28 Ağustos 2018

,

Hakikatin Kavgası


[…]

Çaydaki Şeker

Kendi’mizden pay biçmek… Sorgulanmamış bir kendi, nefs, kimindir?

Tarihte ve toplumda sadece kendimizi görmenin, her yaşananı kendimizden pay biçerek değerlendirmenin bir anlamı yok. Ruhun saflaşması adına yürütülen teorik-ideolojik çalışmanın adı olarak İhvan-ı Safa Risâleleri’nde dailere (propagandistlere) “halka, çaydaki şeker gibi karışın” emri veriliyor. Halkınsa zalimle birlikte, onun eliyle kurulup yıkıldığını görmek gerekiyor. Zalim, kendisini bir halkla birlikte kuruyor. Bunun için mücadelenin kurduğu halkı parçalıyor, dilediğini kendisine teslim alıyor.

Ama gene de halkçılık, popülizm eleştirilerine kurban edilmemeli. Bu eleştiriler, ait olmanın hükmünün yitirilmesinin birer alameti. Kendinden menkul, kendinden sorumlu, birer burjuva özne olarak kimi yapılar, halka düşman olmayı devrimcilik zannediyorlar. Devrimin halka muhtaç olmadığı yerde, halk da devrimciye ihtiyaç duymuyor.

Egemenler, misal Osmanlı’dan beri, halkların kuşaklar boyu, coğrafyalararası hafıza aktarımını iğdiş etmeye mecburlar. Kendi özgül varlıklarını genele teşmil etmeleri gerek. Politik hareketlerin onların özgül olma hâllerinden çok şey öğrendikleri görülüyor. Oysa tuzak burada. En özel hissedildiği yerde bile çubuk, genele bükülmeli. Egemenlerin hafızayı, dizgeyi, zihinsel ve pratik bağları dağıtmaya dönük çabalarına alet olunmamalı.

Misal Alevîlik. Onun elbette İslam öncesi, örneğin coğrafyadaki devrimci Hristiyan, Mazdekî vs. dinamiklerden ilham aldığını görmek lazım. Ama meseleyi buna indirgemek, onun İslam’ın teorik ve pratik âleminde açtığı yarığa, o yarıktan, o kapıdan mazlumların girdiği gerçeğine, yaşanan dönüşüme de körleşmemek zorunlu. Alevîlik, başka anlamlara ve bağlamlara mahkûm edilmemeli. Alevîliği kendi özneliğine kapatmak, kapıyı kapatmakla eşanlamlı. Bugün için Batı’nın felsefî koridorlarından apartılmış teolojik ve teorik temrinlere “Alevîlik” demek, sırf İslam’ı zayıflatmak için o batılı nefse göre bir Alevîlik kurmak, özneliği oradan tarif etmek, çıkışsız. Protestanlık üzerinden edinilmiş Batılı ezberi buraya taşımak, anlamsız. İslam, Hristiyanlık hiç değil. Alevîlik, İslam’la mücadelenin basit bir aparatı olarak görülmemeli.

Anlam ve bağlam önemli. Bugün Alevîlik diye gördüğümüz şey, İttihatçılıktan beri imal edilegelen bir ideoloji ve bu ideolojinin devletin özgüllüğü ile rabıtası mevcut. O, aynı özgüllükle, bu topraklardaki mazlum direnişinin posası çıkartılmış hâli. Dolayısıyla bir Alevî, solcu olmuşsa, ya sol örgüt devlete yakınlaşmıştır ya da o Alevî, Alevîliğini terk etmiştir.

Geçmişten taşınan ideolojik olguların mücadelenin tavında dövülmesi gerekli. Eskiden birer silâh olan bu ideolojilerin özne denilen modern, güncel “silâh” lehine oyuncağa çevrilmesine izin verilmemeli. O ideolojilerin dönüşümü dâhilinde, birer silâh olarak kuşanılması zorunlu. Silâh, başka bir yerde kurulmalı.

Konspirasyon

Tarihte “çaydaki şeker olun” emrinin farklı bir seyri var. İhvan-ı Safa, Haşhaşiler, Tapınak Şövalyeleri, Karbonariler ve hatta Leninist örgüt arasında bir sürekliliğin olduğu iddiası doğru ise, buradaki şekle değil, öze örgütlenmek şart. Yani, üç beş şefin etrafına kendisine benzer insanlar toplayıp kendilerini korumaları, etrafındaki halkaları koşullara göre genişletmeleri değil mesele. Galiba bu yüzden Tayyip Erdoğan’ın da böyle hareket ettiği, zaman içerisinde etrafındaki halkanın daraldığı düşünülüyor. Düşmanın da kendisi gibi hareket ettiğini düşünmek, ne büyük bir yanılgı!

“Ben Erdoğan’dan daha iyi yönetirim ülkeyi” demekten başka bir şey söylemeyenlerin eleştirileri boş. Özneyi yücelten, nesneyi küçültmeye mecbur. Bu sayede halkaları genişleteceğini zannedenler, gene nesnelliğin duvarına tosluyorlar.

Lenin, iki-üç yıl Çar’a yapılacak suikast için onun treninin geçeceği güzergâhtaki kasabada boyacılık yapıp sıradan bir insan gibi yaşayan Narodnik geleneğin dönüştürülmüş hâli. Artık bu irade, bir kolektif, bir parti olarak ifa ediliyor Lenin’de.

Teorik faaliyet, karışmak, aynılaşmak karşısında sürekli bir sorgulama meselesi. Mesafenin kollanması, yoklanması. Bugün bir hamle yaptığında arkasından kaç işçinin, kaç mahallenin ya da kaç gencin geleceğini hesap edenler, yerleşmeyi, kök salmayı, derinleşmeyi anlamsızlaştırıyorlar. Her şeyi bireylerin tekil iradelerine, eylemlerine indirgiyorlar. Devletin de istediği bu. Devlet, istihbarat belgelerinde, talimnamelerinde düşmanı bu şekilde çözdüğünü-çözeceğini söylüyor. Daha hâlâ bu tuzağa düşmenin ne anlamı var?

Konspirasyon, düz manada, “birlikte nefes almak” demek. Bizde ise sadece tek başına nefes almak önemli. Fanon, “insanlar nefes alamadıklarında isyan ederler” diyor. Bizse bu lafı, kendi nefesimizin ederine, kıymetine göre anlamlı buluyoruz. Mesele-dert, birlikte nefes almakta. Halka çaydaki şeker gibi karışmak ve ondaki-kendimizdeki düşmanla nefes alıp gerektiği yerde gerekli müdahaleyi gerçekleştirmek. Oysa bugün Türkiye, gündelik hayatın içinde erimiş, şeflerinden emir geleceğini bile unutmuş kadroların ve hâlâ o kadrolara bir gün söz geçireceğini zanneden, kafası kırık eski şeflerin memleketi.

Dert, bu açıdan, o şeflerin ve kadroların aritmetik toplamı olamaz. Oraya dönük bir teorinin ve pratiğin hiçbir kıymeti yok. Teorinin bir mahallede rakip-hasım örgüte fark koymanın, o örgütle rekabet etmenin aracı olmadığı görülmeli. Kolektif içre, kolektifle, partiye dair düşünmek, mesafe almak, gidişatı görmek, akışı anlamak, düşmanın hamlelerini fark etmek, onu gerektiği yerde ve zamanda yere sermek, mesele, bu olmalı. Bu açıdan bir doktora tezi yazıp ömrü boyunca o asset’inin, altın bileziğinin üzerine yatanlardan da bir şey çıkmaz. Bize daimî kavgacılar lazım.

Paradoks

“Her şey politiktir”se politika yoktur. Bu söz, gündelik bilincin yarattığı basıncın ürünüdür. Kişinin meslekî, geçimle alakalı yönü politikayı kendi seviyesine çeker. Patlayan bir bomba sonrası insanlar sokağa çıktıklarında, kendisi dışındaki herkesi “bombacı” gibi görmeye başlarlar. Devlet, kendisini burada örgütler. Yarına çıkması için sürekli kısıtlı bir parayla ve imkânlarla boğulan halk, yarını devlette bulur.

Her şeyin politik olma potansiyeli mevcuttur, ama devlete örgütlenildiği momentte unutulmaması gereken, sınıflar mücadelesidir. Düz bir yol tasavvuru, mahalledeki ajit-prop çalışması için kısmen uygundur, ama çok boyutlu, çok katmanlı bir gerçeklik karşısında işlevsizdir. “Sınıflar mücadelesini bilmek, ama onu proletarya diktatörlüğüne uzatmak Marksizmdir” ise politika da bu yaklaşımdan münezzeh değildir. Sınıflar mücadelesini unutmamak zorunlu ise politika, nisyanın huzuru olarak görülmemelidir.

Sınırdan ve sınıftan azade, basit bir uğraş olarak politika, burjuvalara hastır. Bu anlayışı komünist harekete kama misali sokanlarsa küçük burjuvalardır. Onlar, kendilerine yer açmak için kendi apolitizmlerini bile politikmiş gibi göstermeye mecburdurlar. Buradan da politika, bireyle, benlikle, hazlarla inşa edilecektir. Bireyden gerçeğe doğru kurulan her tür politika, liberalizme kapaklanır. Bize içinde, ait olduğumuz hakikatin kavgası olarak devrimci politika lazımdır.

Bir şey, her yerde ise yoktur. Politika, her yere yayılarak yok edilir. Faşizm, politikanın imkânsızlaştırılmasıdır. Faşizme yönelik eleştirilerde kitle-birey ayrımı üzerinde durulur ve faşizmin kitlelerle kurulduğuna vurgu yapılır. Bireyin temize çekilmesine dönük bu çaba da faşizm ve devlet içredir. Devlet, bireye dair bir metafor olarak işler. Ezilenlere ses çıkardıkları, isyan ettikleri için acı çektikleri öğretilir. Bu, birey kapısından girilerek gerçekleştirilir. Kitlelerin kolektif ruhu ve bedeni bu türden tezviratlara ve sapmalara karşı şerbetlidir. Faşizm, devlet adına kitlenin ruhunu; liberalizm, burjuvazi adına kitlenin bedenini çözer. Her ikisi de bu çözme işlemini bir birey kurgusu ile gerçekleştirir.

Yüceye yerleştirilen birey, bağlara ihtiyaç duymaz, hatta onlara düşman olur. Birden bağı ve bağlamı düşmanlaştıran fikirler hücum ederler. İhtiyaç, her şeyin anasıdır. Egemenlerle ve devletle kurulan göbek bağı adına, her türden bağ, bir bir kesilir. Bağlamın dağılmasıyla anlam da kalmaz. Oraya dönemeyen, geldiği yere, toprağa döner, intihar eder.

Politika, sınıflar mücadelesinden azade kılınınca, özgürleşileceği yanılsaması tehlikelidir. Özgürlüğü onlarda aramamak gerekir. Son dönemin modasına uygun olarak, HDP vekili Erdal Ataş’ın bir panelde dile getirdiği gibi, “Dünya yoksa, sınıflar mücadelesinin ne anlamı var?” denilemez. Esasen “sınıflar mücadelesi yoksa, dünyanın anlamı yoktur” sözü doğrudur. Kendisini nerede ve kiminle anlamlı kıldığını düşünmek zorunda olan devrimciler, günbegün gerçeğe hesap vermek, gerçeğin içerisinde hesap sormak zorundadırlar.

Eren Balkır
28 Ağustos 2018

0 Yorum: