İkinci bölümde, Filistin Ulusal Hareketinin (FUH)
tarihsel gelişiminin izi, Arap dünyasının paternalist etkisinden kurtulmasından
Sumud yıllarına ve Oslo anlaşmasına kadar sürülmüştü. İsrail’i Madrid
konferansında tanımasının karşılığında FUH da tanınmış oldu. Ne var ki bu
tanınma, sömürgeci ezenin dayattığı koşullarda ve uluslararası sistemin
hegemonik ideallerinin de tanınması ile gerçekleşti. İsrail’i tanıyan FKÖ, onun
etnik temizlik ve işgalin maksimizasyonu gibi iki kurucu ilkesini de örtük
olarak onaylamış oldu. Oslo ve ona eşlik eden Paris Protokolü,
yerleşimci-sömürgeci bir projenin sosyoekonomik dinamiklerini tahkim etti ve
İsrail, Filistin Yönetimini (FY) kendisinin bir kolu hâline getirdi. Oslo’nun
işgalin, istimlâklerin ve tehcirin altyapısının oluşturulmasında büyük rolü
olan kapitülasyon kurumlarını nasıl doğurduğunu anlayıp kavramsallaştırmak
için, tekrar, yeni-sömürgeciliğin bağımsızlık sonrası gelişimine dair
uyarılarda bulunmuş olan Frantz Fanon’a kulak vermek gerekiyor.
Fanon’un
Kehaneti
1958 yılında Charles De Gaulle eski sömürgeleri
Frankofon topluma dâhil ederek, onları Cezayir’de yaşanan drama gözlerini
yummaları için ikna etmeye uğraşırken, bir yandan da Fransa’nın Cezayir’deki
askerî varlığını artırıyordu; bu taktik, FLN’nin üzerinde askerî ve diplomatik
bir baskı oluşturuyordu. Bu sırada Fanon, ulusal burjuvaziyi sömürgeleşmişliğin
gerçekten aşılması yönündeki devrimci bir praksisin gelişmesinin önünde engel
teşkil etmekle eleştiriyordu. Onun bazı düşünceleri Geberen Sömürgecilik’te serimlenmişti ama Fanon’un siyasi vasiyeti
hâline gelen asıl kitap, ölümünden sonra yayınlanan Yeryüzünün Lanetlileri’ydi. Bu kışkırtıcı metin, belirli
ülkelerdeki gerilla hareketleri için bir el kitabına dönüştüğü gibi,
sömürgeleşmişliği aşmaya yönelmiş 60’lı yıllardaki hareketlere de ilham veren
bir ruhun ortaya konması anlamını taşıyordu. Fanon’un yeni ortaya çıkmış olan
Afrika burjuva liderliğine dair çözümlemesi ve onların ihanetlerine durmak
bilmeden saldırması, Oslo sonrası Filistin liderliğinin durumu düşünüldüğünde
kaçınılmaz olarak akla geliyor.
Fanon, milliyetçilik hususunda miyop bir devrimin
“kendini kimi durumlarda ter dökerek ortaya koymuş da olsa, nihayetinde
neoliberal olan bir evrenselciliğin uluslaşma talebi sanılması”na yol açacak
bir kafa karışıklığının müsebbibi olabileceğini belirtir. Tanınma sağlamak
yönündeki gelişmeler, gerçekten devrimci bir dilin oluşturulmasını da
engelleyerek, milliyetçiliğin devrimci bileşenlerinin kendilerine ait belirli
hususiyetlere kapanmasını koşullar. Ulusal liderlik, tanınma arzusuyla,
sömürgecinin sömürgeyi terk ettikten sonra arkasında bıraktığı makamları
doldurur ve “Avrupa’nın taklidine bile değil, karikatürüne” dönüşür. Bu
karikatür, Fanon’a göre, cepleri doldurmaya ve eski sömürgeci efendileri ve
dünya güçlerini ekonomik açıdan cezbetmeye yönelmiş haris bir tutku ile
tanımlıdır. Fanon, jilet kadar keskin bir açıklıkla, bağımsızlık sonrası
liderliğinin ekonomik programının, nihayetinde sömürgecinin çekilmesine zemin
hazırlayan “yüzyüze” görüşmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan sanayi
projelerine hasredilmiş yabancı yatırımları nasıl çektiğini anlatır. Ekonomik
planlarındaki kaçakları maskelemek üzere hedonistik projeler geliştirilir ki
bunların ulusun gelişmesiyle ilgisi yoktur; çok geçmeden ulusal burjuvazi,
sadece yabancı yatırımın aracısı ve idarecisi hâline gelir.
Fanon polemiğinde, Filistin bağlamına da uyar
görünen üç kurum üzerinde durur:
1. Parti: Devrimci potansiyelini yitirmiş, sadece
yeni-sömürgeci sistemin simgesel ve bürokratik bir mekanizmasına dönüşmüş bir
siyasi makinedir.
2. Sermaye idarecileri ve bürokratları olarak
ulusal burjuvazi.
3. Bağımsızlık sonrası yaşanan çelişkiler geniş
çapta protestolara neden olduğunda, duruma müdahale etmeye çağrılan
dış-destekli bir ordu.
Fetih
ve Filistin Yönetimi
1959 yılında Yaser Arafat tarafından kurulan
Fetih, bir zamanlar silahlı direniş ilkesinden ödün vermeyen, sofistike ve
halkçı bir imajın sahibi, silahlı eylemlerin icrası yolu ile Filistin’in
yeniden fethini gündemleştiren bir yapıydı. FKÖ içindeki baskınlığı ve mülteci
kamplarında tutuluyor oluşu, 1967’den sonra ona diğer hareketler üzerinde bir
otorite kazandırdı. Ancak 1987’deki Birinci İntifada itibariyle Fetih’in bir
zamanlar sahip olduğu devrimci coşku, artık Filistin halk komitelerine ve
halkın doğrudan örgütlenmelerine geçmiş görünüyordu. Kendini bir anda birtakım
ihtiyaçların ürettiği bir artı unsur konumunda bulan FKÖ, Oslo anlaşmasına imza
attı ve İntifada sırasında biçimlenen kitlesel hareketlerin çağrılarını kulak
ardı ederek Filistin Yönetimi’nin kuruluşunu ilân etmiş oldu.
Fanon, partinin bağımsızlık sonrası misyonunun
halka “tamamen hareketsizleşmiş” parti kolları aracılığıyla “tepeden emirler
vermek” biçiminde dönüştüğünü yazar. Halk ve parti arasında aşağıdan yukarıya
kurulacak bir diyalog yerine, parti kitleler ve önder arasında bir engele
dönüşür. Fetih’in siyasi mitingleri ve düzenlediği eylemler herhangi bir
praksis ve taktikten yoksun hâlleriyle Fanon’un partiyi atalete sürükleyen
uyuşukluk konusundaki uyarılarının isabetliliğini gösterir nitelikte. Mahmud
Abbas’ın siyasi gücü eline geçirmesi ve Fetih’i Filistin devlet kurumlarından
biri hâlinde kurumsal bir çerçeveye oturtması da oldukça açıklayıcı. Bir
zamanlar devrim aygıtı olan Fetih, artık geçmişin devrimci hayaletiyle
aparatçikleri ve parti bürokratlarını besleyen statükonun devamı arasında
bînamaz hâlde. Bütün bunların sonucunda elde, muarızları karşısında gerici,
belirli aralıklarla işgali tel’in eden ama bunu ancak uluslararası sistemin
sınırları dâhilinde yapabilen bir parti kalmıştır.
Filistin
Burjuvazisi ve Uluslararası Toplum
Filistin ulusal burjuvazisi, küresel kapitalizm
için aracılık eder hâle geldi, ancak bu aracılığı Batı’nın insan hakları ve
kalkınma rejiminin payandası olan bir “insanî” yapıyı işlerliğe koyan “insancıl
sermaye”sinin sızmasını destekleyen bir tarzda ifa etti. Oslo anlaşması,
“devletleşmek” için düzenlenmiş kurumların geliştirilmesini öngören bir mantığı
haiz bir sistem yarattı. Çatışma, Oslo’nun ardından çarpıcı biçimde yeni bir
çerçeveye oturtuldu; bu dönüşüm, süregelen bir sömürgecilik-karşıtı mücadelenin
siyasetsizleştirilmiş ve kalkınma odaklı bir “kapasite inşası” sanayisine
evrilmesi biçiminde gerçekleşti. Kapasite inşası, bir yandan “devletleşmek”
için gerekli kurumları hazırlarken, bir yandan da işgalin maddî etkisini
hissettirmeme işlevi gören bir STK sektörünün geliştirilmesi ile başlayacaktı.
Oslo’dan bu yana Filistin ekonomisi, büyük oranda
dış yardıma bağlı hâle geldi, bu yardımlar karmaşık bir STK ağı ile ediniliyor.
Bu örgütlerde istihdamı Filistin liderliği düzenliyor, kadrolar Filistin
Yönetimi ile çok yakın ilişki içinde ve çoğunlukla Fetih ile de bağlara
sahipler. Filistin siyasetinin “STKlaştırılması”, İsrail’in askerî işgalinin
zararlı etkilerinden ötürü tahrip olmuş bir ekonomiyi iyileştirmeye hiçbir
katkısı olmayan kurumları Filistin Yönetimi ile el ele verip geliştirmeye
çalışan karmaşık bir bürokrasiyi ortaya çıkardı. Körfez-temelli ulusaşırı
kapitalist sınıf da bu neoliberal devlet fonlama mantığına sahip aracılar
arasında. Bu sınıf, büyük bankaları, ticaret ve sanayi şirketlerini, iletişim
firmalarını kontrol ediyor ve Körfez holdinglerinin bölgesel hâkimiyetine
olanak sağlıyor. Filistin ekonomisi, STK’ların fonlaması ve Körfez ülkelerinin
doğrudan sermaye yatırımları üzerinden büyüme gösterdi ancak bunun sıradan Filistinlilere
etkisi yok denecek kadar az. Aksine bu durum, dokunulmazlık kazanmış olan
STK’lara ve ulusaşırı kapitalist sınıfa sadece birtakım seçkinlerin hizmetinde
olduğu anlaşılan bir ekonomiye yaptıkları yatırımların meyvelerini yeme imkânı
bahşetti.
Güvenlik
Sahasında İşbirliği
Fanon, sömürge-sonrası toplumdaki atalet ve
yoksulluk ile bu toplumun liderliğinin dışarıdan akıl ve destek alan bir orduya
giderek bağımlı hâle gelmesi arasında bir koşutluk kuruyor. Ne var ki
Filistin’de Oslo-sonrası kurumları arasında en büyüklerinden biri olarak
beliren ordu değil, işbirlikçi bir paramiliter güvenlik kuruluşu; bu kuruluşun
eylemlerini Filistin Yönetimi ve İsrail’in iç güvenlik örgütü Şin Bet ortaklaşa
idare ediyorlar.
Filistin ekonomisi sarsılıp İsrail işgali
Filistinlilerin haklarını daha fazla göz ardı ederken, Filistin güvenlik
sektörü sahneye girdi ve halkın protesto eylemlerini engellemeye ve
İsraillilerle birlikte uygulamaya koydukları tedbirlerle direnişi boşa
düşürmeye girişti. Güvenlik sahasındaki işbirliği, uluslararası desteğe de
sahip ve her yıl Avrupa Birliği’nin Filistin Polis Misyonu tarafından bu
işbirliğine 8 milyon dolarlık bir bütçe ayrılıyor. Bu arada Britanya güvenlik
için Filistin Yönetimi’ne 76 milyon pound tahsis etti. Bu para, her ikisi de
Fetih liderliğinden kişilerce yönetilmekte olan Başkanlık Muhafızları
İstihbarat Servisi’ne ve Önleyici Güvenlik Gücü’ne aktarıldı. Bu kurumların
personeli çoğu durumda Dayton Doktrini çerçevesinde doğrudan doğruya ABD
tarafından eğitiliyor ve emir-komuta zincirinin bütün unsurlarına itaatkâr bir
birlik duygusu aşılanıyor. Bunların Hamas ve İslamî Cihad mensuplarına işkence
edilmesinde ve protestoculara yönelik keyfi gözaltı uygulamalarında suç ortağı
oldukları anlaşıldı. Eski başbakan Selam Feyyad güvenlik işbirliği sistemini
bir “Filistin devleti”nin oluşturulmasına önayak olan merkezî önemde bir kurum
olarak sahipleniyordu.
Bu hâl, Fanon’un sömürgecinin belirlediği
koşullarda gerçekleşecek bir tanınmaya raptedilmiş bir ulusal bilincin
tehlikelerine ilişkin düşüncelerini akla getiriyor. Güvenlik sektörü, ulusu
değil, onun burjuva seçkinlerin sınıfsal ve bürokratik ayrıcalıklarından
nasiplenen özel bir bölümünü koruyor. Belki de bu durumun en açık göstergesi,
2007 yılında Fetih’in bir kolunun, İsrail’in ve Batı’nın desteğini alarak,
Gazze Şeridi’nde 2006’daki milletvekili seçimlerinden birinci parti olarak
çıkan Hamas’ın kurduğu hükümeti devirme girişiminde bulunması oldu.
Filistin’deki kapitülasyon
kurumlarının kökleri derine uzanıyor ve bunların birçoğunun ortaya çıkışı
mevcut liderliğin denetimi dışında yer alan uluslararası yapısal etkenlere
dayanıyor. Ayrıca, siyasi durgunluk, ekonomik sıkışmışlık ve “Filistin Sorunu”
bağlamındaki genel atalet uzlaşmaz ve güvenilmez bir işgalci gücün varlığında
düğümleniyor. Ancak bir zamanlar Filistin halkının, özellikle de
sürgündekilerin bir parçası olan Filistin liderliğinin ulusal hareketin ufkunu
çarpıcı biçimde daralttığı da bir gerçek. Bu, kısmen tanınma peşinde koşmaktan
ileri geliyor ama liderliğin sömürgecilerin haris tutumlarına özenmesi de söz
konusu. Bu durum, işgalcinin asimetrik gücünü perdeleyen, başarısız olmuş bir
siyasi projeye meşruluk kazandırmaya çalışan ve sadece küçük bir kliğe hizmet
eden kurumların ortaya çıkmasını koşulladı.
0 Yorum:
Yorum Gönder