16 Ekim 2023

,

Antisosyal Sosyalizm Kulübü II

Ailenin İlgası ve Cinselliğe Yönelik Sol Duyarlılık

Toplumsal bir kurum olarak ailenin başı, her açıdan dertte. Bir zamanlar toplumun atomik düzeyi olarak görülen aile denilen çekirdeğin parçalanacağı bir momente doğru ilerliyoruz.

Bugün ücretler durağan, iş piyasası güvencesiz, barınma maliyetleri artıyor. Bunlara eşlik eden başka yapısal faktörlerle birlikte, aile hayatı, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinde zayıflıyor. 

Evli çiftler daha az çocuk sahibi oluyorlar, hane halkı küçülüyor, evlilikler eskisi gibi uzun sürmüyor, çocukların bakımı, artık iki yakalarını bir araya getirmek için mücadele eden insanların üstlenebileceği bir yük değil. 

Eskiden toplumsal bir olgu olarak kabul edilen aile hayatı, giderek bir lüks hâline geliyor.

1970’te ABD’de evlenme oranı yüzde 85,9 iken, 2019’da bu oran, tüm zamanların en düşük seviyesine gerileyerek, yüzde 33,2 oldu. Eskiden evlilik hayatında sınıfsal ayrım az görülürken, bugün giderek daha fazla görülüyor. En düşük geliri elde eden en alttaki beşte birlik dilimde yer alan yetişkinlerin yüzde 38’i hâlihazırda evli, en yüksek beşte birlik dilimde yer alanlarda bu oran yüzde 80.

Zenginler, uzun ve istikrarlı devam eden evliliklere sahip, ama yoksullar böyle bir şanstan yoksunlar. İnsanların ortak özelliklere sahip kişilerle evlenmesi anlamında “sınıflandırıcı çiftleşme”, bu ayrımın muhafaza edilmesini güvence altına alıyor. Boşanmalardaki farklılık da sınıfsallığın belirlenimi altında. ABD’de bugün tek ebeveynli evlerin oranı yüzde 23. Bu oran, dünyanın geri kalan kısmının üç katından fazla.

Tüm bu konular hepimizi endişelendiriyor olmalı. Çocuk yetiştirmenin yol açtığı yükü alacak toplumsal altyapıya yönelik yapılacak devasa kamu yatırımlarına ek olarak, işçi sınıfından çiftlerin ayrılma sürecini hızlandıran mali istikrarsızlığı çözüme kavuşturacak bir ekonomi programıyla bu soruna deva bulmak mümkün. Neticede toplumun genelini kuşatan ekonomik eşitsizlik meselesi, ailelerin yüzleştiği dertlerin sebeplerinden biri.

Buna karşın, birçok solcu, aile hayatının yüzleştiği bu krizi toplumsal bir sorun olarak görmüyor. Bunun yerine, solcular, ailelerin dağılmasını bir çözüm olarak sunuyor. Evliliklerin dağıldığı, çocukların ortadan kaybolduğu, yaşlıların hücre tipi huzurevlerine tıkıldığı koşullarda sol, bize “aileyi ilga etmeyi” tembihliyor.

Karl Marx, bir yerde “pratikte proleterlerin aile kurmamasından” şikayet ederken, Karl Kautsky, halkı onda yerleşik olan, sosyal demokratların aile hayatına karşı olduğuna dair anlayıştan arınmasını sağlamak için bin bir çile çekiyordu. Bir yerde Kautsky, “hiçbir sosyalistin aklında uzak bir gelecekte aileyi ilga etmek, ortadan kaldırmak gibi bir fikir yoktur” diyordu. Ama bugünün sosyalistleri, tam da bunu söylüyorlar.

Sophie Lewis’in 2022 tarihli “bakım ve özgürleşme” manifestosunda “aile hayatı küçüldükçe toplumsal özgürlük artacak” yazılı. Kısa süre önce Dissent’te çıkan bir makale, “aile hayatının geriye döndürülemez biçimde yoksullaştığı”nı söylüyordu. Bugün ilerici çevrelerde bir kurum olarak aile, her yönden redde tabi tutulan bir olgu. Fakat bugün mevcut piyasa eğilimleriyle uyum içerisinde gelişen ve güçlenen antisosyal davranışın her şeyin daha kötü olmasına katkı sunmaktan başka bir işe yaramayacağını kimse görmüyor.

Ailenin krizinin yoğunlaşmasına katkı sunan bir olgu da ilericilerdeki kötümserlik. Morgan Stanley’ye göre:

“İklim değişikliği sebebiyle çocuk sahibi olmamayı salık veren hareket giderek büyüyor ve doğurganlık oranlarını doğurganlıktaki düşüş konusunda bugüne dek görülmüş her türden eğilime kıyasla, daha hızlı etkiliyor.”

Bu, gerçekten de çok çarpıcı bir gelişme. Buna karşın, doğum karşıtı (antinatalist) hareket, doğum oranlarındaki düşüşü hayırlı bir gelişme olarak görüyor. Doğan her çocuğun karbon ayak izine dikkat çeken kimi insanlar, çocuk sahibi olma işine bir süre ara vermenin hayırlı olacağını söylerken, bazı isimler de insan denilen canlı türünün yok olması gerektiği üzerinde duruyorlar. Solun çok sevdiği bir kongre mensubu, çocuk sahibi olmada bir sorun olup olmadığını tartışıyor. İnternette kendi dölleriyle dünyaya yük olan, “sahip oldukları çocukları besleyip büyüten” insanlarla alay eden, onları hor gören yazılar giderek yaygınlaşıyor.

Ailedeki çöküş, gerçek bir toplumsal kriz aslında ve bu krizin dünya çapında ekonomik felâketle sonuçlanma ihtimali mevcut. Buna karşın birçok solcu, bu krizle yüzleşmek yerine ortadaki somut sorundan kaçmayı tercih ediyor. Ailenin dağılmasına yönelik eğilimi hem gönüllü bir tercih hem de ahlaki bir erdem olarak ambalajlamak suretiyle ailenin çöküş sürecine uyum sağlıyor. Solcular, belki de farkında olmadan, daha yalnız ve daha yabancılaşmış insanlarla yüklü bir gezegen için tezahürat yapıyorlar.

Ailelerin yüzleştikleri, giderek artan güçlükler görmezden gelinemez. Nüfusun hızla yaşlanmasıyla açığa çıkan krize çocukların ailelerinin sırtına daha az ekonomik yük yüklemesini sağlayacak bir politika olmadan çözüm bulamayız. Ayrıca çocukları yetiştirecek asli toplumsal birim olarak ailenin yerini kolektif bakımın üst bir biçimine bırakacağı görüşü de pek makul bir görüş değil. Mevcut hâlleriyle aileler çile çekiyorlar. Bugün hayatta kalabilmeleri için ailelerin büyümesine ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunacak politikalara ihtiyaç var.

Aile çözülüp dağıldıkça onun evvelden beri ana bileşenlerinden biri olan cinsellik de çözülüp dağılıyor.

Gençler daha az cinsel birliktelik yaşıyor, ayrıca cinsellikle ilgili kaygıları daha da artıyor. Aseksüellik yüceltiliyor ve cinsel kimliğin yeni yüzü hâline geliyor. Bir araştırmada araştırmacılar Amerikalılara “lütfen daha fazla seks yapın” diye yalvarıyor. Araştırmada son 12 ay içerisinde seks yapmayanların oranının yüzde 26 olduğu söyleniyor. Bu oran, son 30 yılın en yüksek oranı. Dünya genelinde de benzer haberlere ve raporlara rastlanıyor.

Tüm bu gerçeğe rağmen, belki de tam da bu gerçek yüzünden kültürel hayata hovardalık (liberterlik) hâkim oluyor. OnlyFans influencer’ları, milyonlarca dolar kazanan popüler isimler hâline geliyor. Seks işçileri, Kongre üyeliği için aday oluyorlar. Porno, isteyene ücretsiz sunuluyor, eposta göndermek için kullanılan cihaz, pornonun yaygınlaşmasını sağlıyor. Özel pazarlarda satılan seks doğallaşıp yaygınlaşıyor.

Tüm bu gelişmeler, ikircikli bir tutumla karşılanıyor veya kültürel ilerlemeye denk düştüğü iddia edilip övülüyor. Buna karşılık, birbirine âşık çiftler arasında cereyan eden gerçek seks, sayısal açıdan azalıyor. En tuhaf cinsel fetişleri eleştirmek gibi bir terbiyesizliği yaptığınızda, insanların cinsel tercihlerini, ilgilerini ve fetişlerini alaya alıp eleştirdiğinizde, birden karşınızda Viktoryen dönemden çıkıp gelmiş namus kumkumaları buluyorsunuz.

Her dönem politik kampanya yürütmüş eski seks işçisi kongre adayı Alexandra Hunt’ı yüzleştiği çelişki sebebiyle yaşadığı kafa karışıklığı için bağışlamak mümkün.

2022’de Hunt, seks işçiliğini ona vurulmuş damgalardan kurtarma çağrısı yaptığı için göklere çıkartıldı. O konuşmasında Hunt, seks işçilerinden birer kahraman olarak söz ediyordu. Adaylığı o dönemde seks işinin sorunlarına hoşgörülü gençlerin nasıl yaklaşması gerektiğini söyleyen bir bildiri olarak görülmüştü. Üzerinde “Orospuları seçin” yazılı kampanya svetşörtleri peynir ekmek gibi satıldı.

Sonrasında, aynı yıl içerisinde Hunt, birçok insanın sekse son verdiğinden şikâyet etti ve insanların dikkatini bu soruna çekmeye çalıştı. Bu sebeple Hunt, birçok insan tarafından eleştirildi, kınandı, alay edildi.

Hunt’ın söz konusu soruna işaret etmesi yanlış değildi. Toplumda cinsellik körelmekte, azalmaktaydı. Esasen bu, ciddiye alınması gereken, toplumsal bir bozukluktu. Ama Hunt’ın sunduğu çözümler pek de güven telakki eden çözümler değildi.

Hunt’a göre “seks yapma hakkı”, “seks satın alma hakkı” demek. Oysa zaten seksin bu kadar aşırı metalaşması ve dijitalleşmesi yüzünden bu noktaya geldik. Seks pazarlama işinin bu kadar artmış olması, bizi seks eyleminden uzaklaştırıyor. Pornografinin ulaştığı yaygınlık ve seksin her yerde satılıyor olması, toplumda sekse olan hürmeti artırmadı, bilâkis azalttı. Piyasa, seksi ucuzlattı. Değerini düşürdü. Seksi ve cinselliği toplumsal hayatın neredeyse tamamından söküp attı.

Bugün seks partneri bulmak için gençler, potansiyel eşlerini yüzeysel kriterlere göre yargıladıkları, belirli bir algoritmanın organize ettiği, tek tıklamayla karar verdikleri internet sitelerine üye oluyorlar. Bu sitelerde cinsiyetler arasında ciddi bir dengesizlik mevcut. Tinder uygulamasını kullananların sadece yüzde 23’ü kadın. Heteroseksüel erkekler, çoğunlukla eş bulamıyorlar. Eş bulamayan erkekler OnlyFans’e yöneliyorlar, bile isteye kabul ettikleri şartlar üzerinden herhangi bir güvence sunmayan bu tür sitelere para akıtıyorlar. Aşk, duygu ve romantizm karşıtı bir sistem inşa ediliyor. Üstelik bu sistemden kimse mutlu değil.

Amerikalıların yüzde 56’sı flört uygulamalarına olumsuz yaklaşıyor. Oldukça “romantik” bir ifade dâhilinde “seks pazarı” olarak adlandırılan yerin hâkimi olan kadınların yüzde 59’u bu tür uygulamalara hiç onay vermiyor.

Dijital dünya, giderek Pasolini’nin savaş sonrası İtalya’yla ilgili çektiği bir filme benziyor: İşsiz erkeklerin eş ve aile arayışı içerisinde, paramparça olmuş şehirde dolaştığı, sadece ümitsizlikle, yalnızlaşmayla ve paralı seksle yüzleştikleri bir gerçeklik anlatılıyor bu filmde. İş, meslek, ayrıca ne tesadüf ki fuhşu sonlandırma vaadinde bulunan Komünist Partisi’ne birçok İtalyan örgütleniyor.

Uyuşturucu, Ölüm ve Yoksullara Ayrılan Paranın Kesilmesi

Amerikalılar olarak biz, bizi toplumsal sefaletten kurtarmayı vaat eden, güvenilir bir kitle partisinden mahrumuz. Buna karşın, elimizde sadece bireysel olarak bize nefes olacak uyuşturucular var.

Aşırı dozdan ölümler rekorlar kırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış görülmemiş düzeylerde. 2000 yılında yasadışı uyuşturucuların aşırı dozda kullanılması neticesinde ölen Amerikalıların sayısı 17.000 civarındaydı. Yirmi yıl sonra bu sayı, yüzde 500 arttı. Bilhassa pandemiden beri daha fazla insan aşırı dozdan öldü. ABD’de 2019-2021 arası dönemde aşırı dozdan ölenlerin sayısı yüzde 51 arttı. 2022’de 100.000’den fazla kişi, aşırı uyuşturucu kullanımı sebebiyle hayatını kaybetti. Yani bu süreçte bir yıl içerisinde bir İndiana şehri haritadan silindi.

Uyuşturuculara yönelik ilginin giderek güçlenen toplum karşıtı itkiyle bir ilişkisi olduğu gibi, ilericilerin uyuşturucuların serbest bırakılmasına dönük yaklaşımları da bu noktada önemli bir rol oynuyor. Eroin kullanan, “sorumluluk sahibi” olan bir profesör, “uyuşturucu kullanımının insanı özgürleştirdiğini” söylüyor. New York Times’a yazdığı yazıda Dr. Carl Hart, “Amerikalıların uyuşturucuların zararlı etkilerine aşırı vurgu yapmak suretiyle suç işlediklerini” söylüyor.

Filedelfiya’nın Kensington mahallesinde dolaşanlar, gördükleri karşısında şoke oluyorlar. Burada binlerce takatten düşmüş uyuşturucu bağımlısı, kendinden geçmiş hâlde, pislik içerisinde yaşıyor. Bu insanların çektikleri çileye yönelik ikircikli tutum, toplum karşıtı tavrın somut bir örneği aslında. Bugüne bize, kişisel özgürlükler adına bizim toplumun intiharını hoş görmemiz, hatta yüceltmemiz gerektiği söyleniyor.

Carl Hart’ın görüşleri aşırı bulunabilir, ama birçok solcu da bugün uyuşturucunun yasallaşması ve üzerindeki lekelerden kurtarılması gerektiğine, bunların en makul ve hayırlı politikalar olduğuna inanıyor. Bu anlayış, bizim uyuşturucuya yönelik olumsuz yaklaşımları ortadan kaldırmak için gayret sarfetmemiz gerektiğini, öte yandan, bağımlıların kendi kararlarını kendilerinin almalarının şart olduğu söylüyor. Tam da bu sebeple bugün New York’ta uyuşturucu kullanıcılarının söz, yetki, karar sahibi olmaları gerektiği üzerinde duran güvenli iğne sitelerine ait reklâmlar yayınlanıyor. Bu sitelere göre uyuşturucu bağımlılarının yüzleştiği sorun, esasen bu alternatif yaşam tarzını yeterince kabul edemeyen toplumun ta kendisi.

Bir vakitler bağımlılığın cehalet veya yobazlık türünden toplumsal bir hastalık olduğuna inanılırdı. Sosyalistler ve ileriyi düşünen tüm güçler, bağımlılık denilen virüsü yok etmeyi görev bellerlerdi. Lenin, kendi döneminde uyuşturucu ve alkol kullanımını ağır bir dille eleştiren yazılar yazdı. Viyanalı sosyal demokratlar, cumhuriyeti aşırı alkol tüketimi denilen beladan kurtarmayı bir politika hâline getirmişlerdi. Buna karşılık, bugünün toplum karşıtı sosyalistleri ise bağımlılığı yok etmeye çalışmak yerine, ona uyum sağlayan bir politikayı savunuyorlar.

Bağımlılık tedavisi pahalı. Hastanede bir yıl boyunca bir bağımlıya verilen hizmetin bedeli 27.000 doları buluyor. Buna karşılık, bağımlılık tedavisi konusunda fikrini beyan etmeyen güvenli iğne siteleri ise nispeten daha ucuz.

Oysa bağımlılık meselesi konusunda ikircikli bir tutum benimsemiş olan toplumsal bir politika, asla toplumsal bir politika değildir. Bu tür bir politika, bağımlının kişisel tercihlerini öncelikli görür, bu tercihleri bağımlının çocuklarının, sevgililerinin, ailelerinin ve geniş manada toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tutar. Bağımlının kişisel tercihlerini yüce tutan bu tür bir politika, toplumsal, hatta fiziksel ölüm hakkını içeren, dizginlerinden kurtulmuş tüketici özgürlüğünün hüküm sürdüğü tuhaf bir bireyciliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz.

Uyuşturucu krizi, ileride çözüme kavuşturulması daha da pahalıya patlayacak bir sorun hâline gelecek. Bu sorunu çözmek içinse öncelikle bağımlılığın ortadan kaldırılması ve uyuşturucu kullanımının toplumsal bir yanlış olarak görülmesi gerekiyor. Bu tür bir mücadele yoksa reforma dönük hiçbir çaba sonuç vermeyecektir.

Sol, şiddetli suçlardaki şaşırtıcı artışa cevap üretemediği gibi, ilerici bir toplumsal program ortaya koyma görevini de yerine getirmedi. Biz, bir toplumun tahammül etmek zorunda kaldığı en antisosyal davranış olan sanayideki cinayetler meselesine bile rasyonel cevaplar geliştiremedik.

Son üç yıl içerisinde silâhlı şiddet olaylarında büyük bir artışa tanık olduk. 2019 ve 2020’de cinayet vakalarının sayısı yüzde 30 arttı. Sadece 2020 yılında ABD’de Afganistan’da son yirmi yıl içerisinde yaralanan Amerikan askerlerinden daha fazla insan katledildi. Baltimore ve St. Louis’deki cinayet oranları, Meksika’da kartel savaşlarının yaşandığı bölgelerle ve Brezilya’daki favelalarla (gecekondu mahalleleriyle) yarışır duruma geldi.

Sabit fikirlilere göre gecekondu mahallelerindeki şiddetin izahı çok basit: “Bu insanlar hayvan.” Oysa hayvanlar mülkiyet nedir bilmezler. Yunusların gettoları yoktur. Canileri, katilleri üreten insanlık dışı koşullar, insanlığa ait bir olgu.

Bazı solcular açısından bu şiddet krizini ele almaya gerek bile yok. Suç dalgasını inkâr eden bu solcular, olan biteni anlama çabası içinde bile değiller.

2021’de Filedelfiya bölge başsavcısı Larry Krasner, meramını yalın bir şekilde dile getirmekteydi: “Hukuksuzluk diye bir kriz yok. Suç krizi de şiddet krizi de yok.”

Kimse, cinayet sayılarındaki büyük artışı sanayisizleşmenin mahvettiği, yarınsız olan bir halkın yardım çığlığı olarak görmedi. Bunun yerine toplum içerisinde turist gibi gezinen, ilerici sola mensup kişiler ki bunların önemli bir kısmı en derin yoksulluğun yaşandığı mahallelerin yakınında yaşayan orta sınıfa mensup kişiler, kapılarını döven suç dalgasını görmezden geldiler ve “polise akan paralar kesilsin” cümlesinde karşılık bulan, en orta sınıf dışı talebi dillendirmekle yetindiler.

Oysa çözüm, polise akan paraların kesilmesinde değil. Esasında şiddet dalgasının önemli nedenlerinden biri de polise yeterince paranın akmaması. Siviller arasında, polisler arasında ve devriye attıkları yerlerle polis arasında yaşanan şiddet olaylarının sebebi burada. Ülke genelinde tüm karakollar ve emniyet müdürlüklerinin iş yükleri artarken, çalışan sayısı azalıyor. Cinayet olaylarında ciddi bir artışa tanıklık eden, 2019’da cinayet olaylarının yüzde 60 oranında arttığı Filedelfiya’da emniyet müdürlüğü eksik bir güçle faaliyet yürütüyor. Müdürlüğün daha 1.200 memura ihtiyacı var. Bu eksiklik, şiddetin daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Amerika’da karakollar, şiddet olaylarının düzeyi dikkate alındığında, fazla küçük.

Adaner Usmani ve Christopher Lewis’e göre, “ABD’de işlenen cinayetlerin polis sayısına oranı dokuza bir ki bu, diğer gelişmiş ülkelere nazaran oldukça düşük.”

Polise ayrılan bütçedeki düşüklük, bir yandan da karakolları polis sayısını artırmak adına polislik faaliyetlerini düşük standartlarda yürütmeye zorluyor. “Bürokratik engelleri kaldırma” bahanesi ardına saklanan karakollar, ülke genelinde polisliğe kabul ölçütlerini epey geriye çekti. Bu da neticede deneyim ve eğitimden yoksun insanların memur olmasını sağladı. Memfis’te Tyre Nichols’ı dövüp öldüren beş polis de yeni memur olmuş kişilerdi.

Başka bir ifadeyle, polise giden paraların kesilmesini savunanlar, krizin mevcut sonucunu o krize sunulacak çözüm olarak takdim ediyorlar. Hayal âleminde kurguladıkları ve dövüştükleri polis devleti, bir seraptan ibaret. Gerçekte ise kamu yararı adına yapılan diğer işler gibi polislik de yeterince geliştirilmeyen ve maddi açıdan beslenmeyen bir alan.

Polis zulmü korkunç düzeyde, ama şunu da görmek gerekiyor: yoksulluk, bugün polis copundan daha fazla insanı eziyor. Tarihte insanın davranışını fakirliğin otoritesiyle bu kadar çok şekillendiren bir başka rejim daha yok. En zalim ve en şiddetli adaletsizlikler bu düzende. Bu düzenin çilesini çekenler, koşullar gereği acımasız ve şiddete eğilimli hâle geliyorlar. Şiddetli suçları küçümseyenler, onun ulaştığı yoğunluğu önemsemeyenler, ısrarla bu suçların anlamsız ve önemsiz olduğu üzerinde duranlar, toplumumuzda yoksulluk sorununu ve toplumsal çürümenin ulaştığı derinliği inkâr ediyorlar.

Her gün dostlarını ve aile fertlerini toprağa veren, korku içerisinde yaşayan yoksullara kamunun maddi açıdan desteklediği polisin sunduğu asgari korumaya ayrılan paranın, tıpkı okullara ve hastanelere ayrılan paralar gibi kesilmesi gerektiğini söylemek, ahlaksızlık.

Öte yandan, gerçek çözümlere ulaşmak daha da zorlaşıyor. Kimse, silâh satışlarının yasaklanmasından, satışın zorlaştırılmasından bahsetmiyor. Kentlerde yaşayan Amerikalılar, muhtemelen bugün polisin yeterince parayla beslenmesine ve polislik faaliyetinin reforma tabi tutulmasına dair çağrılara da şüpheyle yaklaşıyor. Bu politikalar, hayatları kurtaracak o yöntemle birlikte ele alınmalı. Bugün şehirlerimizde yaşanan toplumsal çöküş meselesini gerçek manada çözüme kavuşturacak olan şey, polisin değil, yoksulluğun ilga edilmesi.

Asosyallik Meselesi

Burada aralarında pek ilişki yokmuş gibi görünen sorunları da içeren bir dizi sorunu ele aldım. Bu sorunların her biri (ailedeki çöküş, seksten uzaklaşma, uyuşturucu salgını, cinayet dalgası vs.) toplumsallığın bugün yaşadığı krizden kaynaklanıyor. Amerika’da eşit durumda olmayan şehirler, toplum karşıtlığı üzerinden, özelciliği, bireyciliği ve kötümserliği ödüllendiriyor, toplumsal dayanışmayı yok ediyor. Bu ortamda yapılan politik çağrılar, mevcut güçlüğü ortadan kaldıracak beceriye sahip değil, hatta kimi örneklerde durumu daha da kötüleştiriyor.

Esasında bugün “ilerici” olarak görülüp selamlanan birçok talep ve fikir, mevcut toplumsal eğilimlerle ve piyasadaki yönelimlerle uyum içerisinde. Bu talepler ve fikirler, toplumdaki atomizasyon, izolasyon, tüketici tercihlerinin kolektif normlar karşısında üstün hâle gelmesi ve tabii insanları sürekli cezalandıran tasarruf tedbirleri gibi eğilim ve yönelimlere uygun olarak dillendiriliyorlar. Başka bir ifadeyle, bugün özgürleştirici şeylermiş gibi görülüp yüceltilen görüşlerin önemli bir bölümü, gerçekte toplumsal ilerlemeye vurulmuş birer pranga.

Yalnızlık kriziyle yüzleşmek yerine dijitale bağımlılık denilen ucuz kaçış yoluna yöneldik. Bunun neticesinde daha da yalnızlaştık. Ailedeki çöküş ve seksten uzaklaşma meselesiyle yüzleşmek yerine hovardalığa, sefahat düşkünlüğüne yöneldik, “seks pazarı”na yönelik tüketici tercihinin artırılması için uğraştık, neticede daha da izole olup yalnızlaştık. Uyuşturucu bağımlılığının toplumsal sebepleriyle yüzleşmek, birçok insanın başkalarını ve kendilerini bu kadar hızlı bir biçimde öldürmeleri meselesiyle boğuşmak yerine uyuşturucunun serbest bırakılmasını, yasaların bu konuda gevşetilmesini savunduk, polisi günah keçisi hâline getirip onları, geçmişte tıpkı devlet okulu öğretmenlerini günah keçisi yapıp taşlayan muhafazakârlar gibi, taşladık.

Esasında bu makale, geçmişte yaptığım bir konuşmanın yazıya dökülmüş hâli. O konuşmayı yaparken biri çıkıp dert edindiğim konu başlıklarının muhafazakâr eleştiriye ait başlıklar olup olmadığını sordu. Bu, yerinde bir soruydu aslında. Oysa bu kişi, şu gerçeği görmüyordu. Eğer bu konuşmayı içi tıka basa cumhuriyetçiyle dolu bir salonda yapsaydım ve orada Amerikan şehirlerinde kamuya daha fazla yatırım yapılması gerektiğini, uyuşturucu bağımlılığına, bayındırlık işlerine milyarlarca doların ayrılmasının şart olduğunu, sosyal medyanın erişim alanını ve gücünü sınırlamak zorunda olduğumuzu, ailelere ücretsiz çocuk bakımı verilmesi, kamu sektörünün büyütülmesi, sanayisizleştirilmiş pas kuşağının yeniden sanayileştirilmesi ve toplumsal altyapımızın yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylesem, o salondakiler muhtemelen bana güleceklerdi.

Muhafazakârlar, toplumu doğru yola sokmak için aşırı zenginlerin elindeki o muazzam servete saldırmanın anlamını ve önemini idrak edebilecek kişiler değiller. Onlar devletten uzak duruyorlar, kollarının her yere ulaşıyor olmasından korkuyorlar, ama kollarını her yana ulaştıran, gücünü her yerde hissettiren piyasa konusunda hiçbir endişe taşımıyorlar. Elitlerin elindeki imtiyazlara yönelik her türden saldırının nihayetinde kültürel ilişkilerin devrimcileşmesiyle neticelenmesinden korkuyorlar, ama yoksulluğa ve eşitsizliğe saldırmadığımız takdirde toplumsal ilişkilerin çözülmeye devam edeceği gerçeğini kendilerine hiç dert edinmiyorlar.

Muhafazakârlar, kültür alanında açığa çıkan yeni modaları mahkûm ediyorlar, ama kültürel alanda moda düşkünlüğünü gerekli kılan toplumsal sisteme kapsamlı bir saldırı gerçekleştirmekten imtina ediyorlar. Muhafazakârlar, toplumsal bağlarımızı piyasa köktenciliğinin suyuna daldırıp çözdüler. Bugün de çıkıp karşımıza, bu bağların çözülmesi karşısında şoke oluyorlar.

Bana kalırsa muhafazakârlar ve antisosyal sosyalistler, kültür savaşının iki tarafı, ama bunlar nihayetinde “tüm sabit, hızla donmuş olan ilişkileri” sürekli devrimcileştirme davasına bağlılık konusunda müttefikler.

Bizim işimizin muhafazakârlıkla bir alakası yok. Bugün reform yanlılarının toplumsal dayanışma fikrine bağlı olmaları gerekiyor. Biz toplumsallık fikrinden yana olmalıyız, dünyayı toplumsallığa zemin sunan bir yer hâline getirmeliyiz.

Bugün yoğun eşitsizlik ve kitlesel yoksulluk çağında yaşıyoruz. Politik istikrarsızlık ve kalıcı ekonomik güvensizlik, bu çağın ana özellikleri. Kamusal alan giderek küçülüyor, demokrasi giderek zayıflıyor. Bu, toplumsal sefalet çağı.

Bir çözümmüş gibi sunulan bu kapsamlı toplumsal yabancılaşmayla toplumun her düzeyinde yüzleşebilmek için merkezi hükümete yatırım yapılması gerekiyor. İnatçı ve aptal bir kurum olarak kongreden o yatırım kararını çıkartabilmek için bizim yeniden müştereklere ve birbirimize olan inancımızı tazeleyecek politik bir vizyona ihtiyacımız var.

Bu da nihayetinde toplumun gündeminde olması gereken şu soruyu sormayı gerekli kılıyor: madem toplumumuz, birçok kişiyi inanılmaz ölçülerde zenginleştirecek düzeyde o vakit toplumumuz neden toplumsal hayata zemin sunacak ölçüde zengin olmasın?

Dustin Guastella
22 Mayıs 2023
Kaynak 
Birinci Bölüm

0 Yorum: