17 Ekim 2023

,

Aksa Tufanı: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Siyonizm ve Gericilik

7 Ekim 2023 günü, aralarında Hamas’ın, Filistin İslamî Cihadı, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin bulunduğu iki-üç bin civarında Filistinli savaşçı, 16 yıldır devam eden Gazze kuşatmasını kırdı. Savaşçılar, Siyonist yapının (İsrail’in) boyunduruğundan kurtulmak için verilecek savaşın fitilini ateşleme çabası dâhilinde, tarihî Filistin’in güneyindeki işgal altında bulunan topraklarda destansı bir cenge giriştiler.

Bugün itibarıyla savaşın sekizinci gününe girmiş bulunuyoruz ve İsrail’in kendisini savunma hakkını ilk elden koruma telaşına düşen Batı’nın, Filistinlileri hemen ve hep bir ağızdan kınadığına şahit oluyoruz.

Savaşa öncülük eden yegâne örgüt olarak Hamas’a işaret eden Batılı egemen sınıflar, hep bir ağızdan, bu tarihî operasyonu ilhamını İslam’dan alan “terörist bir operasyon” olarak damgaladılar. Filistinlileri “Müslüman teröristler” olarak damgalayan bu tasvir girişimi sayesinde İsrail hükümeti, Gazze’yi kesintisiz bombalama ve kara harekâtına hazırlanma konusunda gerekli izne kavuşmuş oldu. Tüm Batı, İsrail’in “Gazze’yi haritadan silme” ile ilgili soykırım çağrılarına destek sundu, onun etrafında birleşti, İsrail’in Gazzelilerin doğal gazını, suyunu ve elektriğini kesmesine ses etmedi. Öte yandan, başbakan Binyamin Netanyahu, X hesabından Gazze Şeridi’deki sivil yerleşimlerinin bombalandığını gururla duyurdu.

Savaş davullarının çalmaya devam ettiği koşullarda Filistinli savaşçılar, bugün hâlen daha cenge devam ediyorlar. Batı Şeria’daki Filistinli örgütler de işgal güçleriyle çatışmaya başladı. İran, Suriye ve Hizbullah gibi diğer bölgesel oyuncuların savaşa dâhil olmaları an meselesi.

Ben, bu makalede savaşın ölçeğini ve önemini hem bölge hem de dünya düzleminde ele alacağım, bu noktada, Küresel Güney’in halklarına kendi çilelerini ve mücadelelerini anlama konusunda çoğu kez yön veren teorik araçlardan istifade edeceğim.

Bence bu savaşı bir tür açık hava hapishanesi olarak Gazze’nin sınırlarının dışına çıkarak anlamak için yeniden “Emperyalizm-Siyonizm-Gericilik” kavramlarına dönmek gerekiyor. Ama bir yandan da ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin yavaş (ama kesintisiz) çöküşüne tanıklık eden bir dünyada bu savaşın diyalektik niteliğini anlamak için bu kavramlar, günümüz koşullarına göre güncellenmeli.

Emperyalizm: ABD Hâkimiyetindeki Tek Kutupluluk Momentinin Sonu

Emperyalizm, artı-değer temini üzerine kurulu dünya sistemini ifade eder.[1] Bu dünyada gelişim, ırk ve sınıf temelinde farklı seyirlere sahiptir. Emperyalizm, merkezdeki egemen sınıflarla çevre ülkelerdeki kompradorlar arasında işleyen sınıfsal işbirliği süreci üzerinden meydana gelen, Küresel Güney ve Kuzey’deki ülkeler arasında cereyan eden maddi sömürü ilişkileri bütünüdür. Birikim, giderek, emperyalist ülkelerin gelişmekte olan ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeyine bağımlı hâle gelmiştir.[2]

Bu da misal, bölgenin veya halkın gelişimi amacı doğrultusunda belirli politikaların o ülkeleri iç kaynaklarını güçlendirmekten alıkoymak için kullanılmasını ve askeri açıdan hâkimiyetin tesis edilmesine dönük adımların atılmasını şart koşar. Aynı zamanda tarihsel düzlemde gerçekleşen bu eşitsiz servet birikimi neticesinde emtia ve doğal kaynaklar belirli ellerde toplaşır, aynı zamanda sermayenin her şeyi gasp etme üzerine kurulu mantığına denk düşen fikirler geliştirilir. Başka bir ifadeyle, sosyolojik bir olgu olarak emperyalizm[3], hem madde hem de ideolojik bir süreç olarak işler.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, dünya genelinde politik ve finansal imkânlara kavuştu ve dünyanın en büyük emperyalist gücü hâline geldi. Savaş süresince İngiltere ve Fransa’ya kredi veren ABD, Afrika ve Asya’daki sömürgelerinden bütçe açıklarının belirleyici olduğu ekonomik koşullarda çekilmek zorunda kaldığı dönemde, dünya sistemini yeniden inşa etmek için uğraştı.[4] Bu görev, birbiriyle bağlantılı askeri yayılmacılık ve ticaret alanları üzerinden ifa edildi. Ticaret sahasında, savaş sonrası dönemde Truman yönetimi “açık kapı” politikası uyguladı, bu anlamda, “ticari ve mali bariyerleri kaldırdı, özel ticaret blokları oluşturdu, her türden kısıtlayıcı politikayı devreye soktu.”[5] Uluslararası planda yapılan alışverişlerde ve girişimlerde kimseye iltimas geçmeyen bir özgürlük anlayışını uyguladığı iddia edilen bu yeni ticaret düzenlemeleri, gerçekte küresel sistemin Amerikanlaşmasını ifade ediyor, özünde kırkların sonundaki hâliyle, Amerikan sermayesinin ihtiyaçlarını yansıtıyordu.

Yeni kurulan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ABD doları denilen ortak para birimi ile dünya ticaretini düzene soktu. Savaş sonrasında Batı Avrupa’nın ekonomisi yeniden inşa edildi. Bu sayede ABD’li ihracatçılar yeni pazarlara kavuştular. Bir yandan da çöküş sürecine girmiş olan İngiliz emperyalizmiyle kurulan askeri koordinasyon sayesinde ABD’li şirketler, sanayileşmiş dünyanın ana kaynaklarına, bilhassa petrole erişim konusunda ayrıcalığa sahip oldular.

Nihayetinde “Amerikan istisnacılığı” denilen efsane, bu hâkimiyet kurma amaçlı politikaların uygulamada kalmasına katkıda bulundu. Söz konusu politik efsane, Amerika kıtasındaki soykırımı meşrulaştıran misyonerlik faaliyetlerini ve sömürgeci çabayı kendi şahsında somutlaştırdı[6] ve ABD’nin diğer ülkelerin onu takip edecekleri, dünya tarihinde oynaması gereken özel bir role sahip olduğu fikrinin dini bir inanç gibi benimsenmesini sağladı.

Öte yandan, süreç içerisinde Çin ekonomik açıdan güçlendi. Rusya, 2015’te Suriye hükümetinin desteğiyle sürece askeri müdahalede bulundu, 2022’de Ukrayna’nın NATO eliyle kuşatılması hamlesine karşı çıktı ve gene askerini devreye soktu. Tüm bu gelişmeler, ABD ve müttefiki olan Avrupa ile Japonya’yı jeopolitik kâbusun içine fırlatıp attı.

ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, tarihsel planda politik çöküş aşamasına girdi. Bugün tek kutupluluk momenti dağılıyor. Küresel Güney’de BRICS türünden yeni politik bloklar öne çıkıyor ve aşağılayıcı buldukları süreçlere mani olacak, ama bir yandan birbirlerine eşitlik anlayışı temelinde yaklaşacakları bir uluslararası düzenin biçimlenmesinde söz sahibi oluyorlar.

Bu süreçlerin yanında bir de Batı Afrika’da Fransız ve Batılı yeni sömürgeciliğe karşı gerçekleştirilen askeri darbelere, Batı Asya’da İran’ın iddialı ve kararlı duruşuna, Rusya ile kurduğu işbirliğine tanıklık ediyoruz. Küba ve Venezuela ise onlarca yıldır süren yaptırımlara ve ABD destekli darbelere karşı direncini muhafaza ediyor.

ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin askeri baskısı ise giderek artıyor. Bu güçler çöküş süreci içine girdiklerinin bilincine vardıkça, bu sürece açıktan faşist olan retorik ve ideoloji ile cevap veriyorlar. ABD’de 2016’da Trump’ın seçilmesiyle başlayan süreçte yeni yeni faşistleşen Avrupa, çarpıcı bir özelliğe kavuştu ve bu süreçte Ukrayna’da Nazizmi “diktatör” Rusya’ya karşı gerçekleştirilen bir halk direnişi olarak yüceltip ıslah etmeye çalıştı. İtalya’daki Giorgia Meloni’den Fransa’daki Emmanuel Macron’a kadar tüm liderleriyle Avrupalı egemen sınıflar, kendi halklarını ve ülkelerini kudretli ABD için ne pahasına olursa olsun feda etmeye hazırlar.

Siyonizm ve Gericilik. Arap Birliği’nden Mukavemet’e

Böylesi bir bağlamda Arap bölgesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, bilhassa sahip olduğu petrol zenginliği sebebiyle, ABD emperyalizminin jeostratejisinde özel bir role sahip oldu. Bölge, emperyalist ülkelerin ekonomisi için önemli bir doğal kaynak. Bu kaynağa erişmenin güvence altına alınmasını sağlayacak en iyi araçlardan biri ise bölgenin üzerinde tesis edilecek politik kontrol.[7] Bu hedeflere ulaşmak amacıyla ABD emperyalizmi, kendisine sadık iki müttefikle sıkı bir işbirliği içerisinde hareket ediyor: İsrail ve gerici Körfez monarşileri.

Siyonist yapı, ABD ordusunun bölgedeki karakolu.[8] Sheila Ryan’ın ifadesiyle[9] 1948’den 1973 yılının ortalarına dek uzanan süreçte “İsrail, bir dizi yabancı kaynaktan toplam 8 milyar doların üzerinde yardım aldı. Yıllık yapılan yardım, kişi başına 233 dolara tekabül ediyor. Her bir İsrailli, bu anlamda toplam 3.500 dolar yardım almış. Yani ortalama bir İsraillinin eline her yıl bir Mısırlıya düşen gelirin (1969 yılı itibarıyla ülkedeki kişi başına düşen gelir 102 dolar) iki katı geçmiş.”

1943-2023 arası dönemde ABD, toplamda 160 milyar dolarlık yardım yapmış (enflasyonla birlikte hesaplandığında bu tutar 260 milyar doları buluyor)[10]. Bu tutara milyar dolarları bulan ve düzenli ödenen krediler dâhil değil. Bu yardımı ABD emperyalizmi militarizme yapılacak yatırımlar için yapıyor. Siyonist yapı, yerleşimci-sömürgeci bir oluşum olarak özel bir yere sahip. Bu hâliyle ABD’ye benziyor. Bu özelliği, bölgede ABD’nin tesis ettiği hegemonik hâkimiyeti güvence altına alan ve emperyalist değerleri reklâm eden bir bilinç tarzını koşulluyor.

Elindeki nükleer silâhlarla ve Irak[11], Lübnan, Suriye[12] gibi bölge ülkelerine yaptığı sayısız askeri saldırı ve işgal harekâtı ile İsrail, emperyalist sermaye birikiminin ve onun doğal sonucu olan Arap coğrafyasındaki gelişmemişlik hâlinin ardındaki ana güç.

Altmışlarda ve yetmişlerde Filistinli solcu çevrelerin üzerinde durduğu biçimiyle Siyonizm, emperyalizmin bölgedeki mızrak başıdır. Filistin’in kurtuluşu, İsrail’in jandarmalığını yaptığı ABD emperyalizmine karşı verilen bir mücadele, aynı zamanda İsrail’e yapılan her saldırı da bölgede ABD ve onun gerici müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verecek bir girişimdir.

Petrol zengini Körfez monarşilerine göre egemen sınıfların bu politik oluşumlar üzerinde tesis ettiği kontrol mekanizması, ABD’ye ait hazine bonolarının ve silâhlarının satın alınması karşılığında dönüşüme sokulan, dolarla yapılmış petrol satışları ile ABD dolarının uluslararası düzeyde sahip olduğu üstünlüğü güvence altına almıştır.[13] Son yıllarda, Irak, Libya ve Suriye gibi seküler Arap cumhuriyetlerinin egemenliğine yönelik gerçekleştirilen, Körfez ülkelerinin parası ve silâhı ile koordineli olarak yürütülen saldırıların ardından ABD, İsrail’le normalleşme gündemini herkese dayattı. Bölgede ABD emperyalizminin çıkarlarının güvenliğinin artması, İsrail’in resmi düzeyde daha fazla tanınmasına bağlı.

Ancak bölgenin jeopolitik dengesini alt üst eden iki gelişme yaşandı. İlki 2011’de NATO öncülüğünde Libya’da başarıyla yürütülen rejim değişikliği operasyonuna ve 2015’te Rusya’nın Libya’dan çıkarttığı derslerle Suriye’ye gerçekleştirdiği müdahaleye tanıklık eden süreçte bölgesel ve jeopolitik dengelerin değişmesiydi. İkincisi ise tıpkı Küba, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Venezuela gibi İran İslam Cumhuriyeti’nin de onlarca yıldır uygulanan yaptırımlara direnme becerisi sayesinde bölgede önemli bir politik oyuncu ve bir yandan da Siyonist yapının bir numaralı düşmanı hâline gelmesiydi.

Lübnan’da faal olan Hizbullah ve Yemen’deki Ensarullah gibi bölgedeki başka sosyo-politik oluşumlara sunduğu destekle İran politik ve askeri açıdan iddialı ve güçlü bir konuma geldi. Bu gelişme, Siyonizme karşı bölge halklarının gerçekleştirdiği ideolojik yürüyüşün niteliğinde önemli bir değişimin yaşandığının delili. Mukavemet (Direniş) ideolojisini tahkim eden İran ve Hizbullah, bölge için mezhepçi, dışlayıcı, salt Şiilerin öncülüğünü tanıyan bir vizyondan uzak durdu. Başka bir ifadeyle, İran ve Hizbullah, ABD emperyalizminin Sünni gerici güçlerle el ele çalışan Afgan mücahidleri döneminden beri parayla beslediği saldırıya aynı araçlarla cevap verme hatasına düşmedi. Bilâkis, Mukavemet, diyalektik bir yaklaşımla, bölgenin Arap birliği yerine Müslümanların birliği şiarıyla birleşmesi gerektiğini söyleyen tarihsel ve ideolojik sürekliliği gördü. Geçmişe önsel olarak itiraz etmedi. Bunun yerine, geçmişle bugünü birleştirip bölgedeki her bir devletin egemenliği hilafına olacak şekilde, yabancı zalimlerin yürüttükleri maddi ve ideolojik savaşa karşı koymak adına, bölgenin hem Arap hem de Müslüman kimliğine seslenen yeni bir ideolojik düzen tesis etti. Seyyid Hasan Nasrallah’ın da bir keresinde ifade ettiği biçimiyle:

“Amerikan hegemonyası denilen proje, bağımsız bir devletin, bu anlamda güçlü bir devletin, halkının çıkarlarını hesaba katan, kaynaklarından istifade eden, onları ve ekonomisini bizatihi kendisi yöneten, bilim, teknik, kültür ve idare düzleminde gelişme kaydeden bir devletin varolmasına izin vermiyor. Amerikan hegemonyası denilen projede bu türden bir devlet yasak.”

Tek kutuplu dünya düzeninin çöküşüne tanık olduğumuz koşullarda Mukavemet, bölgeye yönelik emperyalist saldırıları güçlü bir biçimde savuşturan Savunma Ekseni’ni kendi bünyesinde somutluyor. Mukavemet, aynı zamanda gelecekte bugünden kimsenin beklemediği yeni ittifakların kurulacağı zemini meydana getiriyor.

Batı kamuoyunda hâkim söyleme dayalı analizler, Sünni-Şii ayrımı üzerinde duruyor, Suudi Arabistan’ı İran’ın karşısına çıkartıyor, bölge ve gelecek, bu ayrımlar üzerinden tarif ediliyor, buna karşın, Çin Halk Cumhuriyeti, 2023’te iki ülke arasında diplomatik bir anlaşmanın imzalanmasında arabuluculuk yaptı. “İran ve Suudi Arabistan, gelecekte bölgede birlikte yürürlerse ne olur?” sorusu cevabını arayan yakıcı bir soru hâline geldi.

Bunun birlikte, gericilik, hâlen daha capcanlı ve bölgede at koşturuyor. Komprador rejimlerin, bilhassa Ürdün, Mısır ve BAE’deki rejimlerin ardındaki egemen sınıfların çıkarları hâlen daha ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sermayeyle sıkı bir ilişki içerisinde.

Ancak öte yandan da Aksa Tufanı, bölgedeki gerici devletlerle halkları arasında, aynı zamanda yeni yeni gelişen çok kutuplu düzen içerisinde varolan çelişkileri derinleştirdi. BAE, Siyonist yapıyla arasındaki ilişkileri çoktan normalleştirdi. Suudi Arabistan ise bugün normalleşme süreciyle ilgili olarak ileride yürüteceği tartışmayı dondurma kararı aldı ve ilk kez mevcut durum konusunda İran’la birlikte hareket etti.

Bu anlamda, Aksa Tufanı, Hindistan’ı Suudi Arabistan ve İsrail üzerinden AB’ye bağlamayı öngören, ABD destekli taşımacılık koridorunu toprağa gömdü. Hindistan, doğal olarak alelacele İsrail’e desteğini sundu, ama ondan daha güçlü olan BRICS üyeleri, Filistin tarafını desteklediler. Brezilya dışişleri bakanını telefonla arayan Çin dışişleri bakanı, “Filistin halkına adil davranılmamasının olayların özünü teşkil ettiğini” söyledi.[14]

Bu türden gelişmeler, bölgeyi “terk edip” Çin’e odaklanmak isteyen ABD için kötü. Filistinliler, ABD’nin temel çıkarlarına doğrudan bir darbe indirdiler. Onlar, sadece yeni ve kimsenin beklemediği bir askeri cephe açmakla kalmadı, ayrıca Küresel Güney’e yeni dünya düzeninin oluşacağı yolun Filistin’den geçtiğini, ABD’nin elindeki güce karşı konulmasının şart olduğunu anımsattı.

Ayrıca Aksa Tufanı, gerici güçlerin başta olduğu rejimlerle halk kitleleri arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi. Kompradorlar ne tür çıkarlara sahip olurlarsa olsunlar, bu çıkarların hiçbirisi, bölgenin emekçi halk kitlelerinin çıkarlarıyla örtüşmüyor.

Direniş’in bölge genelinde halk kitlelerinin harekete geçmesi çağrısı yaptığı sırada Ürdün, rezil bir hamleyle İsrail sınırını kapattı. Buna karşın insanlar, Filistin’i desteklemek için sınırlara akın ettiler. Aksa Tufanı, bölgedeki işçi sınıfı bilincinin işçi ve emekçilerin kaderinin ABD sermayesine, askeri üslerine ve gerici müttefiklerine karşı verilecek mücadeleye bağlı olduğunu idrak edeceği düzeye yeniden gelmesini sağladı.

Bu, yavaş yavaş gelişen bir süreç. Aldığı şekil ve sahip olduğu yoğunluk, zamanla idrak edilecek. Misal, Lübnan’daki göstericilerin Saida kentindeki McDonalds’a yaptığı saldırı, bölgede ABD emperyalizminin ideolojik ve maddi biçimlerine karşı geliştirilen kitlesel hareketliliğin ilk örneklerinden biri. İskenderiye’de iki İsrailli turistin vurularak öldürülmesi ve İsraillilerin Arap milletinin düşmanı olduğuna dair propaganda, esasen Mısır devletinin resmi düzeyde yürüttüğü normalleşme çalışmalarına indirilmiş birer darbe. Demek ki verilen mücadele, salt Gazze’yle ilgili değil ve sadece orada yürütülmüyor. Mücadele, Kahire, Amman ve Bağdat dâhil tüm Arap başkentlerinde sürüyor. Bugün Filistin’e örgütlenen mücadele, emekçi halk kitleleri kendi geleceklerine ve bağımsızlıklarına kavuşsunlar diye veriliyor.

Gazze Adil Bir Gelecek Konusunda Dünyanın Umududur

Böylesi bir bağlamda, 7 Ekim 2023’te Filistinlilerin gerçekleştirdikleri operasyona bakarken dikkate almamız gereken birkaç husus vardır.

1. Bu operasyon, Filistinlilerin ABD’nin çöküşte olduğu bu tarihsel momente tüm kararlılığıyla giriş yapma tarzını ve yolunu ifade eder. Siyonist yapıya karşı yürütülen kurtuluş savaşı da tıpkı Mukavemet gibi geçmiş ve bugünü geleceğe bağlamaktadır. 1973’te İsrail’e karşı gerçekleştirilen Arap Savaşı’nın yapıldığı günü eylem günü olarak seçen Aksa Tufanı, Filistinlilerin kurtuluş savaşı olarak geçmişte kurulan Arap Birliği fikrini temel alır, ama aynı zamanda yüzünü geleceğe çevirerek, tüm Araplara, Müslümanlara ve Hristiyanlara kutsal mekânları ve yerleri savunmaları, onlar için dövüşmeleri çağrısında bulunur.[15] Aynı zamanda, Aksa Tufanı, sahip olduğu tarihsel niteliği ve ölçeğine ek olarak, Arap kitleleri Filistin’in kurtuluşu için verilen mücadeleye çekme ve askeri düzlemde o mücadelede birleştirme becerisini haizdir. Yukarıda da dile getirildiği biçimiyle, bölgede sahip olduğu çıkarları ABD öncülüğünde hareket eden sermayeye bağlı olan gerici rejimlerin somut bir engel olduğu, bölgedeki Irak, Libya ve Suriye gibi Siyonizm karşıtı cumhuriyetleri harap eden askeri yıkım süreci hatırdan çıkartılmamalıdır. Öte yandan Mukavemet Ekseni, Filistin’deki müttefiklerinden mahrum kalamaz. Hizbullah, Gazze’de kara harekâtının başlaması durumunda savaşa gireceği konusunda birçok kez uyarıda bulunmuştur. Bu, bize tarihin kümülatif, birikimi esas alan bir niteliğe sahip olduğunu söyler. Bu anlamda Aksa Tufanı denilen olguya salt kurtuluş savaşına uzanan nihai yol olarak bakılamaz. O, kurtuluş denilen tarlada mahsulün toplanmasını sağlayacak, 2006’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı elde ettiği askeri zaferle başlayan sürecin önemli aşamalarından biridir.

2. Siyonist yapı, saldırı karşısında şaşkına döndü. Bölgedeki teknolojik açıdan en gelişkin orduya sahip olan bu yapı, saldırıya mani olamadı. Bu, onun önemli bir politik kayıp. Liberal ve muhafazakâr yerleşimcileri birbirine düşüren toplumsal çelişkilerin arttığı koşullarda Netanyahu, ülkenin İsrail’in en fazla temsil ettiği şey olan Filistinlilere yönelik soykırım hedefi etrafında birleşmesini umut ediyor. Bu türden sebeplere bağlı olarak bir dizi İsrailli siyasetçi, açıktan ikinci Nekbe çağrısı yapıyor, Gazze’yi yeryüzünden silinmesi üzerinde duruyor. Oysa bu türden soykırım çağrıları, Siyonistlerin bir tür Pirus zaferi elde ettiğini ortaya koyuyor. Siyonistler, Küresel Güney’e Batı’nın ve müttefiklerinin hızla, ahlaki ve politik faşizm mertebesine gerilediğinin delili olarak iş görüyorlar. Aynı zamanda bu türden soykırım çağrıları başka bir süreçle karşılanabilir. Yani Batı Şeria silâhlanıp ayaklanırsa ve Gazze’deki örgütlerle birleşirse veya Mukavemet Ekseni, yeni askeri cepheler açmaya karar verirse, İsrail tümüyle kuşatılmış hâlde bulur kendisini. Siyonist yapının tüm gücüyle Gazze’ye saldırması, ABD’nin bölgedeki çöküşünün yeni bir ifadesi aslında. Bu anlamda, eğer eşitlik esası üzerine kurulu bir küresel düzen inşa etmek isteyen ve savaşı oturup izleyen Rusya, Çin ve Küresel Güney’deki kimi ülkeler için Filistin, yeni bir sınavı ifade ediyor.

3. Batı’daki sözde solcular, bu diyalektik hareketi kavrayamıyorlar. Bu solcular, bölgede kavganın İslamî yola saptığı fikrine yanaşmadıkları gibi, Filistin’de ideolojik açıdan birbirinden farklı direniş güçlerinin stratejiyi koordineli kılıp Hamas gibilerle ittifaklar kurabildiği gerçeğini görmezden geliyorlar. Emperyalist kibirleri sebebiyle kör olmuş olan Batı’nın hızla İsrail’i destekleme denilen o faşist ve bağnaz fikre saplandığı koşullarda solcu örgütleri tümüyle yönlerini yitirdi. Bu örgütler, büyük bir ümitsizlikle şiddetin “doğru” miktarını veya türünü aramakla ömür çürütüyorlar, bir yandan da alelacele savaşın her iki tarafını eşit ölçüde mahkûm etme yoluna giriyorlar. Yetmiş yıl boyunca Siyonistlerin Filistinlilere uyguladığı şiddeti, bölgeye attığı bombaları normalleştirip destekledikten sonra Batı, bu tarihsel konjonktürde Filistin’in müttefiki olma imkânını kaybediyor. Bu noktada akla şu soru geliyor: Batı solu, onca itirazına rağmen, ABD’nin veya NATO’nun öncülüğünde bölgeye atılan bombalara hiç mani olabildi mi? Bu kritik tarihsel momentte Batı soluna, Gazze’nin ve Filistin için verilen mücadelenin insanlığın daha iyi bir dünya kurması konusunda umudu olduğunu anımsatmak gerekiyor.

Son birkaç gün, Batı’nın sivil kurumlarının, eğitim kuruluşlarının ve medyasının ülkelerindeki askeri ve güvenlik aygıtlarıyla el ele nasıl çalıştığını ortaya koydu. Tüm bu kurum ve kuruluşlar, egemen sınıfların çıkarlarını korumak için var.

Artık Batı solunun birçok cephede harekete geçmesinin vaktidir. Sol, kısa ve uzun vadede:

1. Egemen sınıflarının Siyonist yapıya soykırım konusunda sunduğu desteğe karşı koymalı;

2. Eşitlik üzerine kurulu alternatif bir dünya düzeninin yaratılmasında Güney’i birleştirecek politik bir seçenek sunabilmelidir.

FHKC liderlerinden, Filistinli yazar Gassan Kenefani’nin o ünlü sözüyle:

“Filistin davası, sadece Filistinlileri değil ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin davasına sahip çıkan her devrimcinin davasıdır.”

Aksa Tufanı, içinde olduğumuz, tarihsel açıdan önemli olan dönemin somut bir ifadesidir. Bu eylemle Filistinli, Arap ve Müslüman halk kitleleri sahneye çıkmaya ve dünyaya hiçbir gücün kendilerini tarihin dışına atamayacağını haykırmaya karar verdiler. Onlar, dünyada yaşayanların büyük çoğunluğu için eşit bir dünya kurulsun diye verilen mücadeleye katılmaya hazırlar. Peki siz hazır mısınız?

Hassan Harb
15 Ekim 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bkz.: Arghiri Emmanuel, Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade (New York: Monthly Review Press, 1972); Samir Amin, Unequal Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism (New York: Monthly Review Press, 1976); Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik, A Theory of Imperialism (New York: Columbia University Press, 2016).

[2] Ali Kadri, Imperialism with Reference to Syria (Singapore: Springer, 2019).

[3] Anouar Abdel-Malek, Social Dialectics: Nation and Revolution (Albany: SUNY Press, 1981).

[4] Joyce Kolko ve Gabriel Kolko, The Limits of Power: The World and United States Foreign Policy, 1945-1954 (New York: Harper & Row, 1972).

[5] Joyce Kolko ve Gabriel Kolko, The Limits of Power, s. 12.

[6] Domenico Losurdo, Il marxismo occidentale. Come nacque, come morì, come può rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl Doğabilir?”] (Bari: Laterza, 2017).

[7] Brandon Wolfe-Hunnicutt, The Paranoid Style in American Diplomacy: Oil and Arab Nationalism in Iraq (Stanford: Stanford University Press, 2021).

[8] Seif Dana, “The Setback 49: The Dialectic of Neoliberalism and War”, 2016, Hadf.

[9] Sheila Ryan, “Israeli Economic Policy in the Occupied Areas: Foundations of a New Imperialism.” MERIP Reports (1974) 24, s. 3-28, s. 6.

[10] Congressional Research Service, “US Foreign Aid to Israel”, 2023, SGP.

[11] Soula Avramidis, ‘Iraq’s Constitution: The Dream of “New Imperialism”’, Monthly Review, 2005, MR.

[12] Patrick Higgins, “Gunning for Damascus: The US war on the Syrian Arab Republic.” Middle East Critique 32(3).

[13] Max Ajl “Robert Vitalis, Oilcraft: The Myths and Scarcity that Haunts U.S. Energy Policy.” Journal of Labor and Society 24(1): 252-260. 2021.

[14] Yukio Tajima, “China calls lack of justice for Palestinians 'crux' of conflict”, 13 Ekim 2023, Nikkei.

[15] Hamas, “Statement for the People”, Resistance News Network, 9 Ekim 2023.

0 Yorum: