13 Eylül 2020

, ,

Üç TKP

Sol, cumhuriyetin ve müesses nizamın kendisine açtığı alandan memnun. 

Sol, Kürd’e ve Müslüman’a düşmanlık etme görevini ilelebet yerine getirmeye mecbur olduğunu iyi biliyor. Onun devrim ve sosyalizm gibi bir derdi yok, olamaz. 

Sol, ancak ya iç ya da dış sömürgeciliğin akıncı birliği olabilir.

Sol, Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı kesen devrim ve sosyalizm hattını silmek için var. Görevi bu. 

Solun kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmesi gerekiyor. Ondaki laiklik de bu layıklıkla alakalı. Söz konusu hat, devlete ve sermayeye zarar vermesin, halel getirmesin diye laikliğe sarılıyor. Devrim ve sosyalizm mücadelesini laiklik mücadelesine tabi kılmasının gerekçelerini burada aramak gerekiyor. 

Sol, devletin ve sermayenin soludur, ezilenin, halkın, işçi sınıfının değil. O, devlete de sermayeye de düşman olamaz.

“Aslında Cumhuriyet, üzerinde yükseldiği tarihe büyük müdahalelerde bulundu. Saltanatın ve hilafetin üzerine cesaretle gitti, dinin belirlediği toplumsal yaşamı bilimin yol göstericiliğine bağlayan adımlar attı. Komünistlere nefes aldırmadığı zamanlarda bile, bir yandan işçi sınıfının kendi temsilcilerine kavuşmasına, örgütlenmesine büyük bir kıyıcılıkla engel olurken, bir yandan irticanın nefesini kesen adımları cesaretle atabildi. Kısa bir süre öncesine kadar kıskaca aldıkları ülkeyi işgale yeltenmiş emperyalist güçler karşısında bağımsızlık ve barışı uluslararası politikasının merkezine yerleştirebildi.”[1]

Bugün devletin ve sermayenin TKP’si bunu söylüyor, bu lafları etmeye mecbur. O, devletin ve sermayenin zorunlu adımlarını “sol sosyalist gelişim” olarak herkese yutturmak için var. Görevi bu. Ezilenleri ve işçileri devletin ve sermayenin zincirlerine bu tür örgütler bağlıyorlar. TKP, bu görev kapsamında, burjuva devriminin “en ileri yanları”dan bahsediyor, Suphileri öldüren burjuva önderliğin “bağımsızlıkçı ve barışçı” olduğunu söylüyor, sırf bilimci olduğu için onun eteğine yapışıyor.

“Bilim” dedikleri ve sahiplendikleri şey de milletin kafatasını pergelle ölçmekten, “Amazon” sözcüğünü Türkçeye, Sümerleri, Hititleri Türklüğe bağlamaktan ibaret. Özünde bugün TKP, o bilime ve ilerlemeciliğe tüm halk kul edilene dek komünist siyaset yapmayacağını, hep o burjuva önderliğe uşaklık edeceğini söylüyor.

Bu uşaklık ve kulluk düzeninde sol, ezilen, halk ve sınıf içine gittiğinde, ancak sermayeyle ve devletle kurulmuş bağları bir araya getirebiliyor. Devletin ve sermayenin ilerleyişine kul olan solun, o bağları kopartacak her türden iradeyi tasfiye etmesi gerekiyor. Sendikalarda, odalarda, meslek birliklerinde, üniversitelerde sol, ancak devlete ve sermayeye bağlı unsurları örgütleyebiliyor. Başkasına değdiğinde eli, baktığında gözü yanıyor. Devletle ve sermayeyle kurulmuş bağları kopartabilecek keskinlikteki her şeyi törpülüyor. Örgütleri ve yaptıklarını buradan okumak gerekiyor. Suphileri öldüren irade, dişine uygun bir sol inşa ediyor. O sol, eski TKP'liler ağzından, “güvenlik örgütlerinin, ordunun, sarayın, bakanlıkların, parlamentodaki her partinin içinde olmak”la[2] övünüyor.

* * *

Solun mevcut hâlini tarihsel bağlama oturtmak gerekiyor. Başka ülkelerde bağımsız bir komünist hat, çeşitli aşamalardan ve süreçlerden ilerleyerek belirli bir güce kavuşurken, Türkiye’de komünist hat, daha başta kesiliyor. Devletin ve sermayenin âli menfaatleri uyarınca şekillendirilen, kalıba dökülen komünistler, kendilerine ancak ilerlemecilik ve aydınlanmacılık yuvasında bir yer bulabiliyorlar. Bu yuvayı vatan gibi savunuyorlar.

Dolayısıyla, demek ki Üç TKP var: ilkini Enverciler, ikincisini Kemalciler, üçüncüsünü ilk ikisinin gerilimli sahasında, Suphiciler kuruyor. Envercilerde ülkenin yayılmacı, maksimalist iradesi; ikincisinde içeriyi tahkim etme, muhalifleri ezme iradesi hâkim. İkisi anlaşamıyormuş gibi görünüyor, ama işleri birlikte yürütüyor. Suphiler, bu iki yönelim arasındaki gerilimde tasfiye ediliyorlar. 

Kafkas meselesi, bu tasfiyede önemli bir yer tutuyor. Sonuçta Suphiler, diğer iki TKP'den birinin ya da ikisinin önünü açmak için öldürülmüş olmalılar.

İngilizler, hem Anadolu’yla hem de Sovyetler’le anlaşıyorlar. Komünist hareketin tasfiyesi, her iki anlaşmanın da birinci maddesi. İç siyaseti o şekillendiriyor. Şapka kanunu ve kıyafet yasakları, İngilizlerin aynı dönemde Afganistan’da ve İran’da dayattığı kararlar. Solcular, en fazla, bu kararın yedek gücü olabiliyorlar.

Anlaşılan o ki yapılan anlaşma gereği Sovyetler, Kafkasya karşılığında Anadolu’yu terk ediyor. Kafkasya’da Sovyetler’e yardım eden güçler kendi TKP’sini; Anadolu’daki savaş için Sovyetler’den para ve silâh alanlar, kendi TKP’sini kuruyorlar. Bu iki TKP, üçüncü TKP’ye bir karış alan tanımıyor. Sonraki süreçte tüm sol pratiği bu iki TKP biçimlendiriyor. Örneğin sonrasında Cumhuriyet kadroları türküleri yasaklıyor, bir ara Konya’da olan Vâlâ ve Nâzım, radyodan Ruhi Su’yu dinleyince, “işte geleceğin müziği bu” diyor, hatta bağlamayı ve türküleri alaya alan şiirler döşeniyor.

TKP, 12 Eylül’e gider iken devrim yapmak için, kendi radyosunda Nâzım’ın Salkım Söğüt şiirinin çalınmasını bekliyor, ama bir emir geliyor, DİSK’i CHP’ye teslim eden koca parti, 12 Eylül’ü alkışlıyor. Sonuçta devletin ve sermayenin emri olmadan solun devrim yapması mümkün görünmüyor. Çünkü o, Nâzım'ın tüm eserleri bir bankaya peşkeş edildiğinde tek laf edemeyen hâlini, o acizliği seviyor. Sol, ancak o acizlikle varolabileceğini iyi biliyor. Haddini aştığında, boynuna inecek giyotin bıçağını çok iyi tanıyor.

* * *

İki TKP, her dönemeçte Kürd ve Müslüman düşmanı olduğunu ispatlamaya, bu düşmanlığı haykırmaya mecbur. Düşmanlık, bu iki TKP kanalından ilerleyerek bugüne geliyor. Kürd dıştaki, Müslüman içteki çapak. Çapaklardan kurtulmak için TKP kuruluyor. Cumhuriyete ve müesses nizama bağlı solculuk, Kürd ve Müslüman düşmanlığı ile ilerleyebileceğini iyi biliyor.

Enver’in Müslümanları varsa, M. Kemal’in de Kürdleri var. Komintern, o dönemde ittihatçıları Kürdler konusunda sıkıştırmak gerektiğinden bahsediyor. Bugün bir kısım Kürdler, Müslüman düşmanlığında müesses nizam ile ortaklaşıyorlar. Müslümanlara da Kürd düşmanlığı düşüyor. Düşmanlığı devlet körüklüyor, o düşmanlık devleti besliyor.

Enver’in Sovyetler’le anlaşması var. Anadolu’da solun Müslüman halkla kuracağı tüm ilişkileri, onun adamları kontrol altında tutuyorlar. Gerektiğinde o ilişkiler, devlete peşkeş çekiliyor. Sol da o çuvala atılıyor. Sovyetler’le kurulan diplomatik ve bürokratik ilişki, komünist hareketin temel mirası diye göklere çıkartılıyor.

Bu düzlemde M. Kemal’in ve Enver’in TKP’leri, devletin ve sermayenin hiç sorun çıkartmadan sosyalizme yöneleceği konusunda hepimizi kandırmak için uğraşıyorlar. Tüm teori ve pratik, bu yalanın bir sonucu. İkisi de devlete ve sermayeye halel gelmesin diye var. İkisi de varolmak için ikisine muhtaç olduğunu iyi biliyor.

* * *

Ortadoğu’da sosyalist hareketlerin oluşumunda sol Ermeni hareketinin belirgin bir etkisi var. Üçüncü TKP’nin kurulduğu zemin de Kafkas toprağı. İran’da, Suriye’de, Lübnan’da ve Irak’ta kurulan KP’lerin ardında da Ermeni sözü ve eylemi kazılı.

Buna karşın 1915’in öfkesi, TKP geleneğinden kopartılıyor. Balkanlar’daki Yahudi ve Rum işçilerin mücadelesi, TKP’nin yoğrulduğu mayadan çalınıyor. İç ve dış tahkimat, bu kopartma işlemi için yürütülüyor. Sonraki süreçte tüm sol, o tahkimatla birlikte düşünüyor, onun parçası olarak hareket ediyor.

M. Kemal, işçilere Türk patronlara ses etmemelerini, yabancı patronların olduğu fabrikalarda greve gidebileceklerini söylüyor. Bugün onun TKP’si ve türevleri, buradan bize anti-emperyalizm masalları anlatıyorlar. Bir başka “TKP” de ülke milli ve dini olandan arınsın, emperyalizmin her tür “değer”i, “aklı” bu topraklara sinsin ki “ilerleyelim” diye uğraşıyor. Komünizmi, ısrarla dinsizlik ve milletsizlik olarak tarif ediyor. Böylece emperyalizmin iç yönelimlerini bize komünizm diye yutturma imkânı buluyor. Komünist hareketin tek derdi din ve milletmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Komünist hareket, burjuvaların gündelik çıkarları uyarınca yarım bıraktıkları işi tamamlamak olarak tanımlanıyor. Kapitalizm, burjuvaların yanlış bilinci olarak eleştiriliyor. O burjuvalara toplumculuk sevdirilmeye çalışılıyor. O sebeple, burjuva iktidara karşı gerçek bir mücadele örgütlenemiyor.

“Ermeni ve duduk!” diyen sol, Ermenilerin iradesiyle, çilesiyle, kavgasıyla, derdiyle zerre ilgilenmiyor. Tek derdi, Ermenilerin elindeki altınlar! “O altınlar sermaye yapılsaydı, ne zengin olurduk” diye düşünüyorlar. Ermenileri proleter değil, illaki burjuva devriminin figüranı kılmak istiyorlar. Başkasına tahammül edemiyorlar. Ermenileri zengin olduğu için önemseyebiliyorlar. Ermeni altınlarıyla kurulan ideolojik ilişki, ancak Markar Esayan ve Garo Paylan ile sonuçlanabiliyor. Onlar da Batı’ya sunulan vitrin süsleri olarak varolabiliyorlar.

* * *

“Meşum”un ve “meymenetli”nin ne olduğu konusunda iki TKP’nin oluşturduğu gelenek, Kur’an’ın çok gerisinde! Kur’an, meşum, meymenetsiz, bereketsiz olanın zenginler, mal biriktirenler olduğunu söylüyor. İki TKP’nin yarattığı sol ise burjuvazi ve devleti, meymenetli lider belliyor. Bereketin ve talihin oradan kaynaklandığını düşünüyor. Muzaffer Oruçoğlu gibi, Koç ailesini “müttefik yoldaş” belliyor.

Dolayısıyla sol, bu düzlem üzerinden, beti bereketi kaçırdığını düşündüğü kişilere ve kesimlere saldırıyor. Bunu düşünenlere sesleniyor. Meymenetsiz gördüklerine yönelik düşmanlığı örgütlemek için uğraşıyor. Orta sınıftaki “bu gericiler yüzünden yabancı sermaye gelmiyor, maalesef çocuğumun kolej ücretini taksitle ödeyeceğim!” sancısını örgütlemek istiyor. O sınıfın aşağılık, düşük, ikinci sınıf gördüğü kesimlere yönelik düşmanlığına sarılıyor. Sol, yoksullardan tiksinme, nefret etme imkânı hâline geliyor.

Sol, Batman’da öldürülen kadına değil, ancak burjuva estetiğine göre güzel bulduğu kadına ağlayabiliyor. O, mevsimlik Kürt işçileri ile ilgili habere, o burjuva estetiği uyarınca güzel kabul ettiği genç kızın resmini iliştiriyor. İki TKP’nin solu, Müslümanı, Doğuluyu, Kürdü, yoksulu, ezileni “talihsizlik, kötü enerji, negativite kaynağı” olarak gördüğü için düşman kabul ediyor, onları kafasındaki burjuva devrim kurgusunun dışında görüyor, sonuçta da bu kesimleri düşman kabul edenleri örgütlemek istiyor. Okulun, tatilin, kadının, şarabın güzeline kendisinin layık olduğunu düşünüyor, düşünenlere örgütleniyor, onları örgütlüyor.

Bu solun değerlendirmeleri, bireyin cildinden başlıyor, tüyünün ucunda bitiyor. Sol bireyler, orayı aşan her şeyden nefret ediyorlar. Kendine kapalı bir bütünlük olarak tasvir edilen birey, dışarıya düşman ediliyor.

Enver’in bireyi ile Kemal’in bireyi farklı. Dolayısıyla, onların solları da meseleye farklı bakıyorlar. Fakat iki bireyin özü de aynı. “Biz, güçlü ve zengin olacağız, ama bu Ermeniler yok mu!” cümlesi, Rum’u, Aleviyi, Kürdü, yoksulu, köylüyü, devrimciyi, başörtülüyü keserek bugüne geliyor. Liberallerse “Ermeniler olsaydı, zengin olurduk” diyerek, onları sevdirmeye çalışıyorlar, böylece sağ ideolojinin ana zeminini pekiştiriyorlar.

* * *

Bugün ülkeye gelen Suriyeliler, her gün binlerce dolar harcıyor olsaydı, başta İyi Parti ve CHP olmak üzere onlara karşı olan herkes Arapça şakır, “her yer Arapça tabelayla doldu” diyen bu partiler, herkesten önce Arapça tabela asarlardı. Sosyalistler de bu çizgiye örgütlendi.

Dolayısıyla, kendisine üç kuruş maaş verdiği için elindeki baltayı patronunun kafasına indiren Suriyelinin öfkesi, devrime örgütlenemedi. M. Kemal’in sınırlı, ama sınıfsız ülkesi, buna izin vermedi. Enver’in sınıflı, ama sınırsız ülkesi, başka ocaklarda örgütlenmenin imkânlarını ortadan kaldırdı.

Ermeniyi görmeyen göz, Suriyeliyi de görmedi. “Grev işsizliktir, uzlaşmak lazım” diyen DİSK[3], ölen ucuz Suriyeli işçilerin cesetlerini ciddiye almadı. Herkes, yağmadan pay istedi. Erdoğan, orta sınıfın yücelme ve büyüme isteği önündeki engel olarak karikatürleştirildi. Tersten, o istek Erdoğan'ı güçlendirdi. Kedilere önlerindeki yumuşak yumak, kâfi geldi. Oynamak, oyalanmak, siyaset diye yutturuldu.

* * *

Sınıflı, ama sınırsız ülkede Kürdler ve devrim zannettikleri düzen, ülke kabul ettikleri yeri modernleştiren sömürgecilerle anlaşma imzalamak zorunda kalıyor. İçerideki Kürd iradesini M. Kemal; dışarıdaki Müslüman iradesini Enver örgütlüyor. Sosyalist hareket, bu noktada kendisine alan açıldığını zannediyor. Müslüman’sız ve Kürd’süz sosyalizm ve devrim tahayyülleri, podyumda yarıştırılıyor. Bu yarışın gerçekte hiçbir karşılığı bulunmuyor.

Suriye’nin petrol kuyularına bekçi olmayı Kürd’ün onuruna yakıştırıyorlar. O bekçiye, işin içinde Türk’ün karargâhı olduğu söylenmiyor. Libya’yla Rojava petrolleri arasındaki bağdan bahsedilmiyor. ABD ve NATO, Türk atlarıyla ilerliyor. Kürd’ün iradesi, yoksulun derdinden, ezilenin öfkesinden kopuyor. Zifte bulanmış gözler, hiçbir şey görmüyorlar. “Talihsizlik, kötü enerji, negativite kaynağı” olarak görülmemek için çırpınıp duruyorlar. Yaranılmaya çalışılan saraylarsa, kendisini talih, mutlak enerji ve pozitiflik olarak satıyorlar. Kürd'e kısa yoldan “mazlum olmamak” öğretiliyor.

Sonuçta dini ve milleti kesen sınıflar mücadelesinde ezenler-sömürenler, gerekli hattı kendi çıkarları doğrultusunda örüyorlar. Ama proletaryanın kendi hattını örmesine asla izin vermiyorlar. Sola ise din ve millet içinde burjuvazinin açtığı hatta bakıp, dine ve millete küfretme görevi düşüyor. Sol, bunun ekmeğini ilelebet yiyebileceğini düşünüyor. Ezenlerin-sömürenlerin açtığı hattın kendisini boğacağını görmüyor. En fazla, bedenlerin ve ruhların yağmalandığı, istila edildiği savaşa ihtiyat kuvvetleri olarak dâhil olabiliyor. Sol, üçüncü TKP'nin mezarı üzerinde tepiniyor. O topraktan çıkan her filizi bir bir eziyor. Görevi bu. Bizim görevimizse o filizleri örgütlemek, onlara örgütlenmek.

Eren Balkır

13 Eylül 2020

Dipnot

[1] “100. Yılda Mustafa Suphilere Mektup”, Sol.

[2] “TKP Atılım Nerelerde Varmış!”, 12 Eylül 2020, Solplatform.

[3] Eren Balkır, “Mesafe”, 20 Mart 2019, İştiraki.

0 Yorum: