30 Ağustos 2021

,

Wilson


Demokrasinin Krizi

Wilson

Tüm politik ve entelektüel mahfillerde insanlar, Woodrow Wilson’ın gelişkin bir akla, sade bir psikolojiye ve cömert bir yaradılışa sahip olduğunu kabul eder. Ama aynı insanlar, onun ideolojisinin anlamı ve tarihteki konumu ile ilgili olarak, birbirinden farklı görüşler dillendirirler.

Wilson’ın benimsediği öğretiden hayli uzak olan bir sağcı, onu büyük bir ütopyacı ve büyük bir hayalperest olarak tanımlar. Solcular onu liberalizm ve demokrasinin son lideri kabul ederler. Orta yolcularsa Wilson’ı, bu zamana dek milliyetçi bencilliğin ve savaşa dair tutkuların ketleyip durduğu, en nihayetinde insanlığın bilincini ele geçirecek olan uzak görüşlü bir ideolojinin havarisi olarak görüp yüceltirler.

Birbirinden farklı görüşler ve tutumlar, Wilson’ı merkezci ve reformist bir lider olarak görmektedir. O, Britanya başbakanı Lloyd George, İtalya başbakanı Francesco Saverio Nitti veya Fransa başbakanı Joseph Caillaux tipi bir siyasetçi değildir. O, siyasetçiden çok bir ideolog, öğretmen ve vaizdir. Ondaki idealizm, ahlakî bir temele ve yönelime sahiptir. Lâkin bunlar, esasen karaktere ve eğitime dair tarzlardır.

Wilson, demokrasinin diğer liderlerinden kendisindeki dindarlara ve akademisyenlere has mizacıyla farklılaşır. Bağlı kaldığı siyasi gelenek bağlamında hep aynı sahada kalmıştır. Wilson, demokratik, barış yanlısı ve evrimci zihniyetin gerçek bir temsilcisi olagelmiştir. O eski düzeni yeni düzenle, enternasyonalizmi milliyetçilikle, geçmişi gelecekle uzlaştırmaya çalışmıştır.

Woodrow Wilson, Müttefik Kuvvetler’in elde ettiği zaferin ardındaki generallerden biridir. Dünya savaşını tüm yönleriyle eleştiren birçok isim, zaferin askerî stratejinin değil politik stratejinin eseri olduğuna inanır. Psikolojik ve politik faktörler, askerî faktörlere nazaran savaşta daha fazla etkiye ve öneme sahip olagelmişlerdir.

Adriano Tilgher savaşı ancak “onu yapmasını bilen, bu konuda gerekli akla sahip olan, birer mit, ruh hâli, tutku ve halka ait duygu hâline gelebilecek amaçlar ortaya koyan hükümetlerin kazanabileceğini” söyler ve ekler:

“İtilaf Kuvvetleri’ne mensup halkların, davalarının haklı bir dava olduğuna ve savaşı nihai zafere dek sürdürme gayesine ikna edilmesi sürecine hiçbir şey, Wilson’dan ve onun demokrasi yanlısı, Sarsıcılara has vaazlarından daha fazla katkı sunmamıştır.”

Esasında Almanya’ya karşı yürütülen savaşı kutsal bir savaş hâline getiren, Wilson’ın ta kendisidir. İtilaf Kuvvetleri içerisinde yer alan milletlerin başındaki devlet adamları, Wilson’dan önce Müttefik Kuvvetler’in davasını özgürlük ve hukuk davası olarak gösterip temize çıkartmışlardı.

Barış isimli kitabında Tardieu, Lloyd George ve Briand’ın Wilson’ın programından aldığı maddeleri aktarır. Oysa İtilaf siyasetçilerinin dilinde eskiye has diplomatik bir hava vardır. Buna karşılık Wilson’ın dili, beşeriyeti heyecanlandıracak dinî bir sıcaklığa ve peygamberlere has bir tınıya sahiptir.

On Dört Madde, Almanlara adil, eşitlikçi ve cömert barış, ilhakların veya tazminatların olmadığı, tüm halklara eşit yaşama ve mutlu olma hakkı bahşeden bir barış anlaşması önerir. Açıklamalarında ve konuşmalarında Wilson, Müttefik Kuvvetler’in Alman halkına değil onu yöneten aristokratik ve askerî kasta karşı mücadele ettiğini söyler.

Aristokrasileri topa tutan, kitlelere dayanan bir idarenin tesis edilmesi gerektiğini söyleyen, “hayatın kaynağının dünya olduğundan” bahseden bu demagojik propaganda, bir yandan Müttefik Kuvvetler içindeki ülkelerde kitlelerin savaşla kurdukları bağı kuvvetlendirmiş, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da halkın direnme ve dövüşme iradesini kırmıştır.

On Dört Madde, Rus-Alman cephesinin tanklardan, tüfeklerden ve askerlerden daha etkili bir biçimde aşılması için gerekli zemini hazırlamıştır. Ludedorf ve Erzberger’in hatıratı, ayrıca Almanların yenilgisini ortaya koyan belgeler, bunun kanıtıdırlar.

Wilson’ın programı, Avusturya ve Almanya’da demlenen devrimci ruhu harekete geçirmiştir. O, Bohemya ve Macaristan’da eskinin bağımsızlık ülküsünün üzerindeki örtüyü kaldırmış, teslimiyeti tehlikeye sokan ruhun açığa çıkmasını sağlamıştır.

Ne var ki Wilson, savaşı kazanmış ama barışı kaybetmiştir. O savaştan muzaffer çıkmış, gelgelelim barış döneminde hüsrana uğramıştır. Kaleme aldığı On Dört Madde, Avusturya-Almanya cephesini çökertmiş, Müttefiklere zafer getirmiş, fakat barış anlaşması için gerekli ilhamı verememiş ve o anlaşmaya ruhunu katamamıştır. Almanya, Müttefik Kuvvetler’e Wilson’ın programı temelinde teslim olmuş, fakat Almanya’yı silâhsızlandıran Müttefik Kuvvetler, bu ülkeye Wilson’ın vaat ettiğinden çok farklı bir barış anlaşması dayatmıştır. Dolayısıyla Nitti ve Keynes, Versay Anlaşması’nın hileli bir anlaşma olduğunu söyler.

Peki Wilson, kendi sözünü çiğnemiş olan bu anlaşmayı neden kabul edip imzaladı? Keynes’in, Lansing’in, Tardieu’nün ve diğer tarihçilerin kaleme aldıkları, Versay Konferansı ile ilgili kitaplar, bu tavrı farklı şekilde izah ediyorlar.

Keynes, Wilson’un düşüncesinin ve karakterinin duygu ve düşüncelerin verili düzeni dâhilinde açığa çıkan tüm güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte, felsefi değil teolojik bir nitelik arz ettiğini söyler. Ona göre Wilson, Lloyd George ve Clemenceau gibi kıvrak zekâlı, esnemeyi bilen, kurnaz kişilerle mücadele edememiştir. Dahası Wilson, Milletler Cemiyeti ve On Dört Madde’nin uygulanması konusunda belirli bir plana sahip değildir.

“Wilson ilkeleri konusunda bir açıklama imkânı bulamadı, o maddelerin uygulanması konusunda Tanrı’ya duasını bile edemedi. Maddelerin Avrupa’daki gidişat dâhilinde somut olarak uygulanması için gerekli uyarlama çalışmasını dahi yapamadı. Somut öneriler sunmak şöyle dursun, o aslında birçok konuda Avrupa’daki durumla ilgili yeterli bilgiye de sahip değildi.”

Neticede yalnız kaldı. Etrafındaki teknisyenlerle istişare etme imkânı da bulamadı. Yardımcılarından destek görmedi. Kimse yürüttüğü çalışmaya katkı sunamadı, bu süreçte gerekli işbirliği kurulamadı. Dolayısıyla Versay Konferansı ile ilgili çalışmalar, Fransızların ve İngilizlerin planı uyarınca yürütüldüler. Görünüşte Wilson’ın programına uygun olarak yürütülen bu çalışmalar, pratikte Fransa ve İngiltere’nin çıkarları uyarınca biçimlendi.

Nihayetinde Wilson, geliştirdiği ideolojiye yakın duran insanların desteğini alamadı. Tüm bu koşullar, onun bir dizi tavizde bulunmasına neden oldu. Sadece Milletler Cemiyeti fikrini kurtarma yönünde çaba sarfedebildi. Onun kanaatine göre Milletler Cemiyeti kurulursa bu gelişme, doğalında Versay Anlaşması’ndaki kusurların düzeltilmesini güvence altına alabilirdi.

Barış anlaşmasının imzalanmasının üzerinden yıllar geçti ve tüm bu süreç Wilson’ın hayali hilâfına gelişti. Fransa, Versay Anlaşması’nı ihtiyatlı ama ölçüsüz bir biçimde kullandı. Poincaré ve mecliste elinde tuttuğu çoğunluk, anlaşmanın sunduğu imkânlar dâhilinde, Alman aristokrasisine ve askerî kasta değilse bile Alman halkına karşı önemli saldırılar gerçekleştirme şansına sahip oldu. Bu süreçte Almanya’nın çektiği çile arttı, bu da gerici ve aşırı milliyetçi ortamı besledi, neticede kralcı düzenin restore edilmesine veya askerî diktatörlüğe yol açtı.

Mecalsiz ve güçsüz bir yapı olarak kurulan Milletler Cemiyeti, gelişme imkânı bulamadı. Hem devrimciliğin hem de gericiliğin etkisi altında olan demokrasi, yeni bir kriz dönemine girdi. Bahsi geçen ülkelerde burjuvazi, düzeni hukuk yoluyla savunma seçeneğini kullanmaktan vazgeçti, demokrasiye olan inancını yitirdi, proletarya diktatörlüğü teorisinin karşısına kendi diktatörlük anlayışıyla çıktı.

Sürecin yumuşak seyrettiği kimi ülkelerde faşizm, Wilson’cı ideolojiyi savunanların büyük bir kısmına bir litre hintyağı içirdi. Kahramanlık ve şiddet tapıncı, insanlığın bağrında yeniden neşvünema buldu.

Wilson’ın programı, bugün demokratik düşüncenin hayat içerisinde karşımıza çıkan son tezahürüymüş gibi görünüyor. Wilson ise yeni bir ideoloji yaratmadı, sadece eski bir ideolojiyi yeniledi ama bu çabası neticesinde hayal kırıklığına uğradı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: