Güney Afrika’da Beyaz İktidar Kuşatması
Abe
Bailey Irklararası Çalışmalar Enstitüsü, Cape Town’da 1971 Ocak ayında bir
öğrenci konferansı düzenlemişti. Amaç sağcı Afrikaanse Studentebond’dan
(Afrikaan Öğrenci Birliği) solcu NUSAS ve SASO’ya kadar bütün önemli ulusal
öğrenci örgütlerinden önderleri biraraya getirmekti. Steve ve Barney (SASO’nun
kurucularından Barney Pityana -çn.) de daha sonra editörlüğünü Hendrik W. van
der Merwe ve David Welsh’in yaptığı (Cape Town, 1972’de David Philip tarafından
yayınlanan) Student Perspectives on South Africa (Öğrenci Gözüyle Güney Afrika)
adlı derlemede yer alacak olan bildirilerini sunmak üzere davet edilmişlerdi.
Aşağıda okuyacağınız Steve Biko’nun, bildirisidir.
¤ ¤ ¤
“Güzellik,
zekâ, güç hiçbir ırkın tekelinde değildir ve zafer meydanında hepimize yer
vardır.” Sanırım Aimé Césaire bu sözleri söylerken aklında Güney Afrika
yoktu. Bu ülkedeki beyazlar geri dönüşü olmayan bir yola girdiler. Beyaz
ırkçılığı bedeni ve zihni öyle pervasızca sömürüyor ki insan, bu ülkede
siyahların ve beyazların çıkarlarının “zafer meydanında hepimize yer olması”
ihtimalini dışlayacak kadar zıt kutuplarda olup olmadığını kendine sormadan
edemiyor.
Beyaz adamın iktidar merakı, onun mutlak bir
gaddarlıkla önüne gelen her şeyi yok etmesi sonucunu doğurdu. İktidardakiler
siyah toplumunu kadîm amaçları doğrultusunda bölme gayreti içinde siyahları
katmanlara ayıran ve belli gruplara ayrıcalıklı muamele öngören bir felsefe
geliştirdiler. Daha sonra muhtelif kabileleri kendi içlerine kapatarak buradan
kabileler arası husumetlerin gelişmesini ve siyahların enerjilerini sahte
“özgürlükler” peşinde koşarak tüketmelerini sağlamayı umdular. Ayrıca,
siyahların kendilerini kapattıkları (ve meselenin özünü gizleyen bir biçimde
“yurt” olarak adlandırdıkları) bu kozalarda tutulabileceklerini de umdular.
Ancak bir noktada iktidardakiler bu Apartheid kurumlarının etkinlik alanını
sınırlamak durumunda kaldılar. Siyahların çoğu başlangıçta verilen sözlerin
tutulacağından şüphe etmişlerdi zaten, şimdi ise oyuna getirildiklerini idrak
etmiş durumdalar. Yerli Temsilcileri Konseyi’nin onu kuranları utandıran bir
siyasî bir fiyaskoya dönüştüğü gibi, tahmin ediyorum ki, bu konsey
Hacivat’larının çok masraflı olduğunun anlaşılacağı bir zaman gelecektir;
sadece maddî açıdan değil, Milliyetçilerin pazarlamaya çalıştıkları hikâyenin
inanılırlığı bakımından da. Bu arada siyahlar da kendi dertleriyle -yani kara
derileriyle- ilgilenip beyaz dünyadan gelen sahte vaatleri dikkate almamaları
gerektiğini öğrenmeye başlıyorlar.
Ayrıca Güney Afrika’nın giderek sertleşen yasaları
insanların Apartheid düzenine içkin kötülüğün iyice farkına varmalarına yaradı.
Bantu Radyosu’ndaki hiçbir propaganda ya da şu sözde “yurt”lardan herhangi
birine verilmiş özgürlük vaatleri siyahları hükümetin niyetinin iyi olduğuna
ikna edemez; Afrikalıların kırsal bölgelerden göçe zorlanmasının gösterdiği
gibi, insan onurunun ve mülkiyeti üzerindeki tasarrufunun hiçe sayılması devam
ettiği müddetçe. Polisin Afrikalıları şehirlerde ve kasabalarda durduk yere
taciz etmesi ve insanların başının belası geçiş izni yasalarının (ülke içi
pasaport uygulaması -çn.) acımasızca
uygulanması beyaz adamın tepede olduğunu ve siyahlara -elbette en büyük
kısıtlamalarla- en fazla müsamaha gösterildiğini unutmamamızı sağlıyor. Özel
olarak belirtmeye gerek yok gerçi ama, bu gaddarlığa maruz kalan herkes sonuçta
kendine şu soruyu sormalıdır: kaybedecek neyim var? İşte siyahların kendilerine
sormaya başladıkları soru bu.
Şunu da eklemek gerek: muhalefet saflarında kafa
karışıklığı ve düzensizlik hâkim. Bütün muhalefet partileri siyasetin temel
taleplerini karşılamak zorundalar. Hem iktidara gelmek hem de adil olmak
istiyorlar. Anlamıyorlar ki yerli halkı iktidardan mahrum etmek adaletsizliğe
götüren en emin yoldur. Dolayısıyla Birleşik Parti ya da Milliyetçi Parti
arasında fark yoktur. Varsa bile kuvvetle muhtemel Birleşik Parti
Milliyetçilerden daha sağdadır. İktidara susamışlığın “İngiliz terbiyesi” gibi
sözümona ölümsüz özelliklere bile ne derece gölge düşüreceğini fark etmek için
bunların ünlü “Bütün Güney Afrika’da Beyaz Üstünlüğü” sloganına bakmak yeter.
Afrikalılar siyasî bir hileden başka bir şey olmayan Birleşik Parti’den çoktan
el yudular. Melezler de öyle. Eğer Birleşik Parti’nin hâlâ kazandığı oylar
varsa bu, kesinlikle ırkçı siyasetinde daha açık olmaya başlamasındandır. Daha
da ileri gidip söyleyebilirim ki Birleşik Parti’yle Milliyetçi Parti’nin
birleşmesi için yapılacak bir girişim Güney Afrika’da geç bile kalınmış bir
siyasî adımdır.
İlerici Parti ile siyahların flörtü ise yasalarca
sekteye uğratıldı. Bazı siyahlar siyah bileşenlerini kaybetmektense kendilerini
feshetmeyi tercih etmedikleri noktada İlericilerin şeklen de olsa bir
saygıdeğerlik kazanma şansını kaybettiğini düşünüyorlar. Ben yine de
İlericilerin bu süreçten daha arınmış olarak çıktıklarını düşünmeden edemiyorum.
İlericiler hiçbir noktada siyahların gerçek umudu olmamışlardı ki. Onlar her
zaman özünde bir beyaz partisi oldular, Afrika’nın güney ucunda beyaz değerleri
daha uzun süre korumak için mücadele ettiler yalnızca. Siyahların kendi
yoksulluklarını somut anlamda kara derilerine bağlayacakları zaman uzak değil.
Ülkeye dayatılan gelenek yüzünden yoksullar hep siyahlar olacak. Bu yüzden
siyahların ülkenin zenginliğini bir avuç insanın emrine veren bir düzenden
kurtulmak istemelerinde şaşacak bir şey yok. Şüphe yok ki Rick Turner “Günümüz
Radikal Düşüncesinin Bağlamı”na hasrettiği makalesinde “siyah bir iktidar büyük ihtimalle sosyalist olacaktır” derken bunu
kastediyordu.
Geldik siyahların güvenine en uzun süre mazhar
olmuş topluluğa: radikal ve solcu unsurlar dâhil, liberaller. Siyahların
yaptığı en büyük hata, Apartheid’a karşı çıkan herkesin müttefik sayılmasıydı.
Uzun zamandır siyahlar öfkelerini ağırlıkla iktidardaki partiye yöneltiyorlar,
bütün bir iktidar yapısından ziyade. Bir anlamda siyahların kullandığı siyasî
dil liberallerden alınmadır. Bu nedenle liberallerle ittifakların kolaylıkla
kurulmasına da şaşmamak gerekir.
Güney Afrika liberalleri kimlerdir? Davaya olan
katılımlarını olumsuz yoldan ifade eden o ‘ilgililer’ grubu, liberal, solcu vs.
gibi adlarla anılan o iyi niyetliler güruhu. İşte beyaz ırkçılığından ve
ülkedeki siyahlara yönelik gayrı insani muameleden sorumlu olmadıklarını iddia
edenler bunlardır; siyahlarla aynı yoğunluk ve şiddette baskıya maruz
kaldıklarını ve dolayısıyla siyahların adam yerine koyulmak için verdikleri
kavgada onların da müştereken yer almaları gerektiğini öne sürenler; kısacası
beyaz derileri altında siyah ruhları bulunduğunu söyleyenler bunlardır.
Liberaller büyük bir verimlilikle işe koyuldular.
Statükoya karşı gelen grupların ırka dayalı yapılarının olmaması gerekliliği
diye bir siyasî dogma icat ettiler. Bu ilkeye bağlı kalınırsa, ırkçı
politikalar üretilmesine karşı şerbetlenileceğini iddia ettiler. Hatta
siyahların neye karşı dövüşmeleri gerektiğini bile belirlediler.
Böyle bir etkiyle, birçok siyah önder liberallerin
öğütlerine fazlaca yaslanma eğilimi gösterdi. Aslına bakılırsa uzun zaman
önderliğin tek meşgalesi kendileri statükoyla faydasız müzakereler içindeyken
“kitleleri sakinleştirmek” oldu. Siyaseten yaptıkları tek iş protestolar ve
sınırlı boykotlar yoluyla bir ikna faaliyeti yürütmek oldu; gerisini “adil”
İngiliz ahalinin vicdanına bıraktılar.
Bu durum elbette böyle süremezdi. Yeni bir siyah
önderler nesli, siyahların siyasî hareketleri ya yasaklanmış ya da hatta
sürekli baskılardan ötürü var bile olamamış haldeyken, aslen kendilerinin
olduğunu düşündükleri bir mücadeleye beyazların katılımına itiraz etmeye
başlıyordu. Bu da sahneyi “siyahların hakları için mücadele” işlerini yürütmeye
devam etmeleri için liberallere bir kez daha açıyordu.
Liberaller Apartheid’a karşı olmanın etkili bir
yolu diye dayatıp durdukları bütünleşmenin Güney Afrika’da başarılmasının
mümkün olmadığını bir türlü kavrayamadılar. Böyle bir bütünleşme ister istemez
yapay olacaktı zira bir ırkın üstün, diğerlerinin aşağı olduğu yalanı ile
yetişmiş iki tarafa benimsetilmeye çalışılıyordu. Siyahların ve beyazların
elele ortak bir düşmana karşı durmalarını ummadan evvel bütün bir düzenin
temellerinin sarsılması gerekiyordu. Aksi takdirde, siyahlar ve beyazlar
kendilerini üstünkörü biraraya getirilmiş insanlardan müteşekkil bir çevrede
bulacaklardı; üstelik yanlarında o çevrenin mahvının nüvelerini de taşır
oldukları halde: üstünlük ve aşağılık komplekslerini.
Liberal ideolojinin önerdiği bütünleşme
efsanesinin sonu getirilmelidir, zira gerçekte yapay olarak bütünleştirilmiş
çevreler siyahları uyutup beyazların vicdanlarını temizlerken insanların bir
şeyler yapılıyormuş izlenimi edinmesine neden olmaktadır.
“Bu ülkede farklı ırklardan insanları biraraya
getirmek zor olduğu için bunun başarılması bile siyahların topyekûn kurtuluşuna
doğru atılmış bir adımdır” diye özetlenebilecek bir öncüle yaslanır bu efsane.
Bundan daha yanıltıcı bir şey olamaz.
Güney Afrika’nın kendi kafalarındaki doğrultuda
değişmesi için mücadele eden kaç beyaz gerçekten suçluluğun etkisiyle değil de
hakiki bir dertle hareket eder? Hiçbir beyazın içten olmadığını söylemek açık
ki zalim bir iddia olacaktır ama yine de bazı grupların izlediği yöntemler
ortada gerçekten bir adanmışlık olduğunu sorgulatacak cinstendir. Siyasetin özü
iktidarı elinde tutan cenaha yönelmektir. Çoğu beyaz muhalefet grubu iktidarın
beyazların elinde olduğunun farkında. Savunma bütçesinin ne kadar da çok
olduğunu ortaya koyan istatistikler alıntılama konusunda cevvaller. Polisin ve
askerin siyahların barışçıl olan-olmayan bütün protestolarını ne kadar etkili
biçimde denetleyip kısıtlayabildiğini ve polisin siyahların dünyasına ne oranda
sızmış olduğunu da biliyorlar. Bunlardan hareketle siyahların aciz-güç yoksunu
olduğuna da kaniler. O halde neden dertlerini siyahlara anlatmakta ısrarcılar?
Madem ülkede meselenin beyaz ırkçılığı olduğunun farkındalar, neden gidip
beyazlarla konuşmuyorlar? Neden muhatap diye illa siyahları seçiyorlar?
Bu soruları cevaplamaya uğraşırken liberalin asıl
derdinin kendi vicdanını rahatlatmak ya da en fazla siyahlarla nasıl da
özdeşleştiğini -elbette renk sınırının diğer yanında kalan akrabalarıyla
bağlarını da bütün bütün koparmadan- eşe dosta ilan etmek hevesinde olduğunu
düşünmemek imkânsız. Bir beyaz olarak o, beyazların ayrıcalık havuzundan
faydalanmaya müsaadeli ki bu havuzdan dilediğini, kendine uyanı alma fırsatını
da asla kaçırmaz. Yine de siyahlarla özdeşlemiş olduğundan kendi beyaz
muhitinde -sadece beyazların girebildiği plajlar, lokantalar ve sinemalarda-
hafiflemiş olarak, diğerlerinden farklı olduğunu hissederek gezer. Ancak
kafasının bir yerinde bir şey ona sürekli olarak keyfinin gıcır olduğunu ve bu
nedenle değişim falan gibi meselelere boşvermesi gerektiğini hatırlatıp durur.
Milliyetçilere oy vermiyor olsa da (ki onlar zaten artık çoğunluktadır)
Milliyetçilerin sağladığı güvenlikten hoşnuttur ve değişim fikri bilinçaltında
onu ürkütür.
Beyazların siyahların mücadelesine dâhil olmasının
yanında mevcut kısıtlılıklar da gelişimin sekteye uğramasına neden oldu.
Siyahlar aşağılık kompleksleri yüzünden liberallerin sözlerine kulak verme
eğiliminde oldular. Zekânın ve ahlâkî muhakemenin kendi tekellerinde olduğunu
vehmeden tipik kibirleriyle kendi kendilerini siyah çıkarlarına emanetçi atamış
olan bu liberaller ise siyah adama özlemlerini gerçekleştirmesi noktasında yol
gösterici olageldiler.
Liberalleri ve onların mücadeleye katılmalarını
küçümsemiyorum. Siyahların halinden onların mesul olduğunu da iddia etmiyorum.
Sadece, bir grubun ayrıcalıklı olduğu ve diğerlerinin sırtından geçindiği bir
düzende baskı görenlerle tam bir özdeşleşmenin imkânsızlığını anlatıyorum.
Beyaz toplumun siyahlara borcu öyle büyük ki hiçbir kişi teki siyah dünyadan
gelmesi tabii olan kapsayıcı bir suçlama/kınamadan kolayca kurtulmayı umamaz.
Beyazların ayrıcalıklardan istifade etmek için illa iktidar partisini
desteklemelerinin gerekmediği malum. Onlar ayrıcalıklı doğmuşlar ve siyahların
iliğini kemiğini acımasızca sömüren bir sistem tarafından beslenip
büyütülmüşler. 20 yaşında bir liberalin kendisine açılmış kucaklar bulmayı
umması kesinlikle siyahların bağışlayıcılığını gözde fazlaca büyütmek olur. Bir
liberalin niyeti ne derece samimi olursa olsun, ayrıcalıklı doğmak kendi seçimi
olmasa da, siyahların onun niyetlerinden doğal olarak şüphe edeceklerini kabul
etmek zorundadır.
Liberal, kendi başına ve kendi için mücadele
vermelidir. Eğer bunlar gerçek liberallerse, bizzat kendilerinin baskı altında
olduğunu görmeliler ve kendi özgürlükleri için mücadele etmeliler, özdeşlik
kurduklarını iddia etmelerinin de hayli güç olduğu, ne idüğü belirsiz bir
“onlar” için değil.
Göstermeye çalıştığım şey Güney Afrika’da siyasî
iktidarın her daim beyazların elinde olduğuydu. Beyazlar sadece saldıran taraf
olmanın günahını taşıyor değiller, bir takım becerikli manevralarla siyahların
provokasyona verdikleri karşılığa da kumanda ettiler. Siyah adamı tepelemekle
kalmadılar, bir de ona buna nasıl karşılık vereceğini anlattılar. Uzun zamandır
siyah adam beyazın tekmesine nasıl karşılık vereceğine dair kendisine verilen
öğüdü sabırla dinliyor. Acı veren bir yavaşlıkla da olsa artık bu tekmeyi kendi
bildiği yoldan karşılamanın kendi hakkı ve görevi olduğu bilincine erdiğinin
işaretlerini vermeye başladı.
Siyah
Bilinci
“Biz melezler, tarihin bu anında,
emsalsizliğimizin, kim ve ne olduğumuzun bilincine erdik ve her zeminde, her
yerde bu bilinçten türeyen sorumluluklarımızı üstlenmeye hazırız. Dünyadaki
konumumuzun özgünlüğü başkalarınınkiyle karıştırılmasın; başka herhangi bir
meselenin tali unsurlarına indirgenemeyecek meselelerimizin özgünlüğü, başka
bir tarihe değil bizim tarihimize ait olan korkunç bahtsızlıklarıyla
tarihimizin özgünlüğü, daha da hakikatle yaşamaya ve sürdürmeye ahdettiğimiz
kültürümüzün özgünlüğü.”
[Aimé Césaire, 1956,
Fransız Komünist Partisi’ne yazdığı istifa mektubundan]
Césaire’in bu sözleri yazdığı sıralarda Güney
Afrika’da öfkeli genç siyah adamlardan oluşan bir grup ortaya çıkıyor ve bu
adamlar da “emsalsizliklerinin bilincine eriyor” ve kim ve ne olduklarını tayin
etmeye can atıyorlardı. Bunlar ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) önderliğin
parçası olan “eski kafalı”larca dayatılan doğrultudan hoşnutsuz unsurlardı. Bu
genç adamlar önderlikçe benimsenmiş olan “ağırdan alma” tutumu ve önderliğin
siyahların öz örgütleri dışındaki örgütlerle çekincesizce ortaklıklar kurması
gibi muhtelif meseleleri sorguluyorlardı. 1955’te, Kliptown’da kabul edilen
‘Halk Bildirgesi’ (Güney Afrika Kongre İttifakı’nın ana ilkelerini bildiren,
Hintli [SAIC], melez [CPC], siyah [ANC] ve beyaz [SACD] kongrelerinin
müştereken imzaladığı ‘Özgürlük Bildirgesi’ -çn.)
bunun bir kanıtıydı. Bir anlamda bunların Güney Afrika’daki siyahların tek
başlarına hareket etme ve siyahların ortaya koyduğu ve yine onlara dayanan bir
felsefe geliştirme ihtiyacını hissetmeye başladıklarının ilk işaretleri olduğu
söylenebilir. Başka bir deyişle Siyah Bilinci kendini göstermeye başlamıştır.
Genel anlamda Güney Afrika siyahlarının, siyasî
partilerinin yasaklanmasından beri, yeni bir düşünce gelişimine dair bir alamet
göstermediklerini iddia etmek mümkün. Beyaz dünyaya karşı hoşnutsuzluk
emareleri de olumlu bir yaklaşıma doğru evrilme şansı bulamadı. Öte yandan,
siyah öğrenciler siyah-beyaz koalisyonlarındaki konumlarını tekrar
değerlendirmeye başladılar. SASO’nun (Güney Afrika Öğrenci Örgütü) ortaya
çıkışı ve onun beyaz dünyayla bağları koparmaya dayalı tavizsiz siyaseti
insanların zihinlerine yeni düşünce tohumları ekti. Bu, beyazların siyahların
dünyasında kabul görmeleri için Apartheid karşıtı olmalarını kâfi gören eski
geleneğe bir meydan okumaydı. Liberal düşünceli beyaz öğrencilerden gelen
itirazlara ve ‘ırka dayalılık’ suçlamalarına karşın siyah öğrenciler siyahlar
ve beyazlar arasındaki ittifakların reddi ilkesinin arkasında durdular. Yeni
‘ortanın sağı’ grubu NAFSAS’tan bir konuşmacı, bir öğrenci ona ‘biz yolumuzu
kendimiz tayin edeceğiz, ister denize çıksın bu yol, ister dağa, ister çöle;
beyaz öğrencilerle işimiz yok’ dediğinde bu yeni düşünme biçiminin ne olduğuna
dair bir fikir edinmiş oluyordu.
SASO’nun duruşunun önemi bizatihi SASO’nun kendi
varoluşu ile ilgili değildir, zira SASO en nihayetinde üyeleri sürekli değişen
bir öğrenci örgütü olmanın kısıtlılıklarını taşımaktadır. Bu önem daha ziyade
bu yeni yaklaşımın geleneksel karşıtında büyük bir çatlak meydana getirmiş
olmasında ve siyahları sarsıp düşünmeye sevketmesinde aranmalıdır. Bu duruş
siyahların kendi işlerini kendilerinin gördüğü ve kendi sorumluluklarının
bilincine daha açıklıkla vardığı yeni bir dönemin müjdecisi oldu.
Siyah Bilinci davası/çağrısı uzun zamandan beri
siyah dünyada herhangi bir gruptan neşet etmiş en olumlu çağrıdır. Bu
çağrı/dava sadece beyazların siyahlar tarafından tepkisel bir biçimde reddi
demek değildir. Onun özü siyahların, bu güç diplomasisi oyununda adam gibi yer
almak için kitlesel güç mefhumunu kullanmak ve bunun için uygun zemini inşa
etmek zorunda olduklarını fark etmeleridir. Tarihsel, politik, toplumsal ve
ekonomik anlamda her şeyden mahrum bırakılmış bir kitle olarak siyahlar zaten
olabilecek en güçlü zemine sahipler. Siyah Bilinci felsefesi bundan dolayı
siyahların onurunun ve onların ayağa kalkıp kişilik kazanma azminin ifadesidir.
Bu tür düşünmenin temelinde zalimin elindeki en etkili silahın mazlumun zihni
olduğunun siyahlarca kavranması yatar. Mazlumun zihni zalim tarafından onun
(mazlumun) beyaz adama bağımlı olduğuna inanmasını mümkün kılmak üzere etkili
bir biçimde idare edilip yönlendirilmiştir, böylece güçlü yöneticileri
gerçekten korkutmak için mazlumun yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim Siyah
Bilincinin çizdiği doğrultuda düşünmek siyah adamın kendisini bir varlık, başka
bir varlığın uzantısı değil de kendine yeterli bir varlık olarak görmesini
sağlar. Sonunda kendi insan oluşunun önemini küçük gören herhangi bir davranışa
tahammül edemez olur. Bu olduğunda ise siyah adamın içindeki hakiki insanın
artık ortaya çıktığından emin olabiliriz.
Siyah Bilincinden sanki hâlihazırda mevcut bir
şeymiş gibi sözettim. Bunun bu aşamada iddialı olduğunu kabul etmekle beraber
muhtelif siyah grupların tedricen öz bilince sahip olmaya başladıkları
doğrudur. Kafalarını, kendi tutumları üzerindeki beyaz denetiminin mirası olan
tutsaklaştırıcı düşüncelerden temizliyorlar. Yavaş yavaş, onları tek başlarına
hareket etmekten alıkoyan ‘ahlâkî kanıt’ı bir kenara bıraktılar ve artık
beyazların siyah kurumlarının özellikle dışında tutulmasından birçok fayda elde
edilebileceğini öğreniyorlar.
Elbette beyazların bu gelişen güçlerin pek de
farkında olmamaları bizi şaşırtmıyor, zira bu bilinçlilik temelde içe dönük bir
süreç. Bu ülkede insanlar siyah liderlerin –bundan anladıkları da muhtelif
Apartheid kurumlarının liderleri- ne dediğini anca gazetelerden öğreniyorlar.
Basın organlarının, bünyesindeki kimi kişiler tarafından sözlerini dobraca
söylemek için bir araç olarak kullanıldığı doğruysa da yine de siyahların
herhangi bir konudaki hislerini ölçmekte ciddiye alınabilecek türden mihenk
taşları olmadıkları kesin.
Güney Afrikalı siyah öğrenciler arasında
bilinçliliğin artması Amerikan ‘Zenci’ hareketinin etkisine yoruldu genellikle.
Ancak bana öyle geliyor ki bu hal kısa bir zaman içinde birçok Afrika ülkesinin
bağımsızlığını kazanmasının getirisi. Hatırlıyorum; ben lisedeyken Dr. Hastings
Kamuzu Banda hâlâ bir militandı. Sıklıkla alıntılanan bir sözü vardı: “Burası siyahların ülkesi; bundan hoşlanmayan
beyazlar çekip gitsin.” Açık ki tarihin o noktasında beyazların
yenilmezliği efsanesi yıkılıp gitmişti. Diğer Afrikalı kardeşlerimiz böyle
sözler ederken biz nasıl kölece düşüncelere hâlâ bağlı kalabilirdik? Biz de
onun (beyaz adamın) orada bulunmaya hakkı olmadığını biliyorduk; onu masamızdan
kaldırmak, masaya onun koyduğu tuzakların hepsini savurup atmak, masayı Afrika
usulü tekrar dekore etmek, sonra oturup ona isterse bizim şartlarımızı kabul
ederek aramıza katılabileceğini söylemek istiyorduk. Banda’nın söylediği buydu.
Amerikan terminolojisini düşüncelerimizi ifade etmekte çok kullanmamız bütün
yeni düşüncelerin Amerika’da yaygınlık kazanmasındandı.
Ulusal bilincin Güney Afrika’da yayılmasının
karşısında türlü engeller var. Öncelikle geleneksel kompleksler var, sonra ise
yerlilerin geçmişinin içinin boşaltılmışlığı ve son olarak da siyah-beyaz
bağımlılığı meselesi. Geleneksel üstünlük-aşağılık, siyah-beyaz kompleksleri
sömürgecilerin bilinçli ürünleridir. Misyonerlerin faaliyetleri ve benimsenen
eğitim yöntemi yoluyla siyahların beyaz adamın bir tür tanrı olduğuna, onun
sözlerinden şüphe edilemeyeceğine inanması sağlandı. Fanon’un dediği gibi: “Sömürgecilik bir halkı avucunda tutmakla,
Yerli’nin beynini boşaltmakla yetinmez; sapkın bir akıl yürütmeyle, mazlum
halkın geçmişine yönelir ve onu tahrif eder, biçimsizleştirir, nihayetinde yok
eder.” Geldiğimiz noktada siyahların bugün sırtlarını dayayacakları, onlara
şevk verecek bir şey kalmadı ortada ama gelecekte korkacakları çok şey var.
Afrika’nın kırsal bölgelerinden birinde yaşayan
eğitime karşı bir topluluğun tutumu genellikle yanlış anlaşılır, özellikle de
Afrikalı entelektüel tarafından. Hâlbuki bu insanların ortaya koyduğu nedenler
onların özündeki haysiyet ve kıymeti yansıtır. Onlar eğitimi Afrika kültürünün
maddesinin/özünün kısa yolda mahvı olarak görürler. Alışageldikleri hayatın
bozulduğundan, geleneklerin bir kenara atılmasından ve içlerinden herhangi biri
okula gittiğinde gelenek karşıtlarının bitmek bilmez alaylarına hedef
olmasından için için yakınırlar. Yaşlılara saygı göstermeme, Afrika
geleneğinde, affedilemez ana günahlardan biridir. Ancak çocuğa her haltı bilen,
ukala beyaz eğitmenlerince ailesinden öğrendiklerine kulak asmaması
öğretildiyse, çocuğun babaya olan saygısını yitirmesinin önüne nasıl
geçilebilir? Okulda onun kültürel arkaplanı tek kelimeyle ‘barbarlık’ olarak
özetlenirken bir Afrikalı, geleneğine saygısını yitirmekten nasıl kaçınabilir?
Beyazların yönlendirdiği bir eğitimden geçmiş
oluşuna ek olarak siyahların bütün tarihi de ona sürekli yenilgilere yakılan
uzun bir ağıt gibi sunulur. Tuhaftır; herkes Güney Afrika tarihini 1652’den
başlatmakta ittifak halindedir. Şüphesiz bu siyahların bu ülkeye beyazlarla
aynı zamanda geldiği yalanını desteklemek maksadını taşır. Demek ki eğer biz
siyahlar bilinçlenmede birbirimize yardımcı olmak istiyorsak tarihe özel olarak
odaklanmak zorundayız. Tarihimizi yeniden yazmalı ve onu beyaz işgalciye karşı
direnişin çekirdeğini oluşturan kahramanların tarihi olarak anlatmalıyız.
Chaka, Moshoeshoe ve Hintsa [sırasıyla Zulu, Basotho ve Xhosa kabilelerinin
meşhur reisleri] gibi insanların bir ulus yaratmak için yaptıklarıyla ilgili
daha çok tarihsel gerçek su yüzüne çıkarılmalı ve vurgulanmalı.
Kültürümüz daha somut olarak tanımlanmalı. Geçmişi
bugüne bağlamalı ve modern Afrikalının tarihsel evrimini serimlemeliyiz. Mevcut
iktidarın kültürümüzü geri bir kültür olarak yansıtma girişimlerine karşı
durmalıyız. Bizim kültürümüzden çıkarılacak yargı bu değil. Onlar bizim kültürümüzün
gelişimini kasten kabile aşamasında dondurdular; amaçları Afrikalıların
yamyamlığa yatkın olduğu, hayatta hiçbir gerçek tutkuları olmadığı ve
cinsellikten ve içkiden başka şey düşünmedikleri efsanesini devamlı kılmaktı.
Gerçekte Afrika’nın taşra kasabalarındaki yaygın ahlâk bozukluğu beyaz adamın
yerlilerin öz kültürünün doğal evrimine müdahale etmelerinin bir sonucudur.
‘Sömürgeciliğe maruz kalmış her yerde yerli kültür çürümeye başlar ve onun
kalıntıları arasından Avrupa kültürü tarafından sıkıştırıldığı sınırlar içinde
yaşamaya mahkûm edilmiş bir şey doğar.’ Bizim kimliğimizin tam anlamıyla ortaya
konuşu hakiki kültürümüzün evrimi yoluyla olacaktır.
İnsanlararası ilişkilerin değerine yapageldiğimiz
vurguyu siyah adamın kendisine kaydırmalıyız; Van Riebeeck öncesi günlerde
genel anlamda insanlara, onların malına ve canına hürmet ettiğimizin altını
çizmek, insanın teknolojiye bağımlılığını ve Afrikalının karakterine yavaşça
sızan ‘maddî şeylere düşkünlük’ unsurunu azaltmak için.
“Halkımın
teknolojinin nimetlerinden maddî olana dönük tutkunun kurbanı olmadan ve
hayatlarındaki manevî yönü yitirmeden faydalanmasının bir yolu var mı?”
diye soruyor Başkan Kaunda ve bildik Afrika kabile toplulukları hakkında
konuşurken şöyle söylüyor:
“Doğaya
bağlı ve onunla en yakın ilişki içinde yaşayan insanlar bu güçlerin
faaliyetlerinin en çok ayırdında olanlardır: hayatlarının nabzı evrenin
nabzıyla uyum içinde atar; eğitimsiz ve basit insanlar olabilirler ve ufukları
bir hayli dar olabilir ancak inanıyorum ki onların dünyası çoğu kez manevî yönü
kesip atma pahasına icat edilmiş alet edevatla fizikî duyularını olduğundan
daha yetkin gösteren sofistike Batılınınkinden çok daha geniştir.”
Güney Afrika’nın siyah halkının, yeni
istikametlerinde ilerlemek için iktisadî güçlerinden nasıl istifade edecekleri
üzerine düşünmeleri gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek yok. Bugünkü durum
itibariyle siyah dünyadan gelen para beyaz topluma akıp duruyor. Siyahlar
beyazların marketlerinden, manavlarından, içki dükkânlarından, eczanelerinden
alışveriş ediyorlar; bunlar yetmiyormuş gibi gücü yetenler bir de banka
işlerini beyazların bankalarında görüyorlar. Devletin trenlerinde ve beyazların
sahibi olduğu otobüslerde seyahat ettikleri de malum. Şu halde elimizdeki kısıtlı
imkânlardan, iktisadî payımızı büyütmek üzere faydalanma arzusu bizim kitlesel
olarak elimizde tuttuğumuz gücün ayrımına daha çok ermemize vesile olacaktır.
Johannesburg’ta bazı kişilerin başlattığı ‘Siyahlardan alışveriş et’ kampanyası
ile alay etmek yersizdir.
Siyah Bilincini savunanların kendilerini dış
dünyaya kapadıkları, birbirlerinin omzuna yaslanıp ağlamayı tercih ettikleri ve
dolayısıyla dünyanın geri kalanıyla faydalı olabilecek bir diyalogdan mahrum
kaldıkları sıklıkla iddia edilir. Ancak bana kalırsa dünyadaki siyahlar
sömürgecilik mirasını ve beyaz tahakkümünü reddetmeyi ve etraflarında kendi
değerlerini, ölçülerini ve hayata bakışlarını inşa etmeyi seçerek sonunda
Üçüncü Dünya’da zengin uluslara karşı sürdürülen mücadele ile daha anlamlı bir işbirliği
için sağlam bir zemin yaratmışlardır. Fanon’un söylediği gibi: “Kendinin bilincine
varmak iletişime kapıları kapamak değildir. […] Ulusal bilinç ki bu
milliyetçilik anlamına gelmez, bize uluslararası bir yön kazandıracak olan
yegâne şeydir.” Bu cesaret verici bir işaret, zira şüphesiz ki Güney
Afrika’daki siyahlarla beyazlar arasındaki iktidar mücadelesi, dünya ölçeğinde
Üçüncü Dünya ülkeleri ile zengin beyaz uluslar arasındaki yıllar geçtikçe
belirginleşen çatışmanın bir mikrokozmosudur.
Ezcümle; günümüzde siyah
dünyanın geçirdiği bu olumlu evrime kucak açılmalıdır. Siyahların dünyasında
açılan yaraların ve yıllar süren zulmün siyahlardan bir karşılık bulması
kaçınılmazdı. Artık Barnett Potter’ın sadistçe bir övünçle ve bariz bir neşeyle
suçun siyahların genlerinde aranması gerektiğini sonucuna varışını dinleyip
beyazların hep bir ağızdan ‘âmin’ deyişini izleyebiliriz, hem de hiç
öfkelenmeden. Bizde bu zor zamanlardan geçme iradesi var; yıllar içinde
beyazlara ahlâkî üstünlük sağladık; zamanın onun kâğıttan kalelerini yok
edişini izleyelim şimdi ve bilelim ki bütün bu şeytanlıklar, zavallı korkak
insanların Afrika’nın yerli halkının bedenlerini ve zihinlerini sürekli olarak
denetim altında bulundurabilecekleri konusunda birbirlerini ikna etmeye yönelik
şuursuz girişimleri idiler sadece.
Steve
Biko
[Kaynak: Steve Biko, 1946-77: I
Write What I Like, Cambridge, 2005, s. 61-72.]
0 Yorum:
Yorum Gönder