02 Ağustos 2021

, ,

D'Annunzio ve Faşizm


D’Annunzio faşist değil, ama faşizm D’Annunzio’dur. Faşizm, genelde D’Annunzio’nun retoriğini, tekniğini ve duruşunu kullanır. “Eia, eia, alala!” faşistlerin attığı bir slogandır ve D’Annunzio’dan alınmadır. Faşizm, manevi köklerini D’Annunzio’nun yazdıklarında ve hayatında bulur. Gelgelelim D’annunzio, faşizmi reddeder. Ama faşizmin D’Annunzio’yu reddetmesi ise mümkün değildir. O, faşizmin döllendiği ve belirli bir biçim aldığı rahimdir. D’Annunzio, faşizmin yaratıcılarından ve mimarlarından biridir.

Hatta daha fazlasıdır. İtalyan tarihinin son bölümleri, D’Annunzioculukla yoğrulmuştur. Felsefeci Adriano Tilgher, bir makalesinde 1905-1915 arası dönemi D’Annunzio’nun fikirlerinin hükümranlık dönemi olarak tarif ediyor. Roma İmparatorluğu’na ve Ortaçağ’daki İtalyan komünlerine dair hatıralar bu dönemi beslemiştir.

Pagan natüralizmi üzerinden biçimlenmiş olan bu komünler, Hristiyan ve insanî duygusallıktan nefret eden yapılardı. Kahraman isimlerin uyguladığı şiddete tapan bu komünlerin insanları, kölelerden nefret eder, büyük laflar edip kendi duygularını dayatmayı severlerdi. Tilgher’in ifadesiyle, bu dönemde İtalyan küçük ve orta burjuvazisi, hiçbir işe yaramayan sözlerden ve yazılardan bıkmış, tümüyle yüzünü D’Annunzioculuğa ve imparatorluk nostaljisine çevirmişti.

Avusturya’yla yapılan savaşta faşizmle birlikte D’Annunzioculuk da sahneye çıktı. Faşizmin tüm liderleri ve reisleri, Giolitti’nin “tarafsız kalalım” deyip İtalya’yı savaşa sürükleyen hizbin içinden çıkmışlardı. Faşist tugaylara ilk başta “savaşçı birlikleri” adı verilmişti.

Faşizm, savaşın içinden südur etti. Fiume macerası ile faşist birliklerin örgütlenmesi, aynı madalyonun iki yüzüdür. Mussolini’ye bağlı faşistler ile D’Annunzio’nun şok birlikleri kardeştirler. Her yerde bu birlikler, savaş tanrılarına selam durmak ve coşku yaratmak adına “Eia, eia, alala!” diye bağırıyorlar.

Faşizm ve hümanizm, tıpkı Romulus ve Remus gibi, aynı kurdun memesini emmiştir. Ama kader, bu yeni Romulus ve Remus’tan da birbirlerini öldürmelerini istemiştir. Fiumecilik, kendi geliştirdiği söylem ve şiir içinde boğulmuş, naaşı Fiume’ye gömülmüştür. Temelde faşizm, benzer hareketlerden farklı düşüncelerle birlikte gelişmiş, ama bu gelişim, kan ve kurbanlar pahasına gerçekleşmiştir.

Fiumecilik, tanrılar katından, tesadüflerle dolu, tehlikeli ve yavan bir gerçekliğe düşmeye karşı direnmiştir. Kendisini sınıflar mücadelesinin, bireyci düşünce ile sosyalist düşüncenin arasındaki çelişkinin, ekonomiyle ilgili sorunların üzerine yerleştirmiştir. Yeryüzünden kendisini soyutlamış, bulutların arasında kaybolmuş olan hümanizmse buharlaşıp ölmeye mahkûmdur. Orta sınıfın proletaryaya yönelik öfkesini istismar eden Fiumecilik, kitlesini belirli bir kalıba dökmüş, onu devrime ve sosyalizme karşı silâhlandırıp cepheye göndermiştir. Tüm gerici, muhafazakâr unsurlar, devrimle barış yapmaya meyilli bir siyasetçiden çok onunla dövüşmeye kararlı bir başbuğu başında görmek istemiş, dolayısıyla faşizm saflarına katılmışlardır.

Görünüm itibarıyla faşizm, D’Annunzioculuğu muhafaza etmiş, ama kendi içinde yeni bir toplumsal içeriğe ve yeni bir toplumsal yapıya kavuşmuş, artık hafif bulduğu D’Annunziocu ideolojinin alanını daraltıp onu tasfiye etmiştir. Faşizm, esasen D’Annunziocu bir hareket değil, gerici bir hareket olarak gelişip serpilmiş ve bu şekilde muzaffer olmuştur. O, özünde savaşan sınıflardan birinin çıkarı değil, sınıf mücadelesinin üzerinde görülen bir çıkar adına hareket etmiştir.

Fiumecilik, politik bir olgudan çok edebi bir olgudur. Öte yandan, faşizmse başlı başına politik bir olgudur. Onun lideri, coşkulu, halkın nabzını bilen, demagojiyi seven bir siyasetçi olmalıdır. Süreç içerisinde faşizm duçesini, başbuğunu buldu. Ona gerekli itkiyi Gabriel D’Annunzio değil, Benito Mussolini verdi. Faşizm, sosyalist proletaryaya karşı hemen kullanabileceği bir lidere, bir tabancaya, bir sopaya ve hintyağına ihtiyaç duyuyor. Şiir ve hintyağı, birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan ve birbirine hiç benzemeyen şeylerdir.

D'Annunzio’nun kişiliği, parti için uygun olmayan, keyfiliği seven, çok yönlü bir kişiliktir. O, ideolojik disiplini ve herhangi bir şeye bağlılığı olmayan bir insandır. D’Annunzio, tarihteki en önemli aktörlerden birisi olmak ister. D’Annunzio, belirli bir rol oynamakla değil, mükemmel oluşuyla, kendi önerdiği çareyle ve bizzat geliştirdiği estetikle ilgilidir. O, kendisindeki o bahtsız elitizmin ve aristokrasi yanlılığının sola ve devrime karşı içgüdüsel olarak geliştirilmiş, sık sık kendisini gösteren bir eğilim olduğunu ortaya koymuştur.

D’Annunzio’da ne teori, ne öğreti ne de bir anlayış vardır. Her şeyin ötesinde o bir ritme, müziğe ve biçime sahiptir. Fakat bu ritim, müzik ve biçim, tarihin en tantanalı dönemlerinde büyük şairlerde de görüldüğü üzere, devrimci bir detaya ve anlama sahiptir. Bu ise ondaki geçmiş sevgisiyle alakalıdır. Ama o, aslında bugünü daha çok sever. Geçmiş, ona süslemek için gerekli malzemeleri, eski çağlara ait vitrayları, nadir bulunan boyaları ve gizemli yazıları temin eder. Oysa bugün, hayatın ta kendisidir. O, hayallerin ve sanatın kaynağıdır. Gösterilen tepki, insanın kendisini koruma içgüdüsü, geçmişin ölüm öncesi çıkarttığı ses iken, devrim, bugünün doğduğu o kanlı doğumda çekilen acıdır.

1900 yılında D’Annunzio İtalya meclisine girdi, herhangi bir partiye bağlı olmaması ve ideolojisiz oluşu, onu muhafazakârların sıralarına itti. Burjuvazi ile kral yanlısı çoğunluğun sosyalist ve devrimci solla çatışma içine girdiği bir dönemde D’Annunzio, tartışmanın teorik boyutundan bihaber olmasına karşın, kalbinin sesini ve duygularını dinleyerek, tüm varlığının o çoğunluğa doğru çekildiğini hissetti. Yalnız şu cümleleri sarf ederken aşırı solcu biriymiş gibi konuşmaktadır:

“Bugünkü gösteride ben, bir yanda çığlık atan bir yığın ölü insan, bir yanda da bir avuç canlı kanlı ve nazik insan gördüm. Zeki bir insan olarak ben hayata doğru atıyorum adımlarımı.”

D’Annunzio, o adımları sosyalizme doğru atmadı, yüzünü devrime çevirmedi. Teoriler ve öğretiler hakkında bir şey bilmiyor, bilmek de istemiyordu. O sadece hayata çevirmişti yüzünü. Devrim, onda sadece deniz, köy, kadınlar, gençler ve mücadele gibi doğal ve gerçek bir etki bırakmıştı.

Savaştan sonra D’Annunzio, birkaç kez devrime yakınlaştı. Fiume’yi işgal ettiğinde Fiumeciliğin tüm ezilen halkların, cehennemlik olduğu düşünülen tüm insanların davası olduğunu söyledi. Lenin’e bir telgraf çekti. Anladığımız kadarıyla Lenin, ona cevap vermek istedi. Ama İtalyan sosyalistler, Sovyetler’in şairimizin bu yaklaşımını ciddiye almasına karşı çıktılar.

D’Annunzio, tüm sendikaları Fiume kentine davet etti ve onların insanî bir anayasanın üretim sürecinde kendisiyle işbirliği yapmalarını istedi. Devrimci dürtülerle hareket eden kimi solcular, D’Annunzio’nun anlayışını savundular. Ama sol bürokrasi ve sendikalar, bir sapkının önerisini reddedeceklerini söylediler ve onun boş hevesler peşinde koşan bir maceracı olduğu üzerinde durdular.

Neticede şairdeki kitap dışılık ve bireycilik, devrimci hissiyat ve fikriyatla çelişiyordu. D’Annunzio, gerekli fikri desteği alamadı ve sırf retorik üzerine kurulu bir anayasa metni kaleme aldı. Destanlara has bir dili olan metin, hiç şüphe yok ki, kendi döneminde yazılmış politik yazılar içerisinde en ilginç olanlarından biriydi.

Fiume’de kurulan Karnaro Naipliği için kaleme alınan anayasasının kapağında şu cümle yazılıydı: “Hayat güzeldir ve muhteşem bir şekilde yaşanmayı hak etmektedir.” Alt bölümlerinde ve bentlerinde Fiume anayasası, naiplikteki yurttaşlarına, bedenlerine, ruhlarına, hayal güçlerine ve kaslarına en cömert ve bitimsiz yardımı sunma vaadinde bulunuyordu.

Fiume anayasasında komünizmin izlerine de rastlamak mümkündü. Bu izler, Marx ve Lenin’in modern, bilimsel ve diyalektik komünizmine değil, Platon’un Cumhuriyet’inde, Campanella’nın Güneşkent’inde ve John Ruskin’in San Rafael Şehri’nde karşımıza çıkan ütopyacı ve arkaik komünizme aitti.

Fiume macerasının tozu dumanı dağıldıktan sonra D’Annunzio, bir süre proletaryanın kimi liderleriyle temas kurup müzakereler yürüttü. Gardone’daki villasında Genel İşçi Konfederasyonu sekreterleri D'Aragona ve Baldesi ile bir araya geldi. Aynı zamanda Cenova’dan Rusya’ya dönen Çiçerin’le de görüştü. Anladığımız kadarıyla, o dönemde D’Annunzio, sendikalarla ve sosyalist hareketle anlaşmıştı. Bu dönem, sosyalistlerin komünistlerden ayrıştığı dönemdi ve sosyalistler, bakanlık konusunda işbirliğine yakın duruyorlardı. Ama öte yandan faşist diktatörlük de kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Neticede o ebedi kenti D’Annunzio ve sosyalistler değil, Mussolini ve “kara gömlekliler” fethetti.

D'Annunzio, faşizmle iyi ilişkiler kurdu. Kara gömleklilerin diktatörlüğü, şairle arasını hep sıcak tuttu. Emekliye ayrılıp Gardone’deki villasına çekildikten sonra D’Annunzio da iktidara kinle ve antipatiyle yaklaşmadı. Ama her türlü ilişkisinde huysuzluk etmeye ve zor adamı oynamaya devam etti. Mussolini, halk denizinin babası gördüğü şairi destekledi. O denizin işçileri, gönüllü olarak Mussolini saflarına katıldılar. İmparatorluğuna hizmet ettiler. Kendi donanmasının başında şairimiz, faşistlerin üzerinde din adamlarına has, saygı duyulan bir otoriteye kavuştu. Kara için kanun yapmasına yasak getirilmiş olan D’Annunzio, denizin kanununu yapmaya razı geldi. Deniz, onu karadan daha iyi anlamıştı.

Gelgelelim hikâye, ne karada ne de denizde yazılıyordu. Onun ana meselesi siyasetti, şiir değil. Siyaset aktörlerinden, şairlerdeki megalomaninin görmezden gelip aşağıladığı her şeyi, bilimi, ekonomiyi, gerçekle sürekli yöntem üzerinden temas kurmayı talep etmekteydi.

Tarih, olağan ve sakin bir dönemden geçmiş olsaydı, muhtemelen D’Annunzio, siyasetin önemli isimlerinden biri olacaktı. Çünkü olağan ve sakin zamanlarda siyaset, esasen idareye ve bürokrasiye dair bir işti. Ama yeni romantizmin güçlü olduğu, kahramanın, efsanenin ve aksiyonun yeniden doğduğu bir dönemde siyaset, bürokrasinin ve bilimin belirli bir sistem üzerinden ifa ettiği bir görev olmaktan çıkıyordu.

Bu anlamda D’Annunzio, günümüz siyasetinde belirli bir yere sahiptir. İniş çıkışları bol, keyfi hareket eden biri olarak D’Annunzio, bir partinin adamı olamazdı, belirli bir yere örgütlenemezdi. O, ne gericilikle ne de devrimle yürüyebilirdi. Demokrasi ve reform arasında uzanan, tilkilerin gezindiği, farklı görüşlerin iç içe geçtiği alanda da yapamazdı o.

Demek ki D’Annunzio bilhassa, bilinçli olarak gidip gerici olmamıştı, gericilik, tüm çelişkili yapısı ile göstere göstere gelip D’Annunziocu olmuştu. İtalya’da gericilik, D’Annunzioculuktan ihtiyaç duyduğu duruşu, pozu ve dili aldı. Diğer ülkelerde gericilik daha sade, daha kaba ve daha çıplak iken nezaketin ve retoriğin ülkesi olan İtalya’da gericilik, D’Annunziocu literatürün temin ettiği süslerle, yarım kabartmalarla ve bezeme kıvrımlarıyla şatafatlı bir biçimde süslenmiş heykel kaidesinin üzerine yerleştirilme ihtiyacı duydu.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: