Siyonist
güçler, sömürgeleştirme projesini devreye soktuklarından beri, Filistin’i
“barışçı yöntemlerle” sömürge hâline getirmeye çalıştıklarını ısrarla dile
getirdiler; hatta Siyonizm zaviyesinden bakıp söyleyecek olursak, ülkenin
sömürgeleştirilmesi, aslında yerli halka zarar vermeyecek, aksine,
onlara yarar sağlayacaktı.
Siyonist
hareketin kurucusu olan Theodor Herzl, barış içinde yaşanacak bu gelecek
tasavvurunun iki yüzünü bizzat belirtmişti: Birisi, fütürist romanı Altneuland’da
geçen, yaygın olarak paylaşılan ve kabul gören bir hikâyedir; bu hikâyeye göre,
Filistin bir Yahudi devleti hâline gelecek, Avrupa’dan gelen Yahudiler eliyle
sömürgeleştirilip medenîleştirildikleri için mutlu ve minnettar olan yerli
Araplar ve Yahudiler, aynı toprakları paylaşacaklardır. Bu gelecek tasavvurunun
diğer yüzünde ise Herzl’in Günlükler’inde açıkladığı, Yahudilerin Arap
halkını ülkesinden sürme yönünde geliştirdiği gizli, lojistik ve çarçabuk
uygulamaya konan strateji durmaktadır.
Herzl,
kamuya açtığı görüşlerinde barışçı bir yaklaşım sergiliyormuş gibi görünse de
bu maskenin ardında Filistinlilerin topraklarını fethetme yönünde vahşet dolu
bir Siyonist strateji yatmaktadır; işte bu yaklaşım, ta o zamanlardan beri sıkı
sıkıya benimsenmiştir ve İsrail’in bugünkü politikasının da esasını oluşturmaya
devam etmektedir.
Barış
İçin Savaş Açmak
İşin
aslı, George Orwell, 1949’da yazmış olduğu romanında “savaş barıştır” ifadesini
kullanmadan ve ifade, bu bağlamda yaygınlaşmadan çok daha önce, Siyonist güçler,
birbirine zıt terimler olan “savaş” ve “barış” sözcüklerinin kasıtlı ve
istikrarlı bir şekilde birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmasıyla
sömürgeci stratejilerinin başarıya ulaşacağını çok iyi anlamışlardı; bu iki
sözcük, artık birbirinin ardına gizlenen tek bir strateji hâlini alacaktı:
“barış”, her zaman sömürgeci bir savaşın kamuoyundaki adı olacaktı ve “savaş”,
bir kere gerekli hâle getirilip işgaller aracılığıyla bütün dünyaya
duyurulduğunda, “barış” getirmenin başat yolu olarak ifade bulacaktı.
Barış
için savaş açmak, Siyonist propaganda açısından o denli hayatî bir önem taşıyor
ki İsrail’in 1982’de yirmi bin sivili öldürerek gerçekleştirdiği Lübnan işgali,
“Celile Barış Harekâtı” olarak adlandırılmıştı. Şu durumda, görüldüğü üzere,
barış ve savaş esasen aynı projenin iki farklı yüzüdür; nihai amaçsa
Filistin’in Avrupalı Yahudilerce sömürgeleştirilmesi ve Filistin halkının bu
duruma boyun eğerek topraklarından sürülmesidir.
Herzl,
Filistinlileri sürgün etmek ve Filistin’de Yahudi sömürgesi kurmak için
Filistin’in kaderini ellerinde tutan güçlerin koruması altına girmek istedi.
Osmanlılara yanaşma ve onları kendisine imtiyaz vermeye ikna etme konusundaki
canhıraş çabaları suya düşse de, kendisinden sonra gelen Siyonist lobi,
Herzl’in stratejisini benimsedi ve başarılı bir atakla, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Filistin’e hükmetmeye başlayan İngiltere’nin koruması altına
girdi; bu lobi, aynı zamanda, İngiltere’nin Irak ve Ürdün’ün hükümranları
olarak tayin ettiği Britanya Haşimilerinin de desteğini kazandı. İngilizler,
meşhur Balfour Deklarasyonu’nda Filistin’in Avrupalı Yahudiler tarafından
sömürgeleştirilmesinin bizzat kendi himayelerinde barış içinde yürütüleceğini
taahhüt etmiş ve yürek burkan bir incelikle, “Filistin’de yaşayan ve Yahudi
olmayan toplulukların beşerî ve dinî haklarını tehlikeye atacak hiçbir şey
yapılmayacağını” belirtmişlerdi.
ABD
Desteği
Herzl’in
büyük dünya güçlerinin İsrail’i himaye etmesini sağlama alma stratejisini
izleyen Siyonist lider Vladimir Jabotinsky, kendi Siyonist konumunu şu sözlerle
ifade ediyordu:
“Siyonist sömürgeleştirme,
ya durmalı ya da yerli halka rağmen sürmelidir. Devam edecekse, ancak yerli
halktan bağımsız bir gücün koruması altına girerek ve gelişerek devam edebilir;
her şey, yerli halkın yıkamayacağı demir bir perdenin arkasında olup
bitmelidir. Araplara dair politikamız da budur zaten: kabul etsek de, etmesek
de olması gereken değilse de olan budur. Peki, o zaman niçin Balfour
Deklarasyonu’na ihtiyaç duyuyoruz? Yahut niçin egemen güçlerin himayesi altına
girmek istiyoruz? Bunlar bizim açımızdan önemlidir; zira bu sayede egemen dış
güçler, ülke içerisinde öyle bir idare ve güvenlik sistemi kuracaklardır ki
yerli halk işimizi engellemeye kalkışırsa, bunu asla başaramayacaktır.”
Ancak
tabii bunların hiçbirisi, Filistinlileri ülkelerinden çıkarmak için en şedit
araçlara başvururken, Siyonistlerin “barışçıl” sömürgecilik faaliyetlerinin
hiçbir Filistinliye zarar vermeyeceği yönündeki iddialarından vazgeçtikleri
anlamına gelmiyordu. Aslına bakarsanız, Siyonistlerin topraklarını ele
geçirmeye çalıştıkları Filistinlilerle “barış” içinde yaşama yönündeki vaatleri
Jabotinsky’yi öfkelendirmişti. Siyonist liderlerin Filistinlilerin belli
miktarda sus payıyla defedilebilir oldukları, satın alınabilecekleri ve maddî
çıkarları karşılığında Yahudi hâkimiyetini kabul edecekleri yönündeki
varsayımlarına Jabotinsky her seferinde karşı çıkıyordu. 1923 gibi erken bir
tarihte şöyle bir beyanatta bulundu:
“Pek değerli barış
tacirlerimiz, bizi Arapların gerçek hedeflerimizi gizleyerek kandırabileceğimiz
aptallar sürüsü olduğuna ya da yozlaşmış, değerlerini kaybetmiş bir toplum olmaları
sebebiyle, Filistin’in öncelikle kendi hakları olduğuna yönelik iddialarından
vazgeçmeleri için rüşvet karşılığında kültürel ve ekonomik açıdan birtakım
avantajlar elde etmeye razı geleceklerine inandırmaya çalışıyor. Filistinli
Araplara ilişkin böylesi bir tasavvuru reddediyorum. Kültürel açıdan bizden beş
yüz yıl geride olabilir, bizim kadar dayanıklı yahut azimli de olmayabilirler;
ancak psikolojiden en az bizim kadar iyi anladıkları kesin. Amaçlarımızın
masumiyeti konusunda istediğimizi söyleyebiliriz onlara, onları istediğimiz
kıvama getirmek için yumuşak davranabilir ve allı ballı sözlerle kalplerini
çalmaya çalışabiliriz, ancak biz nasıl ki onların ne istemediğini biliyorsak,
onlar da bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorlar. En azından, Aztekler eski
Meksika, Siular Prairie için ne hissettilerse Araplar da Filistin için aynı
duyguları hissediyor ve o toprakları sahipleniyorlar.”
Kör
Irkçılığın Tuzakları
Jabotinsky’ye
göre Siyonist liderlerin ırkçılığı, onları kendi stratejilerinin tuzaklarına
karşı körleştiriyordu. Paranın veya tatlı sözlerin tek bir insanı bile ülkesini
yabancılara vermeye ikna etmeye yetmeyeceğini anlayan Jabotinsky, Siyonistlerin
Arap topraklarını ele geçirmesinin önkoşulunun Filistinlilerle askerî yönden de
savaşmak olduğunu kavramıştı. Bu minvalde, şöyle diyordu:
“Arapofillerimizin
(Arapseverlerimizin) yaptığı gibi Filistinlilerin Siyonist projenin nihai
amacına ulaşmasına gönüllü olarak, Yahudi sömürgecinin sağlayacağı maddî ve
manevî faydalar karşılığında, rıza göstereceğini tahayyül etmek çocukça bir
tasavvurdur ki bunun altında Arapların azımsandığı gerçeği yatmaktadır. Yani, Siyonistler
Arap ırkını küçük görmektedirler; onları alınacak ve satılacak, yozlaşmış bir
güruh sanmakta ve iyi bir demiryolu sistemi için atalarının topraklarını
satmaya gönüllü oldukları vehmine kapılmaktadırlar. Oysa bu görüş sağlam bir
temele dayanmıyor. Münferit olarak bazı Araplar, para alıyor olabilirler. Fakat
bu, Filistin’de yaşayan bütün bir Arap nüfusunun çok sahiplenerek korudukları
topraklarını ve tutkuyla bağlı oldukları vatanlarını satacakları anlamına
gelmiyor. Kaldı ki vatanlarını, üzerinde yaşadıkları toprakları Papualılar bile
satmayacaklardır. Sömürgeleştirilmekten kurtulmak konusunda en ufak bir umuda
sahip oldukları sürece, dünya üzerindeki yerli halkların tamamı sömürgecilere
karşı direnmiştir.”
Barıştan
Bahsedip Savaşa Yürümek
Dolayısıyla,
Jabotinsky için Filistinlilerin topraklarını bırakmaya rıza göstermelerini
sağlamanın en doğru ve güvenilir yolu, ülkelerinin sömürgeleştirilmesini
durdurmalarını ya da sömürgeleştirildikten sonra bunu tersine çevirmelerini
sağlayacak herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmaktı. Bu da öncelikle
yerleşimci Yahudi sömürgesinin tesisi için emperyal bir gücün desteğini garantiye
almak ve Siyonist ordu tarafından savunulacak, Filistinlilere geçit vermeyecek
bir “demir perde” yaratmak suretiyle gerçekleştirilecekti. Jabotinsky’e göre, Filistinliler
topraklarını ele geçiren sömürgecilerle barış içinde yaşamaya ancak bu safhadan
sonra rıza gösterebilirlerdi:
“Bu, Filistinli Araplarla
hiçbir anlaşma yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Bahsettiğim şey, gönüllü bir
anlaşmanın imkânsızlığıdır. Araplar, bizden kurtulacaklarına dair en ufak bir
umuda sahip oldukları sürece, hoş sözler ya da ekmek ve yağ karşılığında bu
umuttan vazgeçmeyi reddedeceklerdir; nitekim, Araplar bir parya sürüsü değil,
canlı kanlı bir halktır. Ve bir halk, bu kadar hayati önem taşıyan bir konuda
pes ettiği vakit, artık kurtulma umudu kalmamış demektir; demir perdeyi hiçbir
şekilde aşamayacağını biliyor demektir. O zamana kadar ‘Asla vazgeçme!’
sloganıyla kendisine öncülük eden radikal liderlerinden vazgeçmeyecektir;
liderlik de bize, her iki tarafın da ortak mutabakata varacağı bir anlayışla
yaklaşacak olan ılımlı gruplara geçmeyecektir. Ancak bütün bu saydıklarım
gerçekleştikten sonra Arapların yerlerinden edilip edilmeyeceğini, Arap
vatandaşlara eşit haklar verilip verilmeyeceğini yahut Arapların ulusal
bütünlüğünün korunup korunmayacağını açık açık tartışmayı umabiliriz. Bu
aşamaya geldiğimizde, Yahudilerin onlara tatmin edici teminatlar vermeye hazır
olacaklarına ve böylelikle her iki halkın da iki iyi kapı komşusu gibi barış
içinde yaşayacaklarına eminim.”
Jabotinsky’nin
görüşleri, yalnızca David Ben-Gurion’un başını çektiği hâkim akım olan İşçi
Siyonizmi’ne (Labour Zionism) değil, Siyonist hareketin ondan sonra
gelişen bütün kollarına öncülük edecekti.
Herzl
gibi Ben-Gurion da kamusal alanda kendi sömürgeci çıkarlarıyla yerli halkın
çıkarlarının çatışmadığını söyleyerek Filistinlilerle barışı destekliyor, öte
yandan, Siyonist toplantılarda Filistinlilere karşı stratejik savaş planları
hazırlıyordu. Fakat ona asıl yol gösteren, Jabotinsky’nin mantığı olacaktı.
1936
yılında, Siyonist sömürgeciliğe ve İngiliz istilasına karşı Büyük Filistin
Ayaklanması esnasında Ben-Gurion şöyle demişti:
“Ülkede barışı tesis etmek
için bir anlaşma yapmamız gerekiyor. İşin doğrusu, barış bizim açımızdan hayatî
önemi haiz bir mesele. Sürekli olarak savaş hâlindeyken bir ülke kurmak
imkânsız; dolayısıyla, barış bizim için bir araç niteliğinde. Varacağımız nihai
durak, Siyonizmin tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesi olacaktır. İşte bu
yüzden anlaşma yapmamız gerekiyor.”
Jabotinsky’ye
benzer şekilde, Ben-Gurion da 1930’larda Filistinlilerle “geniş kapsamlı ve
uzun süreli” bir barış anlaşması yapmanın imkânsız olduğunu Yahudi sömürgeciler
Filistin topraklarında silâhlı ve savaşçı bir azınlık olarak varlıklarını
sürdürürken kavrayabilmişti. Vardığı sonuç ise şu olmuştu:
“Araplar, yalnızca
yaptıkları müdahalelerin ve ayaklanma çabalarının başarısızlığa uğramasıyla
değil, aynı zamanda bizim bu ülkede daha da büyümemiz vesilesiyle tam manasıyla
ümitsizliğe düştüklerinde, İsrail topraklarında bir Yahudi devletine rıza göstereceklerdir.”
Teslimiyet:
Tek Devlet
Ben
Gurion, “barış savaştır” fikri üzerinde detaylı çalışmalar yürütürken, Siyonist
takım arkadaşlarına Araplarla yapılacak herhangi bir barış anlaşmasının onların
Siyonist sömürgecilerine teslim oluşunu resmiyete dökecek şekilde tasarlanması
gerektiğini izah etti. Bunu da 1949 gibi erken bir tarihte, Siyonistlerin
askerî zaferinin ve sömürgelerini kurmalarının ardından beyan etti:
“Mısır […] büyük bir
devlet. Eğer Mısır’la bir şekilde barış imzalayabilirsek, bu bizim için
görkemli bir fetih olacaktır.”
İsrailli
uzman Avi Shlaim, bu fethin büyük kısmını Demir Perde adlı eserinde
anlatmıştır.
Fakat
Yahudiler, asıl “fethin” gerçekleşmesi için otuz yıl daha bekledi; ancak
1978’de, nihayetinde, Enver Sedat eliyle Camp David Mutabakatı aracılığıyla
beklenen zafer geldi. Bu zaferle Mısır’ın Yahudi sömürgesinin meşruiyetini
tanıması, ertelenip duran bir “özerklik” planını saymazsak, Filistin’in
bağımsızlığının ve bu topraklar üzerindeki haklarının reddi ve tabii Mısır’ın
Sina Yarımadası’nda bir daha asla kendi egemenliğini yeniden tesis etmeyecek
olması resmiyet kazandı. Ancak daha sonra İsrail, Mısır’a yarımada üzerinde
egemenlik hakkı tanımasa da kısmî denetim yapmasını kabul edecekti.
Ben-Gurion’un
1949’da bahsettiği Mısır’ın “fethi”, Camp David mutabakatlarında tamamlanmış
oldu. Ancak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından temsil edilen
Filistinliler, o zamanlar hâlâ ülkelerinin sömürgeleştirilmesinin kaçınılmaz
bir süreç olduğunu resmî olarak kabul etmemişlerdi ve topraklarını Avrupalı
Yahudilerin sömürüsünden kurtarmanın yollarını aramayı sürdürüyorlardı.
Sömürgeci
yollarla daha fazla zafer kazanmanın bir aracı olarak barış fikri, Siyonist
düşünceye gittikçe yerleşiyordu ve bu fikir, Camp David Mutabakatı sonrasında
dahi resmî savaş fikriyle el ele gidiyordu. Bunun en büyük kanıtı, İsrail’in
70’ler, 80’ler, 90’lardaki Lübnan işgalleri ve 2000’lerdeki saldırılarıydı. Bu
savaşlar, açık bir şekilde İsrail’in sömürgeci hedeflerini gerçekleştirmek
üzere “barış” isteğinin bir parçası olarak başlatılmıştı.
1991
yılında Madrid’de ABD’nin düzenlediği ve İsrail ile Arap halkının FKÖ dışındaki
temsilcilerini davet ettiği “barış konferansı” İsrail’in stratejisinde yeni bir
dönem başlamasını sağlamayacak, hatta aksine, 1977’den beri sürdürdüğü yeni
yaklaşımını resmiyete dökecekti. Siyonizmin sömürgeci mantığına direnmeyi
sürdüren Araplara ve Filistinlilere karşı savaşmaya devam edilirken,
Jabotinsky’nin deyişiyle, “umutlarını kaybetmiş”, tam manasıyla Yahudi
sömürgeciliğine teslim olmuş, yalnızca İsrail’e direnmemeye değil, aynı
zamanda ona yardım etmeye söz vermiş Arap ve Filistinli liderlerle “barış”
anlaşmasına varılacaktı.
Oslo
Antlaşması
1973
Savaşı’nın ardından, ABD, Vladimir Jabotinsky’nin tasarladığı modele tamamen
uyan sözde “barış sürecinin” belirli bir versiyonunu erkenden başlatmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’ni Dışişleri Bakanı Henry Kissinger temsil
ediyordu. Kissinger’ın birkaç sene içerisinde Camp David Mutabakatı’nda
Mısır’ın teslimiyetine sebep olacak planı, nihayetinde FKÖ’yü “barış”
görüşmelerine dâhil edecekti; FKÖ, bu barış görüşmelerine ancak Mısır, Ürdün ve
Suriye Yahudilerin yerleşimci sömürgeciliğinin kalıcılığını tanıdıktan ve kabul
ettikten sonra davet edilecekti.
1970’lerde,
o zaman dahi Filistin halkının pek çok hakkından taviz verebileceğini bildiren
ancak yine de kendini Yahudi sömürgeciliğinin geri dönülmez olduğu gerçeğine
tamamen teslim etmeye hazır olmayan bir FKÖ ile görüşmeyi kabul eden Kissinger
şunları da ekliyordu: “FKÖ’nün (mevcut) taleplerinin asgarisini dahi
karşılayamayız; o halde onlarla konuşmanın manası nedir?” Kissinger’ın
açıklamalarına göre, “Bekledikleri tanınma, ancak Arap yönetimleri tatmin
olduğu zaman gerçekleşebilecekti.” ABD, 1970’li yılların FKÖ’sünün taleplerinin
asgarisini dahi karşılayamazken, İsrail, aynı asgari talepleri 1990’larda
karşılayabilecek konuma gelecekti.
İşte
FKÖ yirmi yıl önce bu şartlarla kuşatılmış bir ortamda, Oslo Anlaşması olarak
bildiğimiz sürecin ardından, İsrail’e tamamen teslim oldu ve Filistin’in
sömürgeleştirilmesini kabullendi. Sömürgecilik karşıtı mücadelenin bir köşeye
bırakılması, ilkin Filistin Kurtuluş Örgütü’nün gayri-resmî olarak
dağılmasıyla, bilhassa ismindeki “Kurtuluş” sözcüğünün silinmesiyle ve hiçbir
şeyden kurtulmaya çalışmayan, sömürgeciliğe neredeyse hiçbir direniş
göstermeyen bir yönetim olan Filistin Ulusal Yönetimi adı altında yeniden zuhur
etmesiyle resmiyet kazanacaktı. Filistin Ulusal Yönetimi, direnmek şöyle
dursun, bir yandan iktidarda kalabilmek için kendisine verilen az miktarda
imtiyazı koruması için İsrail’den teminat isterken, öte yandan, Filistinlilerin
Yahudi sömürgeciliğine gösterdiği en ufak direnişi bastırmak üzere egemen
güçlerle işbirliği yaparak İsrail’e hizmet edecekti.
Ancak
Filistin Ulusal Yönetimi, İsrail için, Jabotinsky’nin düşündüğünden daha iyi
bir işbirlikçi oldu. Jabotinsky, yenilgiyi kabul ettikten sonra tam özgürleşme
ve kurtuluş talep eden Filistinli liderlerin ortadan kaybolacağını ve
“liderliğin, onlara her iki tarafın da ortak tavizler vererek üzerinde
anlaşmaya varabileceği tasarılarla gelecek küçük gruplara geçeceğini”
varsaymıştı. Şöyle devam ediyordu Jabotinsky:
“Ancak böyle bir
değişiklikten sonra dürüst ve açık bir şekilde pratik sorunları; örneğin
Arapların yerlerinden edilmeyeceği teminatını, Arap vatandaşlar için eşit
haklar ya da Arapların ulusal bütünlüğü gibi mevzuları tartışmayı umabiliriz.”
İhanet
Herkesin
bildiği üzere, Filistin Ulusal Yönetimi böyle taleplerde bulunmadı. İsrail’de
yaşayan Filistinli yurttaşları kendi kaderlerine terk etti; Oslo’da bile
onlardan bahsetmedi ve aslında Filistin Ulusal Yönetimi, o sırada, biz Ürdün
Vadisi’nde görüştüğümüz esnada, Filistinlilerin İsrail tarafından kendi
topraklarından çıkarılmasına ses etmezken, bir yandan da Batı Şeria’daki
Filistinlileri kendilerine bağlı iş adamlarının mali destek sağladığı inşaat
projeleri aracılığıyla topraklarından sürerek bu eyleme iştirak ediyordu
(Revvabi projesi bunun bir örneğidir).
Arapların
“ulusal bütünlüğüne” gelince, Filistin Ulusal Yönetimi zaten İsrail’den bunu
“garanti etmesini” hiçbir şekilde talep etmiyor; talep ediyormuş gibi de
yapmıyor. Jabotinsky, Filistin’in kendilerine teslim olması konusunda oldukça
karamsardı. Şöyle diyordu Jabotinsky:
“Filistinli Araplara
Filistin karşılığında yeterince güçlü bir tazminat veremeyiz. Dolayısıyla, iki
tarafın da aklına yatan bir anlaşmaya varmak mümkün değil. Yani, böylesi bir
anlaşmayı Siyonizm’in bekası için olmazsa olmaz koşul addedenler, olan bitene ‘hayır’
diyebilir ve Siyonizm’le olan bağlarını kesebilirler.”
Ancak
Jabotinsky’nin bu kötümserliğinin aksine ve Oslo Anlaşması’nın bir parçası
olarak yeterli miktarda tazminat teklif edildi; Filistin Ulusal Yönetimi,
Filistin’e karşılık olarak bu miktarı kabul etti. Söz konusu miktar 23 milyar
dolara kadar çıktı; dahası da verilecek.
Oslo
Anlaşması imzalanırken de öne sürdüğüm gibi, İsrail’in barış anlaşması algısı,
yani FKÖ’nün de riayet ettiği “barış için toprak verme” formülü, İsrail’in
“Araplara” vermekte beis görmeyeceği bir toprak parçasına sahip olduğunu ve
İsrail’le savaştan sorumlu tutulan “Arapların” da İsrail’e yıllardır hasretini
çektikleri barışı bu toprak parçasını alarak geri vereceğini varsaymak
suretiyle bütün bir süreci daha başından zayıflatmaktadır.
Aslına
bakarsanız bu formül, Avrupalı Yahudiler olan İsraillileri, Filistinlileri ve
diğer Arapları karakterize eden ırkçı görüşlerin bir yansıması niteliğindedir.
İsraillilerden istenen ve sanki uymaya çok gönüllülermiş gibi sunulan husus,
Batı burjuvazisinin her daim bir hak addettiği toprak mülkiyeti üzerinde
müzakere etmekken, Filistinliler ve diğer Araplardan istenen meşru olmayan,
yalnızca medenîleşmemiş barbarlara atfedilebilecek (tanınmamış) bir hak olarak
şiddet kullanımından vazgeçmeleri ya da daha açık şekilde söylemek gerekirse,
şiddet “araçlarını” bir köşeye bırakmalarıdır.
Zamanında
Oslo Anlaşması’nın ne anlama geldiğini yazmıştım:
“İsrail; toprakları,
suları, sınırları, ekonomiyi, Yahudi yerleşimlerini, kısacası kontrol etmek
istediği her şeyi kontrol etmeye Yahudi çocukların muhtemel ölümüne yol
açabilecek Filistin direnişi ve onu bastırma zorunluluğu kalmadan devam edecek.
FKÖ böyle bir direnişe izin vermeyeceği yönünde bir vaatte bulundu. Artık,
İsrailli Yahudi çocukların kendilerini tehlikeye atarak öldürmek zorunda
kalacakları Filistinli erkekleri ve kızları Filistinli çocuklar öldürecek. Bu
arada, İsrailliler de dünyanın geri kalanına Filistinlilere karşı önceden
yürüttükleri canice kampanyaların haklılığını göstermişlerdir; değil mi ki
artık Filistinliler dahi böylesi vahşi ve uslanmaz bir nüfusun kontrol edilmesi
gerektiğini bizatihi kabul etmişlerdir.”
Jabotinsky
ve Ben-Gurion’a benzer şekilde, İsrail’in o zamanki dışişleri bakanı Şimon
Peres, İsrail’in nihayetinde artık Yahudi sömürgeciliğini ortadan kaldırmaktan
vazgeçmesi sebebiyle FKÖ’yü Filistinlilerin temsilcisi olarak tanıdığını kabul
etmişti. Verdiği beyanatta da bu gerçeği dile getiriyordu: “Biz değişmedik,
onlar (FKÖ) değişti.”
Oslo
Anlaşması’ndan bu yana, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te devam eden Yahudi
sömürgeciliği ikiye katlandı; ancak İsrail’e 1980’de resmî olarak eklenen Doğu
Kudüs’ü saymazsak, Oslo’dan bu yana Batı Şeria’da devam eden sömürgecilik
faaliyetleri, aslına bakarsanız, üçe katlandı. Üç katına çıkan bu sömürü süreci,
Oslo Anlaşması’nın şemsiyesi altında “barışçıl” bir şekilde yürütüldü.
Filistinlilerin bu sömürgeciliği ortadan kaldırmak için gerek ikinci intifada
esnasında, gerek Hamas’ın seçim başarısı aracılığıyla gösterdikleri bütün
mücadelelerle İsrail ordusuna karşı her gün sergilenen direniş, İsrail ve
Filistin Ulusal Yönetimi tarafından bastırılıyordu. Hamas’ın faaliyetleri,
Mısır’da Mübarek rejimiyle işbirliğine gidilmesi ve son dönemlerde de Sisi’nin
darbe rejimiyle anlaşma sağlanması sonucu daha da yoğun bir şekilde
bastırılmaktadır.
“Barış
savaştır” stratejisi aracılığıyla İsrail, aynı zamanda kendi sömürgeci
projesini tanımlamak için kullanılan kelimeleri değiştirmeye de çalışmıştır;
bunu da Filistinlileri, ABD ve Avrupa medyasının Siyonist sömürgeciliğin
üzerini kapatmak için kullandıkları şekilde isimlendirerek ve onları da bu
isimlendirmeyi kabul etmeye zorlayarak yapmıştır.
Kelimeler
Neyi Değiştirir?
Sömürge
savaşlarının ve sömürgecilik karşıtı direnişlerin tarihinde, bilhassa
yerleşimci sömürgecilik bağlamında, yerli halkların Avrupalı sömürgecilere
karşı mücadeleleri her zaman “kurtuluş” mücadeleleri olarak isimlendirilmiştir.
Bu mücadelelere, Cezayirlilerin Fransız sömürgeciliğine ve sömürgecilerine
karşı mücadelesi, Zimbabwelilerin İngiliz sömürgeciliği ve sömürgecilerine
karşı mücadelesi ve Güney Afrika’da beyaz sömürgecilerin ırkçılık yaparak
devşirdikleri imtiyazlarına karşı ırkçılık karşıtı mücadeleleri örnek
gösterebiliriz.
Bu
direnişlerin hiçbirinde sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi birincil ya da
ikincil bir “sorun” olarak adlandırılmadı. Aslına bakarsanız hiçbir zaman
Cezayir-Fransa sorunu ya da Beyaz-Siyah Rodezyalı veya Güney Afrikalı “sorunu” gibi
teknik terimler kullanılmadı; sömürgeciler bile kullanmadılar bu tarz
terimleri. Bu durumlarda, hem yerleşimci-sömürgeciler hem de onlara direnenler,
mücadelelerini sömürgecilere, ırkçı imtiyazlara ya da sırasıyla ırkçılığa ve
yerleşimci sömürgeciliğe karşı olarak adlandırmada hiç de çekingen
davranmadılar. Hiç şüphe yok ki aynı isimlendirme, Filistin’deki Siyonist
yerleşimci-sömürgeciler ve Filistin direnişi için de geçerli olacaktı.
Filistin’de
1880’lerde başlayan ve o zamandan beri bitmek bilmeyen Avrupalı Yahudi
sömürgeciliği, Filistinlilerin Siyonizm’le karşı karşıya geldiği en sancılı
saha olmaya devam ediyor; aynı zamanda gayretkeşlikle korunan fakat bir o kadar
da açık bir sır olma özelliğini de muhafaza ediyor. İsrail’e İsrail’de veya
İsrail destekçisi Avrupa ile Amerika’da (Filistinlilerin ve Arapların hep
söylediği gibi) “yerleşimci Yahudi sömürgesi” demek bir tabu ve bu tabunun
sarsıldığı nadir durumlar da fazlasıyla kınanıyor; işte Filistin mücadelesinin
hal-i pür melali budur. Aslında yapılan, yalnızca Filistin’in Avrupalı
Yahudilerce sömürge haline getirilmesinin Siyonizm ve onun Avrupalı, Amerikalı
müttefikleri tarafından yeniden sözde Filistin-İsrail “sorunu” olarak
isimlendirilmesi değildi; Siyonizm, aynı zamanda Filistinlilerle ve Araplarla
herhangi bir “diyalog” kurmak için, bırakın “barış” müzakerelerinde görüşmek,
onları “diyalogun” taraflarından biri olarak bile kabul etmek için öncelikle bu
isimlendirmeyi benimsemeleri gerektiği konusunda ayak diriyordu.
“Kurtuluştan”
Vazgeçmek
Siyonizm,
sömürgeciye “sömürgeci” demenin ve yerleşimci sömürgeciliği açık etmenin artık
rağbet görmediği bir dünyada varlık gösterdiğini kavradığından mütevellit,
propaganda faaliyetlerini yürütürken temelde bu yeniden isimlendirmeden
yararlandı. Filistin halkıysa İsrail’in stratejisini tam manasıyla kavradı ve
kurtuluş çağrısı yapan, özgürlükçü isimlerinden vazgeçmeme konusunda ısrarcı
davranmaya aşikâr şekilde devam etti. Filistin direnişini temsil eden örgütün
1993’e kadar kendisini Filistin Kurtuluş Örgütü olarak adlandırmasının,
sonrasında örgütü oluşturan gerillalarının kendilerine Filistin Kurtuluş
Hareketi (el-Fetih olarak bilinir), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ya da
Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi demesinin sebebi, sömürgecilere karşı
direndiğini ve onların uzantısı olan ırkçı yapılarla mücadele ettiğini kavramış
olmasıdır.
1993’ten
sonra FKÖ’nün Filistin Ulusal Yönetimi’ne dönüşmesinin ardından yaşanan tek
hadise, Filistin liderlerinin yeni hedeflerini Filistin ve Filistinlileri
sömürgeden kurtarmaktan ziyade, bir “ulusal yönetim” tesis etme olarak
belirlemesi değildi; aynı zamanda “sömürgecilik” kelimesi de bu meseleyle
ilgili kelime dağarcığından silinip gitmişti. Avrupalı Yahudilerin
Filistin’deki sömürgeciliğinin müzakereler aracılığıyla sağlanacak “barışçıl
bir anlaşma” yoluyla “çözümlenmesi” gereken bir Filistin-İsrail “sorunu” olarak
yeniden kavranışı, İsrail’in 1991’de Filistin halkına karşı başlattığı “barış”
saldırısı boyunca etkinliğini sürdürdü.
Yirmi
yıl süren “barış” müzakereleri, daha fazla sömürgeciliğe, Filistinlilerin
topraklarına daha fazla el konulmasına, daha fazla Filistinlinin ölmesine,
yoksullaşmasına, Filistinlilerin hareketlerinin daha fazla kısıtlanmasına, daha
fazla işsizliğe; kısacası her cephede Filistinlilerin daha fazla baskı ve
zulümle karşılaşmasına sebep oldu. Ancak, Filistin Ulusal Yönetimi lafı hiç
dolandırmadan Yahudilerin Filistin’i daha fazla sömürgeleştirme, 1948’de
Siyonistlerin el koydukları topraklarda bir Yahudi yerleşimi kurma ve aynı
zamanda 1967’de el koydukları Batı Şeria ile Doğu Kudüs topraklarında da
sömürgeler oluşturma haklarını tanıdığını beyan etti.
Bunlarla
birlikte Ulusal Yönetim’in talebi; İsrail’in (Doğu Kudüs için olmasa da) Batı
Şeria’daki mevcut Yahudi sömürgelerini arttırmaması ve Filistinlileri,
egemenlik sahibi olmasalar da, yönetebilmek için Bantustan benzeri bir bölgenin
kurulmasıydı. İsrailliler, bu koşulları çok memnun edici bulmakla beraber,
Ulusal Yönetimi açık ve net bir şekilde şu beyanata zorlamaya devam
etmektedirler: Ulusal Yönetim, Bantustan “politikası” adı altında nasıl
düzenlemelere giderse gitsin, mevcut Yahudi yerleşimlerinin Filistin’in her
yerini sömürgeleştirmeye devam etmesini ve hatta ilerideki sömürü
faaliyetlerini de kabul edeceklerine; kısacası, hiçbir şekilde “barış”
anlaşması yapmaya çalışmayacaklarına dair koşullar olduğu gibi korunacaktır.
İsrail,
elbette Filistin Ulusal Yönetimi’ni kendi kapsamlı sömürgeleştirme projesine
rıza göstermenin önemine ikna etmek amacıyla “barış” konusundaki ısrarını
sürdürecektir. Şu anda İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi arasında devam eden
gizli müzakerelerin hedefi FUY ve İsrail’in bu mutabakatının gerçekleşmesi,
böylelikle de Filistin topraklarının tamamının Yahudiler tarafından
sömürgeleştirilmesinin nihayetinde bizatihi Filistinliler tarafından
desteklenmesi ve kutlanması; böylelikle bir asırdır Filistin halkına karşı
sürdürülen Siyonist savaşın “barış” bayrağı altında İsrail tarafından
kazanılması için doğru formülün bulunacağı bir plan tasarlamaktır. Tek sıkıntı;
Filistin Ulusal Yönetimi liderlerinin aksine, Filistin halkının Siyonist
sömürgecilik projesine boyun eğmeyi reddetmesidir; nitekim onlar, işbirlikçi
yönetimlerinin yaptıkları anlaşmalara ve İsrail’in kendilerine barış adı
altında açtığı savaşa bakmaksızın topraklarındaki sömürgeciliğin bir gün
tersine döneceğini ve direnişlerinin en nihayetinde bu duruma bir son
vereceğini umut etmekten vazgeçmemiş, bu umutlarını her daim korumuşlardır.
Joseph Massad
Çeviri:
F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak: Bir ve İki
0 Yorum:
Yorum Gönder