Referandum değerlendirmeleri, başarısızlığın ve
yenilginin sebeplerine dair tezahürlerle yüklü. Özünde herkes, kendi ölçüsüne,
kendi varlığına, kendi kafatasına, yani kendisine göre değerlendirmede
bulunuyor. Kendinin yanına oturtarak Tayyip’i küçülttüğünü düşünen, kendisini
de küçültüyordur. Mesele, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde muhalefetin
çapını Tayyip’in tayin ediyor olmasıdır. Çap, Tayyip küçüldükçe küçülmektedir.
Ardındaki gerçek görülmedikçe, muhalefet de görülmemektedir.
Bu görülmezlik koşullarında, referandumda esasen
belediye seçiminde Ankara’da olanın ülke geneline yansımasına tanıklık
edilmiştir. Geçmişte Mansur Yavaş için çöplerde oy arayanlar, bugün oy toplama
merkezlerinin önüne yığılmışlardır. En sosyalist, en devrimci örgütler, tek tek
oy saymışlardır. On sene boyunca AKP’yle ilgili tek laf etmeyenler, hatta
yaptığı bazı işlere, Taraf operasyonlarına
destek olanlar, oy toplama merkezlerine kitle çağırmaktadır. Ama bunların
aklına, aynı kitleyi açlık grevlerine tanık olan hapishanelerin önüne toplamak
gelmemiştir. Çünkü o grevin oy pusulası kadar değeri yoktur ve zaten ona da
"bitirin" emri iletilmiştir.
Seçim yayınına katılan Ertuğrul Özkök’ün, “entegre
Marksizm”ci Teori ve Politika dergisi
çizgisine gelmesi, gerçekten heyecan vericidir. Her ikisi de “darbelerin
hazırladığı anayasaların geniş kesimlerce desteklenmesi”ne vurgu yapmakta, bu
hususu önemsemektedir. Bize de “darbe olsa da rahatlasak” demek düşmektedir!
Aynı yayında Fatih Portakal’ın yaptığı, tüm solun
yaptığıdır. AKP’nin yüksek oy oranları karşısında İzmir’in durumunu gösteren
tabloya bakıp rahatlamak, tek siyaset biçimidir artık. Bir de “hayır cephesini
CHP, evet cephesini AKP-MHP-BBP olarak okuyarak rahatlama” seçeneği de
mevcuttur. Oysa genel anlamda AKP, aldığı oyları muhafaza etmiştir. Bu açıdan
Erdoğan’ın yüz ifadesinden psiko-politik analize girişenlerin, basın
açıklamasında HDP heyetinin de yüz ifadesini analiz etmesi gerekir. O ifadenin
Kürd illerinde azalan oyların yansıması olması kuvvetle muhtemeldir.
Demek ki MHP kitlesi, “eyalet, bölünme” edebiyatı,
Kürdistan bayrağı asılması üzerinden “hayır” demiştir. Bunu “işçi sınıfının
devrimci başkaldırısı” olarak okumak, safdillikten başka bir şey değildir. Bu
anlamda hayırcılıktaki sevinç bir miktar şovenizm içerir. Aynı zamanda yeni
mansur yavaş ihtimallerini, ilker başbuğcu arayışları kapsar. “Hayır” derken
bunlara da “evet” denilmiştir. “Korku imparatorluğuna 'hayır' demiş bir 23,5
milyon” yoktur.
Sahada görüldüğü kadarıyla, AKP içerisinde “MHP
ajanları” mevcuttur. Kitledeki erimenin önünü almak için yapılan bu hamle,
referandumda karşılık bulmuştur. MHP tulum hâlinde AKP’ye oy verseydi, yok
olurdu. Devlet, MHP’nin erimesine, Barzani çizgisinin uzaklaşmasına izin
vermemiştir. Her şey devletin bekası içindir. Ara bir not olarak şu
söylenebilir: Öcalan, notlarında “bizden AKP’ye 200 bin oy gitmişti”
demektedir. Demek ki Öcalan şifre bağlamında, “ters”i ifade etmektedir. O 200
bin oy oradan gelmiştir. Bölgede taş taş üstünde bırakılmamış, politik açıdansa
taşlar yerine oturmuştur.
Son on beş yıldır ülkede gerçekleşen dönüşümün
AKP’siz gerçekleşmesi mümkün değildir. En basitinden, muhafazakâr mahallenin
görünür olması, kontrol altına alınması, banka kredileri, AVM’ler, inşaat
üzerinden esir edilmesi, ancak AKP ile mümkündür. Laik, sol kesimin bu
görünürlüğe bile tahammül edememesi, sınıfsal analize muhtaçtır. Bu
tahammülsüzlük, ikrah edilmesi gereken bir husustur. Söz konusu esarete tek laf
etmeyip, insanın dudağındaki duaya, alnındaki secdeye küfredilmesi çıkışsızdır.
Herkes, kendisinden bakıp değerlendirmelerde
bulunmaktadır. Verili ortam bunu emreder. Buradan “Türk faşizmini Arap
gericiliğine teslim etti, komprador patronların sadık hizmetkârı” gibi laflar
etmek mânâsızdır. Bu tür cümleler, gizli bir şovenizmle ve ırkçılıkla maluldür.
En enternasyonaller, en haymatloslar, gayet ırkçı, milliyetçi analizlere imza
atmakta, bu yönde laflar edebilmektedir.
Devlet geçmişten beri askerlik yapmayı yurttaşlık
hakları konusunda ölçüt olarak belirlemiştir. Kitlelerin sahneye çıktığı
momentten sonra yurttaşlık hakları askerîleştirilmiştir. Yurttaşlık vazifesini
ifa edenler, devletin kendi canına, malına, namusuna, ahlâkına, hukukuna,
geçmişine-geleceğine sahip olduğunu teyit etmiştir. Bugün sular bulanmıştır.
Bizim arenamıza "ümmetçi" Erdoğan’ı fırlatıp atanlar, bizi aslan
olduğumuza inandırmak zorundadır. Onun arenasına "yurttaş"çı bizi
atanlar, onu gladyatör olduğuna inandırmalıdır. Buradan Spartaküs isyanı
çıkmaz. Her şey, çıkmasın diyedir.
Bu bulanmış sularda Foreign Policy gibi mahfillere iman edilmektedir artık: “Türkiye
Cumhuriyeti’nin tartışmasız biçimde karmaşık bir tarihi var. Çok büyük bir
başarı. Neredeyse sadece yüz yıl içinde, savaşın yıktığı bir tarım toplumu,
kendi bölgesinde ve ötesinde nüfuz sahibi olan refah içindeki bir ülkeye
dönüştü.” Foreign Policy’deki bu
Atatürkçülük şaşırtmamalıdır. Erbakan ve anlamsız İslamcılık eleştirileri
üzerinden AKP’ye vurulmasının bir anlamı yoktur. O dergi, ellerindeki ipi
gizleyemez!
Oysa olan şudur: AKP eliyle muhafazakâr kitle,
neoliberal dönüşümlere ısındırılmakta, bir yandan da CHP eliyle bu ısınma
karşısında ısınan kitle, kontrol altında tutulmaktadır. Erdoğan üzerinden,
toplamda tüm ülke, belli bir şey için belli bir kıvama getirilmektedir. Son
referandumla AKP kitlesi yeniden diken üzerine oturtulmuştur. Foreign Policy’nin müreffeh olduğumuz,
bölgemize ve ötesine etki eden bir güç hâline geldiğimiz yalanına kanmamak
gerekir. Gazete Duvar bu haberi
yaparken, ne zaman müreffeh olduğumuzu da açıklamalıdır.[1] Aynı şekilde,
cumhuriyetçi Birgün gazetesi, hangi
cumhuriyeti savunduğunu, devrimciliği, aşkın yeryüzünü ne vakit terk eylediğini
açıklığa kavuşturmalıdır.
Bu cumhuriyet ve demokrasi oyununda yüzeyde
görünene pek aldanmamak gerekir. Demokrasinin hilesiz olanını, argo tabirle,
sokak ağzıyla, “kıllı” olanını talep etmek boştur. Bu kadar seçime endekslenmiş
bir sosyalist hareketin geleceğe hayrı olmayacaktır. Demokrasi ve seçim zaten
hilenin ta kendisidir. Egemenlerin illüzyon yöntemidir. Prestij filminde denildiği gibi, “her şey çok fazla maddî.
İnsanlar, bazen bir oyun olduğunu bildiği hâlde onu izleyip rahatlamak ister.”
Mesele, Ali Şeriati’nin vurgusuyla kitleleri rahatsız etmek için var olan
sosyalist hareketin bu illüzyon karşısında ilk gevşeyen, rahatlayan olmasıdır.
Tüm analizler bu yöndedir. Örneğin Oğuzhan Müftüoğlu “biz kazandık” diyorsa,
huylanmak gerekir. Alper Taş, “bu seçim usulsüzdür, hilelidir” diyorsa,
kendisinin partinin başına geçişine de bakmalıdır. Müftüoğlu’nun partinin
tayyibi olduğu bir yerde bir siyasetin çıkması mümkün değildir. Orada CHP’yle
kurulan rant ilişkileri konuşur sadece. “Buranın Syriza’sı biziz” diyenlerin
durumu, bugün Syriza’dan daha vahimdir.
Seçimde üç beş rakama indirgenmiş bir milleti bu
zilletten kurtaracak olan, sosyalist harekettir. Ama o da büyük bir hevesle
rakam olmaya, öyle görünmeye dünden razıdır. Dolayısıyla küçükaydınların
“bizler, gerçeğin özüne ancak hayallerin ve mümkün olanın aynasında
varabiliriz. Kitle hareketi yaratmak yerine seçim kampanyası yürütülmesi hata”
demesi yanlıştır. Hayaller de mümkün olan kadardır. Seçim çalışmasına
kapatılmış, daraltılmış bir siyasî mücadelenin gerçek bir zemin bulması mümkün
değildir. Sosyalist siyaset, teorik açıdan burjuva siyasetinden farklı bir
kozmosta gerçekleşmelidir. O hayal dünyasından hapishanelerin görülmesi mümkün
değildir. Zaten on beş sene önce görülmediği, hapishane pratiği Hikmet Sami
Türk gibi “gerici” görüldüğü için bugünlere gelinmiştir. Tasfiyeyi sol, rahatlamak
adına kendisi talep etmiştir. Seçim kitlesi ile devrimci kitle arasındaki çizgi
bu yüzden silinmiştir.
Emirse, dolaylı olarak devlete aittir. Bu
referandumda MHP oyları AKP’ye kaysaydı, MHP biterdi. Gitmemesi devletin emri
gereğidir. Genel hava, CHP-MHP’yi bütünleştirecek ortak bir isimle 2019’a
hazırlanmak ya da darbeden yanadır. Ankara’da MHP’li adaya oy vermeye
ısındırılan sol kitle, daha da uygun bir kıvama getirilmiştir. Tüm iddialar,
tek tek geri çekilecektir.
Bu ricatta ellere yine yeni yeniden kahve
fincanları, tarot kartları alınacaktır. Erdoğan kendi oyunu almış, herkes
CHP-MHP oyuna “bu bizim oy” demeye alıştırılmıştır. Ara bir not olarak, İslamî
kesim içinden gelip “solculaşanlar”ın da pazarda sadece bu geçişi
satabildiklerini söylemek gerekmektedir. Sürekli AKP’ye liberal bir yerden
küfürler sıralamanın bir hayrı olmayacaktır. AKP kitlesiyle kurulacak
kanalların başında duran bu isimler, hiçbir geçişe izin vermemektedir. Sorun
budur. Düğüm oradadır. Onlar da burjuva siyasetinin kulu kölesi hâline
gelmişlerdir. İmza yaldızlamanın hiçbir anlamı bulunmamaktadır.
“Tayyip
Erdoğan, neoliberal vahşi rekabet ortamında Sünni-Türk toplumsal kategorisinin
kendini gelir ve eğitim bakımından en dezavantajlı hisseden ama güç ve para
kazanma arzuları bir o kadar da kışkırtılmış kesiminin kolektif eğiliminin bir
bedende cisimleşmiş hâlidir. Hak ve mülk bakımından kaybedecek şeyi olanlar
‘hayır’, kendisi elde edemeyecek olsa bile bu kesimlerin haklarını ve
mülklerini kaybetmesini arzulayan kesimler ‘evet’ dedi.” [Cem Özatalay]
Herkes kendisine, kendi vehimlerine, gurur
kaynaklarına, tuttukları subaşlarına göre değerlendirmede bulunmaktadır.
Yukarıdaki tespit, (hayırcı olduğuna göre) gücü ve parası olan birine ait
olmalıdır. Aynı şekilde, işçilerin çok olduğu yerlerde hayır oyu çıktığına
sevinenler, işçi sınıfını ve sosyalizmi sırf ilerleme ve modernizm formu olduğu
için, biraz da vicdanen önemsediklerini ikrar etmektedirler. Bu tür tespitler,
haktan ve mülkten yoksun olanlara düşmanlığı solculukla eşitlemekle alakalıdır.
Devlet ve burjuvazi, yanına oturmak isteyen iki evladını birbirine
kırdırmaktadır.
Bu rekabette kaybedecek olan, sosyalist
harekettir. Mazlumlara iyice yabancılaşacaktır. Derdi de budur. Geert Wilders
gibilerin “evet diyenleri Avrupa’dan kovacağız” demesine destek veren bir solun
geleceği yoktur, çünkü o da Wilders gibi Avrupa üstüncülüğü ve kibriyle gerçeğe
bakmaktadır. Bu üstüncülük ve kibir, bugün “Kürt halkı onuruna ve cumhuriyete
sahip çıkmıştır” ve “işçi sınıfı kendi tarihine sırtını çevirmedi” demektedir.
Sosyalizmin bu üstüncülük ve kibirden kurtarılması şarttır. “En ileri, en
modern, en kapitalist, en eğitimli yerler bizim” diye sevinç taklaları atmanın
bir anlamı yoktur.
Erdoğan’ın laflarını “bana söylüyor” diye
dinleyenlerin anlamadığı, o sözlerin ikna edilmesi gereken, onların hiç temas
kurmadığı bir kitleye edildiği gerçeğidir. Cem Küçük’ün “evet kazandı ama
savaşa hazır olun” demesi de bu ikna gayreti ile alakalıdır. O kitlenin
altındaki ateşin hâlen daha harlanması gerekmektedir. O ısının solu da erittiği
görülmelidir.
Üsküdar’ın bir yanı burjuvaziye, bir yanı devlete
aittir. Bazen gerilimler yaşanabilir ama bu gerilimin uzlaşmaz noktaya
ulaşacağı, solun safdilliğine ait bir umuttur. Bu safdillik, referandumda
Erdoğan’ın bindiği atın kendisine ait olduğunu düşünür. Oysa Erdoğan o attan
yıllar önce düşmüştür. Referandumdan hemen sonra başlatılan idam tartışması,
yukarıda bahsini ettiğimiz, mülk meselesiyle alakalıdır. Devletin tüm cana,
mala sahip olduğu gerçeği teyit edilmek zorundadır. Ortada artık buna itiraz
edecek bir sol yoktur. Hapishaneler, açlık bu yüzden görülmez, görülmeyecektir.
Artık düşmanın gerdiği
perdeleri teoride ve pratikte yırtmanın vaktidir.
Eren Balkır
17 Nisan 2017
Dipnot
[1] Foreign Policy: Huzur İçinde Yat Türkiye,
1921-2017”, 16 Nisan 2017, Duvar.
0 Yorum:
Yorum Gönder