19 Ağustos 2021

, ,

Trotskiy

Trotskiy, devrimin sadece kahramanı değil, aynı zamanda filozofu, tarihçisi ve eleştirmenidir. Doğaldır ki hiçbir devrimin lideri, devrimin köklerine ve kaynaklarına geniş ve kendinden emin bir biçimde bakmak istemez. Örneğin Lenin, modern tarihin gidişatını ve olayların anlamını kavrama ve hissetmede kişisel bir beceriye sahip olmakla diğerlerinden ayrılır. Fakat Lenin’in herkesi etkileyen çalışmaları, sadece politik ve ekonomik meselelerle ilgilidir. Diğer yandan Trotskiy ise aynı zamanda devrimin felsefe ve sanat üzerindeki etkileriyle de ilgilenmiştir.

Trotskiy, yeni bir sanatın, proletaryanın sanatının ortaya çıktığını ilân eden yazar ve sanatçılarla polemiğe girer. Peki hâlihazırda devrim kendi sanatına sahip midir? Trotskiy kafasını sallar ve şunu yazar: “Kültür, mutluluğun ilk aşaması değildir, o nihai sonuçtur.”

Proletarya, tüm enerjisini, burjuvaziyi yenmek için verdiği mücadelede ve onun ekonomik, politik ve eğitimsel sorunlarını çözmek amacıyla giriştiği çalışmada harcar. Yeni düzen hâlâ cenin hâlindedir ve yaşamaya daha yeni başlamıştır. Kendisini gelişme aşamasının içinde bulmuştur.

Proleter sanatın ortaya çıkması için henüz erkendir. Trotskiy, sanatın gelişimini çağın anlamına ve yaşamsallığına dönük en büyük tanıklık olarak tarif eder. Proleter sanat, devrimci mücadeledeki sahnelerden çok devrimden, onun yaratımlarından ve ürünlerinden doğan hayatı anlatacaktır. Bu sebeple o, yeni bir sanatın dile gelmesi meselesi değildir. Yeni toplumsal düzen gibi sanat da deneme-yanılma aşamasından geçmektedir. “Devrim sanatçı için kendisi dışında gerçekleşen bir felâket olmaktan çıkınca görünümünü zenginleştirecektir.” Yeni sanatı yeni bir insanlık türü üretecektir. Gerçekle arasında yaşadığı, ölüp yeniden dirilen çelişki, uzun yıllar boyunca var olmaya devam edecektir. Bu yıllar, savaşın ve rahatsızlığın yıllarıdır. Yalnızca bu yıllar geçip gittiğinde ve insanî örgütlenme inşa edilip güvence altına alındığında proleter sanatın gelişimi için gerekli koşullar var olmaya başlayacaktır.

Peki geleceğin sanatının temeli ne olacaktır? Trotskiy bu konuda kimi tahminlerde bulunur. Onun yargısına göre geleceğin sanatı, “kötümserlik, şüphecilik ve tüm entelektüel tükenme biçimleriyle uzlaşmazlık içinde olacaktır.” O, tümüyle yaratıcı bir inanç ve sınırsız geleceğe dönük bir güvenle yüklü olacaktır.

Bu, kesinlikle lalettayin dile getirilmiş bir tez değildir. Günümüz edebiyatının, mevcut ölçüleri değiştirmek için bir biçimde muhafaza ettiği çaresizlik, nihilizm ve hastalıklı hâl, yorgun, dağılmış ve çöküş içerisindeki toplumu tanımlayan özelliklerdir. Gençlik, iyimser, olumlu ve isteklidir; eski çağ ise şüpheci, olumsuz ve huysuzdur. Neticede genç bir toplumun felsefe ve sanatı, yaşlı bir toplumun felsefe ve sanatından farklı bir tona sahip olacaktır.

Trotskiy’nin düşüncesi bu hattı takip eder ve diğer çıkarımları ve yorumları derinlemesine inceleyerek ilerler. Burjuva kültürü ve burjuvazinin ortaya koyduğu fikrî çabalar, esasında teknik gelişim ve üretim mekanizması tarafından yönlendirilmektedir. Bilim, temelde mekanikleşme sürecine uygulanır ve hızla bu süreci neticelendirmek için devreye sokulur. Hâkim sınıfın çıkarları, üretimin aklîleştirilmesi sürecinin tersine işler ve bu sebeple gelenekle de çelişir.

İnsanlığın endişeleri, neticede faydacıdır. Çağın düşüncesi, kâr ve biriktirme üzerine kuruludur. Zenginliğin biriktirilmesi, insan hayatının en temel amacıymış gibi gösterilmektedir. Ayrıca yeni devrimci düzen, geleneği aklîleştirecek ve insanileştirecektir.

Yapısı ve işleyişine bağlı olarak burjuvazinin çözemediği sorunları yeni devrimci düzen çözecektir. Kadınları o kölelikten kurtaracak, çocukların eğitimini o güvence altına alacak, ekonomik endişelerden kurtulmamızı gene o sağlayacaktır.

Sıklıkla materyalist olmakla eleştirilen ve kınanan sosyalizm neticede, bu bakış açısına göre, kapitalizme ait örgütlenme pratiğinin ve yöntemin paramparça ettiği manevi ve ahlakî değerlerin ıslahı ve yeniden doğumudur. Eğer kapitalizm çağında maddi hırslar ve çıkarlar hâkimse demek ki proleter çağ, ahlakî çıkarlar ve ideallerden ilham alan bir yapıya ve kurumlara sahip olacaktır.

Trotskiy’nin diyalektiği bizi, Batı ve onun insanlığı ile ilgili iyimser bir görüşe götürmektedir. Spengler, Batı’nın tümüyle çöktüğünü söyler. Eğer öyleyse, sosyalizm teorik açıdan uygarlığın takip ettiği izlek dâhilinde yüzleşeceği tek aşamadır.

Trotskiy krizi, kapitalist toplumun çöküş süreci dâhilinde burjuva kültürün yaşadığı kriz olarak anlar. Bu kültür, bu eski ve rezil toplum gözden yitip gitmekte, içinden yeni bir toplum südur etmektedir. Öncüllerine göre kökleri daha derinde ve içeriği daha yaşamsal olan yeni hâkim sınıfın doğuşu, insanlığın aklî ve ahlakî enerjisini tazeleyecek ve arttıracaktır. Ardından insanî süreç, aşağıda sıralanan aşamalara göre bölünecektir: Antikite (kölelik düzeni); Ortaçağ (serf düzeni); Kapitalizm (ücretli emek düzeni); Sosyalizm (toplumsal eşitlik düzeni). Trotskiy, proleter devrimin otuz ya da elli yılının bir dönüşüm çağına işaret edeceğini söyler.

Peki o sağlam temeller üzerine kurulu teorik çalışmasını büyük bir zekâ ile yapan kişiyle Kızıl Ordu’nun karşısında konuşan ve onu teftiş eden kişi aynı kişi midir?

Belki de sadece savaşçı Trotskiy’yi tanıyan bazı insanlar, birçok portre ve karikatüre denk gelmişlerdir: buralarda Trotskiy, zırhlı bir trende bir savaş bakanı ve general ya da Napolyon gibi Avrupa’yı işgal etmekle tehdit eden biri olarak çıkar karşımıza.

Oysa böyle bir Trotskiy yok. Bu tasvirler, daha çok basının uydurduğu şeylerdir. Fiilî gerçekte varolan Trotskiy, kendisini yazılarında ifade eden kişidir. Kitap, bir insanın üniformadan daha eksiksiz ve daha doğru bir görüntüsünü verir. Zaten bir generalin insana yakışır, insancıl bir felsefe yapması mümkün değildir. Foch, Ludendorff veya Douglas Haig ile Trotskiy’nin aklı nasıl birlikte tahayyül edilebilir?

Savaşçı Trotskiy kurgusu üzerinden dillendirilen Napolyon tasviri ise Sovyet Rusya’daki devrime ait tek bir imaj üzerinde durur. Evet Trotskiy, Kızıl Ordu’ya komutanlık etmiştir. Herkesin bildiği gibi o, ilk önce dışişleri bakanlığı yapmıştır. Fakat Brest-Litovsk görüşmelerinden son dönüşünde bakanlık görevinden ayrılır.

Rusya’nın Tolstoycu bir tavırla Alman militarizmine karşı çıkmasını isteyen Trotskiy’ye göre ülke kendisine dayatılmış olan barışa itiraz etmeli ve düşmanını savunmasız bir duruma düşürmelidir. Lenin ise daha büyük bir politik hassasiyetle, önerilen şartlara uyum göstermeyi ve silâh bırakma seçeneğini tercih eder.

Savaş bakanlığına atanan Trotskiy, Kızıl Odu’yu örgütlemekle görevlendirilir. Bu görevde örgütleyicilik ve icraat konusunda sahip olduğu kapasiteyi ortaya koyar. Rus ordusu dağıtılmış durumdadır. Çar devrilmiş, devrim ilerlemiş, savaş sona ermiş, ama tüm bu süreç ordunun yıkımıyla neticelenmiştir. Sovyetler, orduyu yeniden inşa etmek için elindeki tüm imkânları kullanır. Savaş için yeterli teçhizat yoktur. Çar yanlısı subaylardan ve general kadrosundan gerici olmaları sebebiyle yararlanılamaz.

Bu noktada Trotskiy, İtilaf devletlerinin Almanya’ya karşı Rusya’ya sunduğu desteği yeniden elde etme niyetlerini istismar ederek, ordularından teknik yardım almak için uğraşır. Fakat İtilaf devletlerinin asli derdi Bolşeviklerin yenilmesidir. “Madem Bolşevikler bizimle ittifak kurmak niyetinde, o hâlde onların altındaki halıyı çekmek en hayırlısı” diye düşünmektedirler. Bolşevikler, İtilaf devletleri için çalışan yetkililer içerisinde sadece tek bir sadık dost bulur: Fransa büyükelçiliği mensubu Yüzbaşı Jacques Sadoul.

Sadoul, sonradan halka ve onun ideallerine inanır ve devrime bağlanır. Sonrasında Sovyetler, İtilaf devletine bağlı diplomatları ve askerî kadroyu ülkeden kovmak zorunda kalır. Tüm zorluklarla mücadele eden Trotskiy, düşmanın içeriden ve dışarıdan gerçekleştireceği saldırılara karşı devrimi koruyacak muzaffer bir ordu kurmayı başarır. Bu ordunun ilk çekirdeği, öncülerden ve komünist gençlikten oluşan iki yüz bin gönüllü ile birlikte meydana getirilir.

Sovyetler’in en fazla riskle yüzleştiği dönemde Trotskiy, beş milyonu aşkın askerden oluşan bir orduya komuta eder. Ayrıca eski orduyla kıyaslandığında Kızıl Ordu, dünya ordu tarihi içinde yeni bir gelişmenin somut ifadesidir. Bu ordu, kendisini devrimci olarak nitelemiş, amacının devrimi muhafaza etmek olduğunu asla unutmamıştır. Bu sebeple, her türden savaş yanlısı emperyalist fikri özel olarak dışlamıştır. Disiplini, örgütsel niteliği ve yapısı devrimcidir. Kim bilir belki de generalleri, Roman Rolland üzerine bir makale kaleme alırken, askerlerin aklına Tolstoy’un sözleri geliyor veya oturup o askerler Kropotkin okuyorlardı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: