21 Temmuz 2018

Fransa’da İslamofobinin Kökleri


Cannes’da ve yaklaşık otuz kentte uygulamaya sokulan “burkini yasağı”[1] Fransız mahkemelerince iptal edildi. Yasak, ülkedeki Müslümanların maruz kaldıkları en son ve en saçma İslamofobik saldırı idi.
Fransız devleti, Müslümanları onlarca yıldır dışlayıp sömürüyor. Bu saldırılar, çeşitli düzeylerde sürüyor, ama geçen yıl Ocak ve Kasım aylarında, Paris’te, 2016’da Nice ve Rouen’de cihadî unsurların yaptıkları eylemler, saldırıların zirveye ulaşmasına neden oldu.
Söz konusu dönemin başlamasından beri 3.500 baskın düzenlendi, bunların sadece altısı soruşturmalarla sonuçlandı. Aralık ayında devlet yetkilileri, aleyhte herhangi bir delil olmadan, sadece “önleyici” bir müdahale olarak, Müslümanları hedef aldıklarını kabul ettiler.[2]
Çocuklar, anne-babalarının ellerinin ağır silâhla donatılmış polislerce kelepçelenmesine veya yataklarından sürüklenerek götürülmelerine tanık oldular. Geçen yıl düzenlenen Bataclan Saldırısı’ndan sonra yürürlüğe giren olağanüstü hâlin ilk üç ayında 274 kişi ev hapsine mahkûm edildi, bunların büyük çoğunluğu Müslüman. Irka dayalı fişleme faaliyetleri iyice zıvanadan çıkmış durumda.
Bu süreçte polis camileri bastı. Camideki dindar kitle aşağılanıp küçük düşürüldü. Bu baskınlarda polis köpekleri kullanıldı. Yirmi civarında cami kapatıldı, ileride daha fazlası kapatılacak.
Müslümanlarla bağlantılı politik örgütler kapatılmakla tehdit edildiler; Filistin yanlısı olanlar da dâhil, gösteriler yasaklandı[3]; aynı süreçte BDS hareketi yasadışı ilân edildi.[4]
İltica başvurusunda bulunmuş olan Müslümanlar, daha berbat koşullarla yüzleşiyorlar. Hükümet, Calais ve başka yerlerdeki mülteci kamplarını yıkarken, İslam karşıtı cümlelerle kimi sözlü saldırılar gerçekleştiriyor.
Bunlar olurken, Fransa, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile imzaladığı mülteci anlaşmasına dair övgü dolu sözler sarfetti. Anlaşma sonucu Yunan adalarına teknelerle gelen Suriyeli mülteciler Türkiye’ye gönderildiler.
Bu politikaların uygulandığı dönemde Fransız siyasetçiler, Müslüman ülkelerdeki askerî faaliyetlerle devlet destekli olarak uzun süredir teşvik edilen İslamofobi’nin aşırıcılığı beslediği gerçeğine gözlerini kapadılar. Politik sınıflar, insanları IŞİD gibi örgütlere katılmaya iten yabancılaşmanın, uyguladıkları ekonomik ve toplumsal politikalarla beslendiğini görmezden geldiler.
Bu tedbirlere bir yandan da Fransız kültürü ve siyasetinin tüm alanlarında yürürlüğe sokulan, yoğun biçimde yürütülen İslamofobik propaganda eşlik ediyor. Abdellali Hajjat ve Mervan Muhammed’e[5] göre, “son yıllarda ‘Müslüman Sorunu’nun inşası, politik yelpaze boyunca Fransız, hatta Avrupalı elitlerin birleşmesi için ana vektörlerden birini teşkil ediyor.”
Yazarların ifadesiyle İslamofobi “Fransız sağının örgütsel ve ideolojik geleceğinin şekilleneceği zemin” hâline geliyor.
Oysa Fransa’daki Müslüman nüfusun haklarını savunma meselesi gündeme geldiğinde Sol, tüm o radikal olanları da dâhil, eyleme geçme konusunda nedense imtina ediyor. Dinî özgürlükleri savunma konusunda gösterdiği isteksizlik, Sol’un Müslüman mültecilerle dayanışma kurma imkânını da ortadan kaldırıyor.
Sonuçta İslamofobi, Avrupalı radikallere göre, en acil politik projelerden birinin orta yerinde etlenip butlanıyor.
Bir Şiddet Tarihi
Bugün Fransa’da beş milyon civarında Müslüman yaşıyor. Bu, kabaca nüfusun yüzde 7,5’ni teşkil ediyor ki bu, Avrupa’daki tüm ülkeler içerisinde en yüksek oran. Bunların sadece üçte biri dinini pratikte yaşadığını söylüyor, bu oranın son yirmi-otuz yıl içinde arttığını görmek gerekiyor.
Tarihsel planda Müslümanlar, Fransa’ya bu ülkenin Kuzey Afrika’yı sömürgeleştirmesinden sonra geldiler. Bugün Fransız devleti ile Fransa’daki genelde alt sınıf olarak tarif edilen Müslüman nüfus arasındaki ilişki, imparatorluk tarihinin ve ekonomik sömürünün mirası tarafından koşullanmış durumda.
Eskiden diğer sömürgelerden farklı olarak Cezayir, Fransa’nın bir parçası kabul ediliyordu, yani Cezayirli Müslümanlar Fransa’da serbestçe yaşayabiliyorlardı. Ama buna karşın orada da sistematik bir zulme maruz kalıyorlardı.
Fransa’daki politik yapıya damgasını vuran asli unsur, tebaa olarak görülen Müslüman halkla yaşanan karşıtlıktır. Beşinci Cumhuriyet’i kuran mevcut anayasa, Müslümanların sömürgeciliğe karşı direnişinin kışkırttığı devlet krizini çözüme kavuşturmak için tasarlanmıştı.
1958’de General De Gaulle anayasal reform talep etti. Bu talebi ise, Cezayir bağımsızlık savaşının yol açtığı ayaklanmaların zayıflattığı cumhurbaşkanlığına ait otoriteyi pekiştirmek için dillendirmişti.
Cezayir bağımsızlık hareketi boyunca Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)[6] militanları Fransa’ya önemli zararlar vermişlerdi. 1958’de Marsilya yakınlarında bu militanlar, bir yakıt deposunu havaya uçurmuşlardı. Depodaki yangın günlerce söndürülememişti.
Buna cevap olarak Fransız devleti baskıcı taktiklerini yoğunlaştırdı. 1961’de, Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesinden bir yıl önce, sokağa çıkma yasağıyla ilgili protestoların ardından, Paris polisi yüzden fazla Cezayir’i katletti.[7]
Bu yoğunluktaki bir çatışmanın kolayca unutulması pek mümkün değil. Bağımsızlık sonrası Fransa’daki Cezayirliler, Fransız uyruğunda kalmayı reddettiler ve Fransız vatandaşı olmanın kendilerine zulmeden bir ulusu tanımak anlamına geleceğine söylediler.
Bugün bile Sağ’da sömürgeciliğe dönük destek varlığını hâlâ koruyor. Güneydoğu Fransa’da günümüzde birçok kara ayaklı [pieds-noirs], eski Fransız sömürgeci ve Fransızlara bağlı sömürge güçlerinin eski askerleri yaşıyor.
Bu bölgenin ırkçılıkla ilişkili suçların yaşandığı bir yer ve aşırı sağın kalelerinden biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Ülke genelinde yapılan çalışmaların da gösterdiği üzere[8], 2015’teki bölgesel seçimlerde polisin ve silâhlı kuvvetlerin yarısından fazlası, yıldızı giderek parlayan aşırı sağcı parti Ulusal Cephe’ye (FN) oy verdi.[9]
Radikal İslam
Fransa’daki Müslümanların politik tarihi, onların ekonomik konumu ve işçi hareketiyle ilişkisine dair bir değerlendirmede bulunmadan, sömürgecilik sonrası dönemin genel bağlamı dışarıda tutularak kavranamaz.
1904 yılında Fransız endüstrisinde ve madencilik sektöründe çalışan Müslüman sayısı yaklaşık beş bindi. Bugün hâkim olan iklimin aksine, Fransız hükümeti ve işverenler, kilise ve devleti ayıran kanunun yeni çıkmasına karşın, yirminci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesiti dâhilinde dinî gelenekleri çoğunlukla teşvik etmişti.
Müesses nizam, dini Kuzey Afrikalı göçmen işçiler arasında sendikaların nüfuz elde etme ihtimaline karşı faydalı bir denge unsuru olarak görüyordu.
O dönemde şirketler çalışanlarına mescitler yaptılar, oysa bugün özel sektör, ev dışındaki her alanda İslam’a ait tezahürlerin kökünü kazımak için devletle işbirliği yapıyor.
Gecekondularda yaşan Müslüman işgücünün Fransız başkentinde namaz kılmasına göstermelik bir jest olarak izin verilmiş, bu kesimin yaşam standartları ancak militan mücadele sayesinde geliştirilebilmişti.
Otuzlarda birçok Müslüman Halk Cephesi hükümetini destekledi. Bugünse Müslümanlar (sosyal yardımlar, gelirin yeniden dağıtımı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi) birçok toplumsal meselede hâlâ ilerici görüşlere sahiptirler ve genelde ortanın soluna oy vermektedirler.
1982’de İslam, Fransız siyaset hayatında, otomobil endüstrisinde çok sayıda işçinin işten çıkartılması sonucu yaşanan grevler dâhilinde ön plana çıktı. Az çok sendikaların desteği ile Aulnay ve Poissy’deki Citroën ve Talbot fabrikaları işgal edildiğinde göçmen işçiler, sektör genelinde büyük bir çatışma süreci içerisine girdiler.
Fabrika sahipleri, göçmen işçilerin sendikalarca yönlendirildiğine inanıyor, polisin müdahale edip işçileri fabrikalardan çıkartması için baskı uyguluyordu.
Bu olay üzerine sınıf temelli tanımlayıcı sözcükler yerine, nüfusun belirli bir kesimi için kullanılan bir etiket olarak “Müslüman” sözcüğü”, genel söyleme ilk kez damgasını vurdu. Bu etiketin kimi zaman Fransa’ya neoliberal politik fikirlerin gelişiyle eşzamanlı olarak ortaya çıktığı düşünülüyor.
Genel kanaate göre, Fransa’daki göçmen karşıtı duygular, ülkede ırkçı fikirlerin yayılması ile alakalı. Bu yaklaşım, seksenlerden beri Ulusal Cephe’nin elde ettiği seçim başarılarını da söz konusu duygulara bağlıyor. Oysa Hajjat ve Muhammed’e göre, bu anlatı olan biteni yanlış kavrıyor.
Yazarların ifadesiyle, İslamofobik politik dürtüleri alevlendiren, bağımsız seyreden kimi toplumsal eğilimler değil, devletin ta kendisidir. Bu noktada Hajjat ve Muhammed, Fransız hükümetinin Cezayir’in bağımsızlığı sonrasında yaşanan göçle ilgili olarak girdiği yönelimin üzerinde duruyor.
1966’da Nüfus ve Göç Müdürlüğü isminde yeni bir kurum oluşturuluyor. Bu kurum üzerinden Cezayirlilerin ülkeye göçlerinin sınırlanmasına ve bürokratik düzlemde göçmenlerin takibine yönelik politikalar uygulamaya sokuluyor.
1974’te cumhurbaşkanı seçilen Valéry Giscard d’Estaing döneminde Avrupa dışından yaşanan göç üç yıl askıya alınıyor. 1978-1980 arası dönemde, işsizliğin arttığı koşullarda Giscard, yüz binlerce Cezayirliyi ve Fransız yurttaşı olan çocuklarını ülkelerine zorla göndermek için kanun çıkartmaya çalışıyor. Parlamento, bu tasarının kanunlaşmasını engelliyor.
Hajjat ve Muhammed’in kanaatine göre, “hükümetin göçle ilgili husumeti, 1973’teki petrol krizine gösterdiği tepkiyle alakalı değildir. Bu husumet, her şeyden önce, göçün kontrol altına alınması gereken bir sorun olduğuna ikna edilen idarecilerin sergiledikleri inisiyatifin bir sonucu. […] Askıya alınan göç süreci, esasta işsizlik veya ekonomik durum değil, üçüncü dünya ülkelerindeki demografik dengesizlikler (o dönemde Fransız toplumunun ‘anarşik göç süreci’nin tehdidi altında olduğu iddia edilmektedir) ve çok sayıda yabancı işçinin yeni bir 68 Mayıs’ını destekleme riski üzerinden meşrulaştırılır.”
Yazarların ulaştığı sonuca göre, Fransa’da İslamofobi’deki yükseliş, Fransız halkı içinde yerleşik, organik bir ırkçılıktan kaynaklanmamıştır. Esasında o, elitlerin işçi sınıfı direnişini yönetme ihtiyaçlarından doğmuştur.
İslamofobi’nin Hukukî Kökleri
Müslümanlara yönelik baskılar, ideolojik düzlemde üç anahtar kelimeyle bağlantılı olarak gerçekleşmektedir: sekülarizm, (laïcité), cumhuriyetçilik ve feminizm.
1905’te o ünlü, devletle kiliseyi ayıran kanun dâhilinde sistemleştirilen politik sekülarizm[10] Fransa’daki hayat dâhilinde, 1789 sonrasında Katolikliğin gerici iktidarına karşı verilen mücadeleye kadar uzanan derin köklere sahiptir. İlk başta Katolik rahiplere yönelik husumete atıfta bulunan din adamları karşıtlığı, bugün hâlâ Fransız kültüründe varlığını korumaktadır ve bu karşıtlık Müslüman aleyhtarı sözler edilmesinde önemli bir gerekçe olarak iş görmektedir.
Charlie Hebdo[11], her zaman yaptığı gibi, gene Müslümanları hedef alan ırkçı karikatürleri yayınlayınca, yapılan bu iş, Fransa’ya has sekülarizm ve din adamları düşmanlığının bir dışavurumu olarak izah edilmiş ve göklere çıkartılmıştır. İslam’ı alaya alma hakkı, fiilen cumhuriyete ait bir sembol hâline getirilmiştir.
Sekülarizm, doğrudan cumhuriyetçilik içinden neşet etmiştir. Cumhuriyetçilik ise eşitlik ve özgürlük talep eden 1789 devriminin bir ideolojisidir. Diğer burjuva demokrasilerinden farklı olarak Fransız cumhuriyetçiliği, güçlü merkezî devletle ilişkilendirilmekte ve ilk devrimcilerin ideallerine bağlanmaktadır. Oysa İslam, politik bir mesele olarak o devrimcilerin gündemine pek gelmemektedir.
Mevcut Fransız anayasasının da ifade ettiği üzere, “Fransa, bölünmesi mümkün olmayan, seküler, demokratik ve toplumsal bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyet, köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin, tüm yurttaşların hukuk önünde eşit olmasını güvence altına alır. Tüm inançlara saygı gösterir.”
Bugün Fransız siyasetçiler, cumhuriyetçilikten, bireysel farklılıklar karşısında devletin tarafsız olduğunu iddia etmek ve cumhuriyetin kurucu ideallerinin evrensel olduğunu göstermek için bahsederler. Bu tarafsızlık, onlara göre, tüm yurttaşların eşit muamele görmesini sağlamaktadır.
Oysa pratikte, cumhuriyetçilikten dem vurulması, eşitsizliklerin gizlenip derinleştirilmesi suretiyle, toplum içindeki itirazın ortadan kaldırılması amacını güder. Cumhuriyetçilik, üyelerine uygulamak istedikleri politikalar konusunda ısmarlama kılıflar sunmak suretiyle, Fransız yönetici sınıfının hâkimiyetini rasyonalize eder.
Bugün Fransa başbakanı olan Manuel Valls[12], geçmişte bu türden bir ideolojik manipülasyonun üstatlarından biridir.[13] 2013’te içişleri bakanlığı yapan Valls, “cumhuriyetçiliği” Roma kamplarının yıkılıp binlerce insanın dışarı atılması için bir gerekçe olarak diline dolamıştır. Kasım saldırılarına yönelik olarak şahin bir siyasetçi olarak gösterdiği tepki de “cumhuriyetçi” ifadelerle meşrulaştırılmıştır.
Hukuk Karşısında Eşitsizlik
Sekülerizmin ve cumhuriyetçiliğin somutta ne anlama geldiği, doğalında yurttaşların dinî inançlarına tabidir. Geçmişte sekülerizm, rahiplerin seçim yoluyla meclise girmelerine ve meclis oturumlarına dinî kıyafetleriyle katılmalarına imkân sağlamıştır. Esasında 1905 tarihli kanun yürürlüğe girdiğinde meclis, rahiplerin dinî kıyafetlerini kamuda giymelerini yasaklayan kanun değişikliğini reddetmiştir.
Gelgelelim son yirmi-otuz yıllık dönemde sekülerizm, baskıcı bir içerikle yeniden yorumlanmıştır. Artık sekülerizm, devletin yurttaşları dışarıda kültürel veya dinî mensubiyeti ifade eden işaretlerden arındırmasını ifade etmektedir. Sonuçta Müslümanlar kamusal alanda görünür olmak istiyorlarsa, kimliklerinin merkezî unsurundan feragat etmek zorundadırlar.
“Okulların seküler niteliği” ile ilgili olarak 2004’te çıkan kanun, İslam’ın dışlanması sürecinin en ünlü örneklerinden biridir. Kanun, öğrencilerin “dikkat çeken” dinî işaretler takmasını yasaklasa da bu kanun, hiçbir vakit eşit bir biçimde tatbik edilmemiştir.
Esasında 1994’te söz konusu kanunun ilk versiyonu önerildiğinde başbakan Edouard Balladur, Fransa’daki Yahudi cemaatini temsil eden kuruma bu tedbirin sinagog takkesi (kippa) takan Yahudi öğrencileri hedeflemeyeceği güvencesi vermiştir.
Okullarda başörtüsü takan genç Müslüman kadınlar, bu dönemde en yoğun baskıyı görmüşlerdir. Cezayir’de Fransızların örgütledikleri, Müslüman kadınların kamusal alanda açılmalarını öngören politikayı doğrudan yankılayan bu kanun üzerinden, 2014 yılında başörtüsü taktığı için okullardan 130 kız öğrencinin atıldığına şahit olunmuştur. Hatta bu dönemde uzun etekler bile dinî sembol olarak yorumlanmış[14], bu tür etek giyen kız öğrenciler okullardan atılmıştır.
Kanundaki ikiyüzlülük ve Müslümanlara uygulanan baskı noktasında bir enstrüman olarak sahip olduğu konum gün gibi ortadadır: 1905’te hâlen Almanya’nın parçası olan Alsace ve Moselle’in doğu bölgelerinde kilise ve devletin ayrılması politikası hiçbir şekilde yürürlüğe sokulmamıştır.
Orada hahamlar, rahipler ve papazlar devletten maaş almakta, ama Müslüman bir öğrenci başına taktığı şey yüzünden devlet okulundan uzaklaştırılabilmektedir.
Hükümet, sadece Alsace-Moselle’i istisnai kabul etmekle kalmamakta, ayrıca bu yaklaşımına methiyeler düzmektedir. Valls’ın birçok kez dile getirdiği biçimiyle, “cumhuriyetin cumhurbaşkanı, başbakanı ve hükümet, Alsace-Moselle’deki mevcut düzenlemelerin özgüllüğüne halel getirmeyecektir.”
Devletin bir biçimde tasdiklediği, sekülerizmin yok sayılması politikası, çoğunlukla daha da ilginç sonuçlar üretmektedir. 2013’te Marsilya’nın Ulusal Cephe’den seçilen belediye başkanı, belediye binasına İsa’nın doğumunu simgeleyen bir tablo astı ve hiç ceza almadı. Galiba kilise ile devletin ayrılmasını öngören kanun, sadece Müslüman kadınlar için çıkmıştı.
1905’te çıkan ilk kanunun amacı, Katolikliğin devlet üzerindeki nüfuzunu kırmaktı. Okullarda doğrudan uygulanmasının sebebi ise öğretmenlerin devletin ajanları olarak dinî kimliklerini açıktan gözler önüne sermelerine mani olmaktı. Okul öğrencilerinin devleti nasıl teşkil edebildikleri ve başörtüsü takarak sekülerizmi nasıl tehdit ettikleri hâlâ izah edilmesi gereken bir konu.
Bu öğrencilerin devleti tehdit ettiğine dair algı, esasen çok yeni: 1989’da kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklamaya dönük bir girişim mahkemelerin itirazına maruz kaldı. 2004 tarihli kanunla yapılan değişiklik ise genelde ABD’deki 11 Eylül saldırılarına ve süregiden “teröre karşı savaş” siyasetine doğrudan bir cevap olduğu üzerinden izah ediliyor.
Birçok eleştirmenin de ifade ettiği üzere, 2004 tarihli kanun, paradoksal biçimde kamuoyunun belirli üyelerini, genç Müslüman kızları kamusal eğitimden dışlamaktadır. Sonrasında bu yasak, devletin eğitim aygıtını bir baskı aracı olarak kullanmasını olağanlaştırmıştır.
Örneğin hükümet, Charlie Hebdo saldırıları sonrası okul öğretmenlerine İslam’a destek çıkıldığını gösteren işaretler takan öğrencileri rapor etmeleri talimatı vermiş[15], söz konusu talimat, başörtüsü kanununun kapsamını daha da genişletmiştir.
Eğer ulusal eğitimin [Éducation Nationale] amacı, tüm gençlere eşit muamele göstermekse, kanun herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Aksine kanun, okul sisteminin gerçek amacının öğrencileri belirli kalıplara sokarak, onları Fransız toplumuna ve kültürüne uyumlu hâle getirmek olduğunu ortaya koymaktadır.
Başka bir ifadeyle, devlet görevlileri cumhuriyetçiliği tüm Fransız yurttaşlarına herkesin içine tıkıştırılacağı, yekpare bir kalıp olarak dayatmışlardır. Bu hamlenin amacı, ister istemez çeşitlilik arz eden toplumun geri kalan kısmına müesses nizamın ideolojik gücünü kabul ettirmektir.
O noktada okul, Müslüman kadınların devlet eliyle kontrolü için önemli bir araç hâline gelmiştir. Oysa böylelikle Fransa’daki kamusal eğitimin genel manada otoriter ve merkezîleştirici niteliği ile uzun süredir bağlantılı sembolik baskı süreci varlığını sürdürme imkânı bulmuştur.
Fransız okulları veya üniversitelerinde okumuş herkes, bu kurumların öğrencilerin katı normlara göre “formatlanması” noktasında kullanıldığı gerçeğine bizatihi şahittir. Bu sayede söz konusu kurumlar, cumhuriyetin ideolojisine ait ana payandaya omuz vermektedir: yani Joan Wallach Scott’ın[16] ifadesiyle, eşitlik aynı olmakla ilgilidir.
Öğrencileri bireysel potansiyellerini kamu yararı adına açığa çıkartma konusunda teşvik etmek yerine, Fransız eğitim sistemi, o öğrencileri kabul edilebilir birer yurttaş olarak biçimlendirmeye çalışır, oysa bu süreç, öğrencileri kendilerini besleyen, doğalarına özgü toplumsal ve zihinsel kapasitelerine yabancılaştırmaktadır.
Bu ideolojinin küstah özgüveni, 1989’da eğitim bakanına yazılan açık mektupta da karşımıza çıkar. Mektubu kaleme alan feminist aydın Elizabeth Badinter, başörtüsü takan kız öğrencilerin okullardan uzaklaştırılmasını talep etmektedir:
“Sayın bakan, siz kişilerin okulda başörtüsü taktıkları için uzaklaştırılmasının kabul edilmez olduğunu söylüyorsunuz. Bu merhametli yaklaşımınızın bizi etkilediğini söylemem gerek, ama biz de size cevap olarak diyoruz ki bu tür yasaklamalar kabul edilir türden yasaklamalardır. Eğer okuldan uzaklaştırma işlemi okul kurallarına uyan bir öğrenciye tatbik edilmişse, işte bu, ayrımcı bir girişimdir. Kuralları ihlal eden bir öğrenciyi etkiliyorsa bu, disiplinle ilgili bir niteliğe sahiptir. Disiplin ve ayrımcılık ile ilgili hâlihazırda yaşanan kafa karışıklığı disiplinin altını oymaktadır. Eğer disiplin artık tatbik edilemiyorsa, o vakit disiplin kurallarının öğretilmesi nasıl mümkün olacaktır? Eğer kanun, sadece o disipline uymak isteyenlere tatbik edilirse, bir öğretmen mesleğini nasıl tatbik edebilecektir?”
Badinter’e ve açık mektubuna imza verenlere göre, devletin otoriteryanizmi ve kontrolü, kamu eğitiminin misyonunun önemli bir bileşeni ve parçasıdır ya da taassubun faal bir kılıfından ibarettir: Bu Ocak ayında aynı Badinter, insanların İslamofobik olarak etiketlenmekten korkmamaları gerektiğini söylemiştir.
Sol İslamofobi
Bu süreçte daha az haberdar olunan bir husus da İşçi Mücadelesi (LO) ve Devrimci Komünist Birlik (LCR) gibi, ülkenin ana devrimci örgütlerinin önde gelen isimlerinin iki başörtülü gencin eğitim gördükleri okullarından atılmasına neden olan 2004 tarihli kanunu koşullayan olaylar dizisinde önemli bir rol oynadığı gerçeğidir.
Bu tip olaylar, Fransa’da IŞİD öncesinde İslam’la kurulan ilişkideki politik momenti tarif etme noktasında, çığ gibi çoğalmıştır.
Sorgulanan Alma ve Lila Lévy isimli gençler[17], sıkça dillendirilen, günümüz Fransa’sında Müslümanların entegrasyonu denilen, ağza sakız edilmiş mesele için hiç de iyi birer örnek değildir.
Bu gençler, Müslüman bir ailede büyümemişler: anneleri geçmişte Müslüman iken Katolik olmuş bir öğretmen, babaları ise bir Yahudi solcu avukattır.
Ne anneleri ne de babaları dini pratikte yaşayan isimler. Kızların başörtüsü takma kararı, tümüyle şahsî. Bu öğrencilerin tercihleriyle ilgili ülke genelinde açığa çıkan tartışma hâlen farklı biçimlerde sürüyor.
Baba Laurent Lévy[18], İslamofobi olgusuna vurgu yapıp özelde okulda başörtüsü sorununa işaret edince, Sol içinde politik bir ayrışma yaşandı. Paris’in dış mahallelerinden Aubervilliers’in komünist belediye başkanı öğrencilerin okuldan atılmalarını savundu.
Esasında Müslümanlara has kıyafetlerin yasadışı ilân edilmesi talebi, komünist mahfillerde bir tür gelenek hâlini almış durumda: 2010 tarihli kanunla nikab yasaklanınca, bu yasak komünist milletvekili André Gerin tarafından desteklendi. Gerin, bu süreçte sağcı milletvekilleriyle birlikte çalışmakta bir beis görmedi.
Tartışma hâlen sürüyor: son Nice saldırısı ardından sağcı birçok isim, ülkede kamusal alanda başörtüsünün yasaklanması, başörtüsü yasağının kapsamının üniversiteleri de içerecek biçimde genişletilmesi talebinde bulundu. Doğal olarak bu yasaklama talepleri, son dönemde Fransız sahillerinde burkininin yasadışı ilân edilmesinde somut bir karşılık buldu.
Başörtüsü karşıtı girişimlerin öncülüğünü solcu örgütlerin kimi önde gelen üyeleri yaptı. Ama bu üyelerin tüm yoldaşları ilgili girişimleri oybirliği ile desteklemediler. Mesele üzerinden solcu gruplar ve sivil toplumdaki kimi ırkçılık karşıtı örgütler bölündüler.
Mart 2010’da bu gerilim, Devrimci Komünist Birlik’in halefi Yeni Antikapitalist Parti’nin bölgesel seçimlerde başörtüsü takan İlham Mussaid’i aday göstermesiyle iyice yoğunlaştı.
Muhtemelen Mussaid’in adaylığı meselesinin çözüme kavuşturulmamış olması, Yeni Antikapitalist Parti’nin zayıflamasındaki önemli, hatta en önemli faktördü.
Partinin önde gelen isimlerinden Denis Godard[19], başörtüsü karşıtı kampın dogmatizmini eleştirip partisinin kolektif enerjisinin başörtüsü karşıtı harekete yönelik pratik ve politik müdahalede bulunmaktan çok, genel programatik tartışmalara ve propaganda faaliyetlerine yoğunlaştırması gerektiğini söyledi.
Devrimci bir partide başörtüsü takan bir kadının yetkilerini elinden alan aktivistler, Marksist gelenekte tüm çıplaklığı ile ortaya konmuş bir politikayı görmezden geliyorlar. Bir örnek vermek gerekirse, Rosa Luxemburg, burjuvaziye özgü din adamları karşıtlığına itiraz edilmesi, o anlayışın desteklenmemesi gerektiğini söylüyor:[20]
“Sosyalistler, cumhuriyet karşıtı ve gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmelidirler, orta sınıfın din adamları karşıtlığını kabul etmemeli, bu anlayıştan kurtulmalıdırlar. Son on yıldır rahiplere karşı verilen kesintisiz gerilla savaşı, Fransa’daki orta sınıf cumhuriyetçiler için sürdürülmektedir, bu savaş, sınıf mücadelesinin zayıflaması ve işçi sınıfının toplumsal sorunlara yönelik dikkatinin başka yönlere çekilmesi noktasında devreye sokulan en iyi yollardan biridir.”
Hâkim siyasî geleneklere bağlı siyasetçiler, Luxemburg’u devrimcilere kıyasla daha kapsamlı ve daha derinlikli incelemişlerdir. Birçok noktada hükümetin İslam’a odaklanan siyaseti, bütünüyle hâkim siyasî gündeme hizmet etmiş, kamuoyunun dikkatini neoliberal reformlardan ve diğer hassas konulardan başka yönlere çekmiştir.
Örneğin 2003’te başörtüsü meselesi gündeme geldiğinde Jean-Pierre Raffarin hükümeti, emeklilik kanunlarında tartışmalara sebep olan reformlara imza atmıştır.
Nuit Debout’nun Kaçırdığı Fırsat
Eğer devrimci sol, kendisini İslamofobi ile kurduğu o rezil ilişki konusunda temize çıkartmış olsaydı, her şey muhtemelen daha iyi olacaktı. Cumhurbaşkanı adayı olan, herkesin tanıdığı solcu isim Jean-Luc Mélenchon’un adaylık sürecinde cumhuriyetçi ve milliyetçi bir konum alması, bunun pek mümkün olmadığının delili.
2011’de Jean-Luc Mélenchon daha da ileri giderek, sokaklarda namaz kılınmasının yasaklanması talebinde bulundu. Bu nedenle cumhurbaşkanı adayı, Müslüman karşıtı saldırılara karşı her türden gerçek muhalefetin yürütülebilmesi için gerekli politik itibardan da mahrum kalmış oldu.
Sosyalist Parti’de ise Müslüman karşıtı politikaların olağanlaştırılması, partinin uzun süredir yaşadığı ideolojik çürümenin tezahürlerinden sadece biri. Sosyalistlerin ideolojik olarak kontrol ettikleri resmî ırkçılık karşıtı hareket görünürde Müslümanlara zerre destek sunmuyor.
Liberal aydınlar da devletin ülke içerisinde ve dışında İslam’a karşı uyguladığı düşmanlığın körüklenmesinde önemli bir rol oynadılar. Kasım 2015 saldırısının ardından çok sayıda akademisyen ve yazar devletin çizgisine geldiler[21] ve hükümete askerî karşı saldırı ilânı için gerekli ideolojik bahaneleri temin ettiler.
2003’te liberal feminist sol çevre içindeki ırkçılık karşısında yaşanan hayal kırıklığı, sonrasında parti hâline gelen, Cumhuriyetin Yerlileri (PIR) isimli yeni bir grubun, hareketin ortaya çıkmasına neden oldu. Parti, Fransa’da ve uluslararası planda “beyaz üstünlüğünü temellendiren yayılmacı, sömürgeci ve Siyonist hâkimiyetin tüm biçimlerine karşı mücadele edeceğini” duyurdu. Ana hedefini ise şu şekilde tarif etti:
“[Hedefimiz] göçmenlerce ve çocukları eliyle sürdürülen tüm direniş uzamlarının yakınlaştırılması, işçi havzalarında yaşayan insanları ve köken olarak sömürgelerden ve bu tür topraklardan gelen halkları tek bir ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı dinamik içerisinde bir araya getirmektir. Amacımız ise Fransız toplumunun gelişimine ve kamu politikasına nüfuz edebilme becerisini haiz, özerk, yerli bir politik güç inşa etmektir.”
Cumhuriyetin Yerlileri partisinin kurucu ilkelerinden biri de mevcut soldan özerkleşmektir. Partinin diğer sol politik aktörlere etki etmede yaşadığı güçlük, bu yıl içinde ortaya çıkan Nuit Debout [Gece Ayakta] hareketi esnasında tüm çıplaklığı ile açığa çıktı.[22]
Nuit Debout hareketi dâhilinde Paris’te ve ülke genelinde geceleri bir araya gelen meclisler, herkese açık tartışmalarda binlerce insanı topladılar. Bu tartışmaların merkezî konusu, insanların politikaya yabancılaşması ve şirketlerin demokrasiyi kontrol etmesine son verme isteği idi. Kısa ama dinamik bir sürece tanıklık edilmesine karşın hareket, Sosyalist Parti hükümeti ve Fransa’daki hâkim siyasetin geri kalan kısmına karşı belirli bir muhalefetin oluşmasında önemli bir rol oynadı.”
Ama gene de Nuit Debout hareketi göçmenlere seslenmeyi başaramadı. Cumhuriyetin Yerlileri partisinin kitle tabanı olarak belirlediği göçmenler, ülkede oluşan politik ayrımları daha da belirginleştirdiler. Partinin yorumuna göre:
Nuit Debout, ‘havzaların’, ‘varoşların’ ve ‘ırkları yüzünden ayrımcılığa maruz kalan insanların’ harekete katılmasını istedi. Varoşlara yürüyüşler örgütlemeye çalıştı, böylelikle işçilerin, ezilenlerin ve madunların birliğinin gerçekleşeceğine inanıldı. Bizse şunu söyledik: bu alanlar arasındaki yakınlaşma belirli kararlara bağlı değildir; o, mücadelelerimize katıldığınızda zaten gerçekleşecektir.”
Fransız solunun bu mücadelelere iştirak edememesi, bilhassa bu bağlam dâhilinde ciddi bir mesele, zira Nuit Debout, Fransız Müslüman kadınları da hedef alan, yeni bir baskıcı iş kanununa gösterilen tepki dâhilinde can bulmuştu. İş Kanunu Madde 1321-2-1, özel sektörün kadın işçilerin kendi işyerlerinde başörtüsü takmasını yasaklamak gibi ayrımcı kimi uygulamalara başvurmasına imkân veriyordu.
Kanunun meclisten geçtiği günden beri İslamofobik baskı politikası daha da yoğunlaştı: Temmuz’da Cannes belediye başkanı kentteki sahillerde burkini giyilmesini yasakladı. Bu karar, otuz başka bölgede, bilhassa güneydeki sahillerde tatbik edildi. Yasağın 26 Ağustos’ta Danıştay eliyle kaldırılmasından önce, başbakan bu girişimi açıktan savundu. Bir dizi devrimci aktivistle birlikte Sol Cephe’nin bileşeni olan Ensemble [Dayanışmacı ve Çevreci Sol Alternatif Hareketi][23] ve Yeni Antikapitalist Parti yasağı hemen kınadı.
Fransız elitlerin saldırıların kapsamını nereye kadar genişletecekleri cevaplanması güç bir soru. Bugün birçok ismin de dillendirdiği biçimiyle, Sol’un mevcut güçlükle yüzleşebilmesi için Müslümanlara uygulanan zulüm meselesine dair üzerine onca leke düşmüş o sicilini acilen temizlemesi gerekiyor.
Nick Riemer
29 Ağustos 2016
Dipnotlar
[1] Sheena McKenzie, “French mayors maintain burkini bans despite court ruling”, CNN.
[2] “Avec l'état d'urgence, les perquisitions en Eure-et-Loir se font «dans une optique préventive»”, lechorepublicain.fr.
[3] Grey Anderson, “The French Emergency”, jacobinmag.
[4] Karina Piser, “France’s Problem with BDS”, america.aljazeera.com.
[5] Abdellali Hajjat, Marwan Mohammed, Islamophobie. Comment les élites françaises fabriquent le "problème musulman", Paris, La Découverte, coll. «Cahiers libres», 2013.
[6] Ian Birchall, “Mitterand’s War”, jacobinmag.
[7] Kim Willsher, “France remembers Algerian massacre 50 years on”, theguardian.
[8] “Plus de 50% des policiers et militaires ont voté FN en 2015”, liberation.fr.
[9] Hugh McDonnell, “How the National Front Changed France”, jacobinmag.
[10] Ian Birchall, “The Wrong Kind of Secularism”, jacobinmag. Türkçesi: "Yanlış Sekülerlik", İştiraki.
[11] Richard Seymour, “On Charlie Hebdo”, jacobinmag. Türkçesi: “Charlie Hebdo", İştiraki.
[12] Cynthia Kroet, “Manuel Valls: Burkini ‘not compatible’ with French values”, politico.eu.
[13] Vincent Geisser, “Les cinq laïcités de Manuel Valls ou comment transformer un concept juridique en ressource de pouvoir personnel?”, contre-attaques.org.
[14] Magalie Ghu, “La jupe d’une collégienne jugée ostentatoire: ce que dit la loi sur les signes religieux”, lavoixdunord.fr.
[15] Mark Brown, “Socialism, Satire and Charlie Hebdo”, International Socialism, isj.org.uk.
[16] Joan Wallach Scott, Politics of the Veil, Princeton.
[17] Hugh Schofield, “Jewish dad backs headscarf daughters”, BBC News.
[18] Laurent Lévy, “«La gauche», les Noirs et les Arabes”, Le Monde Diplomatique.
[19] Denis Godard, “S’il ne s’agissait pas de la religion?”, quefaire.lautre.net.
[20] Rosa Luxemburg, “An anti-clerical policy of Socialism”, marxists.org. Türkçesi: İştirakî.
[21] Nick, Riemer, “France And Its War On Terror And Intellectuals”, newmatilda.com.
[22] Nick Riemer, “Nuit Debout”, arena.org.au.
[23] Ensemble, “Communiqué de Ensemble! Retrait des arrêtés interdisant les burkinis!”, ensemble-fdg.org.

0 Yorum: