28 Ağustos 2021

, ,

Faşist Mücadelenin Yeni Yönleri


Neredeyse herkesin bildiği veya bildiğini sandığı üzere, faşizm gericiliktir. Fakat faşizm olgusunun o karmaşık gerçekliğini, ancak basit ve şematik bir tanımlama çabasıyla eksiksiz kavrayabiliriz. Rehberin kendisi de bir gericiliktir. Ne var ki rehberdeki gericiliği, faşizmdeki gericilik gibi incelemek mümkün değildir. Bu, İspanya başbakanı Primo de Rivera ile yardakçılarındaki o övüngen ve abartılı aptallık için de geçerlidir. Bunlar önemsiz isimlerdir ve tarihin akışında anlamlı bir yere sahip değildirler.

Gelgelelim gericilik olgusu, kendisini tüm gücüyle ortaya koyduğu, eskiden zinde görünen demokrasinin çöküşüne işaret ettiği, kapsamını genişletmiş ve derinlere kök almış devrim olgusunun etkisine karşı bir antitez hâline geldiğinde dikkate alınıp analiz edilmelidir.

İtalya’da gericilik, deneyim ve genel politik manzarayı anlama konusunda önemli bir imkân sunar. İtalyan faşizmi, karşı-devrimciliği ifade eder. Onun da tercih ettiği bir tabirle İtalyan faşizmi, “devrim karşıtı”dır. İtalya’da faşist saldırı, devrimci çekilme veya yenilginin bir sonucu olarak izah edilir ve kendisini böylesi bir durumda tam olarak ortaya koyar.

Neticede faşist rejimin rahmi, kumarhane değildir. O, bir kuşak boyunca şimdiki şekline kavuşmuştur. Faşizmi belirli bir toplumsal katmanın tutkuları ve döktüğü kan besleyip büyütmüştür.

Tıpkı ona can veren, kalabalıkları baştan çıkartan, komutası ve kontrolü altına alan lideri, o sezgileri güçlü, zeki ve capcanlı lideri gibi faşizm de polemiklerin içinden çıkmıştır. O, savaş için vardır. Lideri sosyalizm saflarında iken dışlanmış, başbuğ olmak istemiş, baş eğmez ve kindar bir isimdir. Sosyalizm düşmanı hâline gelince karşı-devrimci yürüyüşün başına geçmiştir. Savaşlarda gördüğümüz türden bir yüceltme girişimiyle göklere çıkartılmış, bizatihi gidip kendi devrimine önderlik etmiştir.

Faşist rejim, nihayet İtalya’da parlamenter ve demokratik rejimin yerini aldı. İspanya’daki General Primo de Rivera’nın rejimi kadar cılız ve kurgusal değil. Faşizmin tarihinde insanın dikkatini hemen o faal, çatlaksız ve savaşçı hâl çekiyor. Önermelerinin belirli bir bütünlüğü var. Devrim karşıtlığına ilişkin tüm romantik, maddi ve manevi öğeler, onda cem olmuş.

Faşizm, devrimin yüzünü gösterdiği bir ortamda meydana geldi. Bu ortama ajitasyon, şiddet, demagoji ve hezeyan hâkimdi. Savaşın fizikî ve ahlakî düzeyde yarattığı bir ortamdı bu. Onu Rus devriminin tetiklediği, savaş sonrası açığa çıkan kriz besledi.

Bu fırtınalı ortamdaki elektrik ve trajedi, kadrolarını birbirine bağladı. Faşizm, bu ortamda o kudrete, yüceliğe ve ruha kavuştu. Farklı unsurlar arasında yaşanan rekabet üzerinden faşizm, bugünün özgün din yayma hareketi olarak cisimleşti.

Süresi ve yaşadığı gelişimden bağımsız olarak faşizm deneyi, bugünün krizini derinleştirmeye, şiddetlendirmeye, burjuva toplumunun temellerini aşındırmaya ve savaş sonrası yaşanan karışıklığın devamını sağlamaya yazgılı.

Demokrasi, proleter devrime karşı eleştirinin, aklın ve şüphenin silâhlarını devreye sokuyor. Devrimin karşısına akıl çıkartılıyor, kültüre işaret ediliyor. Faşizm, bir yandan da devrimci mistisizmin karşısına gerici ve milliyetçi mistisizmi çıkartıyor.

Rus devrimini liberalizm düzleminde eleştirenler, bu devrimi medeniyet adına mahkûm ediyorlar. O liberallerin “şiddet kültü” dediği şeyi faşist reisler sahipleniyorlar ve her yerde o kültün kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Faşizmin teorisyenleri, savaştan önce burjuvazideki zenginlik ve çürümeyle ilgili tarihselci ve evrimci anlayışları reddettiler ve onlardan koptular. Bu tarihselci ve evrimci anlayışlar, savaştan sonra Wilson’ın demokrasi anlayışı, yeni özgürlük fikri ve diğer püriten yönelimler içerisinde varlığını sürdürmeye çalıştı.

Bir kez iktidara gelmiş olan gerici ve milliyetçi mistisizm, kapitalist düzeni korumak denilen o mütevazı işle yetinemez. Kapitalist düzen denilen şey, demokratik liberal bir uğraştır, reformla, dönüşümle ve meclisle alakalıdır. Ekonomi veya finans sahasında ise az çok beynelmilel bir meseledir. Her şeyin ötesinde o, eski siyasetle aynı özü paylaşan bir düzendir.

Ama gerici ve milliyetçi mistisizm, eskinin parlamenter ve demokratik siyasetindeki geri çekilmeci tarzla ya da nefret üzerinden işleyen üslupla bir araya gelemez. O eski düzen, neticede komünist tehlike ve sosyalist demagoji karşısında geri çekilmiş, ona karşı zafiyet göstermiş olduğu için suçludur. Fransız, Alman, hatta tüm ülkelerin sağı, sürekli bu söyleme başvurmuştur. Neticede iktidara gelmiş olan gericilik, düzeni koruma işine razı gelemez. O düzeni yeniden kurmak ister. Geçmişi inkâr eder, bu sebeple hiçbir şeyi koruyamaz, sürdüremez. O geçmişi yeniden kurgulamaya çalışmak zorundadır. Geçmiş, otorite ilkesi, hiyerarşik düzen, devlet dini gibi normlar üzerinden tanımlıdır.

Burjuvazi ve liberal devrimdir, bu normları yok eden. Çünkü bu ikisi, söz konusu normları kapitalist ekonominin gelişimi önündeki engeller olarak görmüştür. Tüm bunlar olurken gericilik, kendisini özgürlüğü defetme, devrimi bastırma işiyle sınırlı tutunca burjuvazi kendisini alkışlamıştır. Ama sonra gericilik, burjuvazinin iktidarının ve servetinin temellerine saldırmaya başlayınca burjuvazi, gericiliğin tuhaf savunucularını acilen tasfiye etme gereği duymuştur.

Bu açıdan İtalya deneyimi oldukça öğreticidir. İtalya’da burjuvazi, faşizmi kurtarıcı olarak görüp omuzlara almıştır. İtalya’nın sanayileşmiş kuzey bölgesi anlamında “Üçüncü İtalya”, Garibaldi’nin kızıl gömleğini Mussolini’nin kara gömleği ile değiştirmiştir. Faşist tugayları finanse edip silâhlandıran, sanayiciler ve toprak ağalarıdır. Faşist darbe, temsilciler meclisinin çoğunluğundan onay almıştır. Liberalizm, otorite ilkesi önünde eğilmiştir.

Duçe’nin gemisine az sayıda liberal ve demokrat binmeyi reddetmiştir. Nitti, Amendola ve Albertini gibi milletvekilleri ve Guglielmo Ferrero, Mario Missiroli gibi yazarlar, sürecin dışında durmuşlardır. Liberalizmin Salandra, Orlando, Giolitti gibi önde gelen liderleri, şu veya bu düzeyde, yeni diktatöre güvendiklerini beyan etmişlerdir. Aslında bu isimlerin gösterdikleri bağlılık veya güven dolu ifadeleri, faşizm için utanç verici bir şeydir. Bu destekler faşizmi kendi güçlerinden daha fazla güce ve imkâna sahip olanları içte soğurmak gibi bir işle baş başa bırakmıştır.

Faşist ruh, liberal ruhu sindirip soğurmadan özgürce hareket edemezdi. Faşizmin kendi ideolojisini geliştirmesi mümkün değildi. Kendisini içeren liberal ideolojiyi az çok seyrelterek benimseme riskiyle karşı karşıya kaldı.

Matteotti suikastının yol açtığı politik fırtına, bu soruna bir çözüm sundu. Liberalizm, bu gelişmeyle birlikte faşizmden ayrıştı. Giolitti, Orlando, Salandra, Il Giornale d'Italia [“İtalya’nın Gazetesi”] vs. muhalif bir tavır benimsedi. Bunlar, muhalefet bloğundaki geri çekilmeye dâhil olmadılar. Mecliste kaldılar. Milletvekili olarak bu isimlerin elinden başka bir şey gelmiyordu. Neticede faşizm tecrit edildi. Saflarında sadece milliyetçi liberaller ve bir kısım milliyetçi Katolik kaldı, yani eski partilerin en milliyetçi ve en muhafazakâr unsurları.

Muhalefet, faşizmi zorla iktidardan uzaklaştırmayı umuyordu. Etrafında oluşan boşluk üzerinden faşizmin doğal olarak devrileceğini düşündü. Komünistler, bu yanılsamaya karşı sürekli mücadele ettiler. Aventine muhalefetine kendi kürsüsünü kullanmasını önerdi.

Montecitorio’daki faşistlerin elinde olan temsilciler meclisinin karşısına Aventine’deki vekiller bloğu çıkartılıyordu. Meclis boykotu, nihai politik ve tarihsel sonuçlarına ulaşana dek devam ettirilmek zorundaydı. Ama neticede bu, devrime uzanan yolu ifade ediyordu.

Ne var ki Aventine bloğu devrimci değildi. Onun tek derdi, normalleşmeydi. Dolayısıyla komünistlerin daveti kabul edilmedi. Aventine bloğu, ahlâkî bir tutum takınarak, Matteotti suikastından sorumlu olanların, faşist hükümete bağlı isimlerin, adalet önüne çıkartılacağı güne kadar meclisi boykot edeceğini açıkladı.

Mussolini, bu açıklamaya uzlaşmaz bir tutum ve buna uygun bir politik manevrayla cevap verdi. Meclise seçim kanunu taslağı gönderdi. İtalya’da meclis pratiğinde bu usule başvurulması ardından seçim çağrısı yapılırdı. Aventine bloğunun seçimlere katılıp katılmayacağı bilinmiyordu. Blok, süreç içerisinde uzlaşmaz tavrını korudu. Ahlak temelli suçlamalarına devam etti. Bu dönemde muhalefet basını, Cessare Rossi’nin tutuklanmadan önce kaleme aldığı bir bildiriyi yayımladı. Bildiride Matteotti suikastının baş suçlusunun Mussolini olduğundan söz ediliyordu. Böylece suçlama belgelenmiş oldu. Ama muhalefetin tabi olduğu diyalektik, bir yanlış anlama üzerine kuruluydu. Ahlakî tutum politik tutuma galebe çalamadı. Tersi gerçekleşti. Ahlakî tutum öyle zayıftı ki faşizmin hükümet koltuğunu bırakması yönünde bir karar bile alamadı.

Mussolini, 3 Ocak günü mecliste yaptığı sert ifadelerle yüklü konuşmasında muhalefete bu gerçeği anımsattı. Konuşmanın başında Mussolini, İtalyan Anayasası’nın 47. Madde’sini okudu. Burada vekillere bahşedilen, kralın bakanlarını azletme ve onları yüce divanın huzuruna çıkartma hakkından bahsediliyordu. Konuşmasının bir yerinde Mussolini, vekillere dönüp “bu mecliste ve dışarıda bir yerde bu 47. Madde’deki haktan yararlanmak isteyen var mı?” diye sordu. Ardından da duygu yüklü bir tonlama ile faşizmin tüm sorumluluklarını üstlendiğini söyledi.

“Madem faşizm hintyağı ve sopadan başka bir şey değil, madem onun İtalya’nın en iyi gençlerindeki o mağrur tutkuyla bir alakası yok, o vakit beni suçlayın! Madem faşizmin işlenen kimi suçlarla bağı var, bu işin başı benim, o suçlardan da ben sorumluyum! Eğer tüm bu şiddet tarihsel, politik ve ahlakî iklimin bir sonucu ise peki tamam, o tarihsel, politik ve ahlakî iklimi ben yarattım, sorumluluk da bana aittir!”

Sonra kırk sekiz saat içerisinde durumun netliğe kavuşturulacağını söyledi. Ama sözünü tutmadı. Bu özelliğini herkes biliyordu. Neticede o, basın hürriyetini ortadan kaldıran kişiydi. Her daim sözünü söyleyecek mecradan mahrum kalmış olan muhalefet, kaba ve sert bir üslupla meclise davet edildi. Aventine bloğunda meclise dönüş hazırlıkları çoktan başlamıştı.

Gerarchia [“Hiyerarşi”] isimli dergide çıkan “Gregari’ye Övgü” başlıklı makalesinde Mussolini, mücadele sürecindeki iniş çıkışları askerî teori bağlamında ele almaktaydı. Makale, özünde muhalefete karşı yürütülen bir polemiğin parçasıydı. Yazıda askerî birliklerdeki disiplini yüceltiyordu. Ona göre faşizmdeki disiplin, gerçekte dine ait kimi yönlere sahip”ti. Bu disiplinde Mussolini, “siperlerde her şekilde ve her vakit tüm dinlerin kutsal sözüne göre hareket etmeyi öğrenmiş insanların ruhu”nu buluyordu. O söz o insanlara, “itaat et” diyordu. Faşizm, bu anlamda, eskinin tüm fikirlerinden ve zihniyetinden arınmış, tüm güçlerin sessizce koordine olmasıyla düzenin tesis edileceğine dair sezgiye göre hareket eden yeni İtalya’ya dair bir alametti.

Tecrit edilmesine, engellenmesine, boykot edilmesine rağmen faşizm daha da savaşçı, daha cedelci, daha inatçı bir yapı hâline geldi. Liberal ve demokratik muhalefet sayesinde faşizm, köklerine geri döndü. Gericilik, eskiden kendisini ketleyen, cesaretini kıran içteki köstekten kurtuldu ve varlığını bütün yönleriyle ortaya koyma imkânı buldu. Tarihsel deneyim olarak faşist mücadele, kendi dönemindeki hareketlerin hep ilgisini çekti.

Faşizm, esasen iki yıldır yeni bir olguydu. Savaş konseyi olarak faşizm, iktidara kapitalizmin jandarması olmayı kabul ettiği için gelmişti. Artık o, İtalyan anayasasını reforma tabi tutacak bir güçtü. Hareketin liderlerine ve basınına göre onun niyeti, faşist bir devlet kurmak yönündeydi. Faşist devrimi, İtalyan anayasasının bir parçası kılmak istiyordu. On sekiz faşist kanun koyucu, felsefeci Giovanni Gentile başkanlığında anayasa reformu süreci için gerekli hazırlıkları başlattı. Faşist hareketin uç kesimine liderlik eden Farinacci, parti genel sekreterliğine gidip faşizmin “iki buçuk yılını iktidarda heba ettiğini” söyledi.

Liberallerle kurulan ittifakın tüm yükünden kurtulmuş, eski siyasetin kalıntılarından arınmış bir yapı olarak faşizmin bu kayıp zamanı telafi etmesini öneren Farinacci gibi tüm reisler de her zamankinden daha fazla yüceltilmiş, daha mistik bir dil kullanmaya başladılar. Bu isimler, faşizmin bir din hâline gelmesini istiyorlardı.

Giovanni Gentile, “mevcut politik mücadelenin dinî özellikleri” ile ilgili bir makalesinde şu gözlemi yapıyordu: “Bugün İtalya’da faşizm sayesinde herkes, aile ve arkadaşlık bağlarının koptuğunu gördü.” Eskinin idealist felsefecisi nasılsa şiddetin felsefecisine dönüşmüştü. Gentile makalesinde İsa Mesih’in şu sözlerini anımsatıyordu: “Non veni pacem mitters, sed gladium. Ignem veni mittere in terrain” [Ben size barış değil kılıç getirmeye geldim. Ben yeryüzünü yangın yerine çevirmeye geldim.”] Gentile, bir yandan da ahlakî tutum konusunda şunu söylüyordu: “Faşist psikolojinin bu dinî dili, faşizm karşıtı psikolojide de benzer bir dilin oluşmasına yol açmıştır.”

Partisindeki coşkunun esiri hâline gelen Giovanni Gentile, aslında her şeyi abartan bir kişilikti. Çünkü faşizm karşısında toplaşmış olan Aventine bloğunda dinî kıvılcım tek bir ateşi bir tutuşturmamıştı.

Giolitti, Aventine bloğundaki demokratik liberal kesimin temsilcisiydi. Bu kesimin kültürü de ruhu da şüphecilikle, akılcılıkla ve eleştiriyle yoğrulmuştu. Hâlihazırda süren mücadelenin liberal ruha eskiden az çok sahip olduğu kavgacılığı ve gücü geri kazandıracağı kesin. Ama liberallerin imanı, tutkuyu ve dini kendi bünyelerinde yeniden diriltmeleri mümkün değil. Aventine bloğu ve Giolitti’nin programı, olağan ve bildik ölçütlere dayanıyor. Bu vasatlığı sebebiyle programın kitleleri sarsması, onları heyecanlandırması ve faşist rejime karşı o kitlelere öncülük etmesi mümkün değil.

Gentile’nin faşistlerdeki gerici mistisizmde bulduğu dinî özellikler, bir tek komünistlerdeki devrimci mistisizmde mevcut. Dolayısıyla faşizmle demokrasi arasındaki son kavga, henüz yaşanmadı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: