26 Şubat 2017

, ,

Beyaz Irkçılığı ve Siyah Bilinci


Beyaz Irkçılığı ve Siyah Bilinci:
Güney Afrika’da Beyaz İktidar Kuşatması


Abe Bailey Irklararası Çalışmalar Enstitüsü, Cape Town’da 1971 Ocak ayında bir öğrenci konferansı düzenlemişti. Amaç sağcı Afrikaanse Studentebond’dan (Afrikaan Öğrenci Birliği) solcu NUSAS ve SASO’ya kadar bütün önemli ulusal öğrenci örgütlerinden önderleri biraraya getirmekti. Steve ve Barney (SASO’nun kurucularından Barney Pityana -çn.) de daha sonra editörlüğünü Hendrik W. van der Merwe ve David Welsh’in yaptığı (Cape Town, 1972’de David Philip tarafından yayınlanan) Student Perspectives on South Africa (Öğrenci Gözüyle Güney Afrika) adlı derlemede yer alacak olan bildirilerini sunmak üzere davet edilmişlerdi. Aşağıda okuyacağınız Steve Biko’nun, bildirisidir.

¤ ¤ ¤

Güzellik, zekâ, güç hiçbir ırkın tekelinde değildir ve zafer meydanında hepimize yer vardır.” Sanırım Aimé Césaire, bu sözleri söylerken aklında Güney Afrika yoktu. Bu ülkedeki beyazlar geri dönüşü olmayan bir yola girdiler. Beyaz ırkçılığı bedeni ve zihni öyle pervasızca sömürüyor ki insan, bu ülkede siyahların ve beyazların çıkarlarının “zafer meydanında hepimize yer olması” ihtimalini dışlayacak kadar zıt kutuplarda olup olmadığını kendine sormadan edemiyor.

Beyaz adamın iktidar merakı, onun mutlak bir gaddarlıkla önüne gelen her şeyi yok etmesi sonucunu doğurdu. İktidardakiler siyah toplumunu kadîm amaçları doğrultusunda bölme gayreti içinde siyahları katmanlara ayıran ve belli gruplara ayrıcalıklı muamele öngören bir felsefe geliştirdiler. Daha sonra muhtelif kabileleri kendi içlerine kapatarak buradan kabileler arası husumetlerin gelişmesini ve siyahların enerjilerini sahte “özgürlükler” peşinde koşarak tüketmelerini sağlamayı umdular. Ayrıca, siyahların kendilerini kapattıkları (ve meselenin özünü gizleyen bir biçimde “yurt” olarak adlandırdıkları) bu kozalarda tutulabileceklerini de umdular. Ancak bir noktada iktidardakiler bu Apartheid kurumlarının etkinlik alanını sınırlamak durumunda kaldılar. Siyahların çoğu başlangıçta verilen sözlerin tutulacağından şüphe etmişlerdi zaten, şimdi ise oyuna getirildiklerini idrak etmiş durumdalar. Yerli Temsilcileri Konseyi’nin onu kuranları utandıran bir siyasî bir fiyaskoya dönüştüğü gibi, tahmin ediyorum ki, bu konsey Hacivat’larının çok masraflı olduğunun anlaşılacağı bir zaman gelecektir; sadece maddî açıdan değil, Milliyetçilerin pazarlamaya çalıştıkları hikâyenin inanılırlığı bakımından da. Bu arada siyahlar da kendi dertleriyle -yani kara derileriyle- ilgilenip beyaz dünyadan gelen sahte vaatleri dikkate almamaları gerektiğini öğrenmeye başlıyorlar.

Ayrıca Güney Afrika’nın giderek sertleşen yasaları insanların Apartheid düzenine içkin kötülüğün iyice farkına varmalarına yaradı. Bantu Radyosu’ndaki hiçbir propaganda ya da şu sözde “yurt”lardan herhangi birine verilmiş özgürlük vaatleri siyahları hükümetin niyetinin iyi olduğuna ikna edemez; Afrikalıların kırsal bölgelerden göçe zorlanmasının gösterdiği gibi, insan onurunun ve mülkiyeti üzerindeki tasarrufunun hiçe sayılması devam ettiği müddetçe. Polisin Afrikalıları şehirlerde ve kasabalarda durduk yere taciz etmesi ve insanların başının belası geçiş izni yasalarının (ülke içi pasaport uygulaması -çn.) acımasızca uygulanması beyaz adamın tepede olduğunu ve siyahlara -elbette en büyük kısıtlamalarla- en fazla müsamaha gösterildiğini unutmamamızı sağlıyor. Özel olarak belirtmeye gerek yok gerçi ama, bu gaddarlığa maruz kalan herkes sonuçta kendine şu soruyu sormalıdır: kaybedecek neyim var? İşte siyahların kendilerine sormaya başladıkları soru bu.

Şunu da eklemek gerek: muhalefet saflarında kafa karışıklığı ve düzensizlik hâkim. Bütün muhalefet partileri siyasetin temel taleplerini karşılamak zorundalar. Hem iktidara gelmek hem de adil olmak istiyorlar. Anlamıyorlar ki yerli halkı iktidardan mahrum etmek adaletsizliğe götüren en emin yoldur. Dolayısıyla Birleşik Parti ya da Milliyetçi Parti arasında fark yoktur. Varsa bile kuvvetle muhtemel Birleşik Parti Milliyetçilerden daha sağdadır. İktidara susamışlığın “İngiliz terbiyesi” gibi sözümona ölümsüz özelliklere bile ne derece gölge düşüreceğini fark etmek için bunların ünlü “Bütün Güney Afrika’da Beyaz Üstünlüğü” sloganına bakmak yeter. Afrikalılar siyasî bir hileden başka bir şey olmayan Birleşik Parti’den çoktan el yudular. Melezler de öyle. Eğer Birleşik Parti’nin hâlâ kazandığı oylar varsa bu, kesinlikle ırkçı siyasetinde daha açık olmaya başlamasındandır. Daha da ileri gidip söyleyebilirim ki Birleşik Parti’yle Milliyetçi Parti’nin birleşmesi için yapılacak bir girişim Güney Afrika’da geç bile kalınmış bir siyasî adımdır.

İlerici Parti ile siyahların flörtü ise yasalarca sekteye uğratıldı. Bazı siyahlar siyah bileşenlerini kaybetmektense kendilerini feshetmeyi tercih etmedikleri noktada İlericilerin şeklen de olsa bir saygıdeğerlik kazanma şansını kaybettiğini düşünüyorlar. Ben yine de İlericilerin bu süreçten daha arınmış olarak çıktıklarını düşünmeden edemiyorum. İlericiler hiçbir noktada siyahların gerçek umudu olmamışlardı ki. Onlar her zaman özünde bir beyaz partisi oldular, Afrika’nın güney ucunda beyaz değerleri daha uzun süre korumak için mücadele ettiler yalnızca. Siyahların kendi yoksulluklarını somut anlamda kara derilerine bağlayacakları zaman uzak değil. Ülkeye dayatılan gelenek yüzünden yoksullar hep siyahlar olacak. Bu yüzden siyahların ülkenin zenginliğini bir avuç insanın emrine veren bir düzenden kurtulmak istemelerinde şaşacak bir şey yok. Şüphe yok ki Rick Turner “Günümüz Radikal Düşüncesinin Bağlamı”na hasrettiği makalesinde “siyah bir iktidar büyük ihtimalle sosyalist olacaktır” derken bunu kastediyordu.

Geldik siyahların güvenine en uzun süre mazhar olmuş topluluğa: radikal ve solcu unsurlar dâhil, liberaller. Siyahların yaptığı en büyük hata, Apartheid’a karşı çıkan herkesin müttefik sayılmasıydı. Uzun zamandır siyahlar öfkelerini ağırlıkla iktidardaki partiye yöneltiyorlar, bütün bir iktidar yapısından ziyade. Bir anlamda siyahların kullandığı siyasî dil liberallerden alınmadır. Bu nedenle liberallerle ittifakların kolaylıkla kurulmasına da şaşmamak gerekir.

Güney Afrika liberalleri kimlerdir? Davaya olan katılımlarını olumsuz yoldan ifade eden o ‘ilgililer’ grubu, liberal, solcu vs. gibi adlarla anılan o iyi niyetliler güruhu. İşte beyaz ırkçılığından ve ülkedeki siyahlara yönelik gayrı insani muameleden sorumlu olmadıklarını iddia edenler bunlardır; siyahlarla aynı yoğunluk ve şiddette baskıya maruz kaldıklarını ve dolayısıyla siyahların adam yerine koyulmak için verdikleri kavgada onların da müştereken yer almaları gerektiğini öne sürenler; kısacası beyaz derileri altında siyah ruhları bulunduğunu söyleyenler bunlardır.

Liberaller büyük bir verimlilikle işe koyuldular. Statükoya karşı gelen grupların ırka dayalı yapılarının olmaması gerekliliği diye bir siyasî dogma icat ettiler. Bu ilkeye bağlı kalınırsa, ırkçı politikalar üretilmesine karşı şerbetlenileceğini iddia ettiler. Hatta siyahların neye karşı dövüşmeleri gerektiğini bile belirlediler.

Böyle bir etkiyle, birçok siyah önder liberallerin öğütlerine fazlaca yaslanma eğilimi gösterdi. Aslına bakılırsa uzun zaman önderliğin tek meşgalesi kendileri statükoyla faydasız müzakereler içindeyken “kitleleri sakinleştirmek” oldu. Siyaseten yaptıkları tek iş protestolar ve sınırlı boykotlar yoluyla bir ikna faaliyeti yürütmek oldu; gerisini “adil” İngiliz ahalinin vicdanına bıraktılar.

Bu durum elbette böyle süremezdi. Yeni bir siyah önderler nesli, siyahların siyasî hareketleri ya yasaklanmış ya da hatta sürekli baskılardan ötürü var bile olamamış haldeyken, aslen kendilerinin olduğunu düşündükleri bir mücadeleye beyazların katılımına itiraz etmeye başlıyordu. Bu da sahneyi “siyahların hakları için mücadele” işlerini yürütmeye devam etmeleri için liberallere bir kez daha açıyordu.

Liberaller Apartheid’a karşı olmanın etkili bir yolu diye dayatıp durdukları bütünleşmenin Güney Afrika’da başarılmasının mümkün olmadığını bir türlü kavrayamadılar. Böyle bir bütünleşme ister istemez yapay olacaktı zira bir ırkın üstün, diğerlerinin aşağı olduğu yalanı ile yetişmiş iki tarafa benimsetilmeye çalışılıyordu. Siyahların ve beyazların elele ortak bir düşmana karşı durmalarını ummadan evvel bütün bir düzenin temellerinin sarsılması gerekiyordu. Aksi takdirde, siyahlar ve beyazlar kendilerini üstünkörü biraraya getirilmiş insanlardan müteşekkil bir çevrede bulacaklardı; üstelik yanlarında o çevrenin mahvının nüvelerini de taşır oldukları halde: üstünlük ve aşağılık komplekslerini.

Liberal ideolojinin önerdiği bütünleşme efsanesinin sonu getirilmelidir, zira gerçekte yapay olarak bütünleştirilmiş çevreler siyahları uyutup beyazların vicdanlarını temizlerken insanların bir şeyler yapılıyormuş izlenimi edinmesine neden olmaktadır.

“Bu ülkede farklı ırklardan insanları biraraya getirmek zor olduğu için bunun başarılması bile siyahların topyekûn kurtuluşuna doğru atılmış bir adımdır” diye özetlenebilecek bir öncüle yaslanır bu efsane. Bundan daha yanıltıcı bir şey olamaz.

Güney Afrika’nın kendi kafalarındaki doğrultuda değişmesi için mücadele eden kaç beyaz gerçekten suçluluğun etkisiyle değil de hakiki bir dertle hareket eder? Hiçbir beyazın içten olmadığını söylemek açık ki zalim bir iddia olacaktır ama yine de bazı grupların izlediği yöntemler ortada gerçekten bir adanmışlık olduğunu sorgulatacak cinstendir. Siyasetin özü iktidarı elinde tutan cenaha yönelmektir. Çoğu beyaz muhalefet grubu iktidarın beyazların elinde olduğunun farkında. Savunma bütçesinin ne kadar da çok olduğunu ortaya koyan istatistikler alıntılama konusunda cevvaller. Polisin ve askerin siyahların barışçıl olan-olmayan bütün protestolarını ne kadar etkili biçimde denetleyip kısıtlayabildiğini ve polisin siyahların dünyasına ne oranda sızmış olduğunu da biliyorlar. Bunlardan hareketle siyahların aciz-güç yoksunu olduğuna da kaniler. O halde neden dertlerini siyahlara anlatmakta ısrarcılar? Madem ülkede meselenin beyaz ırkçılığı olduğunun farkındalar, neden gidip beyazlarla konuşmuyorlar? Neden muhatap diye illa siyahları seçiyorlar?

Bu soruları cevaplamaya uğraşırken liberalin asıl derdinin kendi vicdanını rahatlatmak ya da en fazla siyahlarla nasıl da özdeşleştiğini -elbette renk sınırının diğer yanında kalan akrabalarıyla bağlarını da bütün bütün koparmadan- eşe dosta ilan etmek hevesinde olduğunu düşünmemek imkânsız. Bir beyaz olarak o, beyazların ayrıcalık havuzundan faydalanmaya müsaadeli ki bu havuzdan dilediğini, kendine uyanı alma fırsatını da asla kaçırmaz. Yine de siyahlarla özdeşlemiş olduğundan kendi beyaz muhitinde -sadece beyazların girebildiği plajlar, lokantalar ve sinemalarda- hafiflemiş olarak, diğerlerinden farklı olduğunu hissederek gezer. Ancak kafasının bir yerinde bir şey ona sürekli olarak keyfinin gıcır olduğunu ve bu nedenle değişim falan gibi meselelere boşvermesi gerektiğini hatırlatıp durur. Milliyetçilere oy vermiyor olsa da (ki onlar zaten artık çoğunluktadır) Milliyetçilerin sağladığı güvenlikten hoşnuttur ve değişim fikri bilinçaltında onu ürkütür.

Beyazların siyahların mücadelesine dâhil olmasının yanında mevcut kısıtlılıklar da gelişimin sekteye uğramasına neden oldu. Siyahlar aşağılık kompleksleri yüzünden liberallerin sözlerine kulak verme eğiliminde oldular. Zekânın ve ahlâkî muhakemenin kendi tekellerinde olduğunu vehmeden tipik kibirleriyle kendi kendilerini siyah çıkarlarına emanetçi atamış olan bu liberaller ise siyah adama özlemlerini gerçekleştirmesi noktasında yol gösterici olageldiler.

Liberalleri ve onların mücadeleye katılmalarını küçümsemiyorum. Siyahların halinden onların mesul olduğunu da iddia etmiyorum. Sadece, bir grubun ayrıcalıklı olduğu ve diğerlerinin sırtından geçindiği bir düzende baskı görenlerle tam bir özdeşleşmenin imkânsızlığını anlatıyorum. Beyaz toplumun siyahlara borcu öyle büyük ki hiçbir kişi teki siyah dünyadan gelmesi tabii olan kapsayıcı bir suçlama/kınamadan kolayca kurtulmayı umamaz. Beyazların ayrıcalıklardan istifade etmek için illa iktidar partisini desteklemelerinin gerekmediği malum. Onlar ayrıcalıklı doğmuşlar ve siyahların iliğini kemiğini acımasızca sömüren bir sistem tarafından beslenip büyütülmüşler. 20 yaşında bir liberalin kendisine açılmış kucaklar bulmayı umması kesinlikle siyahların bağışlayıcılığını gözde fazlaca büyütmek olur. Bir liberalin niyeti ne derece samimi olursa olsun, ayrıcalıklı doğmak kendi seçimi olmasa da, siyahların onun niyetlerinden doğal olarak şüphe edeceklerini kabul etmek zorundadır.

Liberal, kendi başına ve kendi için mücadele vermelidir. Eğer bunlar gerçek liberallerse, bizzat kendilerinin baskı altında olduğunu görmeliler ve kendi özgürlükleri için mücadele etmeliler, özdeşlik kurduklarını iddia etmelerinin de hayli güç olduğu, ne idüğü belirsiz bir “onlar” için değil.

Göstermeye çalıştığım şey Güney Afrika’da siyasî iktidarın her daim beyazların elinde olduğuydu. Beyazlar sadece saldıran taraf olmanın günahını taşıyor değiller, bir takım becerikli manevralarla siyahların provokasyona verdikleri karşılığa da kumanda ettiler. Siyah adamı tepelemekle kalmadılar, bir de ona buna nasıl karşılık vereceğini anlattılar. Uzun zamandır siyah adam beyazın tekmesine nasıl karşılık vereceğine dair kendisine verilen öğüdü sabırla dinliyor. Acı veren bir yavaşlıkla da olsa artık bu tekmeyi kendi bildiği yoldan karşılamanın kendi hakkı ve görevi olduğu bilincine erdiğinin işaretlerini vermeye başladı.

Siyah Bilinci

Biz melezler, tarihin bu anında, emsalsizliğimizin, kim ve ne olduğumuzun bilincine erdik ve her zeminde, her yerde bu bilinçten türeyen sorumluluklarımızı üstlenmeye hazırız. Dünyadaki konumumuzun özgünlüğü başkalarınınkiyle karıştırılmasın; başka herhangi bir meselenin tali unsurlarına indirgenemeyecek meselelerimizin özgünlüğü, başka bir tarihe değil bizim tarihimize ait olan korkunç bahtsızlıklarıyla tarihimizin özgünlüğü, daha da hakikatle yaşamaya ve sürdürmeye ahdettiğimiz kültürümüzün özgünlüğü.

[Aimé Césaire, 1956,
Fransız Komünist Partisi’ne yazdığı istifa mektubundan]

 

Césaire’in bu sözleri yazdığı sıralarda Güney Afrika’da öfkeli genç siyah adamlardan oluşan bir grup ortaya çıkıyor ve bu adamlar da “emsalsizliklerinin bilincine eriyor” ve kim ve ne olduklarını tayin etmeye can atıyorlardı. Bunlar ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) önderliğin parçası olan “eski kafalı”larca dayatılan doğrultudan hoşnutsuz unsurlardı. Bu genç adamlar önderlikçe benimsenmiş olan “ağırdan alma” tutumu ve önderliğin siyahların öz örgütleri dışındaki örgütlerle çekincesizce ortaklıklar kurması gibi muhtelif meseleleri sorguluyorlardı. 1955’te, Kliptown’da kabul edilen ‘Halk Bildirgesi’ (Güney Afrika Kongre İttifakı’nın ana ilkelerini bildiren, Hintli [SAIC], melez [CPC], siyah [ANC] ve beyaz [SACD] kongrelerinin müştereken imzaladığı ‘Özgürlük Bildirgesi’ -çn.) bunun bir kanıtıydı. Bir anlamda bunların Güney Afrika’daki siyahların tek başlarına hareket etme ve siyahların ortaya koyduğu ve yine onlara dayanan bir felsefe geliştirme ihtiyacını hissetmeye başladıklarının ilk işaretleri olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle Siyah Bilinci kendini göstermeye başlamıştır.

Genel anlamda Güney Afrika siyahlarının, siyasî partilerinin yasaklanmasından beri, yeni bir düşünce gelişimine dair bir alamet göstermediklerini iddia etmek mümkün. Beyaz dünyaya karşı hoşnutsuzluk emareleri de olumlu bir yaklaşıma doğru evrilme şansı bulamadı. Öte yandan, siyah öğrenciler siyah-beyaz koalisyonlarındaki konumlarını tekrar değerlendirmeye başladılar. SASO’nun (Güney Afrika Öğrenci Örgütü) ortaya çıkışı ve onun beyaz dünyayla bağları koparmaya dayalı tavizsiz siyaseti insanların zihinlerine yeni düşünce tohumları ekti. Bu, beyazların siyahların dünyasında kabul görmeleri için Apartheid karşıtı olmalarını kâfi gören eski geleneğe bir meydan okumaydı. Liberal düşünceli beyaz öğrencilerden gelen itirazlara ve ‘ırka dayalılık’ suçlamalarına karşın siyah öğrenciler siyahlar ve beyazlar arasındaki ittifakların reddi ilkesinin arkasında durdular. Yeni ‘ortanın sağı’ grubu NAFSAS’tan bir konuşmacı, bir öğrenci ona ‘biz yolumuzu kendimiz tayin edeceğiz, ister denize çıksın bu yol, ister dağa, ister çöle; beyaz öğrencilerle işimiz yok’ dediğinde bu yeni düşünme biçiminin ne olduğuna dair bir fikir edinmiş oluyordu.

SASO’nun duruşunun önemi bizatihi SASO’nun kendi varoluşu ile ilgili değildir, zira SASO en nihayetinde üyeleri sürekli değişen bir öğrenci örgütü olmanın kısıtlılıklarını taşımaktadır. Bu önem daha ziyade bu yeni yaklaşımın geleneksel karşıtında büyük bir çatlak meydana getirmiş olmasında ve siyahları sarsıp düşünmeye sevketmesinde aranmalıdır. Bu duruş siyahların kendi işlerini kendilerinin gördüğü ve kendi sorumluluklarının bilincine daha açıklıkla vardığı yeni bir dönemin müjdecisi oldu.

Siyah Bilinci davası/çağrısı uzun zamandan beri siyah dünyada herhangi bir gruptan neşet etmiş en olumlu çağrıdır. Bu çağrı/dava sadece beyazların siyahlar tarafından tepkisel bir biçimde reddi demek değildir. Onun özü siyahların, bu güç diplomasisi oyununda adam gibi yer almak için kitlesel güç mefhumunu kullanmak ve bunun için uygun zemini inşa etmek zorunda olduklarını fark etmeleridir. Tarihsel, politik, toplumsal ve ekonomik anlamda her şeyden mahrum bırakılmış bir kitle olarak siyahlar zaten olabilecek en güçlü zemine sahipler. Siyah Bilinci felsefesi bundan dolayı siyahların onurunun ve onların ayağa kalkıp kişilik kazanma azminin ifadesidir. Bu tür düşünmenin temelinde zalimin elindeki en etkili silahın mazlumun zihni olduğunun siyahlarca kavranması yatar. Mazlumun zihni zalim tarafından onun (mazlumun) beyaz adama bağımlı olduğuna inanmasını mümkün kılmak üzere etkili bir biçimde idare edilip yönlendirilmiştir, böylece güçlü yöneticileri gerçekten korkutmak için mazlumun yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim Siyah Bilincinin çizdiği doğrultuda düşünmek siyah adamın kendisini bir varlık, başka bir varlığın uzantısı değil de kendine yeterli bir varlık olarak görmesini sağlar. Sonunda kendi insan oluşunun önemini küçük gören herhangi bir davranışa tahammül edemez olur. Bu olduğunda ise siyah adamın içindeki hakiki insanın artık ortaya çıktığından emin olabiliriz.

Siyah Bilincinden sanki hâlihazırda mevcut bir şeymiş gibi sözettim. Bunun bu aşamada iddialı olduğunu kabul etmekle beraber muhtelif siyah grupların tedricen öz bilince sahip olmaya başladıkları doğrudur. Kafalarını, kendi tutumları üzerindeki beyaz denetiminin mirası olan tutsaklaştırıcı düşüncelerden temizliyorlar. Yavaş yavaş, onları tek başlarına hareket etmekten alıkoyan ‘ahlâkî kanıt’ı bir kenara bıraktılar ve artık beyazların siyah kurumlarının özellikle dışında tutulmasından birçok fayda elde edilebileceğini öğreniyorlar.

Elbette beyazların bu gelişen güçlerin pek de farkında olmamaları bizi şaşırtmıyor, zira bu bilinçlilik temelde içe dönük bir süreç. Bu ülkede insanlar siyah liderlerin –bundan anladıkları da muhtelif Apartheid kurumlarının liderleri- ne dediğini anca gazetelerden öğreniyorlar. Basın organlarının, bünyesindeki kimi kişiler tarafından sözlerini dobraca söylemek için bir araç olarak kullanıldığı doğruysa da yine de siyahların herhangi bir konudaki hislerini ölçmekte ciddiye alınabilecek türden mihenk taşları olmadıkları kesin.

Güney Afrikalı siyah öğrenciler arasında bilinçliliğin artması Amerikan ‘Zenci’ hareketinin etkisine yoruldu genellikle. Ancak bana öyle geliyor ki bu hal kısa bir zaman içinde birçok Afrika ülkesinin bağımsızlığını kazanmasının getirisi. Hatırlıyorum; ben lisedeyken Dr. Hastings Kamuzu Banda hâlâ bir militandı. Sıklıkla alıntılanan bir sözü vardı: “Burası siyahların ülkesi; bundan hoşlanmayan beyazlar çekip gitsin.” Açık ki tarihin o noktasında beyazların yenilmezliği efsanesi yıkılıp gitmişti. Diğer Afrikalı kardeşlerimiz böyle sözler ederken biz nasıl kölece düşüncelere hâlâ bağlı kalabilirdik? Biz de onun (beyaz adamın) orada bulunmaya hakkı olmadığını biliyorduk; onu masamızdan kaldırmak, masaya onun koyduğu tuzakların hepsini savurup atmak, masayı Afrika usulü tekrar dekore etmek, sonra oturup ona isterse bizim şartlarımızı kabul ederek aramıza katılabileceğini söylemek istiyorduk. Banda’nın söylediği buydu. Amerikan terminolojisini düşüncelerimizi ifade etmekte çok kullanmamız bütün yeni düşüncelerin Amerika’da yaygınlık kazanmasındandı.

Ulusal bilincin Güney Afrika’da yayılmasının karşısında türlü engeller var. Öncelikle geleneksel kompleksler var, sonra ise yerlilerin geçmişinin içinin boşaltılmışlığı ve son olarak da siyah-beyaz bağımlılığı meselesi. Geleneksel üstünlük-aşağılık, siyah-beyaz kompleksleri sömürgecilerin bilinçli ürünleridir. Misyonerlerin faaliyetleri ve benimsenen eğitim yöntemi yoluyla siyahların beyaz adamın bir tür tanrı olduğuna, onun sözlerinden şüphe edilemeyeceğine inanması sağlandı. Fanon’un dediği gibi: “Sömürgecilik bir halkı avucunda tutmakla, Yerli’nin beynini boşaltmakla yetinmez; sapkın bir akıl yürütmeyle, mazlum halkın geçmişine yönelir ve onu tahrif eder, biçimsizleştirir, nihayetinde yok eder.” Geldiğimiz noktada siyahların bugün sırtlarını dayayacakları, onlara şevk verecek bir şey kalmadı ortada ama gelecekte korkacakları çok şey var.

Afrika’nın kırsal bölgelerinden birinde yaşayan eğitime karşı bir topluluğun tutumu genellikle yanlış anlaşılır, özellikle de Afrikalı entelektüel tarafından. Hâlbuki bu insanların ortaya koyduğu nedenler onların özündeki haysiyet ve kıymeti yansıtır. Onlar eğitimi Afrika kültürünün maddesinin/özünün kısa yolda mahvı olarak görürler. Alışageldikleri hayatın bozulduğundan, geleneklerin bir kenara atılmasından ve içlerinden herhangi biri okula gittiğinde gelenek karşıtlarının bitmek bilmez alaylarına hedef olmasından için için yakınırlar. Yaşlılara saygı göstermeme, Afrika geleneğinde, affedilemez ana günahlardan biridir. Ancak çocuğa her haltı bilen, ukala beyaz eğitmenlerince ailesinden öğrendiklerine kulak asmaması öğretildiyse, çocuğun babaya olan saygısını yitirmesinin önüne nasıl geçilebilir? Okulda onun kültürel arkaplanı tek kelimeyle ‘barbarlık’ olarak özetlenirken bir Afrikalı, geleneğine saygısını yitirmekten nasıl kaçınabilir?

Beyazların yönlendirdiği bir eğitimden geçmiş oluşuna ek olarak siyahların bütün tarihi de ona sürekli yenilgilere yakılan uzun bir ağıt gibi sunulur. Tuhaftır; herkes Güney Afrika tarihini 1652’den başlatmakta ittifak halindedir. Şüphesiz bu siyahların bu ülkeye beyazlarla aynı zamanda geldiği yalanını desteklemek maksadını taşır. Demek ki eğer biz siyahlar bilinçlenmede birbirimize yardımcı olmak istiyorsak tarihe özel olarak odaklanmak zorundayız. Tarihimizi yeniden yazmalı ve onu beyaz işgalciye karşı direnişin çekirdeğini oluşturan kahramanların tarihi olarak anlatmalıyız. Chaka, Moshoeshoe ve Hintsa [sırasıyla Zulu, Basotho ve Xhosa kabilelerinin meşhur reisleri] gibi insanların bir ulus yaratmak için yaptıklarıyla ilgili daha çok tarihsel gerçek su yüzüne çıkarılmalı ve vurgulanmalı.

Kültürümüz daha somut olarak tanımlanmalı. Geçmişi bugüne bağlamalı ve modern Afrikalının tarihsel evrimini serimlemeliyiz. Mevcut iktidarın kültürümüzü geri bir kültür olarak yansıtma girişimlerine karşı durmalıyız. Bizim kültürümüzden çıkarılacak yargı bu değil. Onlar bizim kültürümüzün gelişimini kasten kabile aşamasında dondurdular; amaçları Afrikalıların yamyamlığa yatkın olduğu, hayatta hiçbir gerçek tutkuları olmadığı ve cinsellikten ve içkiden başka şey düşünmedikleri efsanesini devamlı kılmaktı. Gerçekte Afrika’nın taşra kasabalarındaki yaygın ahlâk bozukluğu beyaz adamın yerlilerin öz kültürünün doğal evrimine müdahale etmelerinin bir sonucudur. ‘Sömürgeciliğe maruz kalmış her yerde yerli kültür çürümeye başlar ve onun kalıntıları arasından Avrupa kültürü tarafından sıkıştırıldığı sınırlar içinde yaşamaya mahkûm edilmiş bir şey doğar.’ Bizim kimliğimizin tam anlamıyla ortaya konuşu hakiki kültürümüzün evrimi yoluyla olacaktır.

İnsanlararası ilişkilerin değerine yapageldiğimiz vurguyu siyah adamın kendisine kaydırmalıyız; Van Riebeeck öncesi günlerde genel anlamda insanlara, onların malına ve canına hürmet ettiğimizin altını çizmek, insanın teknolojiye bağımlılığını ve Afrikalının karakterine yavaşça sızan ‘maddî şeylere düşkünlük’ unsurunu azaltmak için.

Halkımın teknolojinin nimetlerinden maddî olana dönük tutkunun kurbanı olmadan ve hayatlarındaki manevî yönü yitirmeden faydalanmasının bir yolu var mı?” diye soruyor Başkan Kaunda ve bildik Afrika kabile toplulukları hakkında konuşurken şöyle söylüyor:

“Doğaya bağlı ve onunla en yakın ilişki içinde yaşayan insanlar bu güçlerin faaliyetlerinin en çok ayırdında olanlardır: hayatlarının nabzı evrenin nabzıyla uyum içinde atar; eğitimsiz ve basit insanlar olabilirler ve ufukları bir hayli dar olabilir ancak inanıyorum ki onların dünyası çoğu kez manevî yönü kesip atma pahasına icat edilmiş alet edevatla fizikî duyularını olduğundan daha yetkin gösteren sofistike Batılınınkinden çok daha geniştir.”

Güney Afrika’nın siyah halkının, yeni istikametlerinde ilerlemek için iktisadî güçlerinden nasıl istifade edecekleri üzerine düşünmeleri gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek yok. Bugünkü durum itibariyle siyah dünyadan gelen para beyaz topluma akıp duruyor. Siyahlar beyazların marketlerinden, manavlarından, içki dükkânlarından, eczanelerinden alışveriş ediyorlar; bunlar yetmiyormuş gibi gücü yetenler bir de banka işlerini beyazların bankalarında görüyorlar. Devletin trenlerinde ve beyazların sahibi olduğu otobüslerde seyahat ettikleri de malum. Şu halde elimizdeki kısıtlı imkânlardan, iktisadî payımızı büyütmek üzere faydalanma arzusu bizim kitlesel olarak elimizde tuttuğumuz gücün ayrımına daha çok ermemize vesile olacaktır. Johannesburg’ta bazı kişilerin başlattığı ‘Siyahlardan alışveriş et’ kampanyası ile alay etmek yersizdir.

Siyah Bilincini savunanların kendilerini dış dünyaya kapadıkları, birbirlerinin omzuna yaslanıp ağlamayı tercih ettikleri ve dolayısıyla dünyanın geri kalanıyla faydalı olabilecek bir diyalogdan mahrum kaldıkları sıklıkla iddia edilir. Ancak bana kalırsa dünyadaki siyahlar sömürgecilik mirasını ve beyaz tahakkümünü reddetmeyi ve etraflarında kendi değerlerini, ölçülerini ve hayata bakışlarını inşa etmeyi seçerek sonunda Üçüncü Dünya’da zengin uluslara karşı sürdürülen mücadele ile daha anlamlı bir işbirliği için sağlam bir zemin yaratmışlardır. Fanon’un söylediği gibi: “Kendinin bilincine varmak iletişime kapıları kapamak değildir. […] Ulusal bilinç ki bu milliyetçilik anlamına gelmez, bize uluslararası bir yön kazandıracak olan yegâne şeydir.” Bu cesaret verici bir işaret, zira şüphesiz ki Güney Afrika’daki siyahlarla beyazlar arasındaki iktidar mücadelesi, dünya ölçeğinde Üçüncü Dünya ülkeleri ile zengin beyaz uluslar arasındaki yıllar geçtikçe belirginleşen çatışmanın bir mikrokozmosudur.

Ezcümle; günümüzde siyah dünyanın geçirdiği bu olumlu evrime kucak açılmalıdır. Siyahların dünyasında açılan yaraların ve yıllar süren zulmün siyahlardan bir karşılık bulması kaçınılmazdı. Artık Barnett Potter’ın sadistçe bir övünçle ve bariz bir neşeyle suçun siyahların genlerinde aranması gerektiğini sonucuna varışını dinleyip beyazların hep bir ağızdan ‘âmin’ deyişini izleyebiliriz, hem de hiç öfkelenmeden. Bizde bu zor zamanlardan geçme iradesi var; yıllar içinde beyazlara ahlâkî üstünlük sağladık; zamanın onun kâğıttan kalelerini yok edişini izleyelim şimdi ve bilelim ki bütün bu şeytanlıklar, zavallı korkak insanların Afrika’nın yerli halkının bedenlerini ve zihinlerini sürekli olarak denetim altında bulundurabilecekleri konusunda birbirlerini ikna etmeye yönelik şuursuz girişimleri idiler sadece.

Steve Biko

[Kaynak: Steve Biko, 1946-77: I Write What I Like, Cambridge, 2005, s. 61-72.]

0 Yorum: