05 Aralık 2021

,

Mandela’nın İktisadî Mirası


Nelson Mandela’nın ölümü bize, Güney Afrika’nın siyah kitlelerinin, ilk olarak Britanya emperyalizmi tarafından teşvik edilen, sonrasında Güney Afrika’nın gerici ve ırkçı beyaz hâkim sınıfı tarafından küçük bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak amacıyla benimsenen acımasız, zalim ve gerici Apartheid [ırk ayrımcılığı] rejimi karşısında kazandıkları büyük zaferi hatırlatıyor. Mandela, hayatının yirmi yedi yılını hapishanede geçirdi ve onun temsil ettiği halk, ABD’nin de içinde bulunduğu büyük emperyalist güçler tarafından desteklenen tuhaf rejimi devirmek için onlarca yıl süren uzun ve zorlu bir mücadele verdi.
Özellikle Margaret Thatcher önderliğindeki İngiliz muhafazakârlarının ve diğer emperyalist liderlerin çabalarına karşın rejim, milyonlarca siyah Güney Afrikalının (madenlerdeki emekçilerin, okullardaki çocukların, varoşlardaki halkın) büyük fedakârlıklarıyla yıkıldı. Güney Afrika halkı, büyük ülkelerdeki işçilerin ve halkın boykotlar, grevler ve politik kampanyalar düzenleyerek gösterdiği dayanışmanın desteğini gördü. Bu, Britanya’daki ve Amerika’daki gerici güçler için büyük bir mağlubiyetti.
Fakat bunun yanında, zamanlaması bakımından Apartheid rejiminin sonu, Güney Afrika’daki beyaz hâkim sınıfın ve büyük kapitalist ülkelerdeki hâkim sınıfların tavırlarındaki bir değişimden de kaynaklanıyordu. Mandela’yı artık “terörist” olarak değerlendirmeme ve siyah bir devlet başkanının kaçınılmaz, hatta gerekli olduğunu kabullenme yönünde alınan soğukkanlı ve gerçekçi bir karar söz konusuydu. Peki bu karar neden alınmıştı?
Güney Afrika’nın kapitalist ekonomisi, çok kötü durumdaydı. Nedeni yalnızca boykot değildi, zira madenlerdeki ve fabrikalardaki siyah emeğinin üretkenliği de azalmıştı. Sanayideki yatırımların niteliğinde ve dış yatırımların kullanılabilirliğinde keskin bir düşüş yaşanmıştı. Bu durum, 1980’lerin ilk yıllarındaki küresel ekonomik durgunluk döneminde sermayenin kârlılığının savaş sonrası dönemin düzeyine düşmesinde ifadesini buldu. Ve diğer kapitalist ekonomilerden farklı olarak, Güney Afrika emek gücünü sömürerek işleri yoluna koymanın bir yolunu bulamadı.
Yönetici sınıf, stratejisini değiştirmek zorundaydı. F.W. De Klerk himayesindeki beyaz liderler, geçen on yıllarda izlediği politikayı terk ettiler; Mandela’yı serbest bırakma tercihinde bulunarak siyahların çoğunlukta oldukları, emek disiplinini yeniden tesis edebilecek ve kârlılığı canlandırabilecek bir hükümetten yana oldular. De Klerk, yaptıklarının karşılığı olarak, Nobel Barış Ödülü’nü 76 yaşında devlet başkanı olan Mandela ile birlikte aldı! Gerçekten de ilk Mandela yönetiminde kârlılık, işgücünün sömürülme oranlarındaki ani ve büyük yükselişe bağlı olarak önemli ölçüde arttı.
2000’lerin başında kârlılık oranları, sermayenin organik bileşiminde makineleşmenin hızlı bir şekilde artması dolayısıyla, sömürü oranlarındaki daha büyük artışa rağmen, azalan bir seyir izledi. Güney Afrika sanayisi, şimdilerde zor durumda, işsizlik ve suç, küresel oranların çok üzerinde ve ekonomik büyüme çöküşün eşiğinde.
Mandela ve sonrasında Thabo Mbeki yönetimindeki Güney Afrika, tam anlamıyla berbat durumda olan siyah çoğunluğun yaşam koşullarında, Apartheid rejiminin acımasız ve keyfi denetimine ve eşitsizliğine son vererek sağlığın korunması, konut sorunu, elektrik, eğitim vb. alanlarda belirli gelişmeler kaydetti. Fakat Güney Afrika, hâlâ dünyada en yüksek gelir ve servet eşitsizliğine sahip ve ekonomideki eşitsizlik, hiçbir zaman siyah kapitalistlerin beyaz olanlara katıldığı durumdakinden daha yüksek olmadı. ANC (Afrika Ulusal Konseyi), açıkça ilân edilmiş sosyalist ideolojisine rağmen, madenlerde ve kaynak sanayilerinde bile hiçbir zaman kapitalist üretim biçimini ortak mülkiyetle değiştirmeye yönelmedi.
OECD, gelişmekte olan ülkelerde gelir eşitsizliği hakkındaki raporunda şunları söylüyor:
“Bir uçta, geçtiğimiz iki on yılda üretimdeki güçlü büyüme iki ülkede (Brezilya ve Endonezya) gelir eşitsizliğinin azalmasıyla el ele gitti. Diğer uçta ise, aynı dönemde dört ülke (Çin, Hindistan, Rusya Federasyonu ve Güney Afrika) ekonomilerindeki güçlü genişlemeye rağmen, eşitsizlik seviyelerinde dik bir artış kaydetti.”
Güney Afrika’nın genellikle varlıklı olan küçük beyaz azınlığı Apartheid rejiminin sonlanmasından pek etkilenmeden konumunu sürdürdü. Yine, OECD raporundan şu tespiti aktaralım:
“Bu özellikle coğrafî ayrımların ırklar arasındaki eşitsizliği yansıttığı Güney Afrika için zorlu bir sorun. Apartheid’ın sonlanmasının ardından gerçek gelirin bütün toplumsal gruplar için yükselmesine rağmen, pek çok Afrikalı hâlâ yoksulluk içinde yaşıyor. Afrikalılar, herhangi bir yoksulluk ölçütünde, kendileri beyazlardan daha yoksul olan Hintlilerden / Asyalılardan daha fazla yoksul olan beyaz olmayan ırklardan da çok daha fazla yoksullar.”
Ve şimdi iş dünyasına egemen olan ve iktidardaki ANC partisinin siyah önderliğinin üzerindeki karşı konması güç nüfuzlarını kullanan zengin siyahlar, zengin beyazlara katılıyorlar. ANC, işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturan siyahlar ile gelişen küçük siyah hâkim sınıf arasındaki keskin ayrımları dışavuruyor. Bu çatlaklar, şimdiye dek kararlı bir kırılma yaşanmadan, zaman zaman patlamalara yol açıyor (yakın zamanlarda greve giden madencilerin siyah bir hükümetin emrindeki polis tarafından kurşunlanması olayında gördüğümüz gibi). Mandela’nın mirası Apartheid’ın sonuydu; eşitlik ve daha iyi bir yaşam için mücadele ise halkının gelecek kuşakları için devam ediyor.
Michael Roberts
6 Aralık 2013