24 Ağustos 2021

,

Safiye


ABD’de politik tutsakların özgürleşmesi için yürütülen kampanyalara doğrudan veya dolaylı katkıda bulunan herkes, Safiye Buhari’nin efsanevi bir isim olduğunu kabul eder. Her ne kadar birçoğumuz onu şahsen tanımasak da isminin politik tutsaklar hareketiyle eşanlamlı olduğunu biliriz. Safiye Buhari’nin konuşmalarını ve yazılarını bir araya getiren bu çalışma, köklü değişime ve devrimci sosyal adalete adanmış bir hayatı anlatan eserler içerisinde belki de en iyisidir.
Safiye’nin sözleri bizi, sosyal adalet hareketlerinin içinde ve ardında ne kadar çok ter döküldüğünü görmeye mecbur etmektedir. Irk, kültür, ulus ve nesil bağlamında çizilmiş sınırları dikine kesen The War Before, farklı toplumlara örgütlenmenin anlam ve öneminden bahsetmektedir. Umarız bu kitap bize, ilerici kitle hareketlerini geleceğe taşıyan, ismi cismi bilinmeyen örgütçülere saygı ve hürmet duymayı öğretir.
Ne talihliyiz ki Safiye’nin kızı Wonda Jones, annesinin yazılarını ve konuşmalarını toplamanın çok önemli bir iş olduğunu anlamış. Oysa bunlar, Safiye’nin yayınlansın diye kaleme aldığı şeyler değiller. Politik tutsakken tanıştığı Safiye ile dost olan Laura Whitehorn’un bu yazıları yayına hazırlaması ve takdim yazısı yazması da ayrı bir güzellik. Özgürlük ihtimali ufukta görünmese de teslim olmayı hep reddetmiş bir eylemcinin hayat hikâyesine tanık olmak, büyük bir ayrıcalık.
Safiye, Clinton döneminde de teslim olmadı. Bu dönemde politik tutsaklar büyük güçlükler çektiler. Bush dönemi, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Clinton dönemini hiç aratmadı. 2003 yazında erkenden aramızdan ayrılmamış olsaydı o, muhtemelen bugüne dek omuz verdiği davayla alakalı tüm çalışmalara iştirak etmekten hiç geri durmayacaktı.
Uzun zaman eylem alanını terk etmeyen kişilere, hep o gücü nereden aldıkları, başarı ihtimalinin bulunmadığı koşullarda bile mücadeleyi sürdürme azmini neye borçlu oldukları sorusu yöneltilir. Bu soruya genelde, “insanın içinde, ruhunun derinliklerinde, onu ileri fırlatan manevi bir güç deposu vardır” diye cevap verilir. Bense açıklamamı, birey değil, mücadele eden toplum kesimleri içerisindeki dayanışma bağları üzerinden yapmaya çalışırım. Bu türden soyut açıklamalar, köklü değişim için çaba sarf eden politik kolektiflerin insanların kendilerini yeniden inşa etmelerine katkıda bulunduklarından söz eder ve bireyin bilincinin her daim kolektif bilinçle sürekli bir muhabbet hâlinde olduğunu söyler. Safiye Buhari’nin yazıları, tam da bu diyalektiğin işleyişini somut ifadeye kavuşturup açığa çıkartan çalışmalardır.
Safiye’nin devrimcileşme hikâyesinde sıra dışı hiçbir şey yoktur. Yıllar boyunca yaşadıklarını anlatışı harikadır, anlattıklarında, dâhil olduğu, temsil ettiği ve savunduğu politik ve manevi topluluklarla kurduğu o güçlü bağ hemen hissedilir. Kara Panter Partisi ve Siyah Kurtuluş Ordusu üyesi olan Safiye, Yeni Afrika Cumhuriyeti yurttaşı, aynı zamanda geçici hükümette yöneticidir. Ruhunun derinliklerinden gelen bir hisle Müslüman olmaya karar verir. Parçası olduğu toplulukların ihtiyaçları uyarınca hayatını yeniden şekillendirir, süreç içerisinde o toplulukların gelişip dönüşmesine katkıda bulunur. En önemli başarısı ise sosyal adalet davasına bağlı kalmış, kendi örgütü dışındaki örgütlerin üyeleri de dâhil, tüm politik tutsakları savunmaları için başkalarını ikna etmeye çalışması ve bu yönde örgütlediği kampanyalardır.
Altmışlarda ve yetmişlerde politik olgunluğuna erişen insanlar olarak bizler, Safiye’nin yazılarında gençken tecrübe ettiğimiz o tarihi, maalesef resmi değerlendirmelere teslim edilmiş olan tarihimizi yapanları buluruz. Bu insanları, 1966’da Kara Panter Partisi’ni kuranlarda, 1969’da Fred Hampton ve Mark Clark’ın öldürülmesinde, önce yakalanan ama sonra hapisten kaçan Assata Shakur’un davalarında, Mumya Ebu Cemal için yürütülen uluslararası kampanyaların ilerletilmesinde, 1970’te Geronimo ji Jaga Pratt’e kurulan tuzakta ve onun tutsak edilişinde, ardından 1997’de serbest bırakılışında görürüz.
Pratt’in ve başka isimlerin davaları bize, Kara Panter Partisi’ni ve o dönemin diğer devrimci örgütlerini yok etmek için oluşturulmuş FBI kaynaklı karşı-istihbarat programı COINTELPRO konusunda çok şey söyler. Bu yazılar bize bir de, Safiye’nin 1975’te hapse girdiğinden, oradan kaçtığından, yeniden yakalandığından, nihayetinde şartlı tahliyeyle 1983’te serbest bırakıldığından da bahseder.
Benim kuşağımın insanları, söz konusu dönemi belli ölçüde nostaljiyle anarlar. Onlara göre bu dönem, sadece gençlikle değil devrim yapma süreci içinde olduğumuza dair o inançla ve içimizdeki dayanışma duygusuyla alakalıdır. O dönem, yeni örgütlerin kurulduğu ve üniversitelerin dönüşüp, Siyah, Latin, Yerli Amerikalı, Asyalı Amerikalı ve kadın çalışmaları üzerine kurulu programlara dönük taleplere cevap vermeye başladığı bir dönemdir. O günlerde Afrika, Asya ve Latin Amerika’da sömürgelikten kurtuluş mücadeleleriyle ve devrimci süreçlerle bağ kuruyorduk. ABD’de, düşmanın tam kalbinde, ırkçılığın sökülüp atıldığı, kapitalizmin yıkıldığı sürecin içerisinde olduğumuza inanıyorduk.
Laura Whitetorn o günleri, devrimin aciliyetiyle ilgili düşüncelerimizi gayet güzel anlatıyor. Safiye ve diğer isimler, bu inançları geleceğe taşımamızı sağlayacak işler yaptılar.
Safiye’nin o dönemin hikâyelerini dosdoğru anlatmasını takdirle karşılıyorum. Yazılarında belirli bir istihza ve eleştiri var. “Biz de Eski Kurduz” başlıklı bölümde Safiye, düz manada bir savaşa girdiklerini düşünen birçok eylemcinin post-travmatik stres bozukluğu yaşadığından bahsediyor:
“Karşı olduğumuz şeyle ilgili bir teori vardı bizde. Düşmanın kalbinde yaşamak, yürüyüşümüze, şarkılarımıza ve sözlerimize damgasını vurmuştu. Yakınlarımızdan, bize yakın olan her şeyden koptuk, cesaret gösterisi dâhilinde, mücadelenin bizim için en önemli şey olduğunu söyledik, kazanmak için annemizi, babamızı, kardeşlerimizi feda etmek zorunda olduğumuzu düşünüyorduk. Vietnam’da savaşacak askerleri yetiştirirken onların ruhlarını çelikleştiren Deniz Kuvvetleri mensubu eğitim çavuşundan hiç farkımız yoktu.” (s. 80-81)
Laure Whitehorn, yazılarında pek yer bulmasa da Safiye’deki homofobik görüşlerin zamanla değiştiğini söylüyor. Yukarıdaki pasajda ben, o günlerde birçoğumuzu baştan çıkartmış olan erkekçi ve militarist romantizme dönük bir eleştiri görüyorum. Keşke Safiye bize, düşüncelerindeki dönüşümü tarif eden yazılar bıraksaydı.
Ne var ki Safiye’nin, kendi aktivizmi konusunda kapsamlı bir çalışma ortaya koymak gibi bir derdi hiç olmadı. Bu kitap, tam da bu sebeple güçlü bir eser. Kendisine odaklanmak istemese de, esasen kitle mücadelesinin önemi üzerinde dursa da o bize güçlü bir miras bıraktı.
Laura, onunla çalışan herkesin yaptığı katkılar sorulduğunda aynı şeyleri söylediğinden bahsediyor: “Kimse ondan daha fazla çalışmazdı.” (s. 34) Safiye, Jericho Hareketi ve Mumya’ya Özgürlük kampanyası gibi tüm o çalışmaların ardındaki itici güç olmanın yanı sıra bütün maharetini, kitle örgütlerinin politik görüşleri ve faaliyetleri sebebiyle hapiste bulunan herkesle güçlü bağlar kurmasını sağlamak için gösterdi. O insanlarla yazıştı, onları ziyaret etti, başkalarının tutsaklarla iletişim kurmasını sağladı.
Mongo we Langa ile Ed Poinexter’ı son ziyaretlerimin ardından ne kadar çok heyecanlandığımı dün gibi hatırlıyorum. Marilyn Buck, hapishane endüstri kompleksinin ortadan kaldırılmasını amaç edinmiş olan hareketin açtığı siperi henüz terk etmemişti. Leonard Peltier’nin şevkle verdiği mücadele, bugün bile bize ilham vermeye devam ediyor. Mumya’dan gelen her bir mesaj, onu neden özgürleştirmek için iki kat çalışmamız gerektiği konusunda etkili birer andaç görevi görüyor.
Safiye, bir araya getirdiği listedeki yaklaşık yüz politik tutsağın her biriyle sıkı bir temas içerisindeydi. Kitabın 110. sayfasında yer alan liste ve oradaki isimlerin özgürlüğü için döktüğü tere ne kadar teşekkür etsek azdır. O, Geronimo ji Jaga Pratt, Porto Rikolu bağımsızlıkçılar, Linda Evans, Laura Whitehorn, Susan Rosenberg gibi isimlerin serbest bırakılması için çok şey yaptı.
Öte yandan bugün parmaklıklar ardında yetmiş beş tutsak var. Umarım The War Before isimli bu çalışmayı okuyanlar, Assata Shakur’u yurduna döndürmek, Mumya’yı ve Leonard Peltier’yi, Safiye Buhari’nin ömrünü büyük bir tutkuyla adadığı tüm o insanları özgürleştirmek için yürütülen kampanyaya iştirak ederler.
Angela Davis
Oakland
2009
[Kaynak: Laura Whitehorn, The War Before: The True Life Story of Becoming a Black Panther, Keeping the Faith in Prison, & Fighting for Those Left Behind, The Feminist Press, 2010, s. xiii-xvii.]