Nisan’daki Yüksek Mahkeme kararı İran-ABD anlaşmasını
ortadan mı kaldırdı?
İran Merkez Bankası ile Peterson arasında süren dava
sürecinde Yüksek Mahkeme, davacıların, bilhassa “devlet destekli terör”
eylemleri dâhilinde ölmüş ABD yurttaşların yakınlarının 2 milyar dolar
değerindeki İran malları üzerinde hak iddia edebileceğine hükmetti. Tahran
anlaşılır bir şekilde bu karardan rahatsız oldu. Cumhurbaşkanı, kararın saf ve
yalın manada bir hırsızlık olduğunu söyledi, merkez bankasının direktörü ise
alınan kararı “eşkıyalık” olarak niteledi.
Belki de öyledir. Ama muhtemelen değil, zira İran’a
karşı yapılan devlet destekli bu türden hamleler İran anlaşması ile çatışmıyor.
Tam tersine, onun çerçevesi dâhilinde gelişiyor.
İran anlaşmasının birçoklarının tahayyül veya umut
ettiği şeyle bir alakası yok. Özellikle ABD’nin eylemlerindeki tonu tayin eden
STK’lar, İran anlaşmasını nükleerin terk edilmesine karşılık yaptırımların
kaldırılması olarak anlıyorlar. Oysa tüm yaptırımların kaldırılması asla İran
anlaşmasının özü değil. İran ABD’nin tatbik ettiği ticarî ambargoya maruz
kalmaya devam edecek, üstelik diğer yaptırımlar yürürlükte kalacak.
Nükleer Silâhların Yayılımını Önleme Anlaşması
şartları uyarınca İran’ın uranyumu zenginleştirmeye yönelik tüm hukukî
haklarından mahrum kalması karşılığında anlaşma metni ılımlı kimi yaptırımların
kaldırılmasını öngörüyor.
Suzanne Maloney, ABD’deki müesses nizama bağlı bir
düşünce kuruluşu olan Brookings’de ABD’nin temel hedeflerini şu şekilde izah
ediyor:
“Tahran’a
asla bir gül bahçesi vaat edilmedi. Eğer İranlılar ekonominin tümden ıslah
edilmesini istiyorlarsa, liderlerinin politik, ekonomik ve dış siyasetle
alakalı anlamlı kimi reformları koşullayacak belirli bir politikayı benimsemesi
gerekiyor.”
Maloney devamında ancak bu sayede devrimci devlet için
kalıcı bir gevşeme sürecinin bir ihtimal hâline gelmesinin mümkün olabileceğini
söylüyor.
Modern İran’ın karmaşık, çok aşamalı ve kapsamlı bir
anti-emperyalist devrimin semeresi olduğu kolaylıkla unutuluyor. Bu devrime
Marksistler de katıldı ama ona hükmedemediler ve nihayetinde şehit düştüler.
Devrim sosyalist değil, toplumsal olanın yönlendirdiği bir devrimdi, iktidarı
ele geçiren mollalar bu işi İranlı sosyolog Val Moghadam’in “radikal-popülist
İslamcı söylem” adını verdiği şeyi devreye sokmak suretiyle başarabildiler.
Irak işgalinin yaşandığı dönemde hükümet, 1979 sonrası dönemde yoksulları toplumsal
bütünlüğe dâhil etmek için bir dizi toplumsal programı uygulamaya soktu ve
birçok sanayi kolunu millileştirdi. Sanayi konusunda sahip olduğu zemini
seksenlerde ve doksanlarda devletin başı çektiği sanayi stratejisi üzerinden
genişletti.
O günden beri ABD politikası Maloney’nin kullandığı
manada gevşeme ve devrim çarkını terse çevirme üzerine kurulu.
Bu, İran’ın üretim alanındaki imkânını Batı’nın
öncülük ettiği yatırım, mübadele ve dış politika hatlarına bağlanmasını ifade
ediyor. Hâlihazırda İran “esnek olmayan bir emek piyasasına, enerji yatırımları
için kimseyi cezp etmeyen sözleşme şartlarına”, bunların yanı sıra geleneksel
manada ülkeye hâkim olan bir kamu sektörüne” sahip.
Kimseyi cezbetmeyen sözleşme şartları, yabancı
çokuluslu petrol şirketlerinin İran’ın petrol gelirlerinden yeterli payı
alamamalarını ifade ediyor.
“Kamu sektörünün hâkimiyeti” ise üretim alanının
önemli bir kısmının birimlere ayrıştırılamaması, mülkiyet senetlerinin
hisselere dönüşmemesi, borsalarda kendisine yer bulamaması, yabancı
yatırımcılara satılamaması anlamına geliyor.
Peki Maloney’nin itirafı neyi ifşa ediyor? Basit
manada şunu: İran ABD’nin çok yönlü saldırılarının hedefi olmaya devam edecek.
ABD İran kendisinin hükmettiği küresel sisteme dâhil olana dek saldırılarını
sürdürecek. Bu saldırılar, Suudi Arabistan, İsrail ve bunların gerisinde
dizginleri tutan ABD üzerinden yürürlüğe sokulan iç ve dış politikalar
üzerinden gerçekleştirilecek.
Saldırıların bir yönü ekonomik yaptırımlar. Bu
yaptırımlar, İran’ın bağımsız bir ülke olarak dünya sistemiyle bütünleşmesine
mani olmaya devam ediyor. Söz konusu yaptırımlar devrimin yıkım süreci
tamamlanana kadar muhtemelen de kaldırılmayacak.
Uluslararası Para Fonu İran’dan neler beklediğini izah
ediyor. İlk olarak “İran ekonomisi uluslararası ticarete ve yatırımlara
kapılarını açmak zorunda.” Model olarak IMF Latin Amerika’dan bahsediyor.
Kıtanın altmışlardaki ve yetmişlerdeki sanayileşme ve artan yaşam standartları
ardından küresel ekonomiye dâhil olduğunu söylüyor.
Latin Amerika’nın 1980-2000 arası dönemde tanık olduğu
net büyüme kişi başına yüzde altı. Ekonomist Mark Weisbrot bunun “son yüzyılın
en kötü uzun erimli ekonomik büyümesi” olduğunu söylüyor.
IMF’in diğer tavsiyeleri arasında “mal ve hizmet
piyasalarının yabancı şirketlere açılması”, “piyasalardaki engellerin rekabete
ve yabancı yatırıma açılması, tekellerin ağırlığının azaltılması ve özel çıkar
odaklarının zayıflatılması” gibi başlıklar var. Bu, esasında ABD’li ve Avrupalı
tekellerin İranlı tekellerin yerini alması anlamına geliyor. IMF ayrıca “yeni
orta sınıflar”ı yetkilendirip güçlendirmeyi öngörüyor. Bunları İran devletinin
iç ve dış siyasetini reddeden, küresel entegrasyon arayışı içinde olan ve
bağımsız dış politikanın devredışı kalmasını arzulayan bir güç olarak görüyor.
Saldırıların ikinci yönü ise finansal. Ayetullah
Hameney’in Mart ayında ifade ettiği üzere, “Bugün tüm batı ülkelerinde ve onun
nüfuzu altında olan bütün ülkelerde bankacılık işlemlerimiz engellenmektedir.
Bankalarda muhafaza edilen paralarımızı ülkeye geri getirme konusunda sorunlar
yaşıyoruz. Bankaların yardımına muhtaç olan farklı finansal işlemlerin
yürütülmesi noktasında sıkıntılarla karşılaşıyoruz.”
ABD’li analizciler bu gerçeği teyit ediyorlar ve
“devlet yetkililerinin bankaların bu tip meseleleri dikkate almaksızın gerisin
geri bu ülkeye hücum etmelerini beklemek tam bir sorumsuzluktur. Tüm bu süreç
zamana ve gerekli özene muhtaçtır.” diyorlar. Oysa bu bankalar hükümetin yeşil
ışık yakmasını bekliyorlar.
Saldırıların üçüncü yönü ise politik: ABD’de iş
dünyasının sağ kanadı olan Cumhuriyetçiler İran’a saldırılması konusunda
sürekli baskı uyguluyorlar. Bu tür bir söylem henüz ABD hükümetinin İran’a
saldırmasını sağlayamadı. Sadece Demokrat Partili cumhurbaşkanlarının en ufak
yaptırımların kaldırılması ile Cumhuriyetçilerden gelen basınca direnilmesine
imkân verdi, esasen bir yandan da iktidardaki Demokratların İran’a saldırmaya
devam ettiği gerçeğinin üzerini örttü. İran karşıtı ticarî ambargo basit manada
uzlaşmacı bir ABD politikasının ürünü.
Saldırıların dördüncü yönü psikolojik. Yüksek
Mahkeme’nin kararı bankaların İran’daki muadilleriyle yapacakları her türden
işlem konusundaki isteğini artırdı. Onlar bu fonların her an ele
geçirilebileceğini biliyorlar.
Saldırının beşinci boyutu askerî. Suriye’de ABD’nin
yürüttüğü vekâlet savaşı İran’ın kan kaybetmesine sebep oluyor. Suriye
devletinin kısa vadede çökmesinin muhtemel olmaması ve bu devletin yıkılmasının
ileride Suudilerin ve Türklerin Rusya ve İran eliyle çizilmiş kırmızı çizgileri
geçmesini gerekli kılıyor olması sebebiyle, mevcut strateji zayıflıyor ve
muhtemel bir parçalanmaya işaret ediyor.
Körfez medyasının kesintisiz biçimde süren mezhepçi
kışkırtmalarıyla derinleşen, İran’ın kendisini kuşatan Sünni nüfustan tecrit
edilmesi stratejisi, bırakalım işçi politikalarıyla birlikte teşkil edilmiş bir
anti-emperyalist bloğu, anti-emperyalist bir bloğun bile kurulmasına mani
oluyor. El-Cezire Arapça’nın ve Katar-Suudi Arabistan-Emirlikler’deki devlet
medyasının kesintisiz mezhepçi propagandası sadece kısmî manada başarılı oldu.
Örneğin Lübnan’da temin edilen anket verilerine göre, ülkedeki Sünnilerin
Lübnan’daki Şii örgüte yönelik somut desteği hâlâ devam ediyor.
İran tabii ki mükemmel bir ülke değil. Hangisi öyle
ki? İran’ın ABD’nin saldırısına maruz kalmasının sebebi kötü yaptığı bir şey
değil, iyi yaptığı bir şey: ekonomideki devlet hâkimiyeti, bağımsız bir dış
politika. Saldırının nedeni, İranlı tarihçi Ervand Abrahamyan’ın yazdığı
biçimiyle, “askerî harcamalar yerine toplumsal harcamalara öncelik vermesi. […]
şehirle köy arasındaki uçurumu kapaması ve kentli yoksulların sorunlarıyla
uğraşması”. Bunun dışında, kısmen tecrit edilmesinin bir sonucu olarak İran'ın Batı’nın
finansal dünyasıyla ve emtia akışıyla ilişkisi kesildi ve giderek “çıkarları
gereği dünyanın Güney’ine sırtını yasladı.”
İran anlaşması eskiden olduğu gibi bugün de ülkenin
uygulaya geldiği siyaset çıkınını alıp yere çalmanın bir aracı. Bu noktada
ülkeye şantaj yapılıyor, ondan kendisine karşı sürdürülen ekonomik savaşın
kendi hayrına olacak şekilde son bulması karşılığında, hukuken kutsal gördüğü
haklarından ve bağımsızlığından feragat etmesi isteniyor.
Burada İran anlaşmasının redde tabi tutulması
gerektiği söylenmiyor. Aksine İran’ın istekleriyle gerçek bir dayanışma
ilişkisi kurup ilerici bir konum alınması gerektiği, bu sayede İranlıların
uygun bir anlaşma imzalayabilecekleri iddia ediliyor. Böylesi bir durumda,
ülkenin hukuken güvence altına alınmış anlaşmadan kaynaklı tüm hakların ona
verilmesi, nükleer silâhların yayılmasını önleme anlaşması dâhilinde ABD’nin
yükümlülüklerini yerine getirmesi, İran’a karşı saldırgan bir üslupla tatbik
edilen ticarî ambargoların kaldırılması ve ona karşı sürdürülen vekâlet
savaşlarının son bulması, İran halkının kendi yolunu çizmesi, kendi geleceğini
tayin etmesi sağlanacaktır.
Tüm bu hususlar gerçekleşene dek İran’a karşı savaş
sürecektir.
Max Ajl
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder