16 Nisan 2017

,

Artıklar

Artıklar:
Faşistler Post-Sol’la Nasıl Flört Ediyor?

Birinci Bölüm: Faşist Bireyselciliğin İlk Dönemki Bileşimi

Dostum olan bir editör, bana gönderdiği eposta mesajında şunu söylemiş: “Eğer antikapitalizm ve bireysel özgürlük kitaplarda veya makalelerde dillendirilmese, sağın onları kullanması mümkün olmazdı.” Evet bu tespit doğru, hatta böylesi bir durumda faşizm yeryüzünden silinip giderdi.

Faşizm, solcu ve sağcı kimi konumların bileşkesinden türedi. Solun konumlarının belirli bir kısmı kolektivizm, sendikacılık, ekoloji ve faşist teşebbüslerle örtüşen otoriterizmle alakalıydı. Yetmişlerde kısmen sol otoriterizm eğilimlerine tepki olarak, özel bir antifaşist hareket türedi. Bu hareket, “post-sol” düşünce olarak biliniyor.

Antikapitalizmin ve “bireysel” özgürlüğün” ideolojik saflığını muhafaza ettiğini düşünen, yazının başında bahsini ettiğim editör arkadaşım türünden radikal isimler, faşist ideolojiye belirli noktalarda yakınlaştıklarını, ona karşı belli düzeyde zafiyet taşıdıklarını görmüyorlar.

Post-sol, büyük ölçüde solun ve sağın politik ideolojisinden özerk bir bireysel özgürlük fikrinden yana olan, öte yandan, solculuğun kimi unsurlarını muhafaza eden bir eğilimden türedi. Post-sol, kendi içinde çelişen bazı konumlar alsa da, köklerini çoğunlukla bireyci Max Stirner’e dayandırıyor. Stirner, Avrupalı bireyin ulus, sınıf ve inanç karşısında üstün olduğuna inanan ve büyük ölçüde Hegel’den etkilenmiş olan bir isim.

Stirner’in 1856’da ölmesinin ardından, kolektivizmin ve yeni-kantçılığın popülaritesi, ondaki bireyci felsefeyi gölgede bıraktı. Bu gölge, Nietzsche’nin yüzyılın sonuna doğru ünlenmesi ile kalktı. Stirner’den etkilenen Nietzsche, sosyalizmin ve “modern dünya”nın “üst insan” olarak bilinen put kırıcı, aristokrat felsefeci eliyle aşılacağından bahsedip durdu.

On dokuzuncu yüzyıl süresince Stirnerciler, “üst insan”ı kadınların üstün Avrupa ırkını doğurmasına ilişkin sorumluluk anlayışı ile birleştirdiler. Onlara göre kadınlar, “yeni insan”ı dünyaya getirmelilerdi. Bu insan, hem “yeni çağ”ı üretecek, hem de onun eseri olacaktı. Aynı şekilde, özgürlük ve eşitlik fikrinden tiksinen sağcı aristokratlar da seçkincilik anlayışlarını ve sol halkçılıkla kitle temelli uygarlığa yönelik nefretlerine fikrî temel bulmak için yüzlerini Nietzsche'ye ve Stirner’e çevirdiler. Bu iki isimden etkilenen kimi anarşistler ve bireyciler, Dostoyevski gibi isimlerle ilgilendiler. Dostoyevski, modern dünyanın manevi krizine ve kitleler çağına son verecek olan “muhafazakâr devrim” fikrini geliştirmişti. Anarşist Victor Serge’ün ifadesiyle, “Dostoyevski’de en iyi ve en kötü, ayrılmaz bir bütündü. O, hem hakikatin peşindeydi, hem de hakikatten korkardı. O, yoksul ve büyük bir insan gördüğünde korkuya kapılırdı.”

Tarihin “büyük insan”ı veya “yeni insan”ı, ne solcu ne de sağcıdır. O, modern dünyayı yok edip, yerine sürekli gelişen bir imaj koymuştur. Peki bu imaj, ne tür bir forma kavuşacaktır?

İtalya’da fütürist hareket ve muhtelif romantik milliyetçi akımlarla bağlantılı olan gericiler, Nietzsche ve Stirner ile tanımlı bireyci akıma yakınlıklarını ifade ettiler. Yaşanacak felâketlerin modern dünyaya diz çöktürüp, yeni insanın doğacağı yeni çağı kurmasını uman fütüristler, imparatorluğa dair tumturaklı sözlerle “anarşistlere ait yıkıcı tavrı” kaynaştırmaya çalıştılar.

Bu bireycilik ve “muhafazakâr devrim” eğilimleri içerisinde en popüler isim, İtalyan estet Gabrielle D’Annunzio’ydu. D’Annunzio, Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya adına yeniden almak için Fiume isimli liman kentine 1919’da cüretkâr bir saldırı gerçekleştirmek için 2.600 asker topladı. Bu macera esnasında işgal gücünün elinde, üzerinde kafatası ve çapraz kemiklerin bulunduğu siyah bayrak bulunuyordu. Askerlerse, saldırı esnasında ulusal birlikle ilgili şarkılar söylüyorlardı. İtalya bu işgal girişimine karşı koydu, kent-devleti romantik milliyetçi liderlerinin eline teslim etti. Milliyetçi sendikacı Alceste De Ambris’in hazırladığı anayasa, işbirliğine giden sendikalar sayesinde, korporatif ekonomi üzerine kurulu ulusal dayanışmanın zeminini meydana getirdi. Bu süreçte bazı kehanetlerini dile getiren D’Annunzio, balkondan herkese şiirler okudu. Eril bir kişilik olan D’Annunzio, imparatorluktan ve krallıktan yana olan, aynı zamanda kardeşlik üzerine kurulu duygulara sahip, radikal bir isimdi. Asıl talepte bulunduğu hususlarsa, ulus için fedakârlık ve ona yönelik sevgiydi.

Fiume’deki özerk bölgesi ordunun eline geçince D’Annunzio, İtalya’ya döndü. Bu dönemde aşırı milliyetçiler, fütüristler, sanatçılar ve aydınlar, onu gelişmekte olan faşist hareketin lideri olarak selamladılar. Faşizmin ruhuna seslenen siyaset kutsallaştırıldı, estetik törenler ve radikal şiddet bu sürece katkı sundular. Muhtemeldir ki Mussolini, liderlik konusunda onu bir rakip olarak görüyor olmasına karşın, ondaki tarzı ve ruh hâlini görmezden gelmedi, Fiume’deki sonuçsuz macera üzerinden çok sayıda insanda kazandığı estetik albeniyi epey ciddiye aldı.

Mussolini’ye göre, faşizm partiye karşıydı, o salt hareketti. D’Annunzio’nun öfkesini, kafataslı, çapraz kemikli bayrağını ve beldeki hançerini miras alan faşist kara gömlekliler (squadristi), ondaki “Umurumda Değil” (Me ne frego) marşında ifade edilen “umursamaz” tavrı da benimsediler.

Fiume macerasına katılan bazı isimler, D’Annunzio faşist harekete katılınca onu yüzüstü bıraktılar, gidip faşist tehditle mücadele etmek için Arditi del Popolo (“Halkın Cesurları”) milislerine katıldılar. Diğerleri ise kara gömlekliler içinde eridiler.

* * *

Eskiden solcu olan Mussolini, devrimci sembollerle aşırı milliyetçi yeniden doğuş fikrini buluşturma konusunda hiç güçlük çekmedi. 1920’de yaptığı bir konuşmada, “tüm türleri ve vücut bulduğu tüm biçimleriyle kahrolsun devlet. Dünün, bugünün, yarının tüm devletleri, kahrolsun. Burjuvası, sosyalisti, tüm devletler yıkılsın. Bizim gibi bireycilikten başka bir fikri olmayan kişilere göre, bizi bugünün karanlığından ve yarının kasvetinden, bugün saçma gibi görünse de tek teselli şey olan anarşi dini kurtaracak” diyordu. Bir başka konuşmasında ise şu soruyu soruyordu: “Şu Stirner neden geri dönmemeli?”

Mussolini’deki anarşizm anlayışı çok önemli, zira o, anarşizmi faşizmin ön delili, onun zihinde önceden tasarlanmış hâli olarak görüyordu. Nazi partisi üyesi hukukçu Carl Schmitt’e kendisindeki mit anlayışıyla alakalı olarak şunu söylemekteydi:

“Eğer anarşist yazarlar, mitik olanın otorite ve birliğe karşı önemini keşfetmiş olsalardı, istemeden de olsa yeni bir düzen, disiplin ve hiyerarşi anlayışı üzerine kurulu bir başka otoritenin temelini atmak için onlar da işbirliğine giderlerdi.”

Faşizmin diyalektiği burada iki yönlüdür: her dönemde faşizmin potansiyelini sadece modern dünyanın anarşizme has bir şekilde yıkılması açığa çıkartabilir, oysa Mussolini’ye göre, paradoksal biçimde, anarşizmin mitik devletsiz toplumu, ancak kendi disiplinini kendisi sağlayan bir düzenden neşet edecektir.

Antifaşist anarşist bireyciler ve nihilistler, Mussolini’ye göre bir tür “pasif hiççiliği” temsil ediyorlardı. Nietzsche’ye göre bu eğilim çürümeydi, modernitedeki zayıflıktı. Mussolini için savaşmış eski askerler, bireyciliğin Bolşevikler eliyle ezilmesine karşı çıkmış, “savaşçıların karşı-partisi”nden yana saf tutmuşlardı. Faşizm, erkeklerdeki kadın düşmanlığını istismar etmiş, topyekûn çöküş vizyonlarındaki “pasif hiççiliği” “aktif hiççilik” hâline getirmişti. Ona göre, yeni çağın yeniden doğuşu, yeni insanın elindeydi.

Yirmilerde ve otuzlarda Avrupa genelinde tanık olunan faşizme yönelim, sadece eski komünistler, sendikacılar ve sosyalistler arasından çıkan kolektivist sol ile sınırlı değildi. Avrupalı avangart ve entelektüel seçkinlerin muğlâk siyaseti de yüzünü faşizme çevirmişti. Fransa’da Georges Bataille ve Antonin Artaud gibi isimler, acımasızlık, akıldışılık ve seçkincilik üzerine kurulu faşist estetikle ilişkili denemelerin altına imza atmışlardı.

1934’te Bataille, “büyük faşist toplumlar”a yer açmak istediğini açıktan deklare eden bir isimdi. O, dünyaya dair “gelişkin formlar”a sahip olduğuna, “haşmetli ve asil duygulara seslendiğine” inanıyordu. Bataille’ın Stirner’e yönelik hayranlığı, sonrasında onu “paradoksal biçimde faşist olan bir eğilim” içerisine girmekten alıkoymamıştı. Louis-Ferdinand Céline ve Maurice Blanchot gibi diğer ünlü liberterler de kin yüklü antisemitizm türünden faşist temaları kullanmışlardı.

Tıpkı Blanchot gibi Nazileri destekleyen, dışavurumcu şair Gottfried Benn de içe bakıp duran nihilizmin ve ızdırabın hümanizm karşıtı diline başvuruyor, sadece hayvanî dürtülere ve akıldışı güdülere önem veriyordu. Varoluşçu felsefeci ve Nazi partisi üyesi Martin Heidegger ise fenomenolojisi dâhilinde Niçeci nihilizmi ve estetiği geliştirdi, kaygı meselesini modern hayatın merkezine yerleştirdi, varoluşu hakiki bir sanat faaliyetinde saklı olduğunu düşündüğü yıkıcı işlem üzerinden rahatlatmaya çalıştı.

Hitler’in iktidara gelişini sevinçle karşılayan yazar Ernst Jünger, “aktif nihilizm”in gücünü önemsiyor, uygarlığın “büyülü sıfır noktası” üzerinden çökmesini arzuluyordu. Bu çöküş sayesinde kendisinin “anarklar” dediği aşırı bireyci aktörlerin kuracağı yeni çağ başlayacaktı. Stirner’in etkisi, hem ilk yılları itibarıyla Mussolini’de, hem de Jünger’de mevcuttu. İlerleyen süreçte bu etki, Carl Schmitt ve Julius Evola gibi faşist hareketin diğer üyelerince sonraki döneme taşındı.

Uygarlığın çöküşü peşinde olan isimler içerisinde belki de en önemlisi, Evola’ydı. Ona göre yeni çağ, “evrensel birey”in manevi uyanışının gerçekleştiği, erkeklerin üstün olduğu, fedakârane bağlılığın esas olduğu bir çağdı. Davaya bağlı bir faşist ve bireyci olarak Evola, kutsal şiddete, ırkçılığa, antisemitizme ve gizeme sadık bir kişiydi. “Politik asker” öğretisinin sahibi olan Evola, şiddeti çoğunluk karşısında bireyin üstün olmasını sağlayan bir tür doğal hiyerarşinin oluşturulması noktasında önemli görüyordu. Onun inancına göre büyü pratiği, insanı aristokratik bir ruha kavuşturuyordu. Bu ruhsa ifadesini, ancak fedakârlıkta ve samuraylara has onur anlayışında bulabilirdi.

Evola, bilgiye olan susuzluğunu dindirmesi için kendisini Viyana’ya davet eden SS’lerle bu fetih, seçkincilik, fedakârlıktan zevk alma anlayışını paylaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Evola’daki manevi faşizm, aslen Yunan olan Fransız ezoterisist Savitri Devi’nin yazılarında da çıkar karşımıza. Devi, günümüzde tanık olduğumuz Derin Ekoloji’ye benzeyen, Nazilere has hümanizm karşıtı bir doğa ibadeti geliştirmişti. İnsan haklarına karşı çıkan Devi, dünyanın iç içe geçen yaşamsal güçlerin bütünlüğü olduğu düşüncesindeydi. Ona göre, bu bütünlükte hiç kimse bir başkasına karşı ahlakî bir ayrıcalığa sahip değildi.

İkinci Bölüm: Post-Sol’un Oluşumu

İki dünya savaşı arası dönemde faşizm, çok sayıda antikapitalisti ve bireyciyi cezbetti. Bu etkileşim, esas olarak elitizm, siyasetin estetikleştirilmesi ve modern dünyanın yıkımına dönük nihilist arzu dolayımı ile gerçekleşti. İmparatorluğun yıkılması ardından faşistler, hem devlet hem de toplumsal hareketler içerisinde çeşitli dolaplar çevirerek, hareketlerinin közünü yeniden alevlendirmeye çalıştılar. Belli ölçüde Hitler’e karşı çıkıp uygarlığın yıkımı ile “yeni insan” fikrine dayalı elitizmi harmanlayan özgün “milli sendikacılık” fikrine geri dönülmesi çağrısında bulunmak, faşistler arasında popüler bir eğilim hâlini aldı. Faşistler, bu süreçte NATO ve çokkültürcü liberalizme karşı, Avrupa’daki etnisitelerin ulusal kurtuluşunu savundular. Bir yandan da yeni faşist melez fikirler oluşturmak adına, İtalyan felsefeci Julius Evola ile aslen Yunan olan Fransız yazar Savitri Devi’nin okültizmiyle satanizmi birleştirdiler. Savaş sonrasında altkültürlere faşizm, politik muhalefetin okültizmle kutsallaştırılmasıyla, ekolojiyle ve anti-otoriterizmle sızdı.

Altmışlarda Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, İşçilerin Gücü (Pouvoir ouvrier) ve Sitüasyonistler gibi sol-komünist gruplar, La Vielle Taupe (“İhtiyar Köstebek”) gibi yayınevlerinde bir araya gelip sanayileşmiş uygarlıkta gündelik hayatı sanat ve dönüştürücü pratikler aracılığıyla eleştirdiler. Bu hareketin üyelerinden biri olan Gilles Dauvé’ye göre, bu La Vieille Taupe yayınevinde toplaşan küçük grup, müştereklik fikrini, yani tüm toplumsal ilişkilerin devrimci dönüşümü fikrini geliştirdi. “Aşırı solcu” olan bu yeni hareket, Mayıs 1968 boyunca Paris’te öğrencilerin ve işçilerin gerçekleştirdiği büyük ayaklanmaya yol açacak olan genç, entelektüel isyana ait estetiğe ilham verdi.

Aşırı solun yarattığı, güçlü ve otorite karşıtı akım ve Mayıs 1968’deki ayaklanma, Avrupa’da benzer hareketlere katkı sundu. Bunlardan biri de süreç içerisinde Fiat’ta yapılan bir grevden kitlesel sokak gösterileri, kiralık ev grevleri, ev işgalleri gibi eylemleri içeren genel başkaldırıya dönüşen İtalyan Otonom Hareketi idi. Otonom hareketinin büyük bir kısmı solcu olmaya devam etse de üyeleri, yerleşik sol akımlara eleştiriler yönelttiler. Otonomistler, çoğunlukla şehir gerillalarının acemi stratejilerine karşı çıktılar. 1977’de “Silâhlı Neşe” takma adıyla yazılar yazan bireyci anarşist Alfredo Bonanno, İtalyan solculara patriarkal iddiaları gerilla savaşına terk etmeyi ve halkın isyancı mücadelesine iştirak etmeyi önerdi. Marksist teorisyen Jacques Camatte ise eskiden solculuğun kötümser itirazını benimseyen bir isimken, doğaya bağlı basit bir hayatı benimsedi. Bu eğilim, İtalyan solu içindeki çelişkileri daha da derinleştirdi.

Otoriterizm karşıtlığı ile birlikte ekolojinin belirlediği uygarlık eleştirileri, altmışların ve yetmişlerin bir ürünüydü. Bu önemli eğilim, yeni bir kimlik dâhilinde, hem sola hem de sağa karşı çıktı. Popüler toplumsal hareketlere ait bu türden akımları benimseyen ve sol ile sağ arasındaki ideolojik çizgileri bulanıklaştıran faşist ideologlar, “etnik çoğulculuk” düşüncesinin çerçevesini oluşturdular. Söylemlerini “farklılık hakkı” (etnik ayrılıkçılık) fikri üzerine kuran faşistler, kendilerini Avrupalı yeni sağ, milli devrimciler ve devrimci gelenekçiler gibi etiketlerin ardına sakladılar. “Avrupalı yeni sağ”, aşırı solun savunduğu, modern dünyaya yönelik itirazı benimseyip, Avrupa’nın yerli haklarını ve kıtanın pagan köklerini öne çıkarttılar. Sonrasında faşistler, köke dayanma anlayışından maneviyata dayalı fikirler türettiler, Nazilerin ve Alman etnisite (volkische) hareketinin benimsediği, “kan ve toprak” ekolojisini yeniden anımsattılar.

İtalya’da bu hareket, “Hobbit Kampı”nı kurdu. Bu, Marco Tarchi gibi Avrupalı yeni sağın önemli bir siması tarafından örgütlenmiş bir ekoloji festivaliydi. Kamp, Sitüasyonist tarzı afişlerle ve bildirilerle hayal kırıklığına uğramış gençlere pazarlandı. İtalyan “milli devrimci” Roberto Fiore, Bolonya’daki bir tren istasyonunu bombalama eylemine katılma suçlamasıyla ülkeden kaçtı, Tarchi’nin Avrupalı yeni sağcı meslektaşı Michael Walker’ın Londra’daki evine sığındı. Bu evde Fiore, Walker ve bir grup faşist militan, 1980’de Resmi Milli Cephe denilen politik örgütü kurdu. Bu grup, avangart faşist estetikten istifade etti, yeni folk, gürültü ve başka deneysel müzik türlerine can verdi.

* * *

Faşistlerin yeşil harekete girip, solcu otoriterizm karşıtı düşünceyi istismar ettikleri dönemde Sitüasyonizm de dönüşmeye başladı. Yetmişlerin başında post-sitüasyonizm, ABD’de kolektivist düşünce ile Stirnerci egoizmi meczeden kolektifler üzerinden açığa çıktı. 1974’te Bizim İçin isimli grup Açgözlü Olma Hakkı başlığını taşıyan bir broşür kaleme aldı. Bu broşür, diğerkâmlığı şiddetle eleştiriyor, egoist açgözlülüğü sosyal kimlik ve refahın teşkil ettiği bir tür sentezle, özetle, fazla olanla ilişkilendiriyordu. Metin, 1983’te Loompanics Unlimited isimli liberter bir grup tarafından yeniden yayınlandı. Önsözü ise ismi pek bilinmeyen, Bob Black diye biri kaleme aldı.

Post-sitüasyonizm, zamanla bireyciliğe evrildi. Bir dizi Avrupalı aşırı solcu ise yüzünü sağa çevirdi. Paris’te bulunan La Vieille Taupe grubu, antifaşizmin gerekliliğini redde tabi tuttu, Holokost’un, Yahudi Soykırımı’nın kapitalist düzenin muhafazası için gerekli bir yalan olduğunu söyledi. 1980’de bu yayınevi, o ünlü Mémoire en Défense centre ceux qui m’accusent de falsifier l’histoire [“Beni Tarihi Tahrif Etmekle Suçlayan Bellek Savunma Merkezleri”] isimli kitabı yayınladı. Kitabın yazarı, Holokost’u inkâr eden bir isim olan Robert Faurisson’du. Bu yayınevi ve kurucusu Pierre Guillaume, uluslararası planda ciddi eleştirilere maruz kalsa da solcu profesör Noam Chomsky gibi isimlerden destek gördü. Guillaume ve arkadaşları eleştirilmiş olmasına karşın, aşırı soldaki antifaşizme yönelik reddiye daha da yaygınlaştı. Buna katkı sunan bir isim de Dauvé’ydi. Dauvé, seksenlerin başında özgül bir hareket olarak faşizmin yok olduğu iddiasındaydı.

Faşizmin tarihe ait yapay bir olgu hâline geldiğine dair düşünce, faşizmin çeşitli alanlara sızmasına katkı sundu. Bu süreçte Faurisson ve Guillaume, aşırı sağın el üstünde tuttuğu isimler mertebesine yükseldi. Holokost inkârı örneğinde görüldüğü üzere, aşırı sol teori, etnisiteye dair terimlere ve düşüncelere karşı bağışık değildi. Etnisiteyle alakalı düşünceler, Resmi Milli Cephe’nin ortaya koyduğu çalışmaların temelini teşkil ediyordu. Bu çalışmaların çoğunu kaleme alan Troy Southgate, Sitüasyonistlerden, ayrıca solcu ve sağcı birçok kişiden etkilenmiş bir isimdi. Southgate, “Yeşil Anarşist” denilen, Punk’a meyilli dergiyle bağlantılı radikal politikaya odaklanmıştı. Bu derginin ana derdi, modern uygarlığın yıkılması ve ilkel hayata geri dönmekti. 1991’de Yeşil Anarşist dergisinin editörleri, yurtsever bir militarist olduğu için editör ekibinde yer alan arkadaşları Richard Hunt’ı dergiden kovdular. Hunt da Yeşil Alternatif isminde başka bir dergi çıkarttı ve kısa bir süreyle Southgate’le biraraya geldi. İki yıl sonra Southgate, Devrimci Milliyetçilik İrtibat Komitesi’ni kurmak amacıyla Jean-François Thiriart ve Christian Bouchet ile ittifak kurdu.

ABD’de “anarko-primitivist” veya “Yeşil Anarşist” eğilim, eski aşırı solcu John Zerzan’ın başının altından çıktı. Uygarlığı dünyanın düşmanı olarak tanımlayan Zerzan, moderniteyi redde tabi tutan, sürdürülebilir geçimlik hayat tarzına geri dönülmesi fikrini savunuyordu. Zerzan, ırkçılığa karşı çıksa da kısmen Martin Heidegger’in düşüncesi üzerinden, insanlarla dünya arasında, hakiki, sembolik düşüncenin aracılık etmediği ilişkiler kurulması fikrini savunuyordu. Bu geri dönüş de elbette uygarlığın tümden çökmesini gerekli kılmaktaydı, yani milyarlarca değilse de milyonlarca insan ölmeliydi. Zerzan, kendisini destekleyen Ted Kaczynsky’nin öldürdüğü insanlar konusunda net hiçbir şey söylememekteydi.

Zerzan’la otoriterizme karşı çıkma ve kabileci, avcı-toplayıcı topluma geri dönme fikri konusunda uyuşan, okültist Hakim Bey, “Geçici Özerk Alan” fikrini geliştirdi. Hakim Bey’e göre böylesi bir alan, sefahate dayalı, devrimci şiirin erotik ve kurtarılmış sahasını açığa çıkartacaktı. Ama 1991 tarihli metninde Hakim Bey, D’Annunzio’nun Fiume’yi işgalini savundu, sağı ve solu aşmaya dönük tarihsel eğilimleri öne çıkarttı.

Zerzan ve Hakim Bey ile birlikte Bob Black de bugün post-sol olarak adlandırılan akımın temelini teşkil eden isimlerden. 1997 tarihli kitabı Solculuktan Sonra Anarşizm’de Black, bireycileri “yaşam tarzı anarşizmi” olarak eleştiren solcu anarşist Murray Bookchin’e cevap verdi. Zerzan’ın uygarlık eleştirisinden, Stirner ve Nietzsche’den beslenen Black, çalışmanın reddini Bookchin’le tanımladığı otoriter sol eğilimlere karşı bir tür çare olarak savunmaktaydı.

Böylece post-sol, aşırı solcuların, yeşil anarşistlerin, spritüalistlerin ve egoistlerin internet dergilerinde, kitaplarda ve Anarşi: Silâhlı Arzu dergisi ile Beşinci Sınıf gibi dergilerde yayınlanan yazılar aracılığıyla oluşmaya başladı. Bu düşünürler ve yayınlar kendi aralarında birçok yönden ayrışsalar da post-solun önemli vasıfları, temelde uygarlığın çöküşüne dönük eskatolojik beklentiyi sürdürmeye devam etti. Bu beklentiye bir de solla sağı redde tabi tutan bireycilik ve kolektivizm sentezi eşlik ediyordu. Oluşan düşüncenin merkezinde hümanizme, aydınlanma geleneğine ve demokrasiye karşı çıkan, organik, kabile toplulukları ve dünya anlayışı duruyordu. Bu post-sol metinler, bol bol Stirner, Nietzsche, Jünger, Heidegger, Artaud ve Bataille alıntıları içeriyordu. Temelde bu metinler, solla sağı, bireycilikle “muhafazakâr devrim”i birleştiren, senkretik bir düşünsel eğilim meydana getirmekteydi. İleride göreceğimiz üzere bu durum, düşünce alanında faşizmin sızacağı yığınla delik açılmasına neden oluyordu.

Üçüncü Bölüm: Faşist Sızma

Doksanlarda Christian Bouchet, Jean-François ve Troy Southgate’in meydana getirdiği, sonrasında Avrupa Kurtuluş Cephesi adını alan “milliyetçi devrimci” ağ, karşı-kültür ile avangart sanat arasındaki bağları keşfe çıktığını iddia eden San Fransiskolu dazlak örgütü Amerika Cephesi ile birleşti. Satanist Nazizm hareketini inşa etmeye yönelik geçmişte ortaya konulan çabalarda da görüldüğü üzere, Amerika Cephesi lideri Bob Heick de faşist müzisyen Boyd Rice ile dostluk kurdu, öte yandan satanizm, okültizm ve paganizmden oluşan bir karışıma destek çıktı. Müzik diye gürültü yapan, avangart sanatçı iddiasında olan Rice, Abraksas Vakfı adında bir “faşist düşünce kuruluşu” kurdu. Bu kuruluş, yetmişlerde faşist militan James Mason’ın bir araya getirdiği, Charles Manson’a ait tarikatçı fikirler ile satanizmi ve faşizmin bir bileşimini savunmaktaydı. Rice’ın kanatları altında yaşayan, onun uzun yıllardır dostu olan, Abraksas üyesi Michael Moynihan, Abraksas çizgisine uygun olan, Charles Manson’ın İskandinav Black Metal’inden militan İslam’a, oradan Evola, James Mason, Bob Black ve John Zerzan’a uzanan birçok metni yayınlayan radikal yayıncılık şirketi Feral House’a katıldı.

Benzer çalışmalar dâhilinde, Troy Southgate’in Fransa’daki müttefiki Christian Bouchet, neo-folk, yeni “anarşik” İskandinav Black Metal dünyası etrafında gelişen sektörü destekleyen dağıtım ağları ve dergiler kurdu. Sonrasında milliyetçi anarşistler, yeşil anarşizme bağlı internet grupları kurmaya veya bu gruplara sızmaya çalıştılar. Southgate ve Bouchet’nin ağı Rusya’ya doğru genişledi, ünlü Rus faşist Alexander Dugin, Zerzan’ın çalışmalarına hayran olan bir isim olarak, yeni bir öncü ideolog hâline geldi.

Post-solcuları bu türden gelişmeler üzerinden tanımak mümkün. 1999’da Silâhlı Arzunun Dergisi: Anarşi’nin editörlerinden Bob Black’in kitapları için yazdığı yazıda Lawrence Jarach, “milliyetçi anarşizm”in yükselişine karşı uyarılarda bulunuyordu. 2005’te Zerzan’ın dergisi Yeşil Anarşi, Southgate’in “milliyetçi anarşizm”ine yönelik uzun bir eleştiriye yer verdi. Bu uyarılar önemliydi. Söz konusu eleştiriler, esas olarak milliyetçi anarşizmin Yeryüzü Kurtuluş Cephesi [YKC] gibi doğrudan eylem hareketleri ve örgütleri içerisinde yuvalandığı üzerinde duruyordu. Adı geçen cephe, kendisini endüstriyel uygarlığın yıkımı için sabotaj ve mülk imhası gibi eylemlere adamış, çevreci anarşist bir örgüttü.

YKC’nin doksanların sonunda ve 2000’lerin başında kundaklama eylemlerine imza ettiği dönemde, eski bir üyesinin bana anlattığı kadarıyla örgüt, Nathan “Sürgün” Block ve Joyanna “Sadie” Zacher’in İskandinav black metal’ine âşıktı, ayrıca sürekli Charles Manson’a atıfta bulunuyor, elitist, sol karşıtı bir zihniyeti teşvik ediyordu. Bu isimler, Abraksas, Feral House ve Bouchet’nin dağıtım ağlarından bahsediyorlardı, ama yürüttükleri siyaset, o dönem faşizm bağlamında değerlendirilmiyordu. Öte yandan genel görüşleri gayet netti. Eski YKC üyesinin aktardığı biçimiyle, sonrasında Nathan Block’un yönettiği bir Tumblr hesabı keşfedildi. Antifaşistlerin tespit ettiği bu internet sayfasında okültçü faşist referanslara rastlanmakta, bunlar milliyetçi anarşist simbiyolojiyi, gamalı haçları, ayrıca Evola ve Jünger gibi isimlerden yapılan alıntıları içermekteydi.

Demek ki Zerzan ve Bob Black’in Feral House ile birlikte kitap yayınlamak istemesi, bir tesadüf değildi. Yeşil Anarşi dergisinin milliyetçi anarşizme karşı kayda değer uyarılarda bulunduğu 2005’te Zerzan’ın iki kitabı aynı yayınevinden çıktı. Burada post-sol ile faşizm arasındaki alt kültür düzleminde gerçekleşen kesişimlerin ilk örneklerine rastlanmaktaydı. Post-solcular, faşistlerle işbirliği hâlindeydiler.

Yeşil Anarşi’nin entrizme, sızmaya karşı uyarılarda bulunduğu bir dönemde Zerzan, kitaplarını Feral House’a veriyordu. Anti-politika Kurulu olarak bilinen internet forumu, bu yakınlaşmaya dair örneklerle doluydu. Kral Abaküs’ü Öldürmek isimli derginin içinden çıkan bu kurulun binden fazla kayıtlı üyesi vardı ve onlarca insandan katkı alıyordu. Bu internet kürsüsü, post-solculara tartışma zemini sunmaktaydı. İsyancılık, müşterekçilik, yeşil anarşi ve egoizm ile ilgili olan bu tartışmalar, tuhaf bir rekabetçi putkırıcılık üretmekteydi. “Cinsellik karşıtlığı, kolektivist ahlakçılık gibi konu başlıkları ile özerk antifaşizm eleştirisi gibi çalışmalar, bu tür çabalar üzerinden popülerleşti. Ahlaka ve ahlakçılığa yönelik saldırılarda asıl dert, herkesin solcu ırkçılık karşıtlığı ile bağlantılı olan “kimlik siyaseti”nden ve “beyazlardaki suçluluk” hissinden kurtulmalarını sağlamaktı.

Bu tartışmaların sürdüğü ortamda post-milliyetçi anarşizmi benimsemiş olan Andrew Yeoman isimli bir genç çıktı ortaya. Yeoman’ın forumdan çıkartılması istendiğinde site yöneticisi bu talebe karşı çıktı ve “beyaz bir milliyetçiyi çıkartırsak solcular gibi davranmış oluruz” dedi. Başka bir şey denemek zorundalardı. Ne yaptılarsa işe yaramadı, sonrasında Yeoman, Körfez Bölgesi Milliyetçi Anarşistleri isminde bir grup oluşturdu, kitap fuarlarına katıldı, Minutemen ve Amerika Cephesi ile anarşistlerin işbirliği yapması gerektiğini söyledi.

Anti-politika Kurulu’nun önemli bir yönü de onun nihilist ve isyancı teorileri sürekli dillendirmesiydi. Her iki görüş, 2008 finans krizi sonrası popülerleşti. Hakim Bey’in (Peter Lamborn Wilson’ın) kaleme aldığı “Yeni Nihilizm” isimli makalede dile getirildiği biçimiyle, 2010’a doğru ortaya çıkan, 2010’larda gelişen yeni nihilizm dalgasını aşırı sağdan ayırmak mümkün değildi, zira bu dalga, birçok farklı görüşü bünyesinde cem etmişti. Esasında Stormfront sitesi içinde “TAZriot” ve “whitepunx” gibi sürüyle kullanıcıya rastlamak mümkündü. Bu isimler, temelde Stirnercilikteki ırkçı konumdan neşet etmiş basit, bireyci ilkeleri savunuyorlardı. Politik doğruculuğa ve beyazların suçluluk duymasına karşı çıkan bu post-solcu ırkçıların temel arzusu, beyazlar için ayrı radikal mekânlar ve özerk bölgeler oluşturmaktı.

Sıkı bir araştırma üzerinden Portland’deki Rose Şehri Antifa örgütü whitepunx’ın kimliğini ortaya çıkarttı: “Tetik” Tom Christensen, şehirdeki pankçılar arasında adı sanı bilinen biriydi. Kendisi Stormfront sitesine şunu yazmaktaydı: “Hiç antifaşist olmadım, ama birkaçıyla takıldığım doğrudur. Müzik piyasasında pankçı olarak yer aldım, oralarda antifaşistlere denk geldim. Birkaçıyla arkadaş oldum. Beni yanlarına çekmek istedilerse de beceremediler. Ben beyaz milliyetçisiydim. Fikrimi kimseye açmıyordum, başkalarının görüşlerine kendimi kapattım. Bu insanların bazılarını tanımanın işime yaradığını söylemem lazım. Bugün antifaşist hareket ve SHARP [Irkçı Önyargılara Karşı Dazlaklar] içerisindeki her ismi tanırım.”

Christensen’in dediğine göre post-solcularla takılmış, Yeoman gibi o da onlarla tartışma yürütmüştü. Bir yıl bile geçmeden Christensen, “Sence Muhbir Olmak Düşmanlarımızın Aleyhineyse Kabul Edilir Bir Şey midir?” başlıklı bir yazı yazdı ve orada şunları söyledi: “Ertesi gün aklıma ilginç bir fikir geldi ve insanların görüşlerini dinlemek istedim. Polis, hareketin düşmanı olan kişileri, solcuları, kızılları, anarşistleri suçlamaya yetecek deliller istese, ne yaparız? Verir miyiz o delilleri? Solcuları ihbar eder misiniz, ispiyonlar mısınız?” 21 beyaz milliyetçi “evet” dedi bu soruya. Bazıları da Christensen’i tanıdığı isimleri ihbar etmesini istedi, bazıları çeteye sadık kaldığını ısrarla dile getirdi. Bu adamın polise gidip gitmediğini bilmiyoruz, fakat Mayıs 2013’te Stormfront’taki yazışmalar tahkikat jürisinin önüne geldi, ardından da dört anarşist mahkemeye çağrıldı. Dördü mahkemeye saygısızlık suçunu işledikleri iddiasıyla tutuklandı.

Post-solcularla faşistler arasındaki kesişmeye dair diğer bir rahatsız edici örnek ise Ultra isimli nihilist örgütle bağlantılı radikallerin Portland’deki Rose Şehri Antifaşist Örgütü’nü Jack Donovan’ı teşhir eden bir yazı yayınladıkları için ağır eleştiri yöneltmesiydi. Şiddet araçlarını kullanan beyaz milliyetçisi örgüt Vinland Kurtları’nın üyesi olan Donovan, Kabuki Güç Labı isimli bir spor salonu işletiyor, bir yandan da erkekçilik yanlısı videolar çekiyordu. Yazının yayınlandığı 2016 Kasım’ında bir Ultra üyesinin aynı zamanda söz konusu spor salonuna gittiği anlaşıldı. Donovan, spor salonu dışında bir de dövmeci dükkânı işletiyor, bu dükkânda Liberter Parti üyesi faşist Augustus Sol Invictus’a faşizmin simgesi olan değnekler demeti dövmesi yapıyordu. Spor salonunun üyelerinden birinin aktardığı kadarıyla “Jack çelişkili görüşlere sahipti, çoğunlukla kabul etmediği işler yapabiliyordu. Ama onun bu hâlinin spor salonundaki tavır ve davranışlarını etkileyip etkilemediğini bilmiyorum.” Milliyetçi Politika Kurumu ve Baskı Projesi gibi internet ortamlarında “ırkla ilgili gerçekçi” istatistikler paylaşan Donovan, aynı zamanda biyolojik bölgecilik görüşünü benimsiyor, uygarlığın çöküşü görüşüne destek veriyordu. Bu çöküş teorisine göre kimlikle bağlantılı, doğal hiyerarşilere tabi olan kabile yapıları aralarında gerçekleşecek savaşta tersyüz olacaktı. Bu, Ultra grubunda ve post-solcu örgütlerin üyelerinde makes bulan bir görüştü.

Faşistleri savunmanın ve onlarla işbirliği kurmanın aynı şey olmadığı, bu iki yaklaşımın tesadüfi kesişimlerin dışında ele alınması gerektiği iddia ediliyor bugünlerde. Oysa kesişim noktaları, esasen göz ardı etme, savunma veya işbirliği yapma ile ilgili bir eğilime işaret ediyorlar. İşbirliği ve savunma meselesi, birlikte varlık imkânı bulabiliyor. Bu ikisini savunanlar yan yana gelebiliyorlar. Örneğin Oregon eyaletinin Portland şehrinde İngiliz aşırı solcu grup Wildcat, antisemitizme kaymadan önce post-solcularla birlikte bir okuma grubu oluşturmuştu. Grubun kurucusu, kısa bir süre sonra Eugene şehrindeki Pasifika Forumu denilen eski solcu, yeni faşist örgüte katıldı ve antisemitist lider Tim Calvert’ı savunur konuma geldi. Son olarak da Yahudi Soykırımı’nı inkâr eden David Irving’in etkinliğinde görüldü.

Aşırı sağ ile post-solcu nihilizm arasındaki işbirliğinin, hatta sentezin en sıkıntılı örneği, muhtemelen alternatif sağ içinde gerçekleşeniydi. Donovan, bugün alternatif sağın bir üyesi kabul ediliyor. Christensen ise Facebook’taki bir yazısında kadın düşmanı Mağrur Delikanlılar isimli grubu övüyor. Alternatif sağla bağlantılı olan bu grup ve bireyler, Matriks filmine atıfla, “kırmızı hapı seçenler” olarak tarif ediliyorlar. Filmdeki gibi bunlar da kırmızı hapla distopik gerçeğin farkına vardıklarını, uyandıklarını söylüyorlar. Kırmızı hapı yutmak, alternatif sağ üyeleri için antisemitist komplo teorilerinin, kadın düşmanlığının ve beyaz milliyetçiliğinin sunduğu “gerçekliği” bilince çıkartmak demek. “Bıçak Ustaları” denilen, internet ortamlarında provokatif içerikler üreten isimlerin faal oldukları internet forumları, antisemitizme ve nefret söylemine evriliyorlar. En uç biçimlerinde, son yıllarda, artık “siyah hap”tan söz ediliyor. Bu isimler, yukarıda tarif edilen bireycilik ve nihilizm akımları üzerinden, ayrım gözetmeyen şiddeti göklere çıkartan kişilere dönüşüyorlar.

Siyah hapçılar, tüm teorilere bağlı oldukları iddiasındalar. Bu eğilim, post-solcu örgütler arasında hayli popüler olan ve modern dünyayı hedef alan, ayrım gözetmeyen şiddet eylemlerini savunan Yabana Meyilli Bireyler denilen uygarlık karşıtı militan örgütün yaklaşımını anımsatıyor. Siyah hapçıları etkileyen diğer bir isim de Adam Lanza. Bu adam, Connecticut eyaletinin Newtown şehrindeki Sandy Hook İlkokulu’nda 20 çocuğu ve altı öğretmeni, ayrıca kendi annesini öldürmeden önce John Zerzan’a telefon eden kişi. Zerzan, Yabana Meyilli Bireyler’i şiddetle eleştirdi, Lanza’nın korkunç eyleminden aylar sonra bir makale kaleme alarak post-solcu nihilistlerden bir umut kapısı bulmalarını istedi: “Görünen o ki egoizm ve nihilizm anarşistler arasında bayağı rağbet görüyor, Kendilerini egoist ve nihilist olarak tanımlayanlar, umarım umutsuz değildirler. Vesveselere hayır, umuda evet.” Zerzan, bu bildirisini genişleterek kitap hâline getirdi ve kitabı 10 Kasım 2015’te Feral House yayımlandı. Oysa yayınevi bir gün önce, yazarları arasında Nazi dazlak Eddie Stampton’ın da bulunduğu Beyaz Milliyetçi Dazlak Hareketi isimli kitabı yayımlamıştı.

Sonuç

Bahsi edilen kesişimler ışığında görülüyor ki birçok bireyci anarşist, post-solcu ve nihilist, bulundukları ortamları ve ağları faşistlerle paylaştıklarını hiç inkâr etmiyor. Birçok örnekte de görüldüğü üzere, bu isimler, bir yandan da faşistlere karşı mücadele etmeye ve hareketi ele almaya çalışıyorlar. Ama öte yandan da keyfi bir tutumla, aynı anarşistler, faşistlerden kendilerini ayırma konusunda herhangi bir sorumluluk da üstlenmiyorlar. Radikal ortamlarda faşistlerin, anarşistlerin ve romantiklerin faal oldukları birçok nokta mevcut. Buna karşın hâlen daha bazıları, bu türden birlikteliklerin hor görülmesinin yanlış bir fikri yaymaktan başka bir işe yaramayacağını, bunların “yardım ve yataklık suçu” üzerinden eleştirilemeyeceğini iddia ediyorlar.

Bu makalede aktarılan bilgiler üzerinden şunu söylemek mümkün: oluşan çapraşık ilişkiler ve kesişimlerde karşımıza daha çok egoizm ve radikal çevrecilik teorisi çıkıyor. Stirnercilikten ve Niçeci felsefeden türetilen egoizm, bireyin tecrübe ettiği toplumsal yabancılaşmaya somutluk kazandırıyor, ayrıca büyüklük kompleksi ile elitist bir kendi kendini yetkilendirme anlayışına yol açıyor. İsyancılıkla ve radikal çevrecilikle birleştiğinde egoizmin av-avcı” anlayışına veya “kurt-kuzu” elitizmine dönüşmesi mümkün. Bu anlayış, ahlakçı bulduğu için başkalarına yönelik merhameti ve şefkati redde tabi tutuyor. Bu türden bir yabancılaşmış, bigâne elitizmin, intikam, nefret ve zorbalıkla bağlantılı, gerçeklikten kopuk estetik ve duygusal konumlar alınmasına neden olacağı açık.

Hümanizmi ve şehir temelli modernizmi reddeden akımlardan neşet eden, post-sol tarafından sıklıkla benimsenen radikal çevrecilik teorisi, insan kayıplarını kitlesel yok oluş dalgaları üzerinden anlayabiliyor. Bu sayede radikal çevreciler, “sürüyü telef edecek” veya insanların milyarlar değilse bile milyonlar hâlinde ölmesine neden olacak bir çöküş beklentisi içerisindeler. Radikal çevrecilik teorisinin bu yönü “çok insan var” diyen görüşlere yakın duruyor, hatta onlarla iç içe geçiyor. Bu tür görüşleri beyaz milliyetçileri ve Tanton Ağı’yla bağlantılı göçmen karşıtı aktivistler ortaya atıyorlar. Bazı radikal çevreci egoistler (veya nihilistler) görevlerini uygarlığa ahlak karşıtı darbeler indirmek suretiyle bu tür bir çöküşü ve yıkımı tetiklemek olarak tarif ediyorlar.

Hakim Bey’in Geçici Özerk Bölgesi, Mussolinicilerin Yugoslavya’daki Fiume şehrini almasına dönük övgüler, Zerzan ve Black’in kitaplarını Feral House’a yayımlatması, Ultra örgütünün Donovan’ı savunması, post solun beyaz milliyetçilerle ilişkilerinin bazen net olmamakla birlikte, işbirliği temelli ilerlediğini ortaya koyuyor. Yeoman ve Christensen ile ilgili diğer örneklerse post-solcuların faşist düşüncelere yönelik hoşgörüsünün o düşünceleri farkında olmadan benimsemekle, beyaz milliyetçilere kürsü temin etmekle ve sızma faaliyetlerine açık olmakla sonuçlandığını gösteriyor. Bazen “sol eleştirisi” kılıfı altında hoşgörüyle karşılanan kimi görüşlerin “doğal hiyerarşiler”e onay veren yaklaşımları içerdiği görülüyor. Zira aşırı milliyetçilik, anavatanla ve ecdatla kurulan etnik-biyolojik ve ruhani bağ olarak anlaşılıyor. Bu anlayış, kadınların mücadelesine ve antifaşist mücadeleye karşı çıkıyor, öte yandan şiddeti ve zorbalığı fetişleştiriyor.

Bugün sızma faaliyeti içerisindeki faşizmi ifşa etmek, buna bağlı olarak, güçlü, dolaysız ağlar kurulmak zaruri ise o vakit faşistlerle ilişki kuran radikal hareketlerin tanınmasının eskisine nazaran daha fazla önem arz ettiğini görmek gerek. Anarşistler, faşist sızmaya davetiye çıkartan kaçamak sözleri terk etmeli, anarşiyi eşitlik ve özgürlük mücadelesinin mütemmim cüzü olarak ele almalıdır. Kapsamlı öğrenme süreçleri, gruplar arasında gelişkin polemiklere yol açacak olsa da tüm biçimleri ve muhtelif kılıflarıyla faşizme karşı verilecek mücadelede dayanışma içerisine girmenin bu öğrenme süreçlerinden daha önemli olduğu görülmeli.

Alexander Reid Ross
29 Mart 2017
Kaynak

0 Yorum: