Kilise Mensubu Olmayan Bir Gencin Gözünden Kilise
Bu yazı
1972 Mayıs ayında Edendale, Natan’da, Siyah Cemaat Programları tarafından Kilise
Mensubu Olmayanlar İçin Ekümenik Eğitim Merkezi’nde düzenlenmiş Siyah Rahipler
Konferansı‘nda Steve Biko’nun yaptığı konuşmanın metnidir. Siyah rahiplerin
siyah toplumda laik bir Batılının anlamakta zorlanacağı bir ağırlığı vardır.
Aynı zamanda onlar üzerinde, statükoya tabi olmaları yönünde de korkunç bir
baskı söz konusudur. Siyah Cemaat Programları’nın müdürü Ben Khoapa ve Steve
Biko, siyah toplumun bu anahtar konumundaki kesimini “bilinçlendirme”ye
çalışmanın önemini fark etmişlerdir.
● ● ●
Bugün burada iki açıdan kendilerinden farklı
olduğum bir kitleye hitap ettiğimin farkındayım: Öncelikle bir grup rahibin
önünde konuşuyorum, ama ben bir kilise mensubu değilim. İkincisi, hitap ettiğim
kişilerin yaşlı insanlar olduğu söylenebilir, oysa ben gencim. Bunlar belki de
beni buraya getiren hususlar. Kuşaklar arasındaki farkı kapatmaya yönelik bir
girişim, genç insanların zihinlerinde hızla modası geçmeye meyyal mevcut
herhangi bir ortodoks durumun tekrar gözden geçirilmesi noktasında temel
önemdedir. Bir başka önemli mesele ise hızlı bir biçimde sözde diyanetçilerin
tekeline giren din kavramını, özellikle Hıristiyanlığı ortaklaştırmaktır. Bu
nedenle konuyu kilise dışı bir tarzda ele alacağım.
Bana kalırsa din, insanoğlunun bütün yaratımı
kendisine isnat ettiği yüce bir varlıkla ya da güçle ilişkilenme girişimidir.
Bizim şu anda elimizdeki özgül model Hıristiyanlık. Dünyadaki muhtelif dinlerin
tek bir biçim almasının ne kadar önemli olduğu çok açık değil. Bir şey
yeterince kesin yine de; bütün dinlerin benzer özellikleri var:
1. Dinler, insanların ahlakî bilincini teşkil
ediyorlar. Başka bir söyleyişle, belli bir bağlam içinde, bir halkın ruhsal
selametini idare eden bir şartlar/yaptırımlar kümesi her dinde somut ifadesini
buluyor.
2. Her din, insanın kökenini ve kaderini
açıklamaya girişiyor. Hepsi, insan biçimindeki Âdemoğlu dünyadaki varlığının
geçiciliğinde anlaşıyorlar. Hepsi, doğasına ilişkin tanım farklılaşmakla
beraber, Âdemoğlunun kökeninin belli bir güçten kaynaklandığına kaniler. Dinler,
insanın kaderini ifade ediş biçimlerinde ayrışıyorlar.
3. Bütün dinler, yüce varlığın tabiatına ve onun
insanoğluyla ilgili gerçek niyetlerini belirlemenin yolunun ne olduğuna dair
hakikatin kendi tekellerinde olduğunu ya doğrudan ya da dolaylı olarak iddia
ediyorlar.
Her din yüksek düzeyde ritüel sergiler. Din,
yıllar içinde uygulamalarıyla belli bir şablon ve usul geliştirir ve bunlar,
sonraki yıllarda dinin esas mesajından ayrılamaz hâle gelirler.
Din, neyse o olarak, örneğin insanın kökeni ve
kaderi hakkında bilimin bize söyleyemeyeceklerini söyleyen bir toplumsal kurum
olarak ele alınırsa, o zaman başından beri dinin neden gerekli olduğunu idrak
ederiz. Bütün toplumlar ve aslına bakılırsa bütün tekil kişiler, ister kadim
olsun ister çağdaş, ister genç olsun ister yaşlı, kendilerini belli bir dinle
tanımlarlar ve böyle bir dinin yokluğu durumunda onu yaratırlar. Çoğu durumda
din, toplumun diğer kültürel özellikleriyle iç içe geçmiştir. Bu bir anlamda
dini, toplumların davranışsal kalıplarının parçası hâline getirir ve insanları
dinle güçlü bir özdeşleşme yoluyla o dinin sınırlarına tabi kılar. İnsanlar bir
dine tabi olduklarında, yani kültürel düzenlerinden koparıldıklarında,
memnuniyetsizlikler baş gösterir ve bazen de açık bir muhalefet ortaya çıkar.
Buradan yola çıkarak denebilir ki çoğu din özgüldür ve özgüllüklerin
gereklerine ayak uyduramadıklarında farklı durumlardaki insanlara onların özel
durumlarıyla ilgili mesajlar iletebilmeye uyarlanmalıdır. Zira gerçekten de her
bir din, benimsendiği topluluğa yönelik bir mesaj taşır.
Bunlar, muhtemelen Hıristiyanlığı Güney Afrika’ya
getiren insanların aklında öncelikli yer tutan şeyler değildi. Hâlbuki
Hıristiyanlık, antik Roma’dan Judea’ya, Londra’ya, Brüksel’e ve Lizbon’a kadar
ciddi biçimde kültürel adaptasyona uğramıştı, Cape’e [Cape Town, Güney Afrika –çn.] ulaştığında, nasıl olduysa çok
katı bir görünüm kazandı. Hıristiyanlık, beraberinde getirdiği yeni bir giyim
kuşam tarzı, yeni âdetler, yeni bir adap, yeni tıbbi yaklaşımlar ve denebilir
ki yeni silâh ve mühimmatla kültürün esas öğesi hâline getirildi.
Hıristiyanlığın yayıldığı topluluklar, kendilerine özgü kıyafetlerini, âdetlerini,
hepsi de pagan ve barbarca olarak etiketlenen inançlarını çöpe atmak durumunda
kaldılar.
Mızrak kullanmak vahşiliğin alamet-i farikası
sayılır oldu. Çok geçmeden halk, mürtedler (amagqobhoka)
ve paganlar (amaqaba) olarak ikiye
ayrıldı. Bu gruplar arasındaki giyim farkı, başka bir durumda sadece dinî bir
fark sayılabilecek bir meseleyi kimi zaman her iki taraf için de kıyıcı olan
savaş hâllerine vardırdı. Mevcudiyetlerinin özünü terke zorlanmış ve
aralarındaki farktan dolayı birbirlerine yabancılaştırılmış olan Afrika halkı,
sömürgecilerin oyuncağı oldu. Tarih bize gösterir ki her kim yeni düzeni
getirmiş ise onun hakkında en çok malumata sahip olan da yine odur. Böylelikle
o kendilerine yeni bir düzen getirilenlerin ebedi öğretmeni hâline gelir. Beyaz
misyonerlerin, halkın gözünde kendi Tanrıları
konusunda “haklı” olmaları durumunda Afrika halkı, bu her şeyi bilen
belletmenlerin hayat hakkında söylediği ne varsa kabul ederlerdi.
Hıristiyanlığın sömürgecilikle damgalanmış hâlinin kabulü, Afrika halkının
direnişinde bir dönüm noktası oldu.
Kilise ve onun günümüz Güney Afrika’sındaki
ameliyesi, bu nedenle onun bu ülkeye giriş biçimi üzerinden ele alınmalıdır.
Bugün gelinen noktada bile Kutsal Kitap’a getirilen yorumun çarpıklığı dehşet
vericidir. Her yerinden adaletsizlik fışkıran ve ırksal bağnazlıktan ötürü
sürekli bir baskıya, horgörüye ve açık zulme mahkûm bir ülkede; bütün siyah
insanların kendilerini, varlığını duyumsayamadıkları bir Tanrı’nın istenmeyen
üvey evlatları gibi hissetmek durumunda bırakıldıkları bir ülkede; baba, oğul,
anne, kız, herkesi kuşatan bir mahrumiyet duygusu yüzünden, bugün ile gelecek
arasında bir rabıta kuramayarak nevrotikler hâline geldiği bir ülkede, kilise
onların güvensizlik hissini, yaptığı içe dönük günah tanımıyla ve“mea culpa” (benim hatam) tavrını teşvik
ederek katmerlendiriyor.
Suratsız rahipler, her Pazar kürsüye çıkıp
şehirlerde yaşayan siyah halkı hırsızlık, haneye tecavüz, adam bıçaklama,
cinayet ve zina gibi tonlarca suçla itham ediyor. Hiç kimse de bunları yoksulluğa,
işsizliğe, aşırı nüfusa, okul yokluğuna ve göçmen işçiliğe bağlamaya
niyetlenmiyor. Kimsenin nefret uyandırıcı davranışları hoş gördüğü yok, ancak
meseleyi elbette bu kadar yüzeysel değil, daha derinlemesine ele almamız
gerekiyor.
Beyaz misyonerler, siyah halkı hırsız, tembel,
cinsellik düşkünü olarak tanımlıyor ve değerli olan her şeyi beyaz olmakla
ilintilendiriyor diye rahiplerimiz eliyle Kiliselerimiz, bahsettiğim bütün o
ahlak bozukluklarını, beyazların bize yönelttiği zulmün ve adaletsizliğin tezahürleri
olarak değil de beyazların başından beri bizi vahşiler diye tanımlarken haklı
olduklarının kanıtı olarak görüyor. Hıristiyanlık daha buraya ilk gelişinde, onu halkın sömürgeleştirilmesi için ideal bir din hâline
getiren düşüncelerin ona dâhil edilmesiyle yozlaşmış idiyse bugünlerde de, yorumlanış biçimiyle aynı halkın boyun
eğmişliğinin sürdürülmesinde ideal bir din hâline gelmiş durumda.
Ayrıca Kilise’nin başka her yerde olduğu gibi Güney
Afrika’da da bürokrasi eliyle bozulduğunu da belirtmek gerek. İnsanların dinî
duygularının toplamının ifadesinden başka bir şey değilken hâlihazırda sadece
bir birim olarak değil, muhtemelen Kutsal Kitap’ın yorumlanmasında kurumsal
hedeflerde olduğu kadar farklılaşmayan güçlü muhtelif birimler hâlinde
kurumsallaştı. Artık Güney Afrika’yı Roma Katolik Kilisesi ya da Metodist
Kilisesi ya da Anglikan Kilisesi vs. olmadan düşünmek imkânsız; sokaktaki
ortalama Metodist’in bir Anglikan’dan ya da bir bağımsız Protestan’dan ne farkı
olduğunu bilmiyor oluşu ayrı konu. Bu bürokrasi ve kurumsallaşma, kilisenin
önemli önceliklerini bir kenara koymasına ve yapı, finans vs. gibi ikincil,
üçüncül işlevlerine odaklanmasına neden oluyor. Bu nedenle Kilise’nin hiçbir
şeyle ilgisi kalmadı ve bazılarının onu andığı gibi bir “fildişi kule”
konumunda.
Bürokratlaşma ve kurumsallaşmayla el ele giden bir
başka mesele, Kilise’yi halktan daha da yalıtık hâle getiriyor: bürokrasi ve
kurumsallığın beyazların ellerinde yoğunlaşması. Afrikaan Kiliseleri hariç
kiliselerin çoğunun üyelerinin yüzde 70, 80 ya da 90’ını siyahların oluşturduğu
bilinen bir gerçek. Ayrıca kiliseleri idare eden gücün yüzde 70, 80 ya da 90
oranında beyazlarda olduğu da biliniyor. Beyazların siyah halkı, tanımadıkları ve
çoğu durumda onların çıkarlarını düşünmedikleri de biliniyor. Bu durumda
mantıksal olarak ya siyah halkın kiliselerinin onlarla duygudaş olmayan bir
yabancı azınlık tarafından idare edildiği ya da birçok siyahın yabancı
kiliseleri desteklediği sonucuna varılabilir. Bu ikisinden hangisinin geçerli
olduğu pek açık değil, ancak mademki bu ülkede çoğunluğu siyah halk teşkil
ediyor, biz ilkinin doğru olduğunu kabul edelim. Demek ki Hıristiyan siyahlar,
Hıristiyanlığın hâlihazırda gerçeklikten kopukluğuna göz yummakla kalmıyor,
aynı zamanda Hıristiyanlığı halkın meseleleriyle ilgili kılmayı da düşünmeyen,
duygudaş olmayan bir azınlığın Kilise işlerinin kontrolünü elde tutmasına
müsaade ediyorlar. Bu, daha uzun süre devam etmesine izin verildiği takdirde,
sayıları giderek azalan Pazar’ları kiliselere giden insanların hepten
tükenmesine yol açacak, asla savunulamayacak bir durum.
Hıristiyanların dini yorumlamayı bir uzman işi hâline
getirme eğilimleri de, mistisizmle özdeşleşme hâlinden hızla uzaklaşan bir
dünyada, genel bir kayıtsızlıkla sonuçlanacaktır. Bugünün genç insanları,
Hıristiyanlığı yorumlayıp ortodoks kısıtlamalarca durdurulmaksızın ondan
kendilerine dair mesajlar çıkarabileceklerini düşünmek isteyeceklerdir. İşte bu
yüzden Katolik Kilisesi, düzinelerce dogmasıyla hızla değişen dünyaya kendini
uydurmak ya da gençleri kaybetme riskini göze almak zorunda. Birçok açıdan bu
durum, Hıristiyan dünyadaki bütün kiliseler için geçerli.
Kilise için önerilen değişikliklere eğilmeden önce
temel eleştirilerimin neler olduğunu özetlememe izin verin: Kilise,
1. Hıristiyanlığa fazlaca “öbür yanağını çevir”mek
anlamı veriyor, hem de hitap ettiği halk her şeyden mahrum edilmiş durumdayken,
2. Bürokrasi ve kurumsallaşma yoluyla güdük
bırakılmış hâlde,
3. Örneğin “beyaz eşittir değer” gibi önermeleri
örtük olarak benimseyip zımnen sistemi onaylıyor,
4. Çok fazla uzmanlaşma tarafından
sınırlandırıyor.
Kendimizi belki de en fazla yönlendirmemiz gereken
alan kiliseler üzerinde hakkımız olan denetimi elde etmek. Bunu yapmak için
ortak bir amacımız, hedefimiz ve ortak bir sorunumuz olduğunda anlaşmalıyız.
Aynı şekilde beyaz emsallerimiz, her ne kadar İsa kanalıyla kardeşimiz olsalar
da, ayrıcalıklara göre işleyen bir toplumda, yozlaşmış bir sistemin içinde
yetişmiş olarak Güney Afrika’da kardeş olduğumuzu kanıtlayamamışlardır. Açık ya
da örtük olarak, bilerek ya da bilmeyerek kiliselerdeki beyaz Hıristiyanlar,
kiliselerin Güney Afrika bağlamında doğal karakterini kazanmasına ve böylelikle
onun siyahların dertleriyle hemhal olmasına engel oluyorlar.
Birçok siyah kilise mensubu tarafından kiliselerde
beyazların hâkim olduğu, zira kiliselerin en iyi beyazların bildiği Batı
çizgisine göre biçimlendirildiği söylenmiştir.
Bu nedenle kiliseleri değiştirebilmek için önce bu
beyaz model üzerinde bir hâkimiyet sağlamalı, ardından bu modeli bizim değer
verdiğimiz, aşkla bağlı olduğumuz, anladığımız ve bizimle ilgili olan bir
modele dönüştürmeliyiz. Burada işaret edebileceğim bir husus da kilise
bünyesinde idari konumdaki tüm beyazların diğer beyazlarca seçildiğini
düşünmenin makul olmadığıdır. Açıktır ki bazıları, bulundukları konuma oy
kullanan siyahları onları bu konuma getirsinler diye kurullarına kabul etmeleri
sayesinde geliyorlar. Siyah halkın aynı yöntemi siyahları kiliselerde idarî makamlara getirmek üzere
kullanmayı öğrenmelerinin tam zamanı. Böyle seçilmiş siyahlar elbette, onlara o
iktidarı veren aynı siyah kurul tarafından çerçevesi çizilmiş olan bir
nizamnameye göre iş görmek zorunda kalacaklardır.
Odaklanmamız gereken ikinci alan, birçok insanın
bugünlerde pek küçümsediği Siyah
Teolojisi’ne dair doğru bir kavrayış. Birçok insanın, bir şeye başka
açılardan bakarak onun hakkında başka şeyler söyleyebileceği yargısında
doğruluk payı var. Hıristiyanlık, soyut ve insanları kuşatan sorunlara asla
kayıtsız kalamaz. İnsan hayatına uygulanabilir olması için insanların verili hâllerine
ilişkin bir anlam taşıması gerekir. Zulüm gören insanlar varsa, onların bu
zulüm hakkında sessiz kalması düşünülemez.
Siyah
Teolojisi, bu cihetle, Hıristiyanlığın
mevcut duruma dair bir yorumudur. Günümüzün siyah insanını, onun çektiği acılar
ve onlardan kurtulma yolundaki girişimleri bağlamında, Tanrı’yla
ilişkilendirmenin yollarını arar. İnsanın ahlakî zorunlulukları meselesinde
odağı, Referans Kitap’ı satırı satırına takip etmekten, açken yiyecek
çalmamaktan, yakalandığında polisi kandırmaya çalışmamaktan; açlıktan ölen
çocuklarda, yoksul bölgelerde patlak veren salgınlarda ya da şehirlerdeki
haydutluk ve vandalizmde ifadesini bulan acıların kökünü kurutmaya adanmaya
kaydırır. Başka bir deyişle odak, küçük günahlardan toplumdaki büyük günahlara
kayar. Böylece insanlara “sessizce acı çekme”nin öğretilmesinin önüne geçer.
İşte siyah rahiplerin, eğer Hıristiyanlığın
siyahlarla, özellikle de genç siyahlarla ters düşmesini istemiyorlarsa,
ciddiyetle ele almaları gereken konular bunlardır. Bizim kendi din
adamlarımızın siyahların Tanrı kavrayışının yönünü ve anlamını yeniden
biçimlendirerek mücadeleye girmesinin vakti geldi. Hiçbir ulus, inanç olmadan
bir mücadeleyi kazanamaz ve eğer bizim Tanrı’ya olan inancımız, onu kendilerine
karşı kavga verdiğimiz insanların gözünden görmemiz yüzünden zedeleniyorsa, o hâlde
Tanrı’yla olan ilişkimizde açık bir sorun var demektir.
Son olarak siyah
rahiplere, aslında bütün siyahlara hatırlatmak isterim ki göklerden dünyaya
inip dünya üzerindeki insanların sorunlarını çözmek, Tanrı’nın âdeti değildir.
Steve Biko
[18 Aralık 1946-12 Eylül 1977]
[Kaynak:
Steve Biko 1946-1977:I Write What I Like,
Heinemann Educational Publishers, 2005, s. 55-61.]