“Mursi Defol!” [Kahire]
Eskiden sol mahfillerde, bilim-kurgu filmlerine dair
eleştirilerde, yüzlerce yıl sonra başka bir gezegende kurulan kolonide bile
sınıf ilişkilerinin gösterilmesinde kapitalizm savunusuna yer verildiği
söylenir, “eğer başka bir gezegene gidilmişse, bu dünyada komünizm kurulmuş
olması gerekir” denilirdi. Bu tespit ışığında dolaylı olarak sınıfsızlığın
sınırsızlıkla ilişkili olduğu üzerinde durulurdu. Sınırsızlığın tabiatıyla
sınıfsızlığı şart koştuğu iddia edilirdi. Bu, teoriyi ve pratiği ele geçiren
bir tespitti.
Bugünse Sovyetler’in çözülüşü karşısında el çırpanlar,
Seattle ve sonrası gelişen halk hareketlerinin söz konusu çözülüş sayesinde
gerçekleştiğini iddia ediyorlar. Yani kimilerinin muhayyilesinde sınırsızlık,
hâlâ sınıfsızlığın mecazı, dolayımı. Zira Sovyetler, esasen sınırlı olduğu,
dolayısıyla sınıflı olması gerektiği üzerinden eleştiriliyordu. Buradan da
yıkılmasında sınıfsızlığa dair bir imkân görüldü. Bu sınıfsızlık, sınıfın
sınırlayıcılığı ile alakalı idi. Kendisinin sınırötesine ait imkânlarla
yaşadığını görenler, sınırlara düşman oldular, düşmanlığı öğrettiler. Batı,
sınıfı Sovyetler’i kendisinden geri olduğu için eleştiriyordu. Sonunda teori ve
pratik bu gerilikten kurtulmuş, sınırötesine ve oradaki imkânlara eş bir
düzleme gelmişti.
Bugünse Mısır’daki Müslüman Kardeşler türü örgütsel
yapılar da fazla sınırsız olmaklığı üzerinden eleştiriliyorlar. ABD denilen
küresel sınırsızlık ile İsrail denilen yerel sınırsızlık, her türden
sınırsızlık ihtimaline ölçü getiriyor. Batı, bu sefer de İslam’daki vurguya
karşı kılıcını bileyliyor. Sınırötesine taşınıldığında, karşısında sınırlayıcı
bir güç olarak İslam’ı buluyor. Bu sefer geri olan o ve onun kısmen hüküm
sürdüğü tüm coğrafya.
Bizde Kemalizm, “yurtta sulh cihanda sulh” sözünün
“kaynaşmış, sınıfsız kitle” temrini ile pekiştirilmesini ifade ediyor. Sınırlı
yapısı post-İslamî yapıların sınırsızlığı ile perçinleniyor. O yapılar, şimdi
Kemalizm ile sınırlanıyorlar. Batı kaynaklı Kemalizm eleştirileri, yüzeysel;
kendi kurduğu öze, içeriğe zerre dokunmuyor. Onu başka bir kabukla sarıp
sarmalıyor. Kitlelerin sınırsızlık-sınıfsızlık yalanı ile kuşatılması onda
vücut buluyor.
“Andolsun
biz, aklını kullanacak bir kavm için o memleketten ibret alınacak apaçık bir
delil bıraktık.” [Ankebut:35]
Ol delillerden biri, Türk için Kürd; Kürd için Türk
olabilir mi? Bugün Kürd, Türk’ün engin denizlere açılması önündeki temel engel
olarak gösteriliyor. Malın-mülkün bir mecazı olarak “Türk”, rekabetin imgesi
olarak “Kürd”ü buluyor karşısında. Müşterek dava, yerin bir karış altında
duruyor. “Kürd”ü kuranlar, bu sefer ona ruh üflemek istiyorlar. Kavganın
harrında pişmiş, tavında dövülmüş bir irade teslim alınmak isteniyor. Ona da
sınırsızlık-sınırsızlık yalanı öğretiliyor.
Kur’an, sınıfa ve sınıra dair. Sınıfsızlık imgesi
olarak bir Kur’an okuması yapmakla; sınırsızlık imgesi olarak bir başka Kur’an
okuması yapmak mümkün. Sınır sınıfsal; sınıf sınırlandırıcı. Kur’an’da sınır ve
sınıf ötesi, Allah. Müslüman, O’nun adına, sınırlara ve sınıflara saldıran
irade. Pers-Bizans arası coğrafyada kendi kulelerini dikenlere saldırmak, Pers
ve Bizans saraylarına da yönelmeyi emrediyor.
Bu açıdan, ABD ve İsrail’in sınırsızlığına öykünmek,
sınıfsallığı köreltmek, geri plana itmek zorunda. Ezen-ezilen, işçi-burjuva
kavgasına dair her türden ayrımın üzerini örten bir İslamîlik, onların
sınırsızlığına raptiyelenmeye mecbur. Sınırsız-sınıfsız bir İslam, sınırları
aşmıyor, sınıfları kaldırmıyorsa, bugün efendilerin hizmetine girmek durumunda.
Sınıfsızlık yalanı ABD’den; sınırsızlık yalanı İsrail’den. Zülfikar, bu iki
yalanı yekten parçalamak için var.
Devlet, “sınıfsız, kaynaşmış kitle” oluşturmaktır. Bu
sınıfsızlık kurgusu, sınıfî ideolojileri düşman görmeye, kitleleri bireylere
bölüp o bireyleri ideolojisiz kılmaya mahkûmdur. Kur’an’daki temel vurgu,
verili durumda muktedirlerle tanımlı hayatiyetin Allah’ın sınırlandırıcılığına
teslim olduğuna dönüktür. O muktedirlerle ölümsüz olacaklarını zannedenlere
hitap eden, ölüm ve ölümün eşitleyiciliğidir. Ölmek, yok olmak istemeyen,
devletin varlığına biat etmek zorundadır. Küfrün galebe çaldığı yer burasıdır.
“Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize
döndürüleceksiniz.” [Ankebut:57]
Ve Allah, fukara kullarının Kendisi üzerinden bu
türden sınırsızlığa ve sınıfsızlığa duçar olmasına izin vermez. Hatırlatılan,
ahirettir. Bugünden sonrasıdır. Güç ve iktidar yapılarının geçiciliğidir.
İktidar, gücünü sınırsızlığını sınıfsallığından; sınıfsallığını sınırlılığından
alır. Burjuva devlet, kendisine günbegün bir halk kurar, o halkın bekasını
kendi bekasına bağlar. Sınıfsızlığını muhafaza etmek için halkı adaletsiz;
sınırsızlığını idame etmek için onu hürriyetsiz kılmak, tutmak zorundadır. Ama
tanrı olayım diye yola çıkan her küçük burjuvanın serencamı, nihayetinde
başkalarının kulu olmaktır. Bu açıdan huzur değil, kurtuluş İslam’dadır.
Oysa Kur’an, ailedeki itaatin kaynağı ana-babadan
başlayarak küfre zorlayan ne varsa karşıya atmayı emreder. Devlet, kendisini
aileyi parçalayıp kendisinde bütünleyerek idame ettirir. Cümlemizi yetim-öksüz
kılmak, en azından sürekli böylesi bir tehdit altında tutmaya mecburdur. Artık
dönülecek tek yer orasıdır, odur. Ailenin parçalandığı, tekrar bütünlendiği yer
orasıdır. Cümlemizin küfürde ortaklaştırılması ol sebeptendir.
“Biz
insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında
hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde
onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı
size haber vereceğim.” [Ankebut:8]
Bugün çeşitli vakıfların devletleşmesine, devletin
sokak aralarına sızmasına tanık olunmaktadır. Mevcut müesses nizama aykırı
hareket eden dinamikler, hizaya çekilmektedir. Allah için hareket ettiğini,
cihada dâhil olduğunu söyleyenlerin furkanı silinmiş, devletle Allah arasındaki
ayrım kalkmıştır. Kendileri olmasa Allah’ın ve İslam’ın yok olacağını
kendilerine ve başkalarına inandırmış olanlar, devletin ideolojik ajanları
olarak sahaya sürülmüşlerdir. Cümlemizin tek ailesi olarak devlet, firavunî
ameliyle her türden ilişkiye nüfuz etmektedir. Eskiden “Hz. Muhammed Türk”
diyerek Müslümanlığı bile Türkleşerek ve devletleşerek mümkün bir eyleyişe
indirgeyen, yeri geldiğinde “bu milleti Arapların masallarından kurtaracağım”
diyen devlet, bugün herkesin tek tek sahibidir. Çabamız, emeğimiz, gayretimiz,
sevdamız, kavgamız sadece ona dairdir. Devlet, bu hâle muhtaçtır. Yaşaması için
bizim ruhumuzu günbegün emmesi, burjuvazinin çarklarına kanımızı-terimizi
akıtması gerekir. Bu zulme, bu küfre bir Furkan şarttır.
“Her
kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah âlemlere
muhtaç değildir.” [Ankebut:6]
Orta sınıflar nezdinde sınıfsallık meselesi, yönetsel
ilişkilere, hiyerarşiye tercüme edilir. Bu kesimden mücadeleye duhul edenler,
yükselmek isteyenlerdir. İlgili kesim, ilk fırsatta, yükselme önündeki engeller
kalktığı noktada, sınırsızlığın akışına, rüzgârına saçlarını kaptıracaktır.
Burada kural, “ne yârdan ne serden geçmek”tir. Devlet, bu katmanda kök alır.
Kadrolarını buradan devşirir. Münafık, güvenliği için iki yuva açan “tarla
faresi” gibidir. Allah için sıkıntı çekmesi gerektiğinde diğer yuvaya sığınır.
Devlet, münafıkların daimi yurdudur. İslam’ı huzura, psikiyatri ilâçlarına
indirgeyenler, bu münafıkların hizmetkârlarıdır. Ali Şeriati’nin vurgusuyla,
Müslüman rahatsız etmek için vardır, yoksa yoktur.
“Allah,
elbette kendisine iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir.”
[Ankebut:11]
Artık “ne yârdan ne serden” sözü, “ne yârdan ne
kârdan”a dönüşmüştür. Bu çift dilli, çift dinli, çift cinsiyetli hâl, had
bilmezlikle, karşısındakinin, dışındakinin imkânlarını da talep etmeyi
beraberinde getirir. Bu açıdan devlet de bu yol üzredir. O da Allah olmak
ister. Kadın erkeğin; erkek kadının yaşadığı hazzı talep eder. Kendisi
başkasıdır, başkası yayılma, sömürgecilik imkânıdır. Başkasının bedenine
yayılmak mülkün, başkasının ruhuna, hazzına nüfuz etmek paranın iradesidir.
Salih amelse o mülke ve paraya kul olmamaktır.
“(Lût) ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu
kavme karşı bana yardım et’ dedi.” [Ankebut:30]
Mekke’de zuhur eden İslamî hareketin “Muhammed” ismi
ile anılmaması mühimdir. O, binlerce yıllık peygamberlik hareketinin parçası,
ona içsel bir devrimdir. Kur’an’a yansıyan, bu yöndeki ikazlar ve tembihlerdir.
Mesele, kendimizdeki fiilî eksikliği O’nda tamama erdirip kibirlenme imkânı
bulmak değil, O’ndaki kavgayı cisimleştirmektir. Hz. Muhammed (sav) bizdeki yükselme,
yayılma, nüfuz etme arzusunun, tekebbürün mecazı ya da dolayımı olamaz.
Kur’an’da belirli bir sınıfsallığa ve sınırlılığa yönelik itirazın örgütlendiği
koşullarda, o sınıfsallığı ast-üst ilişkisi üzerinden okuyanlar bir bir ikaz
edilirler. Rızkı fazla verilmiş olanların üstünlüğü tanınmaz. Onu
biriktirmeyenlere özel bir ehemmiyet gösterilir. Sapla saman ayrılır.
Sınıfsallık ilişkisi tarumar edilirken, Allah yolunda olanların üstünlüğü açık
biçimde tanınır. Ama bu üstünlüğün Allah şahsında istismar edilmesine,
başkalarına üstünlük taslanmasına izin verilmez.
“Allah
kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.” [Ankebut:62]
Devlet, yoksul kitlelerin sınırsızlaşma iradesini
sömürür; sınıfsızlaşma kavgasını ezer. Bu açıdan dert, yoksulun başını okşayıp,
o yoksulluğun ne kadar doğal, doğal olması hasebiyle ne kadar yüce olduğunu
öğütlemek değildir. Devlet, dinî hareketleri insanlarda doğal olarak miras
kalan “yüce bir millet” kurgusu ile dağıtmak ister. Buna yoksulluğun doğal bir
kader olduğunu, güzelliklerinin, derinliğinin tecrübe edilmesini telkin ederek
karşı konulamaz. Bu tip bir yaklaşım devletle ortaklaşacak, onu Hakikat’e şirk
koşacaktır.
“Gemiye
bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp
karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki Allah’a ortak koşarlar.”
[Ankebut:65]
Bu ikazı eski Mısır cumhurbaşkanı unutmuş gibidir.
Darbenin gerçekleştiği günün öncesinde yaptığı son konuşmada “Tahrir, açların
devrimi değildi. O, hürriyet ve adalet çağrısıydı.” demiştir. Devlet katında,
yoksul düşkün görünür. Gözdeki çapak gibi ele alınır. Bu alçak dünyada
yükselen, dünya nimetlerini her an yüceltmeye mecburdur. Açları görmeyen,
yoksula yoldaş olmayan bir hürriyet-adalet kavgası, efendilerin dişlerinin
arasını karıştırdıkları kürdandır. Mazluma kör bakan her irade, efendilerin
sınırötesi faaliyetlerine koşturulan bir emir eri; onların sınıfsızlık yalanını
idame eden bir bekçi olmaya mecburdur.
Mursi, iktidardan düşmeden önce efendilere işve
yapmaktadır. “Açları ben kontrol ederim, sizin için onlara hürriyet-adalet
zokasını ben yuttururum” demektedir. İş işten geçmiştir, tüm çırpınışlar
nafiledir. Devlet, fasılaya bir son vermiş, çeri çöpü başkasına temizlettikten
sonra özüne dönmüştür. Hürriyet ve adalet, artık sadece Mursi’nin partisinin
tabelasında kalmıştır. Koca Tahrir’den ancak kendi çıkarına olanı duyabilmiş
olan Mursi’de mesele, onun karaya çıkınca Allah’a devleti ortak koşmuş
olmasıdır. Nihayetinde onca fayda ve nankörlük ardından neyin ne olduğunu “bilmiştir.”
[Ankebut:66]
Kitlelerin çığlığında ancak ve sadece kendi ismini
duyanların, duymak isteyenlerin burada alacağı çokça ders vardır. Kendi
varlığını ve benliğini kitlelerin kavgasında sigaya ve sorguya çekmeyen, bu tür
musibetlere mecburdur. Devlet, o varlığı ve benliği sınırsızlığın ve
sınıfsızlığın cazibesi-iğvası ile kandırır, başköşeye oturtur, ağzına yağlı
parmaklarıyla bal çalar, sırtını sıvazlar. Sonra da sınırlı-sınıflı gerçeğin
orta yerine fırlatıp atar. Bu tuzağa karşı imanla ve akılla karşı koymak
gerekmektedir. İman ve akıl yoksa direniş de yoktur.
Neoliberal dönüşüm için biçilmiş kaftan olduğunu her
gün dua gibi tekrarlayıp duranların görmedikleri tuzak budur. Esasen tuzağa
düşecek olan Müslüman iradedir ve bu, asla umurlarında değildir. Eskiden
İslam’la ilişkileri ne ise bugün devletle de ilişkileri o düzeydedir. Küçük
burjuvazinin ihanetine karşı emekçi-yoksul Müslüman’ın iradesi, bu tuzaklara
düşmeyecek ferasete sahiptir.
“Bizim
uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.
Şüphesiz Allah mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” [Ankebut:69]
Mursi’nin yanılsaması, ABD rüzgârı ile bindiği geminin
Nuh’un gemisi olduğuna inanması, milleti buna inandırmasıdır. Kayalıklara
çarptığında ise geride eskinin masalları kalmıştır. Partisine adını veren hürriyet
sınırsızlıkla; adalet sınıfsızlıkla alakalıdır. Gerçek düşmanla
çokboyutlu mücadele içerisine girmeden, kolay yoldan iktidar imkânlarından
istifade edeceğini düşünmüş, düşmanın sınıfına ve sınırına teslim olmuştur.
Kolay yol, efendilerin yoludur.
Kahire’de mezarevlerde çile çeken yüz binleri görmeyen
bir hürriyet kavgasının; ordunun tahkim ettiği sınıfsallığı karşıya almayan bir
adalet mücadelesinin akıbeti budur. İhvan’ın dayanışma örgütü olarak varlığı,
Nasır ile birlikte tarihe havale edilmiştir. Nasır İhvan’da, İhvan Nasır’da
çözülmüştür. Körfez ile rabıtalı fıkıh, neoliberalizmin ve siyonizmin yoluna
taş döşemiştir. Bölgeye dair model ülke olma hayalleri, Tahrir’de açların
öfkesini görmediği için, daha doğarken, ölmüştür.
Mesele, düşmanın kurduğu gerçeklikle dövüşmekte, o
dövüşe kendimizi dâhil etmekte, gerçeği kendimizden kurmamakta, her adımızı
ünleyene koşmamaktadır. “Hürriyet” dediklerinde kendi öznelliğimizden,
nefsimizden dünyaya baktığımızda, “işte beni sınırsız kılacak irade!” diye o
yöne koşmamak gerekir. “Adalet” dediklerinde, gene aynı yerden bakıp, “beni
boğan küçük sınıfsallıktan kurtaracaklar” diye seğirtmemek lazımdır.
Önce kendimizi nerede, kimle kurduk, ona bakalım.
Finans spekülatörleri, bankerler rahat trafik istiyor diye ormanları talan edip
köprüler, boğazlar inşa edilmemeli. Bir an olsun o zenginlerle aynı düzleme
gelince, hayallerimizin gerçekleştiğini düşünmemeli. Aradaki sınıfsal farka,
sınıra, furkana sıkı sıkı sarılmalı.
“Nice
canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyecek biriktirmezler). Onları da
sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
[Ankebut:60]
Allah’a güvenmeli. “Onun yeryüzü geniştir.”
[Ankebut: 56] O arz, sınıfsız-sınırsız kavgayla değil,
sınırsızlığın-sınıfsızlığın kavgasıyla parça parça sökülüp alınacak, bu
bilinmeli. İlki yanılsama, vesvese, vehim; ikincisi hakikattir. “Komünizm
ütopya, başkanlık gerçek” denileceğine, neyin başı, kimin başkanı, bu
sorulmalı. Nihayetinde O’ndan başka dost tutanların, kendisi için, kendine özel
bir ev kuranların vay hâline!
“Allah’tan
başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu
gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!”
[Ankebut:41]
Eren Balkır
17 Temmuz 2018
0 Yorum:
Yorum Gönder