Ailenin İlgası ve Cinselliğe Yönelik Sol Duyarlılık
Toplumsal bir kurum olarak ailenin
başı, her açıdan dertte. Bir zamanlar toplumun atomik düzeyi olarak görülen
aile denilen çekirdeğin parçalanacağı bir momente doğru ilerliyoruz.
Bugün ücretler durağan, iş piyasası güvencesiz, barınma maliyetleri artıyor. Bunlara eşlik eden başka yapısal faktörlerle birlikte, aile hayatı, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinde zayıflıyor.
Evli çiftler daha az çocuk sahibi oluyorlar, hane halkı küçülüyor, evlilikler eskisi gibi uzun sürmüyor, çocukların bakımı, artık iki yakalarını bir araya getirmek için mücadele eden insanların üstlenebileceği bir yük değil.
Eskiden toplumsal bir olgu olarak kabul edilen aile hayatı, giderek bir lüks
hâline geliyor.
1970’te ABD’de evlenme oranı
yüzde 85,9 iken, 2019’da bu oran, tüm zamanların en düşük seviyesine
gerileyerek, yüzde 33,2 oldu. Eskiden evlilik hayatında sınıfsal ayrım az
görülürken, bugün giderek daha fazla görülüyor. En düşük geliri elde eden en
alttaki beşte birlik dilimde yer alan yetişkinlerin yüzde 38’i hâlihazırda
evli, en yüksek beşte birlik dilimde yer alanlarda bu oran yüzde 80.
Zenginler, uzun ve istikrarlı
devam eden evliliklere sahip, ama yoksullar böyle bir şanstan yoksunlar.
İnsanların ortak özelliklere sahip kişilerle evlenmesi anlamında “sınıflandırıcı
çiftleşme”, bu ayrımın muhafaza edilmesini güvence altına alıyor. Boşanmalardaki
farklılık da sınıfsallığın belirlenimi altında. ABD’de bugün tek ebeveynli evlerin
oranı yüzde 23. Bu oran, dünyanın geri kalan kısmının üç katından fazla.
Tüm bu konular hepimizi endişelendiriyor
olmalı. Çocuk yetiştirmenin yol açtığı yükü alacak toplumsal altyapıya yönelik yapılacak
devasa kamu yatırımlarına ek olarak, işçi sınıfından çiftlerin ayrılma sürecini
hızlandıran mali istikrarsızlığı çözüme kavuşturacak bir ekonomi programıyla bu
soruna deva bulmak mümkün. Neticede toplumun genelini kuşatan ekonomik eşitsizlik
meselesi, ailelerin yüzleştiği dertlerin sebeplerinden biri.
Buna karşın, birçok solcu, aile hayatının
yüzleştiği bu krizi toplumsal bir sorun olarak görmüyor. Bunun yerine, solcular,
ailelerin dağılmasını bir çözüm olarak sunuyor. Evliliklerin dağıldığı, çocukların
ortadan kaybolduğu, yaşlıların hücre tipi huzurevlerine tıkıldığı koşullarda
sol, bize “aileyi ilga etmeyi” tembihliyor.
Karl Marx, bir yerde “pratikte
proleterlerin aile kurmamasından” şikayet ederken, Karl Kautsky, halkı onda
yerleşik olan, sosyal demokratların aile hayatına karşı olduğuna dair
anlayıştan arınmasını sağlamak için bin bir çile çekiyordu. Bir yerde Kautsky, “hiçbir
sosyalistin aklında uzak bir gelecekte aileyi ilga etmek, ortadan kaldırmak
gibi bir fikir yoktur” diyordu. Ama bugünün sosyalistleri, tam da bunu söylüyorlar.
Sophie Lewis’in 2022 tarihli “bakım
ve özgürleşme” manifestosunda “aile hayatı küçüldükçe toplumsal özgürlük
artacak” yazılı. Kısa süre önce Dissent’te çıkan bir makale, “aile hayatının
geriye döndürülemez biçimde yoksullaştığı”nı söylüyordu. Bugün ilerici
çevrelerde bir kurum olarak aile, her yönden redde tabi tutulan bir olgu. Fakat
bugün mevcut piyasa eğilimleriyle uyum içerisinde gelişen ve güçlenen
antisosyal davranışın her şeyin daha kötü olmasına katkı sunmaktan başka bir işe
yaramayacağını kimse görmüyor.
Ailenin krizinin yoğunlaşmasına
katkı sunan bir olgu da ilericilerdeki kötümserlik. Morgan Stanley’ye göre:
“İklim
değişikliği sebebiyle çocuk sahibi olmamayı salık veren hareket giderek büyüyor
ve doğurganlık oranlarını doğurganlıktaki düşüş konusunda bugüne dek görülmüş
her türden eğilime kıyasla, daha hızlı etkiliyor.”
Bu, gerçekten de çok çarpıcı bir
gelişme. Buna karşın, doğum karşıtı (antinatalist) hareket, doğum oranlarındaki
düşüşü hayırlı bir gelişme olarak görüyor. Doğan her çocuğun karbon ayak izine dikkat
çeken kimi insanlar, çocuk sahibi olma işine bir süre ara vermenin hayırlı
olacağını söylerken, bazı isimler de insan denilen canlı türünün yok olması
gerektiği üzerinde duruyorlar. Solun çok sevdiği bir kongre mensubu, çocuk
sahibi olmada bir sorun olup olmadığını tartışıyor. İnternette kendi dölleriyle
dünyaya yük olan, “sahip oldukları çocukları besleyip büyüten” insanlarla alay
eden, onları hor gören yazılar giderek yaygınlaşıyor.
Ailedeki çöküş, gerçek bir
toplumsal kriz aslında ve bu krizin dünya çapında ekonomik felâketle sonuçlanma
ihtimali mevcut. Buna karşın birçok solcu, bu krizle yüzleşmek yerine ortadaki
somut sorundan kaçmayı tercih ediyor. Ailenin dağılmasına yönelik eğilimi hem
gönüllü bir tercih hem de ahlaki bir erdem olarak ambalajlamak suretiyle ailenin
çöküş sürecine uyum sağlıyor. Solcular, belki de farkında olmadan, daha yalnız
ve daha yabancılaşmış insanlarla yüklü bir gezegen için tezahürat yapıyorlar.
Ailelerin yüzleştikleri, giderek
artan güçlükler görmezden gelinemez. Nüfusun hızla yaşlanmasıyla açığa çıkan
krize çocukların ailelerinin sırtına daha az ekonomik yük yüklemesini
sağlayacak bir politika olmadan çözüm bulamayız. Ayrıca çocukları yetiştirecek
asli toplumsal birim olarak ailenin yerini kolektif bakımın üst bir biçimine bırakacağı
görüşü de pek makul bir görüş değil. Mevcut hâlleriyle aileler çile çekiyorlar.
Bugün hayatta kalabilmeleri için ailelerin büyümesine ve istikrara kavuşmasına
katkıda bulunacak politikalara ihtiyaç var.
Aile çözülüp dağıldıkça onun
evvelden beri ana bileşenlerinden biri olan cinsellik de çözülüp dağılıyor.
Gençler daha az cinsel
birliktelik yaşıyor, ayrıca cinsellikle ilgili kaygıları daha da artıyor. Aseksüellik
yüceltiliyor ve cinsel kimliğin yeni yüzü hâline geliyor. Bir araştırmada
araştırmacılar Amerikalılara “lütfen daha fazla seks yapın” diye yalvarıyor. Araştırmada
son 12 ay içerisinde seks yapmayanların oranının yüzde 26 olduğu söyleniyor. Bu
oran, son 30 yılın en yüksek oranı. Dünya genelinde de benzer haberlere ve
raporlara rastlanıyor.
Tüm bu gerçeğe rağmen, belki de
tam da bu gerçek yüzünden kültürel hayata hovardalık (liberterlik) hâkim
oluyor. OnlyFans influencer’ları, milyonlarca dolar kazanan popüler isimler
hâline geliyor. Seks işçileri, Kongre üyeliği için aday oluyorlar. Porno, isteyene
ücretsiz sunuluyor, eposta göndermek için kullanılan cihaz, pornonun yaygınlaşmasını
sağlıyor. Özel pazarlarda satılan seks doğallaşıp yaygınlaşıyor.
Tüm bu gelişmeler, ikircikli bir
tutumla karşılanıyor veya kültürel ilerlemeye denk düştüğü iddia edilip övülüyor.
Buna karşılık, birbirine âşık çiftler arasında cereyan eden gerçek seks,
sayısal açıdan azalıyor. En tuhaf cinsel fetişleri eleştirmek gibi bir
terbiyesizliği yaptığınızda, insanların cinsel tercihlerini, ilgilerini ve fetişlerini
alaya alıp eleştirdiğinizde, birden karşınızda Viktoryen dönemden çıkıp gelmiş
namus kumkumaları buluyorsunuz.
Her dönem politik kampanya
yürütmüş eski seks işçisi kongre adayı Alexandra Hunt’ı yüzleştiği çelişki
sebebiyle yaşadığı kafa karışıklığı için bağışlamak mümkün.
2022’de Hunt, seks işçiliğini ona
vurulmuş damgalardan kurtarma çağrısı yaptığı için göklere çıkartıldı. O konuşmasında
Hunt, seks işçilerinden birer kahraman olarak söz ediyordu. Adaylığı o dönemde
seks işinin sorunlarına hoşgörülü gençlerin nasıl yaklaşması gerektiğini
söyleyen bir bildiri olarak görülmüştü. Üzerinde “Orospuları seçin” yazılı
kampanya svetşörtleri peynir ekmek gibi satıldı.
Sonrasında, aynı yıl içerisinde
Hunt, birçok insanın sekse son verdiğinden şikâyet etti ve insanların dikkatini
bu soruna çekmeye çalıştı. Bu sebeple Hunt, birçok insan tarafından
eleştirildi, kınandı, alay edildi.
Hunt’ın söz konusu soruna işaret
etmesi yanlış değildi. Toplumda cinsellik körelmekte, azalmaktaydı. Esasen bu, ciddiye
alınması gereken, toplumsal bir bozukluktu. Ama Hunt’ın sunduğu çözümler pek de
güven telakki eden çözümler değildi.
Hunt’a göre “seks yapma hakkı”, “seks
satın alma hakkı” demek. Oysa zaten seksin bu kadar aşırı metalaşması ve dijitalleşmesi
yüzünden bu noktaya geldik. Seks pazarlama işinin bu kadar artmış olması, bizi
seks eyleminden uzaklaştırıyor. Pornografinin ulaştığı yaygınlık ve seksin her
yerde satılıyor olması, toplumda sekse olan hürmeti artırmadı, bilâkis azalttı.
Piyasa, seksi ucuzlattı. Değerini düşürdü. Seksi ve cinselliği toplumsal
hayatın neredeyse tamamından söküp attı.
Bugün seks partneri bulmak için
gençler, potansiyel eşlerini yüzeysel kriterlere göre yargıladıkları, belirli
bir algoritmanın organize ettiği, tek tıklamayla karar verdikleri internet
sitelerine üye oluyorlar. Bu sitelerde cinsiyetler arasında ciddi bir
dengesizlik mevcut. Tinder uygulamasını kullananların sadece yüzde 23’ü kadın. Heteroseksüel
erkekler, çoğunlukla eş bulamıyorlar. Eş bulamayan erkekler OnlyFans’e
yöneliyorlar, bile isteye kabul ettikleri şartlar üzerinden herhangi bir
güvence sunmayan bu tür sitelere para akıtıyorlar. Aşk, duygu ve romantizm
karşıtı bir sistem inşa ediliyor. Üstelik bu sistemden kimse mutlu değil.
Amerikalıların yüzde 56’sı flört
uygulamalarına olumsuz yaklaşıyor. Oldukça “romantik” bir ifade dâhilinde “seks
pazarı” olarak adlandırılan yerin hâkimi olan kadınların yüzde 59’u bu tür
uygulamalara hiç onay vermiyor.
Dijital dünya, giderek Pasolini’nin
savaş sonrası İtalya’yla ilgili çektiği bir filme benziyor: İşsiz erkeklerin eş
ve aile arayışı içerisinde, paramparça olmuş şehirde dolaştığı, sadece
ümitsizlikle, yalnızlaşmayla ve paralı seksle yüzleştikleri bir gerçeklik
anlatılıyor bu filmde. İş, meslek, ayrıca ne tesadüf ki fuhşu sonlandırma
vaadinde bulunan Komünist Partisi’ne birçok İtalyan örgütleniyor.
Uyuşturucu, Ölüm ve Yoksullara
Ayrılan Paranın Kesilmesi
Amerikalılar olarak biz, bizi toplumsal
sefaletten kurtarmayı vaat eden, güvenilir bir kitle partisinden mahrumuz. Buna
karşın, elimizde sadece bireysel olarak bize nefes olacak uyuşturucular var.
Aşırı dozdan ölümler rekorlar
kırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış görülmemiş düzeylerde. 2000 yılında yasadışı
uyuşturucuların aşırı dozda kullanılması neticesinde ölen Amerikalıların sayısı
17.000 civarındaydı. Yirmi yıl sonra bu sayı, yüzde 500 arttı. Bilhassa
pandemiden beri daha fazla insan aşırı dozdan öldü. ABD’de 2019-2021 arası
dönemde aşırı dozdan ölenlerin sayısı yüzde 51 arttı. 2022’de 100.000’den fazla
kişi, aşırı uyuşturucu kullanımı sebebiyle hayatını kaybetti. Yani bu süreçte
bir yıl içerisinde bir İndiana şehri haritadan silindi.
Uyuşturuculara yönelik ilginin
giderek güçlenen toplum karşıtı itkiyle bir ilişkisi olduğu gibi, ilericilerin uyuşturucuların
serbest bırakılmasına dönük yaklaşımları da bu noktada önemli bir rol oynuyor. Eroin
kullanan, “sorumluluk sahibi” olan bir profesör, “uyuşturucu kullanımının
insanı özgürleştirdiğini” söylüyor. New York Times’a yazdığı yazıda Dr.
Carl Hart, “Amerikalıların uyuşturucuların zararlı etkilerine aşırı vurgu
yapmak suretiyle suç işlediklerini” söylüyor.
Filedelfiya’nın Kensington mahallesinde
dolaşanlar, gördükleri karşısında şoke oluyorlar. Burada binlerce takatten
düşmüş uyuşturucu bağımlısı, kendinden geçmiş hâlde, pislik içerisinde yaşıyor.
Bu insanların çektikleri çileye yönelik ikircikli tutum, toplum karşıtı tavrın
somut bir örneği aslında. Bugüne bize, kişisel özgürlükler adına bizim toplumun
intiharını hoş görmemiz, hatta yüceltmemiz gerektiği söyleniyor.
Carl Hart’ın görüşleri aşırı
bulunabilir, ama birçok solcu da bugün uyuşturucunun yasallaşması ve üzerindeki
lekelerden kurtarılması gerektiğine, bunların en makul ve hayırlı politikalar
olduğuna inanıyor. Bu anlayış, bizim uyuşturucuya yönelik olumsuz yaklaşımları
ortadan kaldırmak için gayret sarfetmemiz gerektiğini, öte yandan, bağımlıların
kendi kararlarını kendilerinin almalarının şart olduğu söylüyor. Tam da bu
sebeple bugün New York’ta uyuşturucu kullanıcılarının söz, yetki, karar sahibi
olmaları gerektiği üzerinde duran güvenli iğne sitelerine ait reklâmlar
yayınlanıyor. Bu sitelere göre uyuşturucu bağımlılarının yüzleştiği sorun, esasen
bu alternatif yaşam tarzını yeterince kabul edemeyen toplumun ta kendisi.
Bir vakitler bağımlılığın cehalet
veya yobazlık türünden toplumsal bir hastalık olduğuna inanılırdı. Sosyalistler
ve ileriyi düşünen tüm güçler, bağımlılık denilen virüsü yok etmeyi görev
bellerlerdi. Lenin, kendi döneminde uyuşturucu ve alkol kullanımını ağır bir
dille eleştiren yazılar yazdı. Viyanalı sosyal demokratlar, cumhuriyeti aşırı alkol
tüketimi denilen beladan kurtarmayı bir politika hâline getirmişlerdi. Buna karşılık,
bugünün toplum karşıtı sosyalistleri ise bağımlılığı yok etmeye çalışmak yerine,
ona uyum sağlayan bir politikayı savunuyorlar.
Bağımlılık tedavisi pahalı. Hastanede
bir yıl boyunca bir bağımlıya verilen hizmetin bedeli 27.000 doları buluyor. Buna
karşılık, bağımlılık tedavisi konusunda fikrini beyan etmeyen güvenli iğne siteleri
ise nispeten daha ucuz.
Oysa bağımlılık meselesi
konusunda ikircikli bir tutum benimsemiş olan toplumsal bir politika, asla toplumsal
bir politika değildir. Bu tür bir politika, bağımlının kişisel tercihlerini
öncelikli görür, bu tercihleri bağımlının çocuklarının, sevgililerinin,
ailelerinin ve geniş manada toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tutar. Bağımlının
kişisel tercihlerini yüce tutan bu tür bir politika, toplumsal, hatta fiziksel
ölüm hakkını içeren, dizginlerinden kurtulmuş tüketici özgürlüğünün hüküm
sürdüğü tuhaf bir bireyciliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.
Uyuşturucu krizi, ileride çözüme
kavuşturulması daha da pahalıya patlayacak bir sorun hâline gelecek. Bu sorunu
çözmek içinse öncelikle bağımlılığın ortadan kaldırılması ve uyuşturucu
kullanımının toplumsal bir yanlış olarak görülmesi gerekiyor. Bu tür bir
mücadele yoksa reforma dönük hiçbir çaba sonuç vermeyecektir.
Sol, şiddetli suçlardaki
şaşırtıcı artışa cevap üretemediği gibi, ilerici bir toplumsal program ortaya
koyma görevini de yerine getirmedi. Biz, bir toplumun tahammül etmek zorunda
kaldığı en antisosyal davranış olan sanayideki cinayetler meselesine bile
rasyonel cevaplar geliştiremedik.
Son üç yıl içerisinde silâhlı şiddet
olaylarında büyük bir artışa tanık olduk. 2019 ve 2020’de cinayet vakalarının
sayısı yüzde 30 arttı. Sadece 2020 yılında ABD’de Afganistan’da son yirmi yıl
içerisinde yaralanan Amerikan askerlerinden daha fazla insan katledildi. Baltimore
ve St. Louis’deki cinayet oranları, Meksika’da kartel savaşlarının yaşandığı
bölgelerle ve Brezilya’daki favelalarla (gecekondu mahalleleriyle) yarışır duruma
geldi.
Sabit fikirlilere göre gecekondu
mahallelerindeki şiddetin izahı çok basit: “Bu insanlar hayvan.” Oysa hayvanlar
mülkiyet nedir bilmezler. Yunusların gettoları yoktur. Canileri, katilleri
üreten insanlık dışı koşullar, insanlığa ait bir olgu.
Bazı solcular açısından bu şiddet
krizini ele almaya gerek bile yok. Suç dalgasını inkâr eden bu solcular, olan
biteni anlama çabası içinde bile değiller.
2021’de Filedelfiya bölge başsavcısı
Larry Krasner, meramını yalın bir şekilde dile getirmekteydi: “Hukuksuzluk diye
bir kriz yok. Suç krizi de şiddet krizi de yok.”
Kimse, cinayet sayılarındaki
büyük artışı sanayisizleşmenin mahvettiği, yarınsız olan bir halkın yardım
çığlığı olarak görmedi. Bunun yerine toplum içerisinde turist gibi gezinen, ilerici
sola mensup kişiler ki bunların önemli bir kısmı en derin yoksulluğun yaşandığı
mahallelerin yakınında yaşayan orta sınıfa mensup kişiler, kapılarını döven suç
dalgasını görmezden geldiler ve “polise akan paralar kesilsin” cümlesinde
karşılık bulan, en orta sınıf dışı talebi dillendirmekle yetindiler.
Oysa çözüm, polise akan paraların
kesilmesinde değil. Esasında şiddet dalgasının önemli nedenlerinden biri de
polise yeterince paranın akmaması. Siviller arasında, polisler arasında ve devriye
attıkları yerlerle polis arasında yaşanan şiddet olaylarının sebebi burada. Ülke
genelinde tüm karakollar ve emniyet müdürlüklerinin iş yükleri artarken,
çalışan sayısı azalıyor. Cinayet olaylarında ciddi bir artışa tanıklık eden,
2019’da cinayet olaylarının yüzde 60 oranında arttığı Filedelfiya’da emniyet
müdürlüğü eksik bir güçle faaliyet yürütüyor. Müdürlüğün daha 1.200 memura
ihtiyacı var. Bu eksiklik, şiddetin daha da yoğunlaşmasına neden oluyor.
Amerika’da karakollar, şiddet olaylarının düzeyi dikkate alındığında, fazla
küçük.
Adaner Usmani ve Christopher Lewis’e
göre, “ABD’de işlenen cinayetlerin polis sayısına oranı dokuza bir ki bu, diğer
gelişmiş ülkelere nazaran oldukça düşük.”
Polise ayrılan bütçedeki düşüklük,
bir yandan da karakolları polis sayısını artırmak adına polislik faaliyetlerini
düşük standartlarda yürütmeye zorluyor. “Bürokratik engelleri kaldırma”
bahanesi ardına saklanan karakollar, ülke genelinde polisliğe kabul ölçütlerini
epey geriye çekti. Bu da neticede deneyim ve eğitimden yoksun insanların memur
olmasını sağladı. Memfis’te Tyre Nichols’ı dövüp öldüren beş polis de yeni
memur olmuş kişilerdi.
Başka bir ifadeyle, polise giden
paraların kesilmesini savunanlar, krizin mevcut sonucunu o krize sunulacak
çözüm olarak takdim ediyorlar. Hayal âleminde kurguladıkları ve dövüştükleri
polis devleti, bir seraptan ibaret. Gerçekte ise kamu yararı adına yapılan
diğer işler gibi polislik de yeterince geliştirilmeyen ve maddi açıdan
beslenmeyen bir alan.
Polis zulmü korkunç düzeyde, ama şunu
da görmek gerekiyor: yoksulluk, bugün polis copundan daha fazla insanı eziyor. Tarihte
insanın davranışını fakirliğin otoritesiyle bu kadar çok şekillendiren bir
başka rejim daha yok. En zalim ve en şiddetli adaletsizlikler bu düzende. Bu düzenin
çilesini çekenler, koşullar gereği acımasız ve şiddete eğilimli hâle geliyorlar.
Şiddetli suçları küçümseyenler, onun ulaştığı yoğunluğu önemsemeyenler, ısrarla
bu suçların anlamsız ve önemsiz olduğu üzerinde duranlar, toplumumuzda yoksulluk
sorununu ve toplumsal çürümenin ulaştığı derinliği inkâr ediyorlar.
Her gün dostlarını ve aile
fertlerini toprağa veren, korku içerisinde yaşayan yoksullara kamunun maddi
açıdan desteklediği polisin sunduğu asgari korumaya ayrılan paranın, tıpkı
okullara ve hastanelere ayrılan paralar gibi kesilmesi gerektiğini söylemek,
ahlaksızlık.
Öte yandan, gerçek çözümlere
ulaşmak daha da zorlaşıyor. Kimse, silâh satışlarının yasaklanmasından, satışın
zorlaştırılmasından bahsetmiyor. Kentlerde yaşayan Amerikalılar, muhtemelen
bugün polisin yeterince parayla beslenmesine ve polislik faaliyetinin reforma
tabi tutulmasına dair çağrılara da şüpheyle yaklaşıyor. Bu politikalar,
hayatları kurtaracak o yöntemle birlikte ele alınmalı. Bugün şehirlerimizde
yaşanan toplumsal çöküş meselesini gerçek manada çözüme kavuşturacak olan şey,
polisin değil, yoksulluğun ilga edilmesi.
Asosyallik Meselesi
Burada aralarında pek ilişki
yokmuş gibi görünen sorunları da içeren bir dizi sorunu ele aldım. Bu sorunların
her biri (ailedeki çöküş, seksten uzaklaşma, uyuşturucu salgını, cinayet
dalgası vs.) toplumsallığın bugün yaşadığı krizden kaynaklanıyor. Amerika’da eşit
durumda olmayan şehirler, toplum karşıtlığı üzerinden, özelciliği, bireyciliği
ve kötümserliği ödüllendiriyor, toplumsal dayanışmayı yok ediyor. Bu ortamda yapılan
politik çağrılar, mevcut güçlüğü ortadan kaldıracak beceriye sahip değil, hatta
kimi örneklerde durumu daha da kötüleştiriyor.
Esasında bugün “ilerici” olarak
görülüp selamlanan birçok talep ve fikir, mevcut toplumsal eğilimlerle ve
piyasadaki yönelimlerle uyum içerisinde. Bu talepler ve fikirler, toplumdaki
atomizasyon, izolasyon, tüketici tercihlerinin kolektif normlar karşısında
üstün hâle gelmesi ve tabii insanları sürekli cezalandıran tasarruf tedbirleri
gibi eğilim ve yönelimlere uygun olarak dillendiriliyorlar. Başka bir ifadeyle,
bugün özgürleştirici şeylermiş gibi görülüp yüceltilen görüşlerin önemli bir
bölümü, gerçekte toplumsal ilerlemeye vurulmuş birer pranga.
Yalnızlık kriziyle yüzleşmek
yerine dijitale bağımlılık denilen ucuz kaçış yoluna yöneldik. Bunun neticesinde
daha da yalnızlaştık. Ailedeki çöküş ve seksten uzaklaşma meselesiyle yüzleşmek
yerine hovardalığa, sefahat düşkünlüğüne yöneldik, “seks pazarı”na yönelik
tüketici tercihinin artırılması için uğraştık, neticede daha da izole olup
yalnızlaştık. Uyuşturucu bağımlılığının toplumsal sebepleriyle yüzleşmek, birçok
insanın başkalarını ve kendilerini bu kadar hızlı bir biçimde öldürmeleri meselesiyle
boğuşmak yerine uyuşturucunun serbest bırakılmasını, yasaların bu konuda
gevşetilmesini savunduk, polisi günah keçisi hâline getirip onları, geçmişte
tıpkı devlet okulu öğretmenlerini günah keçisi yapıp taşlayan muhafazakârlar
gibi, taşladık.
Esasında bu makale, geçmişte
yaptığım bir konuşmanın yazıya dökülmüş hâli. O konuşmayı yaparken biri çıkıp
dert edindiğim konu başlıklarının muhafazakâr eleştiriye ait başlıklar olup olmadığını
sordu. Bu, yerinde bir soruydu aslında. Oysa bu kişi, şu gerçeği görmüyordu. Eğer
bu konuşmayı içi tıka basa cumhuriyetçiyle dolu bir salonda yapsaydım ve orada Amerikan
şehirlerinde kamuya daha fazla yatırım yapılması gerektiğini, uyuşturucu
bağımlılığına, bayındırlık işlerine milyarlarca doların ayrılmasının şart
olduğunu, sosyal medyanın erişim alanını ve gücünü sınırlamak zorunda
olduğumuzu, ailelere ücretsiz çocuk bakımı verilmesi, kamu sektörünün
büyütülmesi, sanayisizleştirilmiş pas kuşağının yeniden sanayileştirilmesi ve
toplumsal altyapımızın yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylesem, o
salondakiler muhtemelen bana güleceklerdi.
Muhafazakârlar, toplumu doğru
yola sokmak için aşırı zenginlerin elindeki o muazzam servete saldırmanın
anlamını ve önemini idrak edebilecek kişiler değiller. Onlar devletten uzak
duruyorlar, kollarının her yere ulaşıyor olmasından korkuyorlar, ama kollarını her
yana ulaştıran, gücünü her yerde hissettiren piyasa konusunda hiçbir endişe
taşımıyorlar. Elitlerin elindeki imtiyazlara yönelik her türden saldırının
nihayetinde kültürel ilişkilerin devrimcileşmesiyle neticelenmesinden
korkuyorlar, ama yoksulluğa ve eşitsizliğe saldırmadığımız takdirde toplumsal
ilişkilerin çözülmeye devam edeceği gerçeğini kendilerine hiç dert
edinmiyorlar.
Muhafazakârlar, kültür alanında
açığa çıkan yeni modaları mahkûm ediyorlar, ama kültürel alanda moda
düşkünlüğünü gerekli kılan toplumsal sisteme kapsamlı bir saldırı
gerçekleştirmekten imtina ediyorlar. Muhafazakârlar, toplumsal bağlarımızı piyasa
köktenciliğinin suyuna daldırıp çözdüler. Bugün de çıkıp karşımıza, bu bağların
çözülmesi karşısında şoke oluyorlar.
Bana kalırsa muhafazakârlar ve
antisosyal sosyalistler, kültür savaşının iki tarafı, ama bunlar nihayetinde “tüm
sabit, hızla donmuş olan ilişkileri” sürekli devrimcileştirme davasına bağlılık
konusunda müttefikler.
Bizim işimizin muhafazakârlıkla
bir alakası yok. Bugün reform yanlılarının toplumsal dayanışma fikrine bağlı
olmaları gerekiyor. Biz toplumsallık fikrinden yana olmalıyız, dünyayı
toplumsallığa zemin sunan bir yer hâline getirmeliyiz.
Bugün yoğun eşitsizlik ve
kitlesel yoksulluk çağında yaşıyoruz. Politik istikrarsızlık ve kalıcı ekonomik
güvensizlik, bu çağın ana özellikleri. Kamusal alan giderek küçülüyor,
demokrasi giderek zayıflıyor. Bu, toplumsal sefalet çağı.
Bir çözümmüş gibi sunulan bu
kapsamlı toplumsal yabancılaşmayla toplumun her düzeyinde yüzleşebilmek için
merkezi hükümete yatırım yapılması gerekiyor. İnatçı ve aptal bir kurum olarak
kongreden o yatırım kararını çıkartabilmek için bizim yeniden müştereklere ve
birbirimize olan inancımızı tazeleyecek politik bir vizyona ihtiyacımız var.
Bu da nihayetinde toplumun
gündeminde olması gereken şu soruyu sormayı gerekli kılıyor: madem toplumumuz,
birçok kişiyi inanılmaz ölçülerde zenginleştirecek düzeyde o vakit toplumumuz neden
toplumsal hayata zemin sunacak ölçüde zengin olmasın?
Dustin
Guastella
22 Mayıs 2023
Kaynak
Birinci Bölüm
0 Yorum:
Yorum Gönder