanın bir mikrokozmosudur.

Ezcümle; günümüzde siyah dünyanın geçirdiği bu olumlu evrime kucak açılmalıdır. Siyahların dünyasında açılan yaraların ve yıllar süren zulmün siyahlardan bir karşılık bulması kaçınılmazdı. Artık Barnett Potter’ın sadistçe bir övünçle ve bariz bir neşeyle suçun siyahların genlerinde aranması gerektiğini sonucuna varışını dinleyip beyazların hep bir ağızdan ‘âmin’ deyişini izleyebiliriz, hem de hiç öfkelenmeden. Bizde bu zor zamanlardan geçme iradesi var; yıllar içinde beyazlara ahlâkî üstünlük sağladık; zamanın onun kâğıttan kalelerini yok edişini izleyelim şimdi ve bilelim ki bütün bu şeytanlıklar, zavallı korkak insanların Afrika’nın yerli halkının bedenlerini ve zihinlerini sürekli olarak denetim altında bulundurabilecekleri konusunda birbirlerini ikna etmeye yönelik şuursuz girişimleri idiler sadece.

Steve Biko

[Kaynak: Steve Biko, 1946-77: I Write What I Like, Cambridge, 2005, s. 61-72.]