02 Mayıs 2014

,

Barış Savaştır


Siyonist güçler, sömürgeleştirme projesini devreye soktuklarından beri, Filistin’i “barışçı yöntemlerle” sömürge hâline getirmeye çalıştıklarını ısrarla dile getirdiler; hatta Siyonizm zaviyesinden bakıp söyleyecek olursak, ülkenin sömürgeleştirilmesi, aslında yerli halka zarar vermeyecek, aksine, onlara yarar sağlayacaktı.

Siyonist hareketin kurucusu olan Theodor Herzl, barış içinde yaşanacak bu gelecek tasavvurunun iki yüzünü bizzat belirtmişti: Birisi, fütürist romanı Altneuland’da geçen, yaygın olarak paylaşılan ve kabul gören bir hikâyedir; bu hikâyeye göre, Filistin bir Yahudi devleti hâline gelecek, Avrupa’dan gelen Yahudiler eliyle sömürgeleştirilip medenîleştirildikleri için mutlu ve minnettar olan yerli Araplar ve Yahudiler, aynı toprakları paylaşacaklardır. Bu gelecek tasavvurunun diğer yüzünde ise Herzl’in Günlükler’inde açıkladığı, Yahudilerin Arap halkını ülkesinden sürme yönünde geliştirdiği gizli, lojistik ve çarçabuk uygulamaya konan strateji durmaktadır.

Herzl, kamuya açtığı görüşlerinde barışçı bir yaklaşım sergiliyormuş gibi görünse de bu maskenin ardında Filistinlilerin topraklarını fethetme yönünde vahşet dolu bir Siyonist strateji yatmaktadır; işte bu yaklaşım, ta o zamanlardan beri sıkı sıkıya benimsenmiştir ve İsrail’in bugünkü politikasının da esasını oluşturmaya devam etmektedir.

Barış İçin Savaş Açmak

İşin aslı, George Orwell, 1949’da yazmış olduğu romanında “savaş barıştır” ifadesini kullanmadan ve ifade, bu bağlamda yaygınlaşmadan çok daha önce, Siyonist güçler, birbirine zıt terimler olan “savaş” ve “barış” sözcüklerinin kasıtlı ve istikrarlı bir şekilde birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmasıyla sömürgeci stratejilerinin başarıya ulaşacağını çok iyi anlamışlardı; bu iki sözcük, artık birbirinin ardına gizlenen tek bir strateji hâlini alacaktı: “barış”, her zaman sömürgeci bir savaşın kamuoyundaki adı olacaktı ve “savaş”, bir kere gerekli hâle getirilip işgaller aracılığıyla bütün dünyaya duyurulduğunda, “barış” getirmenin başat yolu olarak ifade bulacaktı.

Barış için savaş açmak, Siyonist propaganda açısından o denli hayatî bir önem taşıyor ki İsrail’in 1982’de yirmi bin sivili öldürerek gerçekleştirdiği Lübnan işgali, “Celile Barış Harekâtı” olarak adlandırılmıştı. Şu durumda, görüldüğü üzere, barış ve savaş esasen aynı projenin iki farklı yüzüdür; nihai amaçsa Filistin’in Avrupalı Yahudilerce sömürgeleştirilmesi ve Filistin halkının bu duruma boyun eğerek topraklarından sürülmesidir.

Herzl, Filistinlileri sürgün etmek ve Filistin’de Yahudi sömürgesi kurmak için Filistin’in kaderini ellerinde tutan güçlerin koruması altına girmek istedi. Osmanlılara yanaşma ve onları kendisine imtiyaz vermeye ikna etme konusundaki canhıraş çabaları suya düşse de, kendisinden sonra gelen Siyonist lobi, Herzl’in stratejisini benimsedi ve başarılı bir atakla, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’e hükmetmeye başlayan İngiltere’nin koruması altına girdi; bu lobi, aynı zamanda, İngiltere’nin Irak ve Ürdün’ün hükümranları olarak tayin ettiği Britanya Haşimilerinin de desteğini kazandı. İngilizler, meşhur Balfour Deklarasyonu’nda Filistin’in Avrupalı Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmesinin bizzat kendi himayelerinde barış içinde yürütüleceğini taahhüt etmiş ve yürek burkan bir incelikle, “Filistin’de yaşayan ve Yahudi olmayan toplulukların beşerî ve dinî haklarını tehlikeye atacak hiçbir şey yapılmayacağını” belirtmişlerdi.

ABD Desteği

Herzl’in büyük dünya güçlerinin İsrail’i himaye etmesini sağlama alma stratejisini izleyen Siyonist lider Vladimir Jabotinsky, kendi Siyonist konumunu şu sözlerle ifade ediyordu:

“Siyonist sömürgeleştirme, ya durmalı ya da yerli halka rağmen sürmelidir. Devam edecekse, ancak yerli halktan bağımsız bir gücün koruması altına girerek ve gelişerek devam edebilir; her şey, yerli halkın yıkamayacağı demir bir perdenin arkasında olup bitmelidir. Araplara dair politikamız da budur zaten: kabul etsek de, etmesek de olması gereken değilse de olan budur. Peki, o zaman niçin Balfour Deklarasyonu’na ihtiyaç duyuyoruz? Yahut niçin egemen güçlerin himayesi altına girmek istiyoruz? Bunlar bizim açımızdan önemlidir; zira bu sayede egemen dış güçler, ülke içerisinde öyle bir idare ve güvenlik sistemi kuracaklardır ki yerli halk işimizi engellemeye kalkışırsa, bunu asla başaramayacaktır.”

Ancak tabii bunların hiçbirisi, Filistinlileri ülkelerinden çıkarmak için en şedit araçlara başvururken, Siyonistlerin “barışçıl” sömürgecilik faaliyetlerinin hiçbir Filistinliye zarar vermeyeceği yönündeki iddialarından vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Aslına bakarsanız, Siyonistlerin topraklarını ele geçirmeye çalıştıkları Filistinlilerle “barış” içinde yaşama yönündeki vaatleri Jabotinsky’yi öfkelendirmişti. Siyonist liderlerin Filistinlilerin belli miktarda sus payıyla defedilebilir oldukları, satın alınabilecekleri ve maddî çıkarları karşılığında Yahudi hâkimiyetini kabul edecekleri yönündeki varsayımlarına Jabotinsky her seferinde karşı çıkıyordu. 1923 gibi erken bir tarihte şöyle bir beyanatta bulundu:

“Pek değerli barış tacirlerimiz, bizi Arapların gerçek hedeflerimizi gizleyerek kandırabileceğimiz aptallar sürüsü olduğuna ya da yozlaşmış, değerlerini kaybetmiş bir toplum olmaları sebebiyle, Filistin’in öncelikle kendi hakları olduğuna yönelik iddialarından vazgeçmeleri için rüşvet karşılığında kültürel ve ekonomik açıdan birtakım avantajlar elde etmeye razı geleceklerine inandırmaya çalışıyor. Filistinli Araplara ilişkin böylesi bir tasavvuru reddediyorum. Kültürel açıdan bizden beş yüz yıl geride olabilir, bizim kadar dayanıklı yahut azimli de olmayabilirler; ancak psikolojiden en az bizim kadar iyi anladıkları kesin. Amaçlarımızın masumiyeti konusunda istediğimizi söyleyebiliriz onlara, onları istediğimiz kıvama getirmek için yumuşak davranabilir ve allı ballı sözlerle kalplerini çalmaya çalışabiliriz, ancak biz nasıl ki onların ne istemediğini biliyorsak, onlar da bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorlar. En azından, Aztekler eski Meksika, Siular Prairie için ne hissettilerse Araplar da Filistin için aynı duyguları hissediyor ve o toprakları sahipleniyorlar.”

Kör Irkçılığın Tuzakları

Jabotinsky’ye göre Siyonist liderlerin ırkçılığı, onları kendi stratejilerinin tuzaklarına karşı körleştiriyordu. Paranın veya tatlı sözlerin tek bir insanı bile ülkesini yabancılara vermeye ikna etmeye yetmeyeceğini anlayan Jabotinsky, Siyonistlerin Arap topraklarını ele geçirmesinin önkoşulunun Filistinlilerle askerî yönden de savaşmak olduğunu kavramıştı. Bu minvalde, şöyle diyordu:

“Arapofillerimizin (Arapseverlerimizin) yaptığı gibi Filistinlilerin Siyonist projenin nihai amacına ulaşmasına gönüllü olarak, Yahudi sömürgecinin sağlayacağı maddî ve manevî faydalar karşılığında, rıza göstereceğini tahayyül etmek çocukça bir tasavvurdur ki bunun altında Arapların azımsandığı gerçeği yatmaktadır. Yani, Siyonistler Arap ırkını küçük görmektedirler; onları alınacak ve satılacak, yozlaşmış bir güruh sanmakta ve iyi bir demiryolu sistemi için atalarının topraklarını satmaya gönüllü oldukları vehmine kapılmaktadırlar. Oysa bu görüş sağlam bir temele dayanmıyor. Münferit olarak bazı Araplar, para alıyor olabilirler. Fakat bu, Filistin’de yaşayan bütün bir Arap nüfusunun çok sahiplenerek korudukları topraklarını ve tutkuyla bağlı oldukları vatanlarını satacakları anlamına gelmiyor. Kaldı ki vatanlarını, üzerinde yaşadıkları toprakları Papualılar bile satmayacaklardır. Sömürgeleştirilmekten kurtulmak konusunda en ufak bir umuda sahip oldukları sürece, dünya üzerindeki yerli halkların tamamı sömürgecilere karşı direnmiştir.”

Barıştan Bahsedip Savaşa Yürümek

Dolayısıyla, Jabotinsky için Filistinlilerin topraklarını bırakmaya rıza göstermelerini sağlamanın en doğru ve güvenilir yolu, ülkelerinin sömürgeleştirilmesini durdurmalarını ya da sömürgeleştirildikten sonra bunu tersine çevirmelerini sağlayacak herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmaktı. Bu da öncelikle yerleşimci Yahudi sömürgesinin tesisi için emperyal bir gücün desteğini garantiye almak ve Siyonist ordu tarafından savunulacak, Filistinlilere geçit vermeyecek bir “demir perde” yaratmak suretiyle gerçekleştirilecekti. Jabotinsky’e göre, Filistinliler topraklarını ele geçiren sömürgecilerle barış içinde yaşamaya ancak bu safhadan sonra rıza gösterebilirlerdi:

“Bu, Filistinli Araplarla hiçbir anlaşma yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Bahsettiğim şey, gönüllü bir anlaşmanın imkânsızlığıdır. Araplar, bizden kurtulacaklarına dair en ufak bir umuda sahip oldukları sürece, hoş sözler ya da ekmek ve yağ karşılığında bu umuttan vazgeçmeyi reddedeceklerdir; nitekim, Araplar bir parya sürüsü değil, canlı kanlı bir halktır. Ve bir halk, bu kadar hayati önem taşıyan bir konuda pes ettiği vakit, artık kurtulma umudu kalmamış demektir; demir perdeyi hiçbir şekilde aşamayacağını biliyor demektir. O zamana kadar ‘Asla vazgeçme!’ sloganıyla kendisine öncülük eden radikal liderlerinden vazgeçmeyecektir; liderlik de bize, her iki tarafın da ortak mutabakata varacağı bir anlayışla yaklaşacak olan ılımlı gruplara geçmeyecektir. Ancak bütün bu saydıklarım gerçekleştikten sonra Arapların yerlerinden edilip edilmeyeceğini, Arap vatandaşlara eşit haklar verilip verilmeyeceğini yahut Arapların ulusal bütünlüğünün korunup korunmayacağını açık açık tartışmayı umabiliriz. Bu aşamaya geldiğimizde, Yahudilerin onlara tatmin edici teminatlar vermeye hazır olacaklarına ve böylelikle her iki halkın da iki iyi kapı komşusu gibi barış içinde yaşayacaklarına eminim.”

Jabotinsky’nin görüşleri, yalnızca David Ben-Gurion’un başını çektiği hâkim akım olan İşçi Siyonizmi’ne (Labour Zionism) değil, Siyonist hareketin ondan sonra gelişen bütün kollarına öncülük edecekti.

Herzl gibi Ben-Gurion da kamusal alanda kendi sömürgeci çıkarlarıyla yerli halkın çıkarlarının çatışmadığını söyleyerek Filistinlilerle barışı destekliyor, öte yandan, Siyonist toplantılarda Filistinlilere karşı stratejik savaş planları hazırlıyordu. Fakat ona asıl yol gösteren, Jabotinsky’nin mantığı olacaktı.

1936 yılında, Siyonist sömürgeciliğe ve İngiliz istilasına karşı Büyük Filistin Ayaklanması esnasında Ben-Gurion şöyle demişti:

“Ülkede barışı tesis etmek için bir anlaşma yapmamız gerekiyor. İşin doğrusu, barış bizim açımızdan hayatî önemi haiz bir mesele. Sürekli olarak savaş hâlindeyken bir ülke kurmak imkânsız; dolayısıyla, barış bizim için bir araç niteliğinde. Varacağımız nihai durak, Siyonizmin tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesi olacaktır. İşte bu yüzden anlaşma yapmamız gerekiyor.”

Jabotinsky’ye benzer şekilde, Ben-Gurion da 1930’larda Filistinlilerle “geniş kapsamlı ve uzun süreli” bir barış anlaşması yapmanın imkânsız olduğunu Yahudi sömürgeciler Filistin topraklarında silâhlı ve savaşçı bir azınlık olarak varlıklarını sürdürürken kavrayabilmişti. Vardığı sonuç ise şu olmuştu:

“Araplar, yalnızca yaptıkları müdahalelerin ve ayaklanma çabalarının başarısızlığa uğramasıyla değil, aynı zamanda bizim bu ülkede daha da büyümemiz vesilesiyle tam manasıyla ümitsizliğe düştüklerinde, İsrail topraklarında bir Yahudi devletine rıza göstereceklerdir.”

Teslimiyet: Tek Devlet

Ben Gurion, “barış savaştır” fikri üzerinde detaylı çalışmalar yürütürken, Siyonist takım arkadaşlarına Araplarla yapılacak herhangi bir barış anlaşmasının onların Siyonist sömürgecilerine teslim oluşunu resmiyete dökecek şekilde tasarlanması gerektiğini izah etti. Bunu da 1949 gibi erken bir tarihte, Siyonistlerin askerî zaferinin ve sömürgelerini kurmalarının ardından beyan etti:

“Mısır […] büyük bir devlet. Eğer Mısır’la bir şekilde barış imzalayabilirsek, bu bizim için görkemli bir fetih olacaktır.”

İsrailli uzman Avi Shlaim, bu fethin büyük kısmını Demir Perde adlı eserinde anlatmıştır.

Fakat Yahudiler, asıl “fethin” gerçekleşmesi için otuz yıl daha bekledi; ancak 1978’de, nihayetinde, Enver Sedat eliyle Camp David Mutabakatı aracılığıyla beklenen zafer geldi. Bu zaferle Mısır’ın Yahudi sömürgesinin meşruiyetini tanıması, ertelenip duran bir “özerklik” planını saymazsak, Filistin’in bağımsızlığının ve bu topraklar üzerindeki haklarının reddi ve tabii Mısır’ın Sina Yarımadası’nda bir daha asla kendi egemenliğini yeniden tesis etmeyecek olması resmiyet kazandı. Ancak daha sonra İsrail, Mısır’a yarımada üzerinde egemenlik hakkı tanımasa da kısmî denetim yapmasını kabul edecekti.

Ben-Gurion’un 1949’da bahsettiği Mısır’ın “fethi”, Camp David mutabakatlarında tamamlanmış oldu. Ancak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından temsil edilen Filistinliler, o zamanlar hâlâ ülkelerinin sömürgeleştirilmesinin kaçınılmaz bir süreç olduğunu resmî olarak kabul etmemişlerdi ve topraklarını Avrupalı Yahudilerin sömürüsünden kurtarmanın yollarını aramayı sürdürüyorlardı.

Sömürgeci yollarla daha fazla zafer kazanmanın bir aracı olarak barış fikri, Siyonist düşünceye gittikçe yerleşiyordu ve bu fikir, Camp David Mutabakatı sonrasında dahi resmî savaş fikriyle el ele gidiyordu. Bunun en büyük kanıtı, İsrail’in 70’ler, 80’ler, 90’lardaki Lübnan işgalleri ve 2000’lerdeki saldırılarıydı. Bu savaşlar, açık bir şekilde İsrail’in sömürgeci hedeflerini gerçekleştirmek üzere “barış” isteğinin bir parçası olarak başlatılmıştı.

1991 yılında Madrid’de ABD’nin düzenlediği ve İsrail ile Arap halkının FKÖ dışındaki temsilcilerini davet ettiği “barış konferansı” İsrail’in stratejisinde yeni bir dönem başlamasını sağlamayacak, hatta aksine, 1977’den beri sürdürdüğü yeni yaklaşımını resmiyete dökecekti. Siyonizmin sömürgeci mantığına direnmeyi sürdüren Araplara ve Filistinlilere karşı savaşmaya devam edilirken, Jabotinsky’nin deyişiyle, “umutlarını kaybetmiş”, tam manasıyla Yahudi sömürgeciliğine teslim olmuş, yalnızca İsrail’e direnmemeye değil, aynı zamanda ona yardım etmeye söz vermiş Arap ve Filistinli liderlerle “barış” anlaşmasına varılacaktı.

Oslo Antlaşması

1973 Savaşı’nın ardından, ABD, Vladimir Jabotinsky’nin tasarladığı modele tamamen uyan sözde “barış sürecinin” belirli bir versiyonunu erkenden başlatmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ni Dışişleri Bakanı Henry Kissinger temsil ediyordu. Kissinger’ın birkaç sene içerisinde Camp David Mutabakatı’nda Mısır’ın teslimiyetine sebep olacak planı, nihayetinde FKÖ’yü “barış” görüşmelerine dâhil edecekti; FKÖ, bu barış görüşmelerine ancak Mısır, Ürdün ve Suriye Yahudilerin yerleşimci sömürgeciliğinin kalıcılığını tanıdıktan ve kabul ettikten sonra davet edilecekti.

1970’lerde, o zaman dahi Filistin halkının pek çok hakkından taviz verebileceğini bildiren ancak yine de kendini Yahudi sömürgeciliğinin geri dönülmez olduğu gerçeğine tamamen teslim etmeye hazır olmayan bir FKÖ ile görüşmeyi kabul eden Kissinger şunları da ekliyordu: “FKÖ’nün (mevcut) taleplerinin asgarisini dahi karşılayamayız; o halde onlarla konuşmanın manası nedir?” Kissinger’ın açıklamalarına göre, “Bekledikleri tanınma, ancak Arap yönetimleri tatmin olduğu zaman gerçekleşebilecekti.” ABD, 1970’li yılların FKÖ’sünün taleplerinin asgarisini dahi karşılayamazken, İsrail, aynı asgari talepleri 1990’larda karşılayabilecek konuma gelecekti.

İşte FKÖ yirmi yıl önce bu şartlarla kuşatılmış bir ortamda, Oslo Anlaşması olarak bildiğimiz sürecin ardından, İsrail’e tamamen teslim oldu ve Filistin’in sömürgeleştirilmesini kabullendi. Sömürgecilik karşıtı mücadelenin bir köşeye bırakılması, ilkin Filistin Kurtuluş Örgütü’nün gayri-resmî olarak dağılmasıyla, bilhassa ismindeki “Kurtuluş” sözcüğünün silinmesiyle ve hiçbir şeyden kurtulmaya çalışmayan, sömürgeciliğe neredeyse hiçbir direniş göstermeyen bir yönetim olan Filistin Ulusal Yönetimi adı altında yeniden zuhur etmesiyle resmiyet kazanacaktı. Filistin Ulusal Yönetimi, direnmek şöyle dursun, bir yandan iktidarda kalabilmek için kendisine verilen az miktarda imtiyazı koruması için İsrail’den teminat isterken, öte yandan, Filistinlilerin Yahudi sömürgeciliğine gösterdiği en ufak direnişi bastırmak üzere egemen güçlerle işbirliği yaparak İsrail’e hizmet edecekti.

Ancak Filistin Ulusal Yönetimi, İsrail için, Jabotinsky’nin düşündüğünden daha iyi bir işbirlikçi oldu. Jabotinsky, yenilgiyi kabul ettikten sonra tam özgürleşme ve kurtuluş talep eden Filistinli liderlerin ortadan kaybolacağını ve “liderliğin, onlara her iki tarafın da ortak tavizler vererek üzerinde anlaşmaya varabileceği tasarılarla gelecek küçük gruplara geçeceğini” varsaymıştı. Şöyle devam ediyordu Jabotinsky:

“Ancak böyle bir değişiklikten sonra dürüst ve açık bir şekilde pratik sorunları; örneğin Arapların yerlerinden edilmeyeceği teminatını, Arap vatandaşlar için eşit haklar ya da Arapların ulusal bütünlüğü gibi mevzuları tartışmayı umabiliriz.”

İhanet

Herkesin bildiği üzere, Filistin Ulusal Yönetimi böyle taleplerde bulunmadı. İsrail’de yaşayan Filistinli yurttaşları kendi kaderlerine terk etti; Oslo’da bile onlardan bahsetmedi ve aslında Filistin Ulusal Yönetimi, o sırada, biz Ürdün Vadisi’nde görüştüğümüz esnada, Filistinlilerin İsrail tarafından kendi topraklarından çıkarılmasına ses etmezken, bir yandan da Batı Şeria’daki Filistinlileri kendilerine bağlı iş adamlarının mali destek sağladığı inşaat projeleri aracılığıyla topraklarından sürerek bu eyleme iştirak ediyordu (Revvabi projesi bunun bir örneğidir).

Arapların “ulusal bütünlüğüne” gelince, Filistin Ulusal Yönetimi zaten İsrail’den bunu “garanti etmesini” hiçbir şekilde talep etmiyor; talep ediyormuş gibi de yapmıyor. Jabotinsky, Filistin’in kendilerine teslim olması konusunda oldukça karamsardı. Şöyle diyordu Jabotinsky:

“Filistinli Araplara Filistin karşılığında yeterince güçlü bir tazminat veremeyiz. Dolayısıyla, iki tarafın da aklına yatan bir anlaşmaya varmak mümkün değil. Yani, böylesi bir anlaşmayı Siyonizm’in bekası için olmazsa olmaz koşul addedenler, olan bitene ‘hayır’ diyebilir ve Siyonizm’le olan bağlarını kesebilirler.”

Ancak Jabotinsky’nin bu kötümserliğinin aksine ve Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak yeterli miktarda tazminat teklif edildi; Filistin Ulusal Yönetimi, Filistin’e karşılık olarak bu miktarı kabul etti. Söz konusu miktar 23 milyar dolara kadar çıktı; dahası da verilecek.

Oslo Anlaşması imzalanırken de öne sürdüğüm gibi, İsrail’in barış anlaşması algısı, yani FKÖ’nün de riayet ettiği “barış için toprak verme” formülü, İsrail’in “Araplara” vermekte beis görmeyeceği bir toprak parçasına sahip olduğunu ve İsrail’le savaştan sorumlu tutulan “Arapların” da İsrail’e yıllardır hasretini çektikleri barışı bu toprak parçasını alarak geri vereceğini varsaymak suretiyle bütün bir süreci daha başından zayıflatmaktadır.

Aslına bakarsanız bu formül, Avrupalı Yahudiler olan İsraillileri, Filistinlileri ve diğer Arapları karakterize eden ırkçı görüşlerin bir yansıması niteliğindedir. İsraillilerden istenen ve sanki uymaya çok gönüllülermiş gibi sunulan husus, Batı burjuvazisinin her daim bir hak addettiği toprak mülkiyeti üzerinde müzakere etmekken, Filistinliler ve diğer Araplardan istenen meşru olmayan, yalnızca medenîleşmemiş barbarlara atfedilebilecek (tanınmamış) bir hak olarak şiddet kullanımından vazgeçmeleri ya da daha açık şekilde söylemek gerekirse, şiddet “araçlarını” bir köşeye bırakmalarıdır.

Zamanında Oslo Anlaşması’nın ne anlama geldiğini yazmıştım:

“İsrail; toprakları, suları, sınırları, ekonomiyi, Yahudi yerleşimlerini, kısacası kontrol etmek istediği her şeyi kontrol etmeye Yahudi çocukların muhtemel ölümüne yol açabilecek Filistin direnişi ve onu bastırma zorunluluğu kalmadan devam edecek. FKÖ böyle bir direnişe izin vermeyeceği yönünde bir vaatte bulundu. Artık, İsrailli Yahudi çocukların kendilerini tehlikeye atarak öldürmek zorunda kalacakları Filistinli erkekleri ve kızları Filistinli çocuklar öldürecek. Bu arada, İsrailliler de dünyanın geri kalanına Filistinlilere karşı önceden yürüttükleri canice kampanyaların haklılığını göstermişlerdir; değil mi ki artık Filistinliler dahi böylesi vahşi ve uslanmaz bir nüfusun kontrol edilmesi gerektiğini bizatihi kabul etmişlerdir.”

Jabotinsky ve Ben-Gurion’a benzer şekilde, İsrail’in o zamanki dışişleri bakanı Şimon Peres, İsrail’in nihayetinde artık Yahudi sömürgeciliğini ortadan kaldırmaktan vazgeçmesi sebebiyle FKÖ’yü Filistinlilerin temsilcisi olarak tanıdığını kabul etmişti. Verdiği beyanatta da bu gerçeği dile getiriyordu: “Biz değişmedik, onlar (FKÖ) değişti.”

Oslo Anlaşması’ndan bu yana, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te devam eden Yahudi sömürgeciliği ikiye katlandı; ancak İsrail’e 1980’de resmî olarak eklenen Doğu Kudüs’ü saymazsak, Oslo’dan bu yana Batı Şeria’da devam eden sömürgecilik faaliyetleri, aslına bakarsanız, üçe katlandı. Üç katına çıkan bu sömürü süreci, Oslo Anlaşması’nın şemsiyesi altında “barışçıl” bir şekilde yürütüldü. Filistinlilerin bu sömürgeciliği ortadan kaldırmak için gerek ikinci intifada esnasında, gerek Hamas’ın seçim başarısı aracılığıyla gösterdikleri bütün mücadelelerle İsrail ordusuna karşı her gün sergilenen direniş, İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi tarafından bastırılıyordu. Hamas’ın faaliyetleri, Mısır’da Mübarek rejimiyle işbirliğine gidilmesi ve son dönemlerde de Sisi’nin darbe rejimiyle anlaşma sağlanması sonucu daha da yoğun bir şekilde bastırılmaktadır.

“Barış savaştır” stratejisi aracılığıyla İsrail, aynı zamanda kendi sömürgeci projesini tanımlamak için kullanılan kelimeleri değiştirmeye de çalışmıştır; bunu da Filistinlileri, ABD ve Avrupa medyasının Siyonist sömürgeciliğin üzerini kapatmak için kullandıkları şekilde isimlendirerek ve onları da bu isimlendirmeyi kabul etmeye zorlayarak yapmıştır.

Kelimeler Neyi Değiştirir?

Sömürge savaşlarının ve sömürgecilik karşıtı direnişlerin tarihinde, bilhassa yerleşimci sömürgecilik bağlamında, yerli halkların Avrupalı sömürgecilere karşı mücadeleleri her zaman “kurtuluş” mücadeleleri olarak isimlendirilmiştir. Bu mücadelelere, Cezayirlilerin Fransız sömürgeciliğine ve sömürgecilerine karşı mücadelesi, Zimbabwelilerin İngiliz sömürgeciliği ve sömürgecilerine karşı mücadelesi ve Güney Afrika’da beyaz sömürgecilerin ırkçılık yaparak devşirdikleri imtiyazlarına karşı ırkçılık karşıtı mücadeleleri örnek gösterebiliriz.

Bu direnişlerin hiçbirinde sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi birincil ya da ikincil bir “sorun” olarak adlandırılmadı. Aslına bakarsanız hiçbir zaman Cezayir-Fransa sorunu ya da Beyaz-Siyah Rodezyalı veya Güney Afrikalı “sorunu” gibi teknik terimler kullanılmadı; sömürgeciler bile kullanmadılar bu tarz terimleri. Bu durumlarda, hem yerleşimci-sömürgeciler hem de onlara direnenler, mücadelelerini sömürgecilere, ırkçı imtiyazlara ya da sırasıyla ırkçılığa ve yerleşimci sömürgeciliğe karşı olarak adlandırmada hiç de çekingen davranmadılar. Hiç şüphe yok ki aynı isimlendirme, Filistin’deki Siyonist yerleşimci-sömürgeciler ve Filistin direnişi için de geçerli olacaktı.

Filistin’de 1880’lerde başlayan ve o zamandan beri bitmek bilmeyen Avrupalı Yahudi sömürgeciliği, Filistinlilerin Siyonizm’le karşı karşıya geldiği en sancılı saha olmaya devam ediyor; aynı zamanda gayretkeşlikle korunan fakat bir o kadar da açık bir sır olma özelliğini de muhafaza ediyor. İsrail’e İsrail’de veya İsrail destekçisi Avrupa ile Amerika’da (Filistinlilerin ve Arapların hep söylediği gibi) “yerleşimci Yahudi sömürgesi” demek bir tabu ve bu tabunun sarsıldığı nadir durumlar da fazlasıyla kınanıyor; işte Filistin mücadelesinin hal-i pür melali budur. Aslında yapılan, yalnızca Filistin’in Avrupalı Yahudilerce sömürge haline getirilmesinin Siyonizm ve onun Avrupalı, Amerikalı müttefikleri tarafından yeniden sözde Filistin-İsrail “sorunu” olarak isimlendirilmesi değildi; Siyonizm, aynı zamanda Filistinlilerle ve Araplarla herhangi bir “diyalog” kurmak için, bırakın “barış” müzakerelerinde görüşmek, onları “diyalogun” taraflarından biri olarak bile kabul etmek için öncelikle bu isimlendirmeyi benimsemeleri gerektiği konusunda ayak diriyordu.

“Kurtuluştan” Vazgeçmek

Siyonizm, sömürgeciye “sömürgeci” demenin ve yerleşimci sömürgeciliği açık etmenin artık rağbet görmediği bir dünyada varlık gösterdiğini kavradığından mütevellit, propaganda faaliyetlerini yürütürken temelde bu yeniden isimlendirmeden yararlandı. Filistin halkıysa İsrail’in stratejisini tam manasıyla kavradı ve kurtuluş çağrısı yapan, özgürlükçü isimlerinden vazgeçmeme konusunda ısrarcı davranmaya aşikâr şekilde devam etti. Filistin direnişini temsil eden örgütün 1993’e kadar kendisini Filistin Kurtuluş Örgütü olarak adlandırmasının, sonrasında örgütü oluşturan gerillalarının kendilerine Filistin Kurtuluş Hareketi (el-Fetih olarak bilinir), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ya da Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi demesinin sebebi, sömürgecilere karşı direndiğini ve onların uzantısı olan ırkçı yapılarla mücadele ettiğini kavramış olmasıdır.

1993’ten sonra FKÖ’nün Filistin Ulusal Yönetimi’ne dönüşmesinin ardından yaşanan tek hadise, Filistin liderlerinin yeni hedeflerini Filistin ve Filistinlileri sömürgeden kurtarmaktan ziyade, bir “ulusal yönetim” tesis etme olarak belirlemesi değildi; aynı zamanda “sömürgecilik” kelimesi de bu meseleyle ilgili kelime dağarcığından silinip gitmişti. Avrupalı Yahudilerin Filistin’deki sömürgeciliğinin müzakereler aracılığıyla sağlanacak “barışçıl bir anlaşma” yoluyla “çözümlenmesi” gereken bir Filistin-İsrail “sorunu” olarak yeniden kavranışı, İsrail’in 1991’de Filistin halkına karşı başlattığı “barış” saldırısı boyunca etkinliğini sürdürdü.

Yirmi yıl süren “barış” müzakereleri, daha fazla sömürgeciliğe, Filistinlilerin topraklarına daha fazla el konulmasına, daha fazla Filistinlinin ölmesine, yoksullaşmasına, Filistinlilerin hareketlerinin daha fazla kısıtlanmasına, daha fazla işsizliğe; kısacası her cephede Filistinlilerin daha fazla baskı ve zulümle karşılaşmasına sebep oldu. Ancak, Filistin Ulusal Yönetimi lafı hiç dolandırmadan Yahudilerin Filistin’i daha fazla sömürgeleştirme, 1948’de Siyonistlerin el koydukları topraklarda bir Yahudi yerleşimi kurma ve aynı zamanda 1967’de el koydukları Batı Şeria ile Doğu Kudüs topraklarında da sömürgeler oluşturma haklarını tanıdığını beyan etti.

Bunlarla birlikte Ulusal Yönetim’in talebi; İsrail’in (Doğu Kudüs için olmasa da) Batı Şeria’daki mevcut Yahudi sömürgelerini arttırmaması ve Filistinlileri, egemenlik sahibi olmasalar da, yönetebilmek için Bantustan benzeri bir bölgenin kurulmasıydı. İsrailliler, bu koşulları çok memnun edici bulmakla beraber, Ulusal Yönetimi açık ve net bir şekilde şu beyanata zorlamaya devam etmektedirler: Ulusal Yönetim, Bantustan “politikası” adı altında nasıl düzenlemelere giderse gitsin, mevcut Yahudi yerleşimlerinin Filistin’in her yerini sömürgeleştirmeye devam etmesini ve hatta ilerideki sömürü faaliyetlerini de kabul edeceklerine; kısacası, hiçbir şekilde “barış” anlaşması yapmaya çalışmayacaklarına dair koşullar olduğu gibi korunacaktır.

İsrail, elbette Filistin Ulusal Yönetimi’ni kendi kapsamlı sömürgeleştirme projesine rıza göstermenin önemine ikna etmek amacıyla “barış” konusundaki ısrarını sürdürecektir. Şu anda İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi arasında devam eden gizli müzakerelerin hedefi FUY ve İsrail’in bu mutabakatının gerçekleşmesi, böylelikle de Filistin topraklarının tamamının Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmesinin nihayetinde bizatihi Filistinliler tarafından desteklenmesi ve kutlanması; böylelikle bir asırdır Filistin halkına karşı sürdürülen Siyonist savaşın “barış” bayrağı altında İsrail tarafından kazanılması için doğru formülün bulunacağı bir plan tasarlamaktır. Tek sıkıntı; Filistin Ulusal Yönetimi liderlerinin aksine, Filistin halkının Siyonist sömürgecilik projesine boyun eğmeyi reddetmesidir; nitekim onlar, işbirlikçi yönetimlerinin yaptıkları anlaşmalara ve İsrail’in kendilerine barış adı altında açtığı savaşa bakmaksızın topraklarındaki sömürgeciliğin bir gün tersine döneceğini ve direnişlerinin en nihayetinde bu duruma bir son vereceğini umut etmekten vazgeçmemiş, bu umutlarını her daim korumuşlardır.

Joseph Massad
Çeviri: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak: Bir ve İki

0 Yorum: