Buradaki
dine saldıran, başkasının dininin savaşçısıdır. Bize açık toplum, açık
demokrasi okullarının öğrencilerinden öğrendikleri liberalizmi solculuk olarak
satanların anlam veremeyecekleri, işte şu cümledir: “Modern devleti savunmanın
en iyi yöntemi, onu siyasî amaçlar için dinin her türlü kullanımının
ulaşamayacağı bir yere koymaktır.”[1] Bu tür laflar eden liberal solcuların
kendi sınıfsal çıkarlarına tercüme ettikleri Kobanê dolayımıyla buranın
pazarına sundukları mal, içi geçmiş liberalizmden başka bir şey değildir. Bu
liberalizmse, modern devleti savunmaktan başka bir şey düşünmez. Lenin’i çöpe
atıp Foucault’yu önder belleyenlerin, anarşistlerden rol çalanların, sol
liberalizm boşluğunu DSİP sonrası doldurabileceklerini sananların bugün
geldikleri nokta, modern devlet savunuculuğudur.
Çünkü
bu-dünya savunusu, bir devlet tasavvuruna ve kurgusuna kapanmaya mecburdur.
Kimi bireyler, kendi varoluşlarını koşullayan somut ilişkileri bir dünyaya ve
oradan da bir devlete tamamlamalıdırlar. Bu ilişkilerin her türlü düşman
sızmasından ve saldırısından korunması ve ilişkilerin zamansal
sonsuzluğa-mekânsal sınırsızlığa dair bir hisse sahip olması, devletle
mümkündür.
Varolan
devlete dönük itirazsa, evrimseldir, ilerlemecidir, mevcut devletin geri bir
aşamaya ait olmasına inanılmasıyla ilgilidir. Ama burada mesele, somut dünyevî
ilişkilerin mutlak kabul edilmesi, merkeze konması, hiç değişmeyecek kabul
edilmesidir. Mutlak istikrar, sabitlik ve düzen için kargaşaya meyletmek, bu
bireylerin doğal yönelimidir. Onların sözlerinin altında statüko sırıtır, zulüm
göz kırpar, sömürü konuşur. Bu, dünyanın, somut ilişkilerin din bellenmesidir.
Din bellenmiş dünya ile dinî dünya apayrı şeylerdir. İlki, kendisini savunmak
için modern devleti dinî dünyanın ulaşamayacağı yere koymak zorundadır.
Dünyayı
din belleyenler, sağcılaşırlar.[2] İçinde yaşadıkları ve rant ilişkileri
üzerinden putlaştırdıkları dünyayı din belleyenlerin, dini dünya kılanlara
savaş açması kaçınılmazdır. Burada dünya ile devlet arasında kısa devre yapmak
zorunludur. Yani dinî dünyaya açılan savaş, devlete açılmış gibi
gösterilmektedir. Oysa bu, savaş açanların vehmidir.
Fehim
yoksa vehim ve lehim vardır. Ayrımları anlama cehdi mevcut değilse, eldeki
malzemeler birbirlerine lehimlenip belirli bir vehme duçar olunur. Vehim,
yanlış, temelsiz kurgu, kuruntudur. Bu kuruntuyla, dinî dünyanın kavgası,
devletin direnci olarak görülür ve devletle mücadelenin aslî alt başlığı hâline
getirilir. Aslında devletle, dini yok etmek için mücadele edilmektedir. Bu
mücadele ise, kendi dünyevî dinini hâkim kılmak amacıyla verilmektedir. Dünyevî
din, sol şahsında, egemenlerin suyuna daldırılıp ehlîleştirilmiş
Yahudilik-Hıristiyanlık kırması bir dinden başka bir şey değildir.
Muhafazakârların
yüz yıldır batıdaki sol karşıtı Yahudilerin ve Hıristiyanların eserlerini
Türkçeleştirmekten başka bir üretim ortaya koymamaları, bu noktada manidardır.
Tüm argümanlar, tezler, batıdan devşirilmişlerdir. Amerika’da bir komünist
aleyhine ne söyleniyorsa, Erzurum’da da aynı şey söylenmiştir. Orada da
insanlar, “bir gün Sovyetler Amerika’yı işgal edecek” korkusuyla yetiştirilmiş,
Erzurum’un politik iklimi de aynı korkuya göre biçimlendirilmiştir.
Putlaştırılan dünya yüceye yerleştirilmiş, o kendi devletini kitle içerisinde
tesis etmiş, ona itiraz edenler, siyasî alanın kıyısına fırlatılmışlardır.
Dünyevî
dinle devlet dolayımıyla dövüşülmez; devletle dinî dünya aracılığıyla
savaşılır. Devletin dünyevî dinine itiraz etmek, devletin başka bir dünyevî din
arayışının ifadesidir. Başka bir dünyevî din, mülkün ve mülk ilişkilerinin
farklı bir tezahürüdür. O, mülkü Allah’a havale eden müşterek bir irade olarak,
halka, millete başka bir mülk ilişkisi değil, başka bir hayat sunuyor
olmalıdır.
Dinî
dünya ile dünyevî dinin kavgası, mazlumlara dairdir. Burada savunma hattının mı
yoksa saldırı hattının mı örüldüğü aslî değildir. Dinî dünya, Hakikat’i tavaf
eder; dünyevî dinse, Batıl’ın önünde diz çöker. Dolayısıyla dinî dünyanın
devlet şahsında karşıya atılması, kendi dünyevî dininin hâkim olması için
mücadele edilmesi, manasızdır. Solcuların “Dersimlilere medeniyet götürdük,
daha ne istiyorsunuz?” diyen CHP’den ayrı bir dertleri varsa, öncelikle, o
medeniyetin üzerine kurulu olduğu dünyevî dini reddetmeleri gerekir. Bu ret,
dinî dünyalarını korumak ve güçlendirmek isteyen mazlum kitlelerin içerisinde,
dünyevî dinin nüfuzunu kırmaya dönük bir gayreti de doğalında içerecektir.
Dünyevî dine vurdukça, dinî dünya da özgürleşme imkânı bulacak; özgürleşen
mücadele, kendi Müslüman yoldaşlarını bu topraklardan bulacaktır. Ama önce,
Batı’nın kurduğu İnsan, Medeniyet gibi olguların arkasındaki fikrî uzantıların
dağıtılması şarttır. Seçkin, özel bireyler arayışından kurtulduğunda, bu ülke
ve bölgenin kurtuluşçu ve devrimci failleri, mazlum halkın kanı ve terinde
birbirine karışacaktır.
* * *
Osmanlıca
üzerinden kopan son fırtına, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde neyin ve kimin
önünde diz çöküleceğiyle ilgili bir tartışmadır. Bu tartışma dâhilinde AKP,
önünde diz çöktüğü Batı’nın Ortadoğu, Asya ve Afrika politikalarının bir Truva
Atı ve maşası olarak başka bir dünyevî dinden dem vurmaktadır. Onun ağzındaki
“Osmanlı”, dinî dünyaya ihanet etmiş, onu mahvetmiş, dünyevî dinin egemen
ideolojik argümanıdır. Dolayısıyla bu “Osmanlı”, üç-beş patronun faaliyet
alanına, sermayenin rahat akacağı kanallara, sömürü gemilerinin karadan
yürütülmesine, binlerce emekçinin kılıçtan geçirilmesine, mazlum halkların
emperyalistlere peşkeş çekilmesine işaret etmektedir. O, “biz büyüyeceğiz, ama
bu emperyalistler büyümemize izin vermiyorlar” masalının ana fonudur.
Osmanlıca
ve yeni alfabeye geçiş tartışması, hangi evrene, âleme ve gerçeğe bağlanmak
istendiğinin de bir alâmetidir. “Okuryazarlığı artırma amaçlı” bu 1928 tarihli
reform sonrası, istatistiklere göre, okuryazarlık oranlarında uzun süre bir
artış yaşanmamıştır. Üstelik konuyla ilgili kimi kesimler, Osmanlıcanın yazım
ve basım teknikleri açısından kolaylıklar da sunduğunu söylemektedirler. Bu
tartışmaların tam orta yerinde, Aziz Nesin’in Osmanlıca tuttuğu Madımak notları
çıkmıştır açığa…
Demek
ki kemalizm, bir yandan Osmanlı devlet geleneğini restore ederken, ona karşı
ortaya konmuş tüm mücadele birikimini de toprağa gömmek istemektedir. Araplara
ve İslam’a düşmanlık, Türkçüleşme, korporatizm üzerinden sol, kemalizmin
Batı’ya karşı varlık mücadelesi verdiğine, bu hamleleri zorunlu olarak
yaptığına inandırılmıştır. Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamaktadır:
ülke içinde güç olma derdi taşımayan, güç imkânları olmadığı için de, Batı’ya
dönük direnişte hep kemalizmin yanına sıralanan sol, yapılan bu hamlelerin içe
dönük sınıflar mücadelesinin aslî bileşenleri olduğunu görmemiştir, görmek
istememiştir. Ekim Devrimi ile sola çeken ittihatçı damarın, Anadolu’daki
Müslüman direnişinin bu damarla ilişkilerinin kesilmesi için Batılılaşma adımlarının
atıldığını görmek gerekir. Şeyh Servet’in bu topraklardaki ilk komünist
partilerden birinin kurucularından olması, az buz bir şey değildir. Birinci
Meclis içerisinde Kur’an üzerinden miras ve mülkiyet tartışmaları yürüten,
Sivas Kongresi öncesi oluşturulan Muvahhidin Cemiyeti üyesi mebusların yürüyüşü
kemalizmi ürkütmüş olmalıdır. Kemalizmin 1922-1942 arasında tek işi, birinci
meclisteki muhtemel ve mevcut iç düşmanları, rakipleri ve hasımları tasfiye
etmektir. Sol ise bu tasfiyenin yandaşı olarak, ellilerden sonra başını
kaldırma imkânı bulmuştur. Kemalizm içi liberal itiraz anlamında, Demokrat
Parti kurucularıyla ilk sosyalist kadroların birlikte dergi çıkartmış olmaları
manidardır.
Osmanlıcanın
liselere sokulması üzerinden yaşanan tartışmalarda İnönü’nün Latin alfabesine
geçişle ilgili şu sözleri tedavüle girmiştir: “Harf devriminin tek amacı ve
hatta en önemli amacı okuma-yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir.
Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor
olduğu değildi… Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin
kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum
üzerindeki etkisini zayıflatmaktı... Yeni nesiller, eski yazıyı
öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din
eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki
etkisi azalacaktı.”[3] Osmanlıcanın kaldırılmasına karşı çıkan bir isim olan
İnönü, muhtemelen bu sözlerde aktardığı ideolojik argümanlara ikna edilmiştir.
Bu argümanlar, devletin aslî yönelimini ve derdini de ele vermektedir.
Kendisinin halef oluşu ise, ilgili yönelimin ve derdin muhafaza edildiğinin
alâmetidir.
Harf
reformunun Osmanlı’dan, 1870’lerden beri tartışıldığı söylenir. İzmir İktisat
Kongresi’nde tartışılan bu konuya işçi temsilcilerinin “Latin alfabesine
geçilsin” önerisiyle yaklaşmaları, II. Enternasyonal çizgisiyle belirli bir bağ
içerisindeki ideolojik çizginin tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Bu
temsilcilerden biri de işçi kılığında kongreye katılan Şefik Hüsnü’dür. TKP’nin
başındaki bu ismin zihninde, Batı’nın doğurduğu, yoğurduğu, biçim verdiği bir
tür solculuk ve o solculukla organik, canlı bir ilişki içerisinde olmak vardır.
Mustafa Suphi’nin katledilmesinin, Şefik Hüsnü’nün yükseltilmesinin temel
sebebi, batılılaşma temayülüdür.
Oysa
1907 tarihli Stuttgart’ta düzenlenen II. Enternasyonal kongresi sonrası belirli
bir çentik atılmıştır. Şefik Hüsnü, bu çentiği görmediği ve hâlâ Avrupa’da
olduğu düşüncesiyle hareket ettiği için, Avrupa’nın Anadolu’daki her
ilerleyişini zafer nidalarıyla karşılamaktadır. Burada uğruna mücadele verilen
şey sosyalizm değil, Avrupa ilerlemesidir. Söz konusu ilerlemenin sosyalizm
olarak kodlanması, ideolojik-politik yenilgiyle alakalıdır. Avrupa şahsında
tesis edilen dünyevî din, sosyalizm kılıfına bürünmüş, Anadolu topraklarına bir
de o kanaldan sokulmuştur. Kemalizm, ilgili kanaldan gerekli isimleri
sonrasında kendisine devşirmiştir. Kadrocuların temel tezi, o koşullarda
Türkiye’nin sınıf mücadelelerinden azade olduğu, üretici güçler teorisine
atıfla, devletin emperyalistlerle çelişkisinin aslî oluşu üzerine kuruludur.
Kemalizm, bunları vura vura öğretmiştir. O bilgileri bugünde tedavüle sokmanın
solculuk olduğu yanılsaması ise hâlâ hükmünü yürütmektedir.
Yenilgi,
1919-1922 momentinde yaşanan iç savaş koşullarında yaşanan bir yenilgidir.
Buradan sol, Anadolu’nun damarlarında ilerleme, toprağına sinme, mevziler elde
etme imkânından mahrum bırakılmıştır. Bugün ideolojik planda kapışan öznelerin
hepsi, kemalizmin hizaya getirdiği, ölçülendirdiği, ölçeklendirdiği ve belli
bir kıvam kattığı, ruh üflediği öznelerdir. Dolayısıyla, solun Şefik Hüsnü
solculuğundan bir adım öteye geçmesi mümkün değildir. Ondaki solculuk, dünyevî
bir dine tekabül etmekte, bu dinin tağutu Batı, putu ilerleme, mümini “işçi”
olmak zorundadır. Bu “işçi”nin gerçek işçiyle herhangi bir rabıtası
bulunmamakta, o, salt, ilerlemenin, Batı’nın ve hâkimiyetin bir mecazı olarak
iş görmektedir. Birileri işçi eli tuttuğunda ya da ağzına “işçi” kelimesi
aldığında, dünyevî dinleri için gerekli ibadeti ifa ettiklerini
düşünmektedirler. Böylece her şey yolunda gitmekte, bilimsel olarak geleceği
kesin olan sosyalizm cennetine dualarla selam durulmuş olmaktadır. Ama iş,
Fanon’un “bugün köylü proleter, kentli burjuvadır” ya da Castro’nun “bugün dağ
proleter, kent burjuvadır” demesine benzer bir biçimde, fiilî ilişkiler
içerisinde sınıf mücadelelerinin takipçiliğini yapmaya, izini sürmeye gelince,
bu insanlar kuyruklarını kıstırıp kaçmakta, bu izi sürenlere öfkeli küfürler
sallamaktadırlar. Bu zevatın kemalizmle ettiği doksan yıllık valse son
vermeleri, o saraylar, şatolar, malikâneler yıkılmadığı sürece imkânsızdır.
Yukarıda
bahis konusu olan ve Lenin şahsında tecessüm etmiş bulunan, 1907 sonrası atılan
çentikte Doğu halklarının ve sömürgelerin kıyamı vardır. Kemalist dünyevî dine
örgütlenmiş solun bu kıyamın dışına düşmesi acıdır. Dışarı düşüş, beraberinde,
bölgeye, bölgenin hakikatine yabancılaşmayı getirmiştir. Sonrasında koca koca
örgüt ve partiler, canlı-kanlı mücadelelerin sürdüğü Lübnan, Suriye, Irak, İran
hattındaki sol mahfillere değil, devlete ve emperyalizme yedeklenmiş bir
solculuğun mekânlarına kaçmış, buralarda bürolar açmıştır. 1970’te Sovyetler,
TKP’ye “seni hangi bölgenin komünist parti listesine alayım?” diye sorduğunda,
TKP, “beni Avrupa listesine yazın” demiştir. İran, Lübnan ve Irak
komünistlerinin çeşitli araçlarla birlikte ciddi güç kazandığı momentte, bizim
KP’miz, Avrupa’nın serin sularına kaçmıştır. Trajedi buradadır. Bugün ilgili
bölgeye gitmeye cüret eden öncü gençlerin hatırası ve birikimini tasfiye
etmekle meşgul olan bu sol, dolayısıyla, İran, Irak, Suriye ve Lübnan
hattındaki mücadelelerin yenilgi ve zaferlerinden de hiçbir şey öğrenememiştir.
Buradaki temel zafiyet üzerinden, toplumsal devrimle politik devrim karşı
karşıya getirilmiş, aradaki açının devrimcileştirilmesine bakılmamış, politik
devrim peşinde koşanlar, toplumsal ilişkilerden; toplumsal devrim peşinde
koşanlarsa, politik müdahale/mücadele imkânlarından uzaklaşmışlardır.
Dolayısıyla, Anadolu’daki ilk komünistlerin müşterek ittifak politikaları
toprağa gömülürken, toprağın üzerinde yaşamak için kemalizmin rüzgârına teslim
olunmuştur. Bu teslimiyet, solun kendisini tümüyle dünyevî dinle birlikte ve
ona göre tanımlamaya zorlamıştır.
* * *
Dinin
dünyevîleşmesi, bu dünyaya itirazın sönümlenmesi içindir. Dünyanın dinîleşmesi,
öte dünyanın hakikileşmesi amacını güder. Cehennem de cennet de buradadır.
Dünyayı kendi servetleri ve çıkarları üzerine kurmuş olanların onu din kılıfı
altında sunmaları, kimseyi kandırmamalıdır. Kurucuların dünyası, yıkıcıların
dini altında ezilecektir. Kur’an’da ve toplam İslamî gelenekte ne varsa, dünya
dinîleştikçe, başka görünecektir. Başka görünen, illaki, “başka hayat”a
dairdir, olacaktır.
Cezayirli
Salah Chouki’nin ezilmemesi için devleti daha yüce bir yere yerleştirmesi, bu
ülkenin eski sömürgecisi Fransa’nın bir emridir. Bu emre bizim buradan uymamız
gerektiğini söyleyen sosyalist, anarşist bilumum sol postlu liberalin
anlamadığı, dinle mücadele ederken, devlete hizmet ettikleridir. Yani Fransa,
hâlâ o ülkeyi kendisinin mülkü kabul etmektedir. Demek ki o, 1962’de terk
ederken, geride kimi ajanlarını bırakmıştır. Bu ajanlar, Fransız’daki
ideolojik, dünyevî din dairesinde ilerleme söz vermiş olanlardır. Deri siyah
iken, maske beyazdır. Sömürgeci, halkla değil, malı olan kültürel ve maddî
altyapı ile ilgilendiğinden, bu altyapı, ideolojik müdafilerine ihtiyaç
duymaktadır. Yerin altında maden olduğu bilgisine sahip olan, o yerin ve
altının da sahibi olduğunu düşünmektedir. Yüceye oturtulan devlet de onların
malıdır, çünkü o madenin sevk ve idaresi için kurulmuş bir şirkettir. Arap
Baharı, bu açıdan, kendilerini gerçek mülk sahibi olarak görenlerin iç devrim
ve ayaklanma süreçlerine müdahale etmelerinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla “bu memleket bizim” demek, ister istemez, ideolojik planda
emperyalistlerle ortaklaşmak, onların dünyevî dinlerine bağlanmak demektir. Bu
söz, hafi bir akit olarak, mülk sahiplerine zımnî bir mesaj kabilindendir.
Devlet,
dünyanın göstergesidir, kurucu olanın faaliyetine övgü ve hürmettir. “Bugün
Türkiye’nin kurucusuna, devletine saldırı var, onunla yoldaş olabiliriz”
diyenlerin görmediği, AKP’nin o devletin, kurucunun emriyle hareket ettiğidir.
AKP, dünyevî din, dinleşmiş dünyası adına, dinî dünyayı, dinin hakikatini ezme
teşebbüsüdür. “Kur’an’ın nüzûl sırasına göre ilk 28 ayetini okuyup tefsir
etmeye çalışan kişinin ilk işi, o Ak Saray’ı yıkmak olmalıdır” [Muhammet
Sağlam] diyen bir dinin öldürülmesi zorunludur. İnşa edilen saray, yeraltı ve
yerüstü zenginliklerinin bir simgesi olarak vardır. O sarayı yıkmak için
sarayın temsil ettiği dünyevî dinle de hesaplaşmak zorunludur. Uhud Savaşı’nda
Peygamber’i elinden yaralayan kılıcın öfkesini ve maddesini anlamazsak, ona
karşı Zülfikar olmamız mümkün değildir.
Bugün
sömürgecilerin geride bıraktıkları ajanlarla, valilerle, emir erleriyle
mücadele etmek şarttır. “Yerin altındaki ve üstündeki zenginliklerin sahibi kim
olacak?” tartışmasında cevabın sol veya İslam olması arasında bir fark yoktur.
Bu tartışma geçersizleştirilmeli, bugünün sahiplerine karşı yerin altındaki
şehidler, yerin üstündeki mücahidlerle birlikte dövüşmenin yolu-yordamı
bulunmalıdır. Bu yol-yordam dâhilinde, tüm meseleler sadeleşecek, kara perdeler
kalkacak, düşmanı silikleştiren sis dağılacaktır.
Ama
maalesef, mülkün hangi kesimin eline geçeceğine dair tartışma, bu hâkim
mülkiyetçilik, bahis konusu olan müşterek cihadı da imkânsızlaştırmaktadır.
Kafasında mülk, mülkün sahibi, mülkün bekçisi ve mülkün seyri konusunda net
fikirlere sahip olanların solcu mu İslamcı mı olduğunun bir ehemmiyeti yoktur.
Bugün kafadaki netlik, mülkün, maddenin netliğidir. Sömürgecilerden miras kalan
bu kir-pas temizlenmelidir.
Baran dergisinden
Fatih Turplu[4], Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansına dair yüzeysel eleştirilere
haklı olarak itiraz etmektedir. Ama kendisi de bu netlik ve sadelik üzerinden
konuştuğunu bilmelidir. Yazar, fikrî süreçleri sadeleştirdiği için İslam olmuş
gibidir. Bu sadelik, dünyevî karmaşanın, at yarışı oynamanın, dedikodu
yapmanın, fitne sokmanın, ölü kardeş eti yer gibi gıybet etmenin, magazin
peşinde sürüklenmenin işlevli olduğu keşmekeşte, bir mihenk taşı görevi
görmektedir sadece, o kadar.
“Soydaşlarının ileri
gelen kâfirleri O’na dediler ki, ‘Biz senin sadece bizim gibi bir insan
olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı
olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız
görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.’ […]”
[Fizilal-il Kur’an: Hûd Suresi 27. ayet][5]
Kavminin
kâfirleri, Hz. Nuh’a “peşinden ayaktakımından başka kimse gelmiyor,
yalancısın.” derken, bu sözün bugün ilmi Nietzsche’den alanlarca tekrarlanması
acıdır. Ama Nietzsche, Hitler ve Almanya şansölyeleri ile rabıta kurmak,
doğaldır. Sağın belirli bir damarı, “ehven-i şer”, “daha iyi emperyalist” diye
ve Osmanlı’yı hatırlattığından, hâlâ geçmişteki Almancılığını muhafaza
etmektedir. Böylece Alman toprak sahiplerinin ve patronların fukara Alman
halkını saflarına katmak için söyledikleri yalanlar Türkçeye tercüme edilmekte,
bu, beraberinde, sos hâline getirilmiş bir İslam’a bandırılmaktadır. Bu noktada
kontrolsüzlüğü, karmaşıklığı ve karmaşayı hatırlattığı için “ayaktakımı”na
düşman olmak, sadeliğin muktedir, zengin, müstekbirde bulunmasının bir sonucudur.
Ayağa düşmüş bir devlet, bir imparatorluk bakiyesi, milletini aşağılamakta,
sonra da milletin bu aşağılık durumdan, çukurun dibinden ancak kendisinin
uzatacağı ele tutunarak kurtulabileceğini ona inandırmaktadır. Buradan İslam,
dünyevî din olarak formüle edilmiş Yahudi-Hıristiyan geleneğine bağlanmaktadır.
İslam, yerine göre, ancak Yahudileşerek ya da Hıristiyanlaşarak hayatta kalma
imkânına sahiptir, bu damara göre. İlgili dine itiraz eden herkesin katli
vaciptir dolayısıyla. Hz. Nuh ve peşinden gelen ayaktakımının dinî dünyalarını
bu topraklardan silmek için onları aşağılayan ne varsa, sahiplenilmek
zorundadır. Ayaktakımının kıyamından korkulduğu için, önce o takımda sürünmek
istenmeyenlere bireysel haplar verilecek, oradan kurtuluş için devlete bağlanmak
öğütlenecek, buduncu-Allah’sız isimlere bile Nakşî şeyhlerinin eli öptürülecek,
sonra da müşterek kıyama yazgılı olanların üzerine saldırtılacaktır.
Böylesi
bir gidişatta Fethullah operasyonlarından kimi cemaatler ürkmesin diye kesenin
ağzı açılacak, TV programları ve devlet imkânları bunların önüne serilecektir.
Bu cemaatlerden birinin popstarı Cübbeli Ahmet’in bilip anladığı İslam, esas
olarak İslam’ın Yahudi ve Hıristiyan gibi görünmemesi üzerinedir. Zevahiri
kurtarayım derken, bu tip âlimlerin “Hadis dinleri”, 23 yıllık mücadelenin tüm
mevzilerinin silinmesine dairdir. Cübbeli, cemaatlerin ürkütülmemesi amacıyla
çıkartıldığı bir TV kanalında, “Türkler Allah katında seçkin ırktır” demek
zorundadır. Yahudi görünmemek isterken, bu sözüyle Yahudileşmiş, Yahudilerin
üstün ırk dini oluşuna bağlanmış ve Hûcûrat 13’ü inkâr etmiştir. O, bu sözü
Türklüğün mal-mülkün sahipliğine ait bir mecaz olduğunun bilincindedir. O,
AKP’ye selam çakarak, dinî dünyaya kılıç salladığını, devletin dünyevî dininin
neferi olduğunu ikrar etmiştir. Bu inkâr ve ikrar, onun kısa süreli hapishane
ziyaretiyle alakalıdır. Ziyaret sonrası önce Fethullah’a selam yollamış, şimdi
de çıkarına göre cübbesi, takkesi ve asasıyla, Hablullah’a değil, AKP’nin ipine
tutunmaktadır.
Fethullah
ise dinî dünyaya saldırıdır. AKP, devletin dünyevî dinidir. Tüm âlimleri ve
siyasetçileriyle, iki kesim de cennet kavgasını uhreviyete terk etmemizi
istemektedir. Bu, tepedeki yerlerini, kervanı bir an önce yağmalamak için terk
eden okçulardaki “İslam”ın galebe çalmasıdır. O kervan sahipleri ile mücadele,
mahfuz olan levhada kazılı, mazlumlarınsa alınlarında yazılıdır.
Eren Balkır
18
Haziran 2018
Dipnotlar:
[1] Salah Chouaki, “Siyasal İslam’la Uzlaşmak İmkânsızdır”, Dünyadan Çeviri, erişim: 18 Aralık 2014.
[2]
Ayhan Yalçınkaya, “Alevilik ve Sol”, Derdim Artar Daima, erişim: 10 Aralık 2014.
[3]
İnönü, Hatıralar, C. II s. 223.
[4]
Fatih Turplu, “Üç Sivrisinek ve Türkiye’nin Kültür Manzarası”, Baran Dergisi, erişim: 20 Aralık 2014.
[5]
Kuranmeali.org.
0 Yorum:
Yorum Gönder