18 Haziran 2018

,

Dinî Dünya ve Dünyevî Din


Buradaki dine saldıran, başkasının dininin savaşçısıdır. Bize açık toplum, açık demokrasi okullarının öğrencilerinden öğrendikleri liberalizmi solculuk olarak satanların anlam veremeyecekleri, işte şu cümledir: “Modern devleti savunmanın en iyi yöntemi, onu siyasî amaçlar için dinin her türlü kullanımının ulaşamayacağı bir yere koymaktır.”[1] Bu tür laflar eden liberal solcuların kendi sınıfsal çıkarlarına tercüme ettikleri Kobanê dolayımıyla buranın pazarına sundukları mal, içi geçmiş liberalizmden başka bir şey değildir. Bu liberalizmse, modern devleti savunmaktan başka bir şey düşünmez. Lenin’i çöpe atıp Foucault’yu önder belleyenlerin, anarşistlerden rol çalanların, sol liberalizm boşluğunu DSİP sonrası doldurabileceklerini sananların bugün geldikleri nokta, modern devlet savunuculuğudur.

Çünkü bu-dünya savunusu, bir devlet tasavvuruna ve kurgusuna kapanmaya mecburdur. Kimi bireyler, kendi varoluşlarını koşullayan somut ilişkileri bir dünyaya ve oradan da bir devlete tamamlamalıdırlar. Bu ilişkilerin her türlü düşman sızmasından ve saldırısından korunması ve ilişkilerin zamansal sonsuzluğa-mekânsal sınırsızlığa dair bir hisse sahip olması, devletle mümkündür.

Varolan devlete dönük itirazsa, evrimseldir, ilerlemecidir, mevcut devletin geri bir aşamaya ait olmasına inanılmasıyla ilgilidir. Ama burada mesele, somut dünyevî ilişkilerin mutlak kabul edilmesi, merkeze konması, hiç değişmeyecek kabul edilmesidir. Mutlak istikrar, sabitlik ve düzen için kargaşaya meyletmek, bu bireylerin doğal yönelimidir. Onların sözlerinin altında statüko sırıtır, zulüm göz kırpar, sömürü konuşur. Bu, dünyanın, somut ilişkilerin din bellenmesidir. Din bellenmiş dünya ile dinî dünya apayrı şeylerdir. İlki, kendisini savunmak için modern devleti dinî dünyanın ulaşamayacağı yere koymak zorundadır.

Dünyayı din belleyenler, sağcılaşırlar.[2] İçinde yaşadıkları ve rant ilişkileri üzerinden putlaştırdıkları dünyayı din belleyenlerin, dini dünya kılanlara savaş açması kaçınılmazdır. Burada dünya ile devlet arasında kısa devre yapmak zorunludur. Yani dinî dünyaya açılan savaş, devlete açılmış gibi gösterilmektedir. Oysa bu, savaş açanların vehmidir.

Fehim yoksa vehim ve lehim vardır. Ayrımları anlama cehdi mevcut değilse, eldeki malzemeler birbirlerine lehimlenip belirli bir vehme duçar olunur. Vehim, yanlış, temelsiz kurgu, kuruntudur. Bu kuruntuyla, dinî dünyanın kavgası, devletin direnci olarak görülür ve devletle mücadelenin aslî alt başlığı hâline getirilir. Aslında devletle, dini yok etmek için mücadele edilmektedir. Bu mücadele ise, kendi dünyevî dinini hâkim kılmak amacıyla verilmektedir. Dünyevî din, sol şahsında, egemenlerin suyuna daldırılıp ehlîleştirilmiş Yahudilik-Hıristiyanlık kırması bir dinden başka bir şey değildir.

Muhafazakârların yüz yıldır batıdaki sol karşıtı Yahudilerin ve Hıristiyanların eserlerini Türkçeleştirmekten başka bir üretim ortaya koymamaları, bu noktada manidardır. Tüm argümanlar, tezler, batıdan devşirilmişlerdir. Amerika’da bir komünist aleyhine ne söyleniyorsa, Erzurum’da da aynı şey söylenmiştir. Orada da insanlar, “bir gün Sovyetler Amerika’yı işgal edecek” korkusuyla yetiştirilmiş, Erzurum’un politik iklimi de aynı korkuya göre biçimlendirilmiştir. Putlaştırılan dünya yüceye yerleştirilmiş, o kendi devletini kitle içerisinde tesis etmiş, ona itiraz edenler, siyasî alanın kıyısına fırlatılmışlardır.

Dünyevî dinle devlet dolayımıyla dövüşülmez; devletle dinî dünya aracılığıyla savaşılır. Devletin dünyevî dinine itiraz etmek, devletin başka bir dünyevî din arayışının ifadesidir. Başka bir dünyevî din, mülkün ve mülk ilişkilerinin farklı bir tezahürüdür. O, mülkü Allah’a havale eden müşterek bir irade olarak, halka, millete başka bir mülk ilişkisi değil, başka bir hayat sunuyor olmalıdır.

Dinî dünya ile dünyevî dinin kavgası, mazlumlara dairdir. Burada savunma hattının mı yoksa saldırı hattının mı örüldüğü aslî değildir. Dinî dünya, Hakikat’i tavaf eder; dünyevî dinse, Batıl’ın önünde diz çöker. Dolayısıyla dinî dünyanın devlet şahsında karşıya atılması, kendi dünyevî dininin hâkim olması için mücadele edilmesi, manasızdır. Solcuların “Dersimlilere medeniyet götürdük, daha ne istiyorsunuz?” diyen CHP’den ayrı bir dertleri varsa, öncelikle, o medeniyetin üzerine kurulu olduğu dünyevî dini reddetmeleri gerekir. Bu ret, dinî dünyalarını korumak ve güçlendirmek isteyen mazlum kitlelerin içerisinde, dünyevî dinin nüfuzunu kırmaya dönük bir gayreti de doğalında içerecektir. Dünyevî dine vurdukça, dinî dünya da özgürleşme imkânı bulacak; özgürleşen mücadele, kendi Müslüman yoldaşlarını bu topraklardan bulacaktır. Ama önce, Batı’nın kurduğu İnsan, Medeniyet gibi olguların arkasındaki fikrî uzantıların dağıtılması şarttır. Seçkin, özel bireyler arayışından kurtulduğunda, bu ülke ve bölgenin kurtuluşçu ve devrimci failleri, mazlum halkın kanı ve terinde birbirine karışacaktır.

* * *

Osmanlıca üzerinden kopan son fırtına, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde neyin ve kimin önünde diz çöküleceğiyle ilgili bir tartışmadır. Bu tartışma dâhilinde AKP, önünde diz çöktüğü Batı’nın Ortadoğu, Asya ve Afrika politikalarının bir Truva Atı ve maşası olarak başka bir dünyevî dinden dem vurmaktadır. Onun ağzındaki “Osmanlı”, dinî dünyaya ihanet etmiş, onu mahvetmiş, dünyevî dinin egemen ideolojik argümanıdır. Dolayısıyla bu “Osmanlı”, üç-beş patronun faaliyet alanına, sermayenin rahat akacağı kanallara, sömürü gemilerinin karadan yürütülmesine, binlerce emekçinin kılıçtan geçirilmesine, mazlum halkların emperyalistlere peşkeş çekilmesine işaret etmektedir. O, “biz büyüyeceğiz, ama bu emperyalistler büyümemize izin vermiyorlar” masalının ana fonudur.

Osmanlıca ve yeni alfabeye geçiş tartışması, hangi evrene, âleme ve gerçeğe bağlanmak istendiğinin de bir alâmetidir. “Okuryazarlığı artırma amaçlı” bu 1928 tarihli reform sonrası, istatistiklere göre, okuryazarlık oranlarında uzun süre bir artış yaşanmamıştır. Üstelik konuyla ilgili kimi kesimler, Osmanlıcanın yazım ve basım teknikleri açısından kolaylıklar da sunduğunu söylemektedirler. Bu tartışmaların tam orta yerinde, Aziz Nesin’in Osmanlıca tuttuğu Madımak notları çıkmıştır açığa…

Demek ki kemalizm, bir yandan Osmanlı devlet geleneğini restore ederken, ona karşı ortaya konmuş tüm mücadele birikimini de toprağa gömmek istemektedir. Araplara ve İslam’a düşmanlık, Türkçüleşme, korporatizm üzerinden sol, kemalizmin Batı’ya karşı varlık mücadelesi verdiğine, bu hamleleri zorunlu olarak yaptığına inandırılmıştır. Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamaktadır: ülke içinde güç olma derdi taşımayan, güç imkânları olmadığı için de, Batı’ya dönük direnişte hep kemalizmin yanına sıralanan sol, yapılan bu hamlelerin içe dönük sınıflar mücadelesinin aslî bileşenleri olduğunu görmemiştir, görmek istememiştir. Ekim Devrimi ile sola çeken ittihatçı damarın, Anadolu’daki Müslüman direnişinin bu damarla ilişkilerinin kesilmesi için Batılılaşma adımlarının atıldığını görmek gerekir. Şeyh Servet’in bu topraklardaki ilk komünist partilerden birinin kurucularından olması, az buz bir şey değildir. Birinci Meclis içerisinde Kur’an üzerinden miras ve mülkiyet tartışmaları yürüten, Sivas Kongresi öncesi oluşturulan Muvahhidin Cemiyeti üyesi mebusların yürüyüşü kemalizmi ürkütmüş olmalıdır. Kemalizmin 1922-1942 arasında tek işi, birinci meclisteki muhtemel ve mevcut iç düşmanları, rakipleri ve hasımları tasfiye etmektir. Sol ise bu tasfiyenin yandaşı olarak, ellilerden sonra başını kaldırma imkânı bulmuştur. Kemalizm içi liberal itiraz anlamında, Demokrat Parti kurucularıyla ilk sosyalist kadroların birlikte dergi çıkartmış olmaları manidardır.

Osmanlıcanın liselere sokulması üzerinden yaşanan tartışmalarda İnönü’nün Latin alfabesine geçişle ilgili şu sözleri tedavüle girmiştir: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma-yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi… Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı... Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”[3] Osmanlıcanın kaldırılmasına karşı çıkan bir isim olan İnönü, muhtemelen bu sözlerde aktardığı ideolojik argümanlara ikna edilmiştir. Bu argümanlar, devletin aslî yönelimini ve derdini de ele vermektedir. Kendisinin halef oluşu ise, ilgili yönelimin ve derdin muhafaza edildiğinin alâmetidir.

Harf reformunun Osmanlı’dan, 1870’lerden beri tartışıldığı söylenir. İzmir İktisat Kongresi’nde tartışılan bu konuya işçi temsilcilerinin “Latin alfabesine geçilsin” önerisiyle yaklaşmaları, II. Enternasyonal çizgisiyle belirli bir bağ içerisindeki ideolojik çizginin tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Bu temsilcilerden biri de işçi kılığında kongreye katılan Şefik Hüsnü’dür. TKP’nin başındaki bu ismin zihninde, Batı’nın doğurduğu, yoğurduğu, biçim verdiği bir tür solculuk ve o solculukla organik, canlı bir ilişki içerisinde olmak vardır. Mustafa Suphi’nin katledilmesinin, Şefik Hüsnü’nün yükseltilmesinin temel sebebi, batılılaşma temayülüdür.

Oysa 1907 tarihli Stuttgart’ta düzenlenen II. Enternasyonal kongresi sonrası belirli bir çentik atılmıştır. Şefik Hüsnü, bu çentiği görmediği ve hâlâ Avrupa’da olduğu düşüncesiyle hareket ettiği için, Avrupa’nın Anadolu’daki her ilerleyişini zafer nidalarıyla karşılamaktadır. Burada uğruna mücadele verilen şey sosyalizm değil, Avrupa ilerlemesidir. Söz konusu ilerlemenin sosyalizm olarak kodlanması, ideolojik-politik yenilgiyle alakalıdır. Avrupa şahsında tesis edilen dünyevî din, sosyalizm kılıfına bürünmüş, Anadolu topraklarına bir de o kanaldan sokulmuştur. Kemalizm, ilgili kanaldan gerekli isimleri sonrasında kendisine devşirmiştir. Kadrocuların temel tezi, o koşullarda Türkiye’nin sınıf mücadelelerinden azade olduğu, üretici güçler teorisine atıfla, devletin emperyalistlerle çelişkisinin aslî oluşu üzerine kuruludur. Kemalizm, bunları vura vura öğretmiştir. O bilgileri bugünde tedavüle sokmanın solculuk olduğu yanılsaması ise hâlâ hükmünü yürütmektedir.

Yenilgi, 1919-1922 momentinde yaşanan iç savaş koşullarında yaşanan bir yenilgidir. Buradan sol, Anadolu’nun damarlarında ilerleme, toprağına sinme, mevziler elde etme imkânından mahrum bırakılmıştır. Bugün ideolojik planda kapışan öznelerin hepsi, kemalizmin hizaya getirdiği, ölçülendirdiği, ölçeklendirdiği ve belli bir kıvam kattığı, ruh üflediği öznelerdir. Dolayısıyla, solun Şefik Hüsnü solculuğundan bir adım öteye geçmesi mümkün değildir. Ondaki solculuk, dünyevî bir dine tekabül etmekte, bu dinin tağutu Batı, putu ilerleme, mümini “işçi” olmak zorundadır. Bu “işçi”nin gerçek işçiyle herhangi bir rabıtası bulunmamakta, o, salt, ilerlemenin, Batı’nın ve hâkimiyetin bir mecazı olarak iş görmektedir. Birileri işçi eli tuttuğunda ya da ağzına “işçi” kelimesi aldığında, dünyevî dinleri için gerekli ibadeti ifa ettiklerini düşünmektedirler. Böylece her şey yolunda gitmekte, bilimsel olarak geleceği kesin olan sosyalizm cennetine dualarla selam durulmuş olmaktadır. Ama iş, Fanon’un “bugün köylü proleter, kentli burjuvadır” ya da Castro’nun “bugün dağ proleter, kent burjuvadır” demesine benzer bir biçimde, fiilî ilişkiler içerisinde sınıf mücadelelerinin takipçiliğini yapmaya, izini sürmeye gelince, bu insanlar kuyruklarını kıstırıp kaçmakta, bu izi sürenlere öfkeli küfürler sallamaktadırlar. Bu zevatın kemalizmle ettiği doksan yıllık valse son vermeleri, o saraylar, şatolar, malikâneler yıkılmadığı sürece imkânsızdır.

Yukarıda bahis konusu olan ve Lenin şahsında tecessüm etmiş bulunan, 1907 sonrası atılan çentikte Doğu halklarının ve sömürgelerin kıyamı vardır. Kemalist dünyevî dine örgütlenmiş solun bu kıyamın dışına düşmesi acıdır. Dışarı düşüş, beraberinde, bölgeye, bölgenin hakikatine yabancılaşmayı getirmiştir. Sonrasında koca koca örgüt ve partiler, canlı-kanlı mücadelelerin sürdüğü Lübnan, Suriye, Irak, İran hattındaki sol mahfillere değil, devlete ve emperyalizme yedeklenmiş bir solculuğun mekânlarına kaçmış, buralarda bürolar açmıştır. 1970’te Sovyetler, TKP’ye “seni hangi bölgenin komünist parti listesine alayım?” diye sorduğunda, TKP, “beni Avrupa listesine yazın” demiştir. İran, Lübnan ve Irak komünistlerinin çeşitli araçlarla birlikte ciddi güç kazandığı momentte, bizim KP’miz, Avrupa’nın serin sularına kaçmıştır. Trajedi buradadır. Bugün ilgili bölgeye gitmeye cüret eden öncü gençlerin hatırası ve birikimini tasfiye etmekle meşgul olan bu sol, dolayısıyla, İran, Irak, Suriye ve Lübnan hattındaki mücadelelerin yenilgi ve zaferlerinden de hiçbir şey öğrenememiştir. Buradaki temel zafiyet üzerinden, toplumsal devrimle politik devrim karşı karşıya getirilmiş, aradaki açının devrimcileştirilmesine bakılmamış, politik devrim peşinde koşanlar, toplumsal ilişkilerden; toplumsal devrim peşinde koşanlarsa, politik müdahale/mücadele imkânlarından uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla, Anadolu’daki ilk komünistlerin müşterek ittifak politikaları toprağa gömülürken, toprağın üzerinde yaşamak için kemalizmin rüzgârına teslim olunmuştur. Bu teslimiyet, solun kendisini tümüyle dünyevî dinle birlikte ve ona göre tanımlamaya zorlamıştır.

* * *

Dinin dünyevîleşmesi, bu dünyaya itirazın sönümlenmesi içindir. Dünyanın dinîleşmesi, öte dünyanın hakikileşmesi amacını güder. Cehennem de cennet de buradadır. Dünyayı kendi servetleri ve çıkarları üzerine kurmuş olanların onu din kılıfı altında sunmaları, kimseyi kandırmamalıdır. Kurucuların dünyası, yıkıcıların dini altında ezilecektir. Kur’an’da ve toplam İslamî gelenekte ne varsa, dünya dinîleştikçe, başka görünecektir. Başka görünen, illaki, “başka hayat”a dairdir, olacaktır.

Cezayirli Salah Chouki’nin ezilmemesi için devleti daha yüce bir yere yerleştirmesi, bu ülkenin eski sömürgecisi Fransa’nın bir emridir. Bu emre bizim buradan uymamız gerektiğini söyleyen sosyalist, anarşist bilumum sol postlu liberalin anlamadığı, dinle mücadele ederken, devlete hizmet ettikleridir. Yani Fransa, hâlâ o ülkeyi kendisinin mülkü kabul etmektedir. Demek ki o, 1962’de terk ederken, geride kimi ajanlarını bırakmıştır. Bu ajanlar, Fransız’daki ideolojik, dünyevî din dairesinde ilerleme söz vermiş olanlardır. Deri siyah iken, maske beyazdır. Sömürgeci, halkla değil, malı olan kültürel ve maddî altyapı ile ilgilendiğinden, bu altyapı, ideolojik müdafilerine ihtiyaç duymaktadır. Yerin altında maden olduğu bilgisine sahip olan, o yerin ve altının da sahibi olduğunu düşünmektedir. Yüceye oturtulan devlet de onların malıdır, çünkü o madenin sevk ve idaresi için kurulmuş bir şirkettir. Arap Baharı, bu açıdan, kendilerini gerçek mülk sahibi olarak görenlerin iç devrim ve ayaklanma süreçlerine müdahale etmelerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla “bu memleket bizim” demek, ister istemez, ideolojik planda emperyalistlerle ortaklaşmak, onların dünyevî dinlerine bağlanmak demektir. Bu söz, hafi bir akit olarak, mülk sahiplerine zımnî bir mesaj kabilindendir.

Devlet, dünyanın göstergesidir, kurucu olanın faaliyetine övgü ve hürmettir. “Bugün Türkiye’nin kurucusuna, devletine saldırı var, onunla yoldaş olabiliriz” diyenlerin görmediği, AKP’nin o devletin, kurucunun emriyle hareket ettiğidir. AKP, dünyevî din, dinleşmiş dünyası adına, dinî dünyayı, dinin hakikatini ezme teşebbüsüdür. “Kur’an’ın nüzûl sırasına göre ilk 28 ayetini okuyup tefsir etmeye çalışan kişinin ilk işi, o Ak Saray’ı yıkmak olmalıdır” [Muhammet Sağlam] diyen bir dinin öldürülmesi zorunludur. İnşa edilen saray, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin bir simgesi olarak vardır. O sarayı yıkmak için sarayın temsil ettiği dünyevî dinle de hesaplaşmak zorunludur. Uhud Savaşı’nda Peygamber’i elinden yaralayan kılıcın öfkesini ve maddesini anlamazsak, ona karşı Zülfikar olmamız mümkün değildir.

Bugün sömürgecilerin geride bıraktıkları ajanlarla, valilerle, emir erleriyle mücadele etmek şarttır. “Yerin altındaki ve üstündeki zenginliklerin sahibi kim olacak?” tartışmasında cevabın sol veya İslam olması arasında bir fark yoktur. Bu tartışma geçersizleştirilmeli, bugünün sahiplerine karşı yerin altındaki şehidler, yerin üstündeki mücahidlerle birlikte dövüşmenin yolu-yordamı bulunmalıdır. Bu yol-yordam dâhilinde, tüm meseleler sadeleşecek, kara perdeler kalkacak, düşmanı silikleştiren sis dağılacaktır.

Ama maalesef, mülkün hangi kesimin eline geçeceğine dair tartışma, bu hâkim mülkiyetçilik, bahis konusu olan müşterek cihadı da imkânsızlaştırmaktadır. Kafasında mülk, mülkün sahibi, mülkün bekçisi ve mülkün seyri konusunda net fikirlere sahip olanların solcu mu İslamcı mı olduğunun bir ehemmiyeti yoktur. Bugün kafadaki netlik, mülkün, maddenin netliğidir. Sömürgecilerden miras kalan bu kir-pas temizlenmelidir.

Baran dergisinden Fatih Turplu[4], Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansına dair yüzeysel eleştirilere haklı olarak itiraz etmektedir. Ama kendisi de bu netlik ve sadelik üzerinden konuştuğunu bilmelidir. Yazar, fikrî süreçleri sadeleştirdiği için İslam olmuş gibidir. Bu sadelik, dünyevî karmaşanın, at yarışı oynamanın, dedikodu yapmanın, fitne sokmanın, ölü kardeş eti yer gibi gıybet etmenin, magazin peşinde sürüklenmenin işlevli olduğu keşmekeşte, bir mihenk taşı görevi görmektedir sadece, o kadar.

Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O’na dediler ki, ‘Biz senin sadece bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.’ […]” [Fizilal-il Kur’an: Hûd Suresi 27. ayet][5]

Kavminin kâfirleri, Hz. Nuh’a “peşinden ayaktakımından başka kimse gelmiyor, yalancısın.” derken, bu sözün bugün ilmi Nietzsche’den alanlarca tekrarlanması acıdır. Ama Nietzsche, Hitler ve Almanya şansölyeleri ile rabıta kurmak, doğaldır. Sağın belirli bir damarı, “ehven-i şer”, “daha iyi emperyalist” diye ve Osmanlı’yı hatırlattığından, hâlâ geçmişteki Almancılığını muhafaza etmektedir. Böylece Alman toprak sahiplerinin ve patronların fukara Alman halkını saflarına katmak için söyledikleri yalanlar Türkçeye tercüme edilmekte, bu, beraberinde, sos hâline getirilmiş bir İslam’a bandırılmaktadır. Bu noktada kontrolsüzlüğü, karmaşıklığı ve karmaşayı hatırlattığı için “ayaktakımı”na düşman olmak, sadeliğin muktedir, zengin, müstekbirde bulunmasının bir sonucudur. Ayağa düşmüş bir devlet, bir imparatorluk bakiyesi, milletini aşağılamakta, sonra da milletin bu aşağılık durumdan, çukurun dibinden ancak kendisinin uzatacağı ele tutunarak kurtulabileceğini ona inandırmaktadır. Buradan İslam, dünyevî din olarak formüle edilmiş Yahudi-Hıristiyan geleneğine bağlanmaktadır. İslam, yerine göre, ancak Yahudileşerek ya da Hıristiyanlaşarak hayatta kalma imkânına sahiptir, bu damara göre. İlgili dine itiraz eden herkesin katli vaciptir dolayısıyla. Hz. Nuh ve peşinden gelen ayaktakımının dinî dünyalarını bu topraklardan silmek için onları aşağılayan ne varsa, sahiplenilmek zorundadır. Ayaktakımının kıyamından korkulduğu için, önce o takımda sürünmek istenmeyenlere bireysel haplar verilecek, oradan kurtuluş için devlete bağlanmak öğütlenecek, buduncu-Allah’sız isimlere bile Nakşî şeyhlerinin eli öptürülecek, sonra da müşterek kıyama yazgılı olanların üzerine saldırtılacaktır.

Böylesi bir gidişatta Fethullah operasyonlarından kimi cemaatler ürkmesin diye kesenin ağzı açılacak, TV programları ve devlet imkânları bunların önüne serilecektir. Bu cemaatlerden birinin popstarı Cübbeli Ahmet’in bilip anladığı İslam, esas olarak İslam’ın Yahudi ve Hıristiyan gibi görünmemesi üzerinedir. Zevahiri kurtarayım derken, bu tip âlimlerin “Hadis dinleri”, 23 yıllık mücadelenin tüm mevzilerinin silinmesine dairdir. Cübbeli, cemaatlerin ürkütülmemesi amacıyla çıkartıldığı bir TV kanalında, “Türkler Allah katında seçkin ırktır” demek zorundadır. Yahudi görünmemek isterken, bu sözüyle Yahudileşmiş, Yahudilerin üstün ırk dini oluşuna bağlanmış ve Hûcûrat 13’ü inkâr etmiştir. O, bu sözü Türklüğün mal-mülkün sahipliğine ait bir mecaz olduğunun bilincindedir. O, AKP’ye selam çakarak, dinî dünyaya kılıç salladığını, devletin dünyevî dininin neferi olduğunu ikrar etmiştir. Bu inkâr ve ikrar, onun kısa süreli hapishane ziyaretiyle alakalıdır. Ziyaret sonrası önce Fethullah’a selam yollamış, şimdi de çıkarına göre cübbesi, takkesi ve asasıyla, Hablullah’a değil, AKP’nin ipine tutunmaktadır.

Fethullah ise dinî dünyaya saldırıdır. AKP, devletin dünyevî dinidir. Tüm âlimleri ve siyasetçileriyle, iki kesim de cennet kavgasını uhreviyete terk etmemizi istemektedir. Bu, tepedeki yerlerini, kervanı bir an önce yağmalamak için terk eden okçulardaki “İslam”ın galebe çalmasıdır. O kervan sahipleri ile mücadele, mahfuz olan levhada kazılı, mazlumlarınsa alınlarında yazılıdır.

Eren Balkır
18 Haziran 2018

Dipnotlar:
[1] Salah Chouaki, “Siyasal İslam’la Uzlaşmak İmkânsızdır”, Dünyadan Çeviri, erişim: 18 Aralık 2014.

[2] Ayhan Yalçınkaya, “Alevilik ve Sol”, Derdim Artar Daima, erişim: 10 Aralık 2014.

[3] İnönü, Hatıralar, C. II s. 223.

[4] Fatih Turplu, “Üç Sivrisinek ve Türkiye’nin Kültür Manzarası”, Baran Dergisi, erişim: 20 Aralık 2014.

[5] Kuranmeali.org.

0 Yorum: