22 Ağustos 2018

Kusurlunun Politikası: Somut İhtiyaçlar, Durumlar ve Eylemler


Rudi Dutschke’nin anısına

 

Aslî görevimiz, Batı’ya körü körüne tapmaktan kurtulmaktır. Bu görev, her yerde, Asya’da, Afrika’da ve Latin Amerika’da ifa edilmelidir. Bizim ülkemizde de bu körü körüne tapınmayı yok etmeye dönük faaliyetimizi sürdüreceğiz. Kastım şu: bizim kâğıttan bir kaplan olarak emperyalizmi hakir görmemiz, ona çok az değer vermemiz gerekiyor. Ama taktiksel açıdan, her bir somut görev dâhilinde bizim ona önem atfetmemiz ve onunla ciddi bir biçimde uğraşmamız zorunludur. Emperyalizm, değişip gerçek bir kaplan ya da yarı gerçek-yarı sahte bir kaplana dönüşecek, sonunda da tümüyle sahte ya da kâğıttan bir kaplan hâline gelecektir. Bu, bir şeyin aksine dönüşmesi sürecidir. Bizim görevimiz, bu süreci hızlandırmaktır. İlgili sürecin sonuca ulaşmasından evvel belirli bir süre kaplan yaşayacak ve insanları ısırmaya devam edecektir. Bu nedenle, bizim kaplana darbe üstüne darbe indirmemiz ve boks sanatına belirli bir dikkat göstermemiz, bu konuda asla ihmalkâr olmamamız zorunludur.

[Mao Zedung, “Brezilyalı Gazeteciler Mariudim ve Mme. Dotere’le röportaj”]

 

Küresel Bağlam ve Çokmerkezli Perspektifler – Taraf Tutmalar

Ben, küresel yönetimden ve onun sadece ortadan kaybolmasını arzulamamızın mümkün olmadığı karmaşık bir örgütlenme olduğundan bahsediyorum. H’de iken A’dan Z’ye gitmek isteyen bir kişinin X, Y ve Z’den önce I, J ve K’den geçmesi gerekir. Daha önce de bir dünya hükümetinin inşa edilmesini hedefleyen kimi hareketlere tanık olunmuştur ama bu, Amerika dizginlenene dek söz konusu bile değildir; biz, bugün tarihin ön aşamalarından birindeyiz, bu aşamada zayıf bir kurumsal dünya federasyonu bile, etkin bir Birleşmiş Milletler’e sahip olamayan bir dünyada ileri doğru atılmış bir kaplumbağa adımıdır. Tefekkür âleminde çok uzağa zıpladığımız takdirde biz, gerçek tarihin failleri değil, dilbazları oluruz. Bizim, bugün tekâmül ettiği biçimiyle, dünyanın muayyen ve somut koşulları ile ilgilenmemiz gerekmektedir. Biz, öncelikle çokmerkezli, çokkutuplu[1] bir dünya arayışındayız.

Yeryüzündeki her tekil kişinin anlatacak kendi hikâyesi, yaşayacak kendi hayatı vardır.

Her tekil şahıs, aynı zamanda dünyanın yüzeyine fırlatılmış, alabildiğine sonlu ve fani bir varlıktır ve nihayetinde geçici bir dünyada ikamet etmektedir.

Bu şahsın yürüdüğü yol ise, sadece orada bir gerçek ya da olgu olarak olmuş olmak değil, ayrıca şahsın durumu ile meşgul olan özgür ve yaratıcı bir varlık olmak bağlamında da “ebedî”dir.

Hiç kimse, hiçbir kelime, hiçbir eylem, ihmal veya sessizlik, gerçek manada unutulmaz.

İnsan, tüm dünya genelinde yaşanan hikâyeleri dinlemeye, tüm sesleri işitmeye çalışır ama bu hikâyelerin ve seslerin her biri sınırlıdır -her birimizin tecrübe edebileceği ya da bilebileceği çok şey vardır. İnsan, malzemeyi tetkik eder ve gezegenin tekâmül eden hâline dair kaba bir taslak çıkartır.

Dünya üzerinde yaşanan hayatın yeryüzüne ait gerçekliğinin ötesinde, her bir insan, aynı zamanda başkalarıyla konuşmaya, bağlantılar kurmaya ve elimizdeki sınırlı perspektifleri (ister bireyler ister halklar olarak) aşan ilişkiler yaratmaya çalışır. Bu türden ilişkiler, her biri sonlu olduğu ölçüde sonludur ama müşterek failliklerin söz konusu aşılması pratiği, kendi “ebedî” etkisine sahip olacaktır.

Burası, insanın “biz”, yani bir ilişki bağlamında güçlü sezgiler ve şüpheler sergilemeye başladığı, genişletilmiş bir yüzeydir. Tecrübe ve bilgi, tecrübe etme ve bilme, hem kolektif hem de bireysel birer çabadır.

Ancak aynı zamanda hayat, sadece “tecrübe” ve “bilgi” ile ilgili değildir, çünkü insan, sadece hayatı bir turist edasıyla yaşamaz, hayat, öncelikle yaşanır ve bu hayat, herkesçe aynı şekilde ve temel bir usul dairesinde ama hayatın niteliği bakımından alabildiğine farklı yolları dâhilinde tecrübe edilir. Dolayısıyla, bu tespitin ışığında şu söylenebilir: hayat; mücadele, eylem, tahayyül, yaratıcılık, hayal kırıklığı, sabır, neşe, hüzün, aşk ve nefretle ilgilidir.

Bize göre, yaşanan hayatın tümü yeryüzünde gerçekleşmektedir ama bizim muammalı bir biçimde yaşadığımız bu yer, yani “bizim dünyamız”, teslimiyet, kölelik, açlık, şiddet, tehdit, hemen oracıkta katledilme veya zorla açlığa mahkûm edilme üzerine kurulu ilişkilerin hüküm sürdüğü, bölgelere ait belirsiz bir tipolojiye doğru, birçok sunî zemine ayrışmaktadır.

Sermaye, politik ekonominin sürekli askerîleştirildiği, demokrasinin Mekdanıldslaştırıldığı, birer KFC, Burger King şubesine dönüştüğü, insan kaçakçılığının, yozlaşmanın, hırsızlığın ve keşmekeşin hüküm sürdüğü bu tiyatro sahnesinde küresel bir “gangster” olarak vücut bulmaktadır. Borsacılar, şirketlerin parasını ödediği eskort kızların göbeklerinden kokain çekerlerken, milyonlarca insan, açlıktan, temiz suya ve ilâca erişme imkânı bulamamaktan ölmektedir. Öte yandan, sermayenin ilkeleri “insan hakları” denilen temel meselenin tam manasıyla gerçekleşmesine yasak getirmekte (oysa bu kavram, alabildiğine politikleştirilmiş, üzerinde fazla durulan bir anlayışı temel alır, bu açıdan, politik ve hukukî nihilizm üzerinden ele alındığında neredeyse anlamsız bir kavramdır), “fikrî mülkiyet” kılıfı altında fakirler için ucuz ilâç ve gıdalar üretilmesine mani olmaktadır.

Ayrıca sermaye, fakir çiftçiler için her yılın sonunda ölen tohumlar üretmekte, bu da çiftçinin tohumu genetik kodu patentli olan bir tohumdan tüm açgözlülüğüyle kâr elde eden imalatçı ve dağıtımcıya iade etmesini gerekli kılmaktadır. Doğa, doğa olmaktan çıkmış, doğal hak ölmüştür. İnsanlar, bu haklar uygulanmadığı takdirde her türden haktan mahrum kalacaklardır.

Dolayısıyla sermaye, statükoyu muhafaza etmek için baskı ve işkenceye[2] başvurmak niyetinde olduğu ve sermayenin efendisi olarak kalmak amacıyla verdiği mücadelede mevcut hegemonun, yani ABD’nin iradesini ortaya koyan belirli ve tanımlanabilir insanlar olduğundan, aynı zamanda kendi kendisinin katilidir de. Bu belirli insanlar, sermayeye ve onun âşıklarına hizmet eden çürümüş kurumsal çerçeveler dâhilinde faaliyet yürütmektedirler.

Sokaklarda sürmekte olan macera, kamusal alanı evin içini geri kazanmak için işgal etmekle, herkesle yatıp kalkan bu sermaye âşıklarından demokratik “toplum”u geri kazanmakla ilgilidir.

Sermayenin toplumsal ilişkisinin ölümcül tekrarı dâhilinde hegemonların hizmetkârları, (Nazi suçlarına iştirak etmiş Adolf Eichmann’a atfen) o adi Eichmann’lar, mebzul miktardaki taktiksel ve stratejik ortamlarında aralıksız biçimde düşmanı yok etmek için uğraşıyorlar. Tek dertleri, sendikaları, eylemci gruplarını ortadan kaldırıp, gelir uçurumunu büyütmek ve o hiç unutmadığı, durmadan sürdürdüğü savaşı kazanmak.

Sermaye, sendikacılık, insan hakları ve sosyo-ekonomik mücadeleler, kadın hareketi ve üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri gibi güçlüklere karşı yaşadığı mağlubiyetleri sürekli kendisine dert ediniyor. O, bu nedenle refah devletini, uzun süredir varolan toplumsal müzakereleri ve insanların kitlesel imhası ile çilesini azaltmak ya da önlemek amacıyla temel bir ahlakî arzunun kabulüne dönük mücadeleden doğmuş olan Birleşmiş Milletler gibi beynelmilel teşkilâtları dağıtmaya çalışıyor.

Mevcut hegemon ABD (ve aynı zamanda NATO, IMF vb.) eliyle yürüttüğü savaşta sermaye, bir cinayet hâlini, insanın kurban edilmesine dair bir durumu koşulladı. Bataille’ın kullandığı manada o, kendi planları, arzuları, korkuları ve gizli ümitleri olan her bir bireyden hayatlarını çaldı. Bebek ölümlerinin yüksek olduğu fakir uluslarda bir bireyin böylesi şeylere sahip olması bile imkânsız. Yoksa artık cinayetin veya insan öldürme kapasitesinin yeni bir tanıma kavuşup “yeni bir norm” hâline geldiğinden veya politik olgunluk ve doğruluğun bir biçimi olduğundan mı bahsetmek gerekiyor?

Genelde zengin olan batılı uluslarda neoliberal hükümetler, ister muhafazakâr, ister merkezci, ister sosyal demokrat, isterse sosyalist olsun, temel kural olarak tasarruf tedbirleri ve kriz üzerinden, ilkin doğrudan en zayıfa, çocuklara, engellilere ve fakirlere saldırıyorlar. Bu noktada Richard M. Nixon’ın o meczup hayaleti karşımıza dikilip uluyor: “Hepimiz artık neoliberaliz!”

Sefalet, masumların katlidir, mevcut küresel durum dâhilinde yaşanan anlamsızlığın ve işlenen suçların zorbalığı üzerinden gerçekleşen hırsızlığın en berbat biçimidir. Yaşanan, bir hırsızlıktır, zira bu bedenler bizim değildir, devletten kiralanmış varlıklardır, fakirin varoluşsal özgürlüğü ve onun yaratıcılık ihtimalleri sıfırlanmıştır.

Biz, fiiliyatta çocukların ve yetişkinlerin tüm dünya genelinde yok edildiği (ya da mal gibi alınıp satıldığı) bir gerçeklikte yaşıyoruz. Tüm bunlar, ABD ve onun mevcut müttefiklerinin iktidarına ait özel, gerçek hayata ait politik, sosyo-ekonomik ve kültürel düzenin muhafazası ve yeniden üretilmesi adına yapılıyor. Bu iktidar, tarihsel açıdan kandan doğmuş ve kanla vaftiz edilmiş bir yapıdır.

Bu dünyanın korkunç gerçekliğini bilen biri nasıl olur da taraf tutmaz?

Dünyanın mevcut hâlini bilen bir insanın psikolojisi, tıpkı Eichmann’ın yaptığı gibi, bu adaletsiz, ikiyüzlü, kana susamış ve hain “makine”nin ilerlemesine katkı sunmayı sürdürürken nasıl bir hâldedir?

Taraf tutmak imkânsızdır, dolayısıyla bu makale, “ikili iktidar”a dayalı mevcut küresel durum dâhilinde ilişkiler kurmaya çalışanlara bir tür rehberlik yapmaya çalışan, stratejik bir çalışmadır. Bu aşamada işaret ettiğim stratejik ittifakla bağlantılı muhtelif gruplara bir dizi perspektif, tavsiye ve fikir sunulmaya çalışılacaktır.

Üzerinde yaşadığımız dünya, gelir farklılıkları, açlıktan geberme, kitlesel soykırım, giderek artan iç savaşlar, mülteci ölümleri, çevresel yıkımlarla yüklü bir dünyadır ama aynı zamanda bu dünya, direniş güçlerine de ev sahipliği yapmaktadır. Atıfta bulunduğum “ikili iktidar”, belirli ulusların ve uluslararası/ulusal kimi hareketlerin yan yana gelişlerine işaret etmektedir. Hegemon, kendisine karşı ikinci ciddi meydan okumayla yüz yüzedir.

Mevcut durumda dünyada kaos her yanı sarmaktadır. Bu durumu tarif ettiği, (24 Ekim 2014 tarihinde gerçekleşen) Valdai Konferansı’nda yaptığı konuşmada Vladimir Putin, dünyayı beynelmilel teşkilâtların Hegel ile Henry Kissinger’ın gayrimeşru çocuğu olan, kontrollü kaosa, işlevsel kılınmış (ya da belki de silâhlandırılmış) kaosa dönük gayretler ortaya koyan “süper gücün” eliyle yerle yeksan edildiğini söylemiştir. Kaos, kontrol için gerekli itici güçtür ya da bir vakitler Kissinger’ın ifade ettiği biçimiyle, “Gıda stoklarını kontrol eden, insanları; enerjiyi kontrol eden, tüm kıtaları; parayı kontrol eden, dünyayı kontrol eder.”[3]

Ama herkesin herkese karşı verdiği bu yeni savaşın operasyonel yönlerini ve stratejiye dair ufkunu keşfe çıkmadan önce benim bu meselelere dair görüşlerimi sunma konusunda aldığım kararın arka planını izah etmem gerek. Yaptığım tercihi neden yaptığımı açıklığa kavuşturursam eğer, o vakit başkaları da aynı muhakemeyi takip edecek ve belki de aynı kararı almaya karar verecektir.

Sahip Olunan Bağlılık ve Alınan Kararın Ufku

Putin, Valdai Kulübü’nde Platon ve Adalet başlığından, bilhassa Platon’un Cumhuriyet’inin 1. kitabından, Thrasymachus’un adaletle ilgili görüşlerine dönük soru soran Sokrates’ten hiç dem vurmadı.

Thrasymachus’a göre, adalet “güçlünün tercih hakkı”dır. Halkın dilinde bunun karşılığı “gücü olan istediğini alır”dır. Cumhuriyet okumalarımızdan bildiğimiz üzere, Sokrates, adalet anlayışının salt kelimelere hapsedilemeyeceğini, onun ideal manada işleyen bir Polis’te pratikte gösterilmesi gerektiğini söyler. Adaletin gösterilmesi gerektiği konusunda Sokrates ile uzlaşmak mümkün ama şu noktada ondan ayrılmak gerek: adalet eylemdir, gidişatla ve ihtiyaçların giderilmesiyle ilgilidir. İhtiyaçların giderilmesi meselesi adaletin gerçek anlamını verir.

Ama Thrasymachus, Sokrates’e verdiği o ani ve alaycı cevapta, mevcut grup dâhilinde adil söz hakkı alamadığını söyler ve adaletle ilgili diyalog devam ederken gruptan ayrılmaya karar verir. Sokrates ideal adalet formunu ararken, Thrasymachus, sözde demokratik Atina’yı sağlama alan kölelik sistemine işaret edilmesine izin vermez. Günümüz “demokrasiler”inde (ücretli kölelikte) de büyük ölçüde durum bu şekildedir.

Kendisinin soluk bir gölgesi olan Ayn Rand gibi Thrasymachus da dünyanın mevcut nesnelliğinin kölelik ve adaletsizlik olduğu gerçeği ile yüzleşemez. Thrasymachus’un bakış açısından bakıldığında Platon, rasyonel manada ideal olanın devrimciliğini yapan bir isimdir, zira o, hakiki olan ideal formların “kusurlu” veya kalitesiz kopyası olabilecek bir sistemi tarif etmeye çalışmaktadır.

Elbette Platon’un yaratıcı (taklitçi olmayan) şairleri şehir devletlerinden çıkartması ve Thrasymachus’un işaret ettiği aynı güce örtük olarak dayandığını ifşa eden, toplumu muhafızlar, askerler ve zanaatkârlar diye üç katmana ayırma girişimi Yasalar çalışmasındaki Yalan Nobeli’ni savunması ışığında korkunç bir vahiy işlemi görmektedir.

Bu yolla, bir yönetim sistemi, sadece Ayn Randcı iktidarın “nesnelciliği”ne ait varsürekli üretildiği bir sistemi ve şiddeti üretecek yasalaşmanın, daimi metafizik formlara dayalı bir rasyonel ve katı devlet modelinin temel hatasını işleyerek, adaletin elverişsiz olduğunu ifşa eder. Adalet, dünyevî varoluşa ve bu varoluşun muhteviyatına uydurulmak zorundadır.

Her iki durumda da Thrasymachus ve Sokrates (Platon) özel ve somut koşullara dair bir ufuk dâhilinde, halkın kendi doğal niteliklerini ve koşullarını geliştirmesine izin veren demokratik bir gidişatı oluşturmasına izin veremez. Marx’ın 1843’te Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde[4] yazdığı biçimiyle, “demokrasi özgün bir oluşumdur.” Böylesi bir perspektif, ne ebedî kutsal hakkın imajı dâhilinde, sömürü ve imtiyazın “nesnelciliği” ne de Platon örneğinde görüldüğü üzere, rasyonel bir mükemmellik modelinin uygulanması ile ilgilidir.

Bu noktada Sokrates’in adaletin anlamı ile ilgili yönelimine yüzümüzü dönebiliriz. Ama Platon’un aksine bu tarz bir bakış, başka bir metafizik âlemden buraya doğru gerçekleşen belirli bir tekâmülün tezahürü değil, ebedî manada kusurlu olan dünyamızda adaletin tecellisi ile ilgilidir. Bu türden bir adalet, insanların ihtiyaçları ve arzuları üzerine kuruludur ve bu adalet üzre icra edilen yönetim de dolayısıyla insanların içinde yaşadığı tabii koşullar uyarınca söz konusu insanların kendi kaderlerini tayin hakkına ve müşterek özyönetimleri ile ilgili olarak bu insanların eşitliğine dayanır.

Buna “kusurlunun politikası”, dünya, somut durumlar, somut eylemler ve fiilî etkiyle meşgul olma üzerine kurulu politika demek mümkündür. Ancak böylesi bir kusurluluk, adaletin elde edilebileceği değil, onun bu kusurlu dünyamızda varoluşumuzun içli dışlı olduğu yüzey üzerinde bulunan fani kulların düşünceye dayalı praksislerinin yarattığı bir şeydir. Nietzsche’nin de önerdiği biçimiyle, biz uzun süre Platonculuğun ve Hıristiyanlığın gölgesi altında yaşayacağız. “Kusurluluk” kelimesi, o en ilkel manasıyla tam da bunu anlatır. Ama belki de biz, bu “kusurluluk” kelimesini artık mahrumiyet anlamında değil de hayatın varoluşsal durumu, sonlu varolma ve hayattaki belirsiz olasılıklar ufku olarak anladığımızda mükemmelliğin bu gölgesini aşma imkânı bulacağız.

Böylesi bir dönüştürücü anlayış, ötedünyaya dönük umutlarımızı, rasyonalist stratejilerimizi, özgül ve somut olmayan durumu ve onunla içli dışlı olan ilişkilerimizi terk ettiğimizde ortaya çıkacaktır. Muhtemelen Nietzsche de bu türden yalanların artık gerekli olmadığını ima etmiş olmalıdır. Ancak gene de anlayışta böylesi bir dönüşümün gerçekleşebilmesi için, dünyayla meşgul olma ve insanların somut ihtiyaçları ile arzularını somut koşullarda karşılarken işe yarayan, yüzü apaçık biçimde dünyevî bir adalete dönük olan dönüştürücü bir praksisin var olması gerekmektedir.

Gene de Thrasymachus’un yaklaşımı, dünyanın korkunç hakikatiyle ilgili insanı inciten bir samimiyet içerdiği için onaylanabilir bir yaklaşımdır. Onun hatası, tarihin kasap tezgâhını somutlamış olmasıdır. Bu bağlamda Thrasymachus’tan da beter olan, İdealleri izlermiş gibi yapıp insanların somut koşulları ile ihtiyaçları ile zerre ilgilenmeden, sınır mınır tanımaksızın iktidara aşırı bir arzu duyduğu için gerçekte bir anarşi maskesine bürünmesidir.

Bu tespitler ışığında, küresel demokratik yönetimin oluşturulmasına dönük mücadelenin orta yerinde, iktidar söyleminin kapısına gelip dayanıyoruz. Esasında biz, köleliğin olmadığı bir Atina kurmaya çalışıyoruz. Bu Atina, ne rasyonalist bir planın uygulanması ne de geçmişten beri tüm müteakip tarih için idealizmi sahte bir şablon olarak iş görmüş kitaba uygun bir tarihtir. Zira tarihsel-politik spektrumun tüm katılımcıları için bu şiddete dayalı pratikler yaygın birer durumdur.

Bize gerekli olan, “Kusurlunun Politikası”dır; en nihayetinde alabildiğine dünyevî ve maddî varlıklar olduğumuzu, maymunsulardan geldiğimizi (bu evrimin dayattığı bir boşluğun mevcut olduğunu) kabul etmektir. Sokrates (ve Platon tüm o çağdaşı felsefecilerle birlikte) ideolojik mükemmeliyetçiliğin ve tarikatçılığın bulutlarından aşağı inip bölgesel, ulusal ve küresel manada adaletin her yerde uygulandığı bir toplum için verilen somut mücadele dâhilinde dünya ile meşgul olmalıdır.

Kusurluluk, burada sadece birçok totaliter ideolojinin temelini teşkil eden ve bu sebeple hep bir özür olarak kullanılan Platoncu mükemmeliyetçiliğe karşıtlığı değil, ayrıca dünyevî manada, Nietzsche’ye göre ertelenmiş olan, Bataille’a göre ise olasılığın eksikliği olarak cereyan eden bir hayatı ifade eder.

Varoluşun temel koşulu çelişkidir, biz, hep yolda olacağız ama aynı zamanda zaten orada bulunacağız. Bu düşünceleri aktarmamın sebebi, özgül ve farklılaşmış insanların somut ihtiyaçları ve arzularının karşılanabildiği dünyevî bir gidişat ve doğal adalet için verilecek bir mücadeleyle iştigal etmektir. Zira hepimizin gayet net farkında olduğumuz ve Başkan Vladimir Putin’in Valdai’deki konuşmasına yaptığımız atıfta da üstü kapalı bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, mevcut dünya düzeni, sadece insanların ihtiyaçlarını karşılamamakta, ayrıca pratikte o insanların barış ve işbirliği içerisinde yaşamaya dönük bitmek bilmeyen umutları ve mevcut ihtiyaçları hilafına çalışmaktadır.

Mevcut dünya düzeni dâhilinde böylesi bir gidişat mümkün değildir. Dünyanın hâkim durumunu kökünden dönüştürmeye çalışanların gayretleri bağlamında BRICS ülkelerindeki gelişme semptomatik bir nitelik arz etmektedir. Dahası, görünüşe göre söz konusu mücadele, ABD dolarının ve bu ülkenin “rakip tanımayan” askerî gücünün parçalanması karşısında epey bir ilgiye mazhar olmaktadır. Dolayısıyla ben, bu bağlamda dünya tarihinin mevcut momentini küresel bir “ikili iktidar” durumu[5] olarak tarif ediyorum. Bu tarifin yerindeliğini Birleşik Devletler Ulusal İstihbarat Direktörü’nün 2014 tarihli Ulusal İstihbarat Stratejisi’ne[6] bakarak teyit etmek mümkün. Söz konusu rapor da benzer bir değerlendirmede bulunuyor ama süreci hegemonun bakış açısından yorumlayıp ülkenin eşi benzeri görülmeyen bir küresel risk durumu ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. IMF bile olan bitene kulak kabartıp ileri doğru hamle yapıyor ve örgüt dâhilinde, BRICS ülkelerine daha fazla oy yetkisi vererek, efendisinin inatçılığını kırmaya çalışıyor.[7]

Batı hegemonyasının yüzleştiği yeni bir güçlük de şu: Çin ve Rusya, Evrensel Kredi Derecelendirme Grubu (EKDG) adında yeni bir kredi derecelendirme kuruluşunun oluşturulma sürecinde nihai aşamaya ulaşmış durumda. Hong Kong’da 2015 yılı içinde faaliyetlerine başlayacak olan bu kuruluş S&P, Moody’s ve benzeri batılı kuruluşlara rakip olacak. Esasında batılı kuruluşlarca derecesi düşürülen Rusya, S&P, Moody’s ve Fitch ile ilişkisini kesti. Bu hamle, Rusya’nın petrodoları terk edip 88 milyar dolarlık bir hükümet fonu[8] kurması ve fondaki tutarı yaklaşık 8 milyar rubleye konverte etmesi ile eşzamanlı olarak gerçekleşti. Böylece Rusya, likiditesini iç piyasada tuttu ve ABD dolarının “hegemonya”sından çıktı. Ayrıca bu ülke, Danimarka gibi batılı ülkeleri ve Avustralya’yı bile cezbedetmeye başlayan, Çin’in sahibi olduğu yeni bir altyapı bankasının üyesi oldu.[9] Bu gelişmeler ışığında, artık hegemonyanın dönüşmesi muhtemel dinamik bir gidişata mecbur kaldığını görmek mümkün.

Amerika’nın Öteki Tarafı: Bir Muhalifin Fikirleri

Kısa süre önce Chomsky, Amerika’nın dünyadaki bir numaralı terörist devlet olduğunu söyledi. ABD’nin bu terörist niteliği, kötü niyetli oluşu, Thrasymachus’un felsefe dışında, uzun erimli olarak benimsenmesine, saf bir iktidar nihilizmine dayanıyor. ABD ve müttefikleri (“Batı”) için adalet “güçlünün tercih hakkı” demek.

Peki, iyi niyetli insanlar böylesi bir duruma nasıl tepki veriyorlar? Bizler zaten safımızı seçmişiz, bundan sonra ne yapmalı?

Geçici bir strateji olarak ben, demokratik, çok merkezli bir toplumun oluşturulması için küresel çapta mücadele edilmesini öneriyorum. Ütopya hiçbir yerde, zira ütopya, tıpkı Platon’un İdeal Formlara dayalı Cumhuriyet’i gibi, uzay-zamana ait hayatî çatışmaları, şu fani varoluşumuzu aşıyor. Ancak gene de felsefenin, yaşayan düşüncenin, hayata ait amaçlar için kullanılacak, dolayısıyla gerekli bir praksis tarzı olan, Deleuze’e atıfla, “kavramlar yarattığını” anlamak bu noktada önemli. Bu nedenle, küresel demokratik toplum düşüncenin değil, özgül tipte bir rasyonalist, artık dünyevîlikten çıkmış bir metafiziğin, felsefe dışına ait düşünce olmayanın reddedilmesidir. Varoluşa ait uzamsallığın ve dünyeviliğin toposu (geleneksel teması) üzerinde ortaya çıkacak demokratik bir toplum somut koşullara ve praksise yönelik yaratıcı bir düşünceyi gerekli kılar.

Bu söylenenler ışığında, demokratik toplum, barışa dayalı bir işbirliği ve gelişmenin hüküm sürdüğü çok taraflı bir dünyayı iyi niyetli ülkeler elbirliğiyle inşa ettiğinde oluşacaktır. Böylesi bir çalışma hâlihazırda yapılmaktadır. BRICS, diğer ülke ve şebekeler, küresel iktidar ve servetin mevcut durumunu yeniden dengelemek için çalışmaktadırlar. Kanaatimizce bu türden bir yeniden dengeleme pratiği politik elitleri içermemeli, yerel ve küresel düzlemde insanların somut ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmalıdır.

Esasında bu çalışma, hegemon ve acentelerince dünyanın istikrarsızlaştırılmasına, ortada olan acil ihtiyaca cevap olarak yapılmakta, sonuçta da küresel yönetimin alternatif düzenini oluşturup alternatif bir geleceği inşa etmeye çalışmaktadır. Söz konusu küresel yönetim çokmerkezli ve demokratik olmalı, ana amaç olarak, insanların ihtiyaçlarının ve arzularının adil ve eşit bir biçimde karşılanmasını gütmeli, büyüme için, büyüme adına yıkıcı sonuçlar doğuran üretim kotaları koymaya meyletmemelidir.

Bu noktada adaleti, hakkaniyeti, eşitliği veya hakikati anlamak için Platon’un formlarına ya da doğaüstü cennete (ve cehennemin intikamına) dayalı kurtarıcılığa işaret eden fantezilere başvurmamıza gerek yok. Bu kelimelerin anlamları gayet yalın, varoluşun ve fani içkinliğin mevcut sathında gayet sarih. Tüm adaletsizlik, gözlerimizin önünde cereyan ediyor zaten. Batı’nın Ukrayna’daki yasadışı darbeye suç ortaklığı yapması ve Avrupa’da neofaşizmin yükselişiyle ittifak kurması, sadece binlerce insanın ölümüne ve yerinden-yurdundan olmasına yol açmadı, ayrıca Birleşmiş Milletler gibi tüm geçerli uluslararası küresel örgütlerin ve Avrupa Birliği’nin istikrarsızlaşmasını sağladı.

ABD, onun ekseninde ilerleyen ortağı İngiltere ve aralarında Avrupa Birliği ile eski Britanya İmparatorluğu’nun eski sömürgeleri Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu diğer “müttefikler”i farkında olmayarak, Rusya’yı sadece kendi iç ekonomik kalkınmasını gerçekleştirmesi konusunda yüreklendirmekle kalmadı, ayrıca yaptırımlarla geçen bir yıllık sürece ek olarak (ki Sergey Lavrov ve diğerleri bu yaptırımları uluslararası hukukun ihlali olarak görüyorlar) onun BRICS ülkeleri ve müttefikleriyle, bilhassa Çin’le birlikte alternatif uluslararası ekonomi kurumları oluşturmaya, teknoloji konusunda işbirliği geliştirmeye, insan değiş tokuşuna, gelişkin askerî ittifaklar kurup kapsamlı ticarî anlaşmalar imzalamaya dayalı kimi asimetrik stratejileri devreye sokmasını sağladı.

Chomsky, kısa süre önce dünyamızın küresel bir nükleer savaşa her zamankinden daha yakın olduğu uyarısında bulundu. Batı, ileride hiç gerçekleşmese bile, Henry Kissinger’ın yakın zamanlarda beyan ettiği biçimiyle, yaptığı o “ölümcül yanlış”ı kabullenip, Rusya, Çin, Venezuela, Küba, İran ve diğer ülkelere yönelik uzlaşmazlığına bir son vermek zorunda. Batı, diyaloga girmek yerine, kâr denilen o tuhaf güdüyle hareket ediyor, düşmanlık, savaş, yalana dayalı bir değerler sistemi, propaganda ve psikolojik savaşı teşvik ediyor. Böylesi bir diyalog yerine Batı, serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan o yıkıcı, Frankenstein’vari IŞİD canavarını bir silâh olarak kullanıp, petrolün fiyatını hiçbir sürdürülebilirliği olmayan bir siyaset üzerinden düşürmeye çalışıyor. Başka bir bakış açısından[10], NATO ve kendilerine dair zerre fikri olmayan yeni-muhafazakâr teorisyenleri (Irak’ta net bir başarı kazanan) “rejim değişikliği” senaryosunu yeniden yürürlüğe sokuyorlar.[11] Bu senaryonun Doğu Avrupa’da fiilî bir bölgesel savaş arayışı içerisinde olduğu çok açık. Öte yandan Batı bankaları, askerî Keynesçiliğin en son sefahat âlemlerinden kâr elde etmeyi sürdüreceklermiş gibi görünüyorlar.[12]

Rusya’ya ait ikmal hatlarının istikrarsızlaştırılması, Katar ve Suudi Arabistan’ın Avrupa’daki petrol ve doğalgaz piyasasını Rusların ve İran’ın elinden almasına imkân sağlıyor. Güney Avrupa’ya uzanacak boru hattı önerisi ile bu rekabet ortamına İsrail de giriyor.[13] Rusya’nın İran’a verdiği destek düşünüldüğünde, onun tüm dengesini yitirmesi, İran’a saldırılması gerektiğine dair sürekli çağrı yapıp duran İsrail için olumlu bir gelişme. ABD Senatosu ise 11 Aralık 2014’te “Ukrayna’nın Özgürlüğünün Desteklenmesi Yasası”nı[14] geçirerek savaşa doğru bir adım daha atıyor. Bu yasa, Rusya’nın hiç kabul edemeyeceği bir hamle olarak, Ukrayna’ya gayet ölümcül sonuçları olacak bir yardıma kapı aralıyor. Ayrıca yasama alanında yapılan tüm hamlelere, Rusya sınırı yakınında NATO mevcudatına ve personeline yapılan ek yığınaklar eşlik ediyor.

Adil Rusya Partisi ve Duma’nın solcu üyelerinden Mikhail Yemelyanof[15] “tepeden tırnağa silâhlanmış” bir Ukrayna ile ileride daha yıkıcı sonuçlara yol açacak bir savaştan kaçınmak için bu ülkenin hızla değişen koşullarına cevap olarak, “yeterli düzeyde ele alınmış” kimi tedbirlerin uygulanması çağrısında bulundu. Ancak Putin bu çağrıya onay vermese de, parçası olduğu “Asya Ekseni” ile ilişkili olarak sürece asimetrik kimi cevaplar veriyor. Bu noktada ABD’nin Çin’i kuşatma stratejisinin karşısına bu hamleye benzer bir hamleyle, Çin’le işbirliğine dayalı bir stratejiyle dikiliyor.

Ancak gene de şurası açık: ABD Kongresi’nin Kırım ve Rusya aleyhine çıkarttığı ek yasalarda görüldüğü üzre[16], ABD’nin Rusya’ya yönelik yaptığı saldırıların genel izleği bağlamında, Putin[17] ölçülü ve sistemik bir biçimde, söz konusu asimetrik stratejiye dayalı girişimlerine devam edecek. (Putin’in 2014 Yılı Basın Konferansı[18]) Yeni yasadaki on iki hüküm savaşa uzanan yolda atılan başka bir adımı ifade ediyor. 2009’da Nobel Barış Ödülü’nü alan Obama (18 Aralık’ta) Kırım’a uyguladığı ekonomik ambargo ile esasen ateşe benzin döküyor.

Avrupa liderleri ise 19 Aralık’ta yeni bir dizi yaptırımla adımlarını efendilerinin adımlarına uyduruyorlar. Rusya’ya yönelik bu türden bir tecrit politikasına Carter yönetiminde[19] de tanık olunmuştu. (Bu politikanın Ronald Reagan ve George H. W. Bush için gerekli zemini hazırladığı biliniyor.) Ancak şunu anlamak gerek: yetmişlerin sonundaki politika ile 2014-15’te uygulamaya konulan politika arasında büyük bir fark var. İkincisi karşısında, Rusya ile Çin arasında kurulmuş güçlü bir ittifak buldu. Çin’in desteğiyle, Putin’in uluslararası hukuka ve diyaloga bağlılığını sürdürmesi muhtemel. Çin Dışişleri Bakanı, Rusya’nın 12 Şubat 2014 tarihli Minsk Anlaşması’nı tam manasıyla uygulama kararını desteklediklerini ifade etti ve bu anlaşmanın el üstünde tutulması gerektiğini söyledi.[20]

Batı’ya ait stratejilerin bir laboratuvar ortamında değil, risk ve misilleme durumu dâhilinde oluştuğunu akılda tutmak önemli. Örneğin Rusya Devlet Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Aleksey Puşkof şu gözlemi yapıyor:

“IŞİD, tüm petrol pazarlarında serbestçe petrol ticareti yapıyor. Peki bu nasıl olabiliyor? Batılı yurttaşların başlarını kesen terörist bir örgüt bir petrol tüccarının fiilî haklarına sahip. Kimsenin yaptırım uyguladığı da yok. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın IŞİD’e karşı yaptırım çağrısında bulunduğunu işiten oldu mu? Bu durum, ABD’nin İslam Devleti’ne nasıl muamele ettiğini örnekliyor.” (Rusya ve Hindistan Raporu, 14.11.2014[21])

Rusya, Batı ve onun Ortadoğulu müttefiklerinin stratejilerine kendince bir cevap verdi. Putin, 1 Aralık 2014’te Ankara’da, Bulgaristan’dan geçmesi planlanan Karadeniz Güney Akımı doğalgaz boru hattı projesinin iptal edildiğini[22], bunun yerine Gazprom’un hattı Türkiye’den Yunanistan’a uzanacak şekilde inşa edeceğini söyledi.[23] Bu hat sayesinde Rusya, Katar ve Suudi Arabistan’ı ekarte edip, Güney Avrupa doğalgaz pazarına girme imkânı bulacak.

Ama öte yandan, Katar ve Suudi Arabistan Avrupa pazarını ele geçirme stratejilerine bağlı olduğunu gösteriyor. Rus, İranlı, Meksikalı ve Venezuelalı rakiplerinin altını oymak istiyor. OPEC’in petrol üretim düzeylerini muhafaza etmesinde de görüldüğü üzere[24], bu iki ülke, ABD ve İngiltere ile aynı yatağa girmenin kaymağını yemek arzusunda. Avrupa pazarı için verilen savaşın ötesinde, bir de mevcut pazar payı için savaş veriliyor.[25] Öte yandan, OPEC’te belirgin bir anlaşmazlık hüküm sürüyor, kimse petrol fiyatlarındaki düşüşe karşın, elindeki pazar payını kaybetmek istemiyor. Bu ise politik ve geçici bir gelişme olarak görülüyor.[26]

Doğu Avrupa’da o yaşanmaması gereken bölgesel çatışmanın yol açtığı beklenmedik durumların dışında, cereyan eden Rusya ekonomisi aleyhine işleyen mevcut kusursuz fırtına etkilerini gösterdi ama gene de Rusya ekonomisi, temel eğilimler bakımından güçlü olduğunu ortaya koydu.[27] Ülke, 2013’te toplam gayrisafi milli hâsılasının %16’sını teşkil eden petrokimyasal ürünler üzerinden çeşitlenme imkânı buldu. Yüzleşilen fiilî tehlikelerin bu sayede kısa erimli olması mümkün. Muhtemelen bu süreç, yaşanan fırtına karşısında rublenin değerinin korunmasına dönük mevcut politikalar dâhil[28], Rusya ve Çin’in giderek artan bütünleşmesinde ifadesini bulduğu biçimiyle[29], BRICS ve ona bağlı politik ekonomilerin ileride tuhaf bir biçimde pekişmesine sebep olacak.

29 Aralık 2014’te Rusya ekonomisini kesin olarak koruyacak bir “Yuan Değiş Tokuşu”[30] gerçekleşti. Pakistan[31] ve Hindistan[32] gibi diğer Asya ülkeleriyle de benzer tipte asimetrik stratejiler geliştiriliyor. Tuhaf olan şu ki, ABD’nin yaptırımlar üzerine kurulu politikaları, sadece Avrupalı “müttefikler”inin canını acıtmakla kalmıyor, ayrıca ABD’nin başından beri cevap geliştirmeye çalıştığı BRICS’in gücünü giderek artırdığı sürecin daha da hızlanmasına neden oluyor. Artık kimileri, Rusya ve Çin’in “kâğıttan kaplan”ı, hegemonu, yani ABD’yi o en ümitsiz hâlinde yaralı bir hayvan gibi boyun eğdirmek için uğraştığına dair endişelerini dile getiriyorlar. Bu iki ülkenin ellerinde emirlerine amade, öldürücü olmayan bazı finansal silâhlara sahip olduğu üzerinde duruluyor.[33]

Bu fikirleri daha somut ifadelere kavuşturmak adına, “ikili iktidar”ın değişmekte olan küresel durumunda yüzleşilen mevcut aciliyet bakımından ben, işbirliğinin iktidar blokları arasında kurulmaya devam etmesi, böylelikle bir hegemon olan ABD ile onun (Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Rusya’ya yönelik olarak Avrupa’nın işgal ve askerî saldırı platformu olarak işleyen) askerî üsler ve mevcudatından oluşan küresel şebekesinin, yani dünyadaki militarizmin ve sömürünün aslî faili olan, alabildiğine kompleks bir yapı arz eden NATO’nun kuşatılması gerektiği iddiasındayım. Elbette ABD’nin müttefikleri, Batı’nın etiketlediği “demokrasiler”i içeriyor ama bu ülke, surette boş birer gevezeliğe dayanan özgürlük ve insan hakları şiarına rağmen, ayrıca sınır nedir bilmeyen kapitalist, son dönemde de neoliberal bir ortamda işleyen askerî diktatörlükler ve krallıklarla da iş tutuyor.

Kuşatmaya dayalı böylesine somut bir stratejiyi ABD dışında açıktan kimse dile dökmemişti. Buna karşın, Avrasya Birliği ve Avrupa Topluluğu arasında kurulması düşünülen işbirliğini de içeren, BRICS, Avrupa ülkeleri ve AB arasındaki bağlarda fiiliyatta canlanma söz konusu. Alternatif bir gelişme için açık ve ayrıksı bir fırsat sunduğu takdirde, Avrupa’nın Amerikalı işgalcilerinden uzaklaşmaya ikna edilmesi mümkün.[34] Eğer ABD, Avrupa’yı nükleer silâhlarla tekrar donatma konusunda ısrarcı olursa, böylesi bir alternatif bir zorunluluk olarak görülebilir.[35] Yukarıda da ifade edildiği biçimiyle, Danimarka ve Avustralya, ABD’ye rağmen, Rusya’nın da üyesi bulunduğu yeni kurulan Çin altyapı bankasına katılmak için başvurdu.[36]

Tasarruf tedbirlerine karşı olan SYRIZA’nın elde ettiği zafer, Foucault’nun da talep ettiği biçimiyle, Avrupa’nın “farklı düşünme”sine yardımcı olabilir. Yunanistan’ın Rusya ile temas kurduğu ve ona karşı uygulanan yaptırım politikasına karşı çıkan AB devletleri (Avusturya, Macaristan ve Slovakya)[37] arasına katıldığı biliniyor. Yavaş ama emin adımlarla Avrupa’nın bir bütün olarak bu gülünç ve giderek bir saçmalığa dönüşen sürece bir son verme konusunda çağrıda bulunmaya ikna edilmesi mümkün. Bilhassa yaptırımların Avrupa ekonomilerine de zarar verdiği koşullarda bu, güçlü bir olasılık.[38] Burada yeni bir Yugoslavya’nın oluşma ihtimalinin eşikte beklediğini belirtmeye gerek bile yok. Bu türden hamleler, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin ifadelerinde karşılık buldu bile.[39] Mogherini, Batı’nın “çatışma mantığı” yerine diyalog mantığını ikame etmek niyetinde olduğunu söyledi.

Avrupa’nın ABD’den uzaklaştırılmasına ve onun eşzamanlı olarak küresel planda kuşatılmasına ilişkin bu türden bir strateji, Amerikan halkına yönelik bir saldırıyı ifade etmiyor, aksine, ABD hükümetine bu dünyada başkalarının da çıkarlarının bulunduğunu, onların da küresel yönetim ve uluslararası hukuk üzerine kurulu kurumlar üzerinden ihtilafları gidermeye dair kendi olgun yöntemlerine sahip olduklarını hatırlatmayı amaçlıyor. Bu stratejiye bir katkı olarak Rusya, Avrupa Birliği’ne Birleşik Devletler’le imzalamayı düşündüğü Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması’nı reddetmesini söyledi ve “Batı” medyasında haberi dahi yapılmayan bir gelişme dâhilinde, bir tür diplomasi jesti olarak, Avrupa’yı Avrasya Birliği’ne davet etti.[40]

2015 başında Batı’nın Rusya’ya karşı sürdürdüğü propagandası tuz buz oldu. Bunun bir göstergesi, Russia Today’in başarısı karşısında Batılı medya devlerinin içine düştüğü derin panikse, diğer göstergesi de Çek Cumhurbaşkanı’nın bir mülâkatında, “Maidan’ın demokratik bir devrim olmadığını” açıktan kabul etmesi.[41] Milos Zeman devamında şu değerlendirmede bulundu:

“Kanaatime göre, Ukrayna bir iç savaş yaşıyor. Ukrayna’daki olayların Batı destekli darbenin bir sonucu olduğunu ve Prag Baharı ile asla kıyaslanamayacağını ancak ‘yeterince bilgilendirilmemiş insanlar’ kabul etmeyecektir.”

Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande ise Rusya’ya karşı uygulamaya konulmuş bulunulan yaptırımlara derhal son verilmesi çağrısında bulunarak, Batı propagandasının tuz buz olma sürecine ve ekonomik savaşa dâhil oldu.[42] Elbette ertesi gün de o berbat Charlie Hebdo olayı meydana geldi.

Bu noktada ilk adımı ben atmış olayım. Konuyla ilgili kanaatlerimi de gayet yalın ifadelerle aktarayım.

ABD, kuşatma ve yıkım üzerine kurulu yığınla stratejisini rakiplerine karşı aralıksız devreye soktu, üstelik kendi müttefiklerini bile gözetleyip baskıladı. Diğer tarafta ise hâlâ gururunu muhafaza eden çok sayıda ulustan müteşekkil geniş bir şebeke duruyor. Bu ulusların ABD’yi ve aslî müttefiklerini onları uluslararası hukuka sadakatle bağlı kalmaya ve gerçek manada küresel (çokmerkezli) ve demokratik bir yönetim düzeninin oluşum sürecine katılmaya mecbur etmek için kuşatılması zorunlu. Bu kuşatmaya demokratik bir direniş, belki de ABD ve ona bağlı müttefiklerinde bir devrim eşlik etmeli. Bu strateji, aynı zamanda Birleşmiş Milletler gibi mevcut uluslararası kurumların köklü bir reform sürecine tabi tutulmasını ve salt hegemonun çıkarlarına hizmet edip duran IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi diğer uluslararası kurumların ise ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyor.

Ulusların teşkil ettiği bu yeni gruplaşmaya Avrupa halkları da davetli. Ama bu bloka Avrupa’nın katılmasının koşulu şu: Amerika’nın işgal amacıyla kullandığı sinsi bir güç olarak NATO’nun dağıtılması.

NATO varoldukça “Avrupa” Avrupa olamaz. O, sadece işgal altındaki Avrupa olarak kalır. NATO, kendi varlığını sürekli meşrulaştırmak için sahte veya gereksiz düşmanlar icat ediyor.

NATO, uluslararası toplumla ilişkisinde fitneci, uluslararası hukuk noktasında ise yıkıcı.

Avrupa’nın egemen bir politik bir birlik olması, barışçıl, işbirliğine dayalı, sürdürülebilir bir kalkınmaya adanmış çalışmayı merkeze alan küresel bir demokratik yönetimin ortaya çıkması için NATO’nun dağıtılması, sökülüp atılması şart.

Hegemona karşı artık küresel bir muhalefet yükseliyor. İkili iktidarın ortaya çıktığı koşullarda bu karşı cephe, BRICS [Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika] ile başkaları yanında, Venezuela, El Salvador, Bolivya, Arjantin, Nikaragua, Küba, Vietnam’dan oluşuyor. İşbirliğine dayalı bu geniş şebekenin en önemli öğesi de BRICS Kalkınma Bankası olacak.[43] Bugüne dek niteliğini ABD’nin belirlediği kurumların “mecburî tercih”i ile yüzleşmiş bulunan çok sayıda fakir ulus, söz konusu alternatif finans sistemlerini ve şebekelerini bağırlarına basacaktır.

Bu strateji, Amerika’nın hesap verme ve sorumluluk alma konusunda artık istisna teşkil etmediği bir durumu koşulluyor. Hegemon, emperyalist maceralarının ve fantezilerinin bedelini ödedikçe güçleri giderek azalan o müttefikleri ile ABD zamanla daha çok kuşatılacak.

Böylesi bir bağlam dâhilinde Amerika, uluslararası hukuka uymaya ve savaş suçlularını mahkemeye çıkartmaya mecbur kalacaktır. Birleşmiş Milletler’in[44] konuyla ilgili çağrıda bulunduğu, Anayasal Haklar Merkezi Hukuk Direktörü’nün[45] hakkında önerge sunduğu, ABD Senatosu CIA İşkenceleri Raporu[46] herhangi bir adlî kovuşturmaya yol açsaydı, bizim Trasimahosçu dünyamızın mevcut hâlini sınayacağımız emsal niteliğinde bir davanın açılmasını sağlayacaktı. Gelgelelim, ABD Adalet Bakanlığı meseleyle ilgili olarak kimseye suçlama yöneltmeyeceklerini açıktan ifade etti bile. Bu, Federal Mahkeme’nin işkencenin planlanıp uygulanmasına iştirak etmiş olanlara karşı sivillerin her türden iddiasını reddedeceğinin, işkencecilerin tüm müteakip hukukî işlemlerden muaf tutulabileceğinin (19 Aralık 2014) ve küresel yönetimin mevcut tehlikeli durumu dâhilinde fiilen adaletsiz ve yasadışı olan bir seyrin içine girdiğinin açık bir göstergesidir.[47] Gene de Anayasal Haklar Merkezi[48], Berlin’de bulunan Avrupa Anayasal Haklar ve İnsan Hakları Merkezi[49] isimli Alman insan hakları grubu öncülüğünde yapılan işkenceyle ilgili şikâyet dilekçesine imza attı. Bundan sonra muhtemelen İnsanlığa Karşı İşlenmiş Suçlar ve Savaş Suçları Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kapısı çalınacak.

Böylesi bir durumda, “Amerikan istisnacılığı”nı (uluslararası hukuk konusunda istisnaî olma imkânını) frenlemek için kendi iç uyumuna sahip bir direniş ve koordineli bir eylemlilik ortaya konulmalı, yasal, barışçıl, işbirliğine açık ve sürdürülebilir bir (ekonomik, çevresel, kültürel) gelişme ile ilgili yeni bir norm belirleyecek demokratik bir küresel yönetimin oluşup, uluslararası kurumların acilen dirilişi gerçekleştirilmeli.

Batı Solunun Yüzleştiği Güçlükler Üzerine

Üzerinde yaşadığımız bu kusurlu dünyada, hem yirmi birinci yüzyılın siyasetini kavramaktan aciz, alabildiğine sekter olan sola hem de neoliberal sosyalist, sosyal demokrat ve işçi partilerine alternatif teşkil eden Batı solundaki iyi niyetli insanların bir araya gelmesi hayatî bir önem arz etmektedir. Bu iyi niyetli insanlar, esas olarak somut koşullara ve somut ihtiyaçlara odaklanmalıdırlar. Gerçek manada devrimci ve yaratıcı bir düşüncenin ortaya çıkacağı, ileride de ortaya çıkmayı sürdüreceği bağlam burasıdır. Geçmişte böylesi bir birleşmeye Avrupa ve ABD’deki komünist partilerde tanık olunmuştu. Bu birliktelik yerini nihayetinde yeni sola ve muhtelif toplumsal ve tekil meselelere veya kimlik hareketine bıraktı.

Günümüz Batı toplumunda “komünist hareket”in meselesi, onun tartışmayı onlarca yıl esasta hegemonun, yani ABD’nin çıkarları ve tercihleri etrafında döndürmesi idi. ABD, Avrupa’da komünist hareketi akamete uğratmak için elinden gelen her şeyi yaptı, komünizmle sosyalizm arasında suni bir ayrım yapılmasını sağladı. Sosyalist ve komünist örgütlere sızdığından, “bölünme” kültürünü mayalayıp, küçük, toprağıyla bağı olmayan, ilgisiz, komünizm, sosyalizm veya devrimci sosyalizm etiketli kimi grupların oluşumunu tetiklemesinden bahsetmeye gerek bile yok. Çatışmacı kavmiyetçilikle birlikte bu bölünmenin hüküm sürdüğü gerçeklik, ABD, Avrupa, Avustralya ve Japonya’da solun yaşadığı sayısız politik yenilginin bir ürünü. Solun Latin Amerika’da görece başarılı olmasının nedeni, sol politik partilerin işçilerle ve yoksul halk kitleleriyle ilişki içerisinde olması.

Tüm o belânın göbeğinde, yani ABD’de sol, ideolojik tarikatçılığın ve mükemmeliyetçiliğin oluşturduğu gettolar dâhilinde karantina altına alındı ve kazığını her daim Rus Devrimi ile sonrasına dair o çeşitlilik arz eden, çoğunlukla birbiriyle çelişen yorumların üzerine çaktı. Tüm ülkelerdeki fakirlerin ve zayıfların arasında olmaya dair gerçek aciliyetin ışığında, küresel ölçekte, misal Troçkistlerle kendilerini Stalinist veya Maoist addedenler (ve tabii unutmamak gerekir ki Avrokomünistler) arasında süren tartışmalar, solun birliği ve büyümesi tam anlamıyla bir gereklilik arz etmediği takdirde, gülünç bir hâl almaktadır. Oysa böylesi bir birlik, kısa süre önce Almanya’nın eyaleti Türingiya’da, onlarca yıl süren, ayrıştırıcı ideolojik tartışmaların ardından, mevcut duvarları yıkarak gerçekleşti.[50] Burada sol, daha çok destekçiye sahip olduğundan değil, birleşik bir seçmen kitlesinin, iyi niyetli katılımcıların ittifakı koşullayacak o fiilî tartışmalara katılmaları üzerinden oluşması sayesinde başarı kazandı.

Arap Baharı ve Wall Street’i İşgal Et eylemlerini takip eden ve Avrupa ile dünya genelinde hâlâ süren 2011 tarihli tasarruf tedbirleri karşıtı kitlesel gösteri dalgası Thomas Picketty gibi düşünürler nezdinde mevcut sol akademyada ve “yeni sol” partilerde seçimlere dayalı politik ifadesini nihayet buluyor. Sola doğru yaşanan bu kayma, Latin Amerika’da yaşanan benzer süreci takip etti. Avrupa’da yeni sol ittifaklara, Yunanistan’da SYRIZA’ya, Birleşik Krallık’ta İskoç Ulusal Partisi, Galler Partisi (Plaid Cymru) ve Yeşiller’den oluşan tasarruf tedbirleri karşıtı ittifaka, İrlanda’daki benzer ittifaka ve birçok Avrupa ülkesinde bu türden politik oluşumlara tanık olundu. Ancak gene de bu partiler, sırtlarını sokaklara ve halk meclislerine dayasalar da sahip oldukları tasarruf tedbirleri karşıtı politikalar, Avrupa, Amerika ve tüm dünya bağlamında gettolara hapsolmuş hâlde olan sol tarafından genel manada kucaklanmamış olan yeni sola ait o “büyük sentez”i henüz koşullamış değil.

Ama gene de SYRIZA’nın Yunanistan’da elde ettiği o önemli zaferin, solun Avrupa’da ve dünyada canlı ve güçlü bir geleceğe sahip olduğuna en dik kafalı kötümseri bile ikna etmesi gerekiyor.

Solda uzun süredir varlığını koruyan parçalılık, üretken bir tartışmayı ve kitlelerle koordineli bir eylemliliği (tek tek örgütlerden daha büyük olan işgal hareketinin mevcudiyetine karşın) neredeyse imkânsızlaştırdı. İçerisinde hem teorik hem de pratik öncülüğü birlikte barındıran bir liderliğin büyüyüp gelişmesinin mevcut ihtiyaçların giderilmesini sağlayacağı açık. Bu mevzuyla alakalı düşüncelerimi “Alain Badiou’nün Psikoanalizi” başlıklı ekle birlikte, “Ölümcül Tekrar: Badiou ve Şairler Çağı”[51] isimli makalemde daha detaylı olarak ele alıyorum.

Mevcut tarikatçılığın yaratıcı bir felsefî ve politik tefekkür, strateji ve eylem ile yerinden edilmesi/sökülüp atılması şart. Her şeyden önce bu tarikatçılık, “diyalektik materyalizm”in dünyayı terk eylemiş, idealist manada yozlaşmış bir hâlidir. Odaklanılması gereken, mükemmel bir teorinin tüm detayları ile kurulması değil, gerçekliğin kendisine, yaratıcılığa ve deneyime açık bir mücadeledir. İnsanların sokaklarda var ettikleri hareketler, politik iktidar bilincine doğru evrilmelidirler. Marx’ın da iddia ettiği biçimiyle düşünce, somut ihtiyaçlardan, durumlardan ve eylemlerden varoluşa dair bir hüküm olarak neşet etmelidir. Esasında birçok dogmatik “Marksist-Leninist”, tam da Marx’ın tüm eseri boyunca, Eleştiri öncesine ilişkin kullandığı anlamda, idealist, safi duygusal bir dogmatizm olarak eleştirdiği ütopik sosyalistler gibi davranmaktadır.

Ben, demokratik komünizm düşüncesini ve pratiğini Marx’ın ruhu dâhilinde keşfetmeye çalışıyorum. Böylesi bir çalışmanın bir yandan geçmişe dönük çalışma ve tartışmadan, bir yandan da yeni solun (İşgal Et hareketi, Savaşı Durdur hareketi, işçi hakları vb.) somut mücadele içerisinde, etrafında birleşmesi gerektiği somut durum ve ilişkilere odaklanmanın kendisinden istifade etmesi ve mücadelenin mevcut dönemi için en iyi strateji ve taktiklerin kararlaştırılması mümkün. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, uluslararası sol hareket, daha çok tarihle ilgili çalışmadan, tartışmadan ve eleştiriden öğrenecektir ama daha da önemlisi, solun sahadaki taktik ve stratejileri fiiliyatta sınamak ve insanların gerçek ihtiyaçlarına odaklanmak suretiyle bu düşünsel ayrışmaları bir tarafa bırakması şarttır. Örgütlenmek zor bir iştir ve zaman harcamayı gerektirir. Bu türden ağlar oluşturmak, her daim radikal değişim için oluşturulacak bir hareketin temelini teşkil edecektir.

Somut İhtiyaçlar, Somut Durumlar ve Somut Eylem

Günümüzde Batı solu, bir yandan içindeki herkesin ölmek üzere olduğu, her yanını alevlerin sardığı binanın karşısında dikilip duran ama bir yandan da ateşi söndürmenin tarihini tartışan itfaiyecilere benziyor. Her politik partide hiziplerin ve görüş farklılıklarının bulunması olağandır, gerçek acı ve çile, içinde yaşanılan şimdiki anda bulunduğundan, (bilhassa karar verirken) odaklanılacak nokta, birleşik bir mücadele çalışması olmalıdır. Oysa ateş yanmakta, itfaiyecilerse kenarda durup geçmişi tartışmaktadırlar.

Yaklaşık iki yüz yıldır birçoklarının sıklıkla geçmişe ait eylemleri ve kişilikleri birer formül veya idol hâline getirecek bir yoldan uygulamaya çalıştıkları Marksçı diyalektik praksisin anlamı işte budur. Esasında Marx’ın icat etmediği devrimci tefekkür ise temelde somut koşullara ve somut bir stratejiye odaklanır, bunu da insanî varoluşun derin ve çoğunlukla insanın kafasını bulandıran karmaşıklığı ile akıldışılığı bağlamı dâhilinde yapar. Bütün bu çalışma, dünyaya ve onun tüm ömrüne ait imkânların yaratıcı bir biçimde fiilîleşmesi ile insanların ihtiyaç ve arzularının gerçekleşmesine uyumlu bir hâle getirilmelidir.

“Ölümcül Tekrar: Badiou ve Şairler Çağı”[52] isimli makalemde de tartıştığım üzere, örneğin Batı’daki solcular, küresel, çokmerkezli bir demokrasinin barışçıl, işbirliğine dayalı ve sürdürülebilir bir gelişimi için iyi niyetle çalışmaya hazır olan neredeyse tüm mevcut rejimleri desteklemelidirler.

Stratejik ve taktiksel ortaklık ve ittifaklar düzleminde, dünyadaki muhtelif uluslar konusunda reddiye, itiraz, düşmanlık yerine kabullenme, onaylama ve dostluk gibi zeminler üzerinden bazı gerekçeler bulmaya çalışmalıyız. Esasında mükemmel bir toplum için mükemmel bir reçete mevcut değildir, bu türden bir reçete, uygulama noktasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan şiddeti üzerinden, aksine büyük bir şevkle arzulanan toplumun tam aksi tipte bir toplumu yaratacaktır. Devrimci düşünürlerin geleneği sürekli sorgulamak, eleştiriye tabi tutmak ve konuşma, düşünme ve eylemle ilgili kimi alternatif yolları yaratıcı bir biçimde deneyimlemek zorunda olmalarının nedeni budur.

Bu nedenle fikrî hürriyet, her türden, gerçek manada demokratik olan, demokrasi ve ortak mülkiyetle gönüllü ilişki kurmuş toplum, hareket veya topluluk için hayatî önemdedir. Praksisin, bilinç-madde etkileşimi, çaba ve deneyin o büyük görevi budur. Dolayısıyla gerçek bir Marksizm, eğer revizyonizm bir devrimci sosyalistin, demokratik komünistin veya ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir halkın fikrî, pratik ve stratejik faaliyetini ifade ediyorsa, her daim bir revizyonizm biçimi olacaktır. Dünya varlığını ekonomik, politik ve kültürel açıdan eşitsiz gelişim durumu dâhilinde sürdürmektedir, bu nedenle, bizim sadece bu eşitsiz gelişmeye değil, belirli bir ülkeyi karakterize eden kültürel ve ulusal özgüllüğe ve biricikliğe karşı da hassas olmamız gerekir.

Marx’ın ilk dönem Alman romantisizmi ile Alman idealizminin gelişimi sonrası ilk büyük katkı yapan isim olduğu düşünülürse, varoluşun dünyevîliği ve eylemine dayalı solcu bir felsefe, bizim tefekkürümüzü insanların ihtiyaçları ile uyumlu olacak, somut koşulların gelişimi ile bağdaşacak şekilde sürekli revize etmeyi gerekli kılar. Platon’un idealist mükemmeliyetçiliğini reddetmekle birlikte, bizim muhtelif ulusların gündelik kusurlu yanlarına açık olmamız, birçok ulusun eşitsiz gelişiminin suçlamanın değil, dayanışmanın temeli olduğunu, ayrıca mükemmel bir teorinin ideal bir formunun bulunmadığını anlamamız şarttır.

Bunun yerine, bizim üzerinde durmamız gereken, herkesin Marx’ın o meşhur özdeyişine atıfla, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sözünü gerçek kıldığı farklı bir tür dünyayı hedefleyen müşterek bir projeye iyi niyetli bir katılım göstermektir. Bu, bizim bu gezegen üzerinde birer fani olarak her daim ulaşmak için çaba sarfettiğimiz bir hedeftir. Sadece fani olan değil, ayrıca maymunsulardan gelen bir tür olarak bizim bilincinde olmamız gereken, radikal dönüştürme pratiğinin uzun erimli bir mesele olduğu gerçeğidir. Roma bir günde kurulmadığı gibi, eşit ve çokmerkezli bir yönetime dayanan küresel bir demokratik sistem de bir günde kurulmayacaktır. Bizim onu inşa etme ihtimalini bir an görebilmemiz bile gene de büyük bir başarıdır.

Bu söylenenler ışığında, devrimci düşünce, Mao’nun çelişki anlayışı ile Nietzsche’nin kendini aşma anlayışına (Foucault’nun ‘kendimizin eleştirel ontolojisi’ne) uygun olarak, maddî ve stratejik koşulların dönüşümü ile kendisini aralıksız bir biçimde dönüştürmelidir. Bu sayede “revizyonizm” suçlaması, somut koşullar ve somut eylemlere yöneltilmiş düşünceye dayalı bir praksis bağlamında kendisini entelektüel açıdan geliştirmeye devam etmemiş, herkesi ve her şeyi suçlayıp duran bir kişiye ait basit bir semptom hâline gelir. Böylesi bir devrimci, artık devrimci değil, “tek boyutlu insan”, Zerdüşt’ün maymunudur.

Yaşanan güçlükler karşısında radikal düşünceyi ve praksisi daha güçlü kılmak için sürekli çalışma yapmak gerekir. Bilim ve felsefenin, sosyoloji, psikoloji ve antropolojinin tüm alanlarından bir şeyler öğrenilebilir. Bu noktada estetik ve sanattan bahsetmeye bile gerek yok. (Rancière, Lyotard, Deleuze, Žižek vb.) Burada kilit nokta, öğrenmek, düşünsel açıdan gelişmek aynı anda da somut pratikle meşgul olmak, böylelikle daha güçlü bir devrimci olmaktır. Kişi, düşman kabul ettiklerinden bile bir şeyler öğrenmekten korkmamalıdır.

İngiltere’de böylesi bir alternatif sol parti kurma yönünde son dönemde belirli bir çaba ortaya kondu. Kimi zaman belirli tartışmalara sebebiyet veren İngiliz sinema yönetmeni Ken Loach’un çağrısı ile 2013’te Sol Birlik kuruldu. O günden beri birçok sosyalist grup, bu yeni politik parti içerisinde belirli “eğilimler” oluşturdu. Seçim sürecine gerçek bir nitelik arz eden her türden parti katılacağından, Sol Birlik, bu noktada demokratik seçimlere tüm düzeylerde katılımı artırmayı amaçlıyor.

Yeni-Teçırcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi [UNIP] gibi, İngiliz sağına mensup bir azınlık partisinin “iktidar iplerini elinde tuttuğu” bir dönemde, Galler Partisi, İskoç Ulusal Partisi ve Yeşiller gibi sola mensup bir parti veya partilerin de aynı şeyi yapması ihtimali var. Hiç olmadı, en azından böylesi bir parti, mevcut hâliyle demokratik sistemi halka alternatif bir mesaj sunmak için kullanabilir. Farklı türden bir siyaset için böylesi bir demokratik sosyalist deneyimden çok şey öğrenilebilir.

Esasında düşünme sürecinin diyalektik, dönüştürücü olmasına ve somut praksis üzerinden edinilmiş deneyime yöneltilmesine psikolojik veya eğitsel açıdan izin veremeyen ya da bu konuda isteksiz olan sabit fikirli sekterler, hatta Lenin (Trotskiy, Gramsci, Mao, Castro, Ho Chi Minh, vd.) dahi, “işçi sınıfı” denilen, milyonları bulan çalışan halka ulaşmak için gerekli birer düzlem olarak, mevcut olduğu takdirde, seçim siyaseti ve sendika siyaseti ile uğraşılması gerektiğine inanmıştır.

Solcuların, Gramsci ve Rosa Luxemburg’a atıfla, sadece kendi ülke topraklarındaki politik kültüre değil, ayrıca sürrealistlerin ruhuna bir selâm çakarak, kültürel üretime, felsefeye, sanata, aktivizme, işgale, etkinliklere iştirak etmesi, plastik sanatlar, edebiyat ve müzikle ilgilenmesi, böylelikle Adorno’nun sözünü ettiği kültür endüstrilerinin, yaşam endüstrilerinin, kontrol endüstrilerinin lehimsiz bir tarzda yeniden üretimine, karşılaşma, mücadele, deneyimleme ve yaratma alanı, bir topos, bir “çelişki sahası” olan Deleuze ve Guattari’nin “mekanizma” dediği şeye müdahale etmesi zorunludur.

Eğer iyi niyetli insanlar yaratıcı düşünceyle meşgullerse ve eylem de somut koşul ve ihtiyaçlara yönlendirilmişse, sol şahsında siyasetin vahim sonuçlar üretmemesi gerekir. Wittgenstein’ın sözüne atıfla, bugün birçok solcu, duvarlarını belirli bir jargonun teşkil ettiği bir hapishanede tutsaktır. Lacan varoluşçularla ve postyapısalcılarla ilgilenmiştir. Žižek gibi kimi Marksistler de benzer alanlara bakmışlardır. Žižek’in bu jargon hapishanesinin tutsaklarına verilmesi gerekir. İdeolojik mükemmeliyetçilerin ve uzlaşma nedir bilmez sekterlerin ikinci baba hayali, suni, rol yapmaya dayalı kimlikleri yerinden sökülüp atılmalı, paramparça edilmelidir. Deleuze ve Guattari, bu parçaları toplamaya yardımcı olacaktır. Sekterler bile diğer birçok isim gibi toplumsal planda yapılandırılmış olsa dahi, geleceğe dönük düşünsel ve deneyimsel büyümenin ketlenip redde tabi tutulduğu durdurulmuş bir gelişme hâline duçar olmuşlardır.

Çin’e Dair

Çin, sol ve sağın onu genel olarak redde tabi tutması sebebiyle Batı’da karşı koyulması güç bir konu başlığıdır. Bu fikirlerin Batı’da tartışılmasının zor olmasının nedeni, sadece Çin ve sosyalizm aleyhine medyada kapsamlı bir propaganda yürütülüyor olması değil, ayrıca yukarıda bahsini ettiğim soldaki parçalılıktır. Sosyal demokrat partilerle sosyalist partiler, akademik Marksizmle geleneksel Marksizm, yeni sol ile Stalin tarikatı üyeleri, yeniden inşa sürecine girmemiş Maoistlerle trajik biçimde aydın karşıtı olan, devrimci felsefenin gelişimine (Eleştirel Teori, postyapısalcılık, Deleuze, Žižek, Judith Butler, Cornel West vb. gibi çağdaş Marksçı yazarlar) ayak uyduramamış, bu nedenle köhne bir düşünce ile tozlu resimlerin çamuruna saplanmış (ya da gerçekte olmayan bir guru olarak iş gören bir lideri takip eden) komünist eylemciler, partiler veya gruplar arasında belirli ayrılıklar söz konusudur.

Çin’in bilhassa uzlaşmanın nihayetinde tesadüfî olduğu gerçeğine bağlı olarak, yaygın biçimde redde tabi tutulması ile ilgili temel meseleleri saptamak gerçekten güç. Bu noktada hâlâ kıyım, suçlamalar, fiiliyatta var olan, el altından üretilmiş, iddia düzeyinde kalacak kimi olaylara dayalı gerçekötesi bir gelenek ve “şarkiyatçılık”ın (Edward Said) devamlılığı söz konusu. (Edward Said) Oysa artık bir dizi “bilgi arkeolojisi”nin ifşa ettikleri ışığında, Hong Kong’daki “kapitalist demokrasi” hareketinin çetrefilli bir süreç dâhilinde bir kukla olarak nasıl kullanıldığı konusunda gözlerimiz açıldı. Bu, George H. W. Bush’un Tiananmen Meydanı olaylarında onlarca yıl oynadığı rolle ilgili olarak da geçerli bir husus. Zira arşivler gerçekten tehlikeli şeyler.[53]

Çinliler, tarihlerinin mevcut dönemini “ilksel sosyalizm” olarak adlandırdılar, görece muğlâk bir tarzda Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nda da geçen bu ifade ile adlandırılan dönemin “çok uzun süreceği” iddia edildi. Mevcut politik ekonomik siyasetin aslî teorik yön, anti-emperyalist bir bağlam dâhilinde belirlenmiş olan ve iktidarın temelini kurma amacını güden, 1978’den beri uygulamada bulunan “piyasa sosyalizmi”. (Elbette burada cinin şişeden çıkmasına izin verilmiyor ki cin hâlâ şişesinde.)

Şimdi bu meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturalım. Bir yandan Batı’daki liberaller, merkezciler ve muhafazakârlar arasında Çin’in “otoriter” olduğu konusunda güçlü bir uzlaşma söz konusu. Elbette bunlar, yatırım ve düşük vergilenme gibi fırsatlardan istifade ettikleri için gayet mesut olan kapitalist politik partiler ve politik oluşumlar. Demokratik sosyalistler, sosyal demokratlar ve işçi partililer de Çin’i bir sosyalizm modeli olarak reddediyorlar ya da ona neoliberal ekonomiye dayalı etkisiz bir idare adına “sosyalizm”i terk ettiği için karşı çıkıyorlar. Her ne kadar yekpare bir nitelik arz etmeseler de Troçkistler, genel manada Çin’in tümden kapitalist ya da bürokratik sosyalist olduğunu düşündükleri için bu modeli reddediyorlar. Ayrıca bir de Çinli Troçkistlerin 1927’de hem milliyetçilerin hem de komünistlerin yaşattıkları bir mağlubiyet tarihinden söz etmek gerek.

Troçkistler (belki de Trotskiy’nin kendi düşüncesi hilafına), Stalin ve “Stalinizm”i reddetmeyen tüm devletlere benzer bir eleştiri getiriyorlar. Batı’daki aşırı solun belirli bir kısmını teşkil eden Troçkist kimi gruplar genelde Çin’e olumlu yaklaştılar ama bu ülkenin geçirdiği “kapitalist restorasyon”un gerçekliği ve bu yöndeki beklentilere ilişkin endişelerini de hep dile getirdiler. Öte yandan şurası önemli: Çin Komünist Partisi, Stalin’in faşizmin yenilmesi ve Rusya’daki hızlı ulusal kalkınma noktasında oynadığı rolü savunmakla beraber, sadece Stalin’e değil, Sovyetler Birliği’nin bilhassa “Kötülük İmparatorluğu”nun dağılmasını bekleyen Gorbaçev’in kendisine de eleştiriler yöneltti. Esasında Çin’in mevcut yapısını ve düzenini Stalinist ya da bürokratik sosyalist olarak nitelemek doğru değil. Çin’i ve yüzleştiği fiilî güçlükleri “Trajik Topluluk: Friedrich Nietzsche ve Mao Zedung”[54] isimli makalemde tartışıyorum.

Aslında Çin’in kendisine ait, katılıma ve meşverete dayalı bir demokrasi geleneği, dilekçe sistemi ve görece ağır işleyen, her seferinde değişen Anayasa’ya katkı sunan, üçayaklı, dönemsel seçimlere dayanan bir seçim sistemi var. Diğer parçaları, tarihleri ve teorik inşa süreçlerini de içeren bu sistem, Nietzsche’den ilham almış Sun Yat sen’i, Marksizm-Leninizmi, Mao Zedung düşüncesini, Deng Xiaoping Teorisi’ni, Üç İlke’yi ve Anayasa’da yapılan bir dizi değişikliği kapsıyor. Eğer bir adım geri çekilip Çin Anayasası’na bakıldığında, iki ayrı ilkenin işler hâlde olduğu görülüyor. Marksist praksis felsefesi ve deneyimleme üzerine kurulu olan Anayasa bir yandan sürekli evrim geçiriyor. Her bir kuşak Anayasa’nın geliştirilmesine katkı sunma fırsatı buluyor.

Örneğin şu anda başkan olan Xi Jinping, Çin’in sola kaymasına katkıda bulunmuş bir isim. Bu katkıyı, iki ve çok taraflı ilişkilerin yeniden tasdikleyip genişletme, toplumsal güvenlik ağının sürekli geliştirilmesine odaklanma, beş yıllık bir çabanın ardından bu yıl içerisinde nüfusun %95’ni sağlık hizmetleri kapsamına alma ve binlerce rüşvete bulaşmış memurun görevden alındığı veya cezalandırıldığı “yolsuzluğa karşı” Kitle Çizgisi’ni uygulama, çevre yenileme, şehirleşme ve belki de en önemlisi, (Çin’deki yeni solun da savunduğu) Çin’e has özelliklerle birlikte sosyalist hukuk sisteminin olgunlaştırılması üzerinden yaptı.

Diğer yandansa Anayasa, materyalist tarihi ve politik ekonomik gelişmeyi anlayan düşünür ve uzmanların görüşlerini yansıtıyor. Yukarıda Çinlilerin tarihlerinin mevcut dönemini “ilksel sosyalizm” olarak adlandırdıklarından söz etmiştim. Bu özelliği, emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin küresel ölçekte, sadece iyi niyetli olan ama sosyalist ya da komünist olmayan diğer ülkelerle işbirliği içerisinde olarak değil, ayrıca geri kalan kapitalist ülkelerle rekabet dâhilinde işleyebilecek sağlam bir sosyalist demokrasi projesinden ayrıştırılamayacağına dair anlayışa işaret ediyor.

Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde açık bir dille ifade ettiği üzere, materyalist tarihe dayalı bakış açısından bakıldığında, bizim doğrudan mükemmel bir komünizme sıçramamız mümkün değil. Mevcut dünya düzeni içerisinde sömürgeciliğin ve emperyalizmin tüm tarihi göz önüne alındığında, ulusal kurtuluş mücadeleleri beynelmilel bir sosyalist devrimin bir parçası ve bileşeni olagelmişlerdir. Dahası, reelpolitik açısından bakıldığında ve cümlemizin maymunsulardan geldiği akılda tutulduğunda, mevcut mücadele dâhilinde birçok durumda sosyalist özleştirmecilik (pürizm) asla geçerli bir konu değildir.

Elbette birçok durumda muhtelif ülkeler ve iyi niyetli bir dizi ulusal mücadele de yüzlerini solun ajandasına çeviriyorken (ki bu duruma Afrika, Latin Amerika ve Pasifik Havzası’nda tanık oluyoruz), diğer yandan Rusya gibi kimi BRICS ülkeleri sosyalist veya komünist olmaktan fersah fersah uzakta. Ama gene de uluslararası hukuka ve kurumların doğru düzgün işlemesi ilkesine verdiği destekten ötürü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi olarak Rusya anti-emperyalizm bağlamında önemli bir ülke. Tekrar etmekte fayda var: Rusya ve Hindistan’ın önemli bir bileşeni olduğu anti-emperyalist mücadele mevzubahis olduğunda, mevcut mücadele ve geçici strateji bağlamında Rusya’nın veya diğer ülkelerin sosyalist olmamasının bir hükmü yok. Mücadelede Çinlilerle, dünyanın belki de en eski kültürüyle birlikte olan birisinin tarihsel mücadeleyi uzun erimli kavraması gerekiyor. Bizim maddî koşulların çoğunlukla tüm umarsızlığıyla bizden önde giden değişim sürecinin düşüncelerimizden nispeten daha yavaş seyrettiğini anlamamız şart.

Batı medyasına ait şizofrenik söylemlerin kışkırttığı bu türden, kısa erime bakan düşüncesizlik, alabildiğine sınırsız, son dönemde neoliberal olan bir ortamda faal olmaya çalışan batı demokrasilerini tarif eden önemli bir husus. Korkarım, neoliberalizmin hükmettiği bu su şırıltısının Batı solu üzerinde de etkileri mevcut. Bir ideali elinize alıp maddî gerçekliği bu türden bir ölçütle değerlendiremezsiniz. Bu, alt tarafı Platonculuğun ölümcül biçimde tekrar edilmesinden başka bir şey değil. Böylesi bir usul, radikal bir tarihsel değişimi kavrayıp uygulamaya koyma noktasında gerekli sabrı dikkate alamamakla kalmaz, ayrıca gezegen genelinde bugün aşikâr olan, her yanı saran eşitsiz gelişimi, tarihsel gelenekleri, farklı kültürel pratiklerin yerel ve özgül koşullarını siler.

Başkan Xi Jinping’in tahayyül ettiği sosyalist bir demokrasi ise aksine tümüyle farklı bir olgudur. Böylesi bir demokraside geleceğe görece daha fazla ilgiyle odaklanmak mümkün olacaktır, zira esasen Batı’nın kısa erime kilitlenmekten kaynaklı birçok sorununun temelde kaynağı kapitalizm içi konjonktürel dalgalanmalar ve yolsuzluk/sömürüdür. Ortak mülkiyete ve meşverete, halkın katılımına dayalı bir demokrasi ortamı sağlayan bir sosyalist demokraside kaçınılması olası bu türden bir “belirsizlik” durumu asla oluşmamalıdır.

Özetle benim önerim şu yönde: Batılı solcular ve diğer iyi niyetli, tüm inançlardan insanlar, tarihsel varoluşun felsefesine ait anlamı, Çinli özellikler barındıran bir sosyalizme doğru kendi yolunda ilerleyen ülkeyi tekrar düşünme süreci dâhilinde radikal bir tarihsel değişimin derinliğini ve güçlüğünü kavramaya dönük çabalarını artırmalılar. Bu, somut koşullar ve insanların ihtiyaçlarına odaklanan düşüncenin ve yaratıcı praksisin kendine özgü bir gelişimidir.

Esasında Deng Xiaoping’in fikirleri, Lenin’in Yeni Ekonomi Politika dâhilinde geliştirdiği fikirlerinin akıllıca ve olgun bir tarzda uyarlanmasından ibaret. Pratikte bu girilen süreç (birçok Latin Amerika ülkesinde yapıldığı üzere) eğer solcu bir hükümetin kılavuzluğunda yönlendirilecek olursa, hayırlı da olabilir, zira tarihin de açık bir biçimde gösterdiği kadarıyla, neredeyse tüm sosyalist devrimler zayıf oldukları için ezilmişlerdir. Örneğin Rusya’daki sovyet ekonomisi Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu dönemde, ABD ekonomisinin sadece üçte biri kadardır. Amerika, İngiltere ve Fransa’ya bağlı beyaz güçler devrimden kısa süre sonra saldırmış olsaydı Ekim Devrimi Rusya’sı nasıl bir hâl alırdı, bir düşünün.

Sosyalist bir dönüşüm ya da devrim, ne ekonomizmin varsaydığı biçimiyle, kendi kendine ne de tüm dünyada tek bir günde hep birden gerçekleşecek. Gerçekte bu tarz bir mücadelenin süresi belirsizdir, mücadelenin kendisi darmadağınık, yolu eğri büğrü, bileşimi dengesiz ve şeklen rengârenk, yani tek kelimeyle kusurlu bir gidişat üzredir. Ama maymunsulardan gelen ama aynı zamanda kendi esrarengiz potansiyelini gören bir tür olarak bizler, iyi niyetli olan, kendi anti-emperyalist ajandaları dâhilinde alternatifler ve müttefikler arayan ülkelerle dayanışma içerisinde olmalı, bu noktada meseleleri sabırla ele almalıyız. Ayrıca barışçıl ve işbirliğine dayalı bir dünya için verilen mücadelede kimi vakitler ne kadar kusurlu olursa olsun, küresel bir mücadele kurmak amacıyla bu ülkelerle omuz omza olmalı, mücadelelerimizi onların mücadeleleriyle birleştirmeliyiz.

James Luchte
21 Kasım 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Andrew Korybko, “The Multipolar Network-Centric Policy of the Eurasian Union”, Oriental Review, orientalreview.

[2] “UK complicit? US Senate report reveals CIA torture and deception of Congress”, Russia Today, RT.

[3] Asad Ismi ve Peter Koenig, “De-Dollarization: Is BRICS a Viable Alternative to the U.S. Dominated World Economic System?”, Global Research, GR.

[4] Marx-Engels, Critique of Hegel’s Philosophy of Right, MIA.

[5] Dmitry Kalinichenko, “The Golden Trap of Chess Master Vladimir Putin”, 27 Kasım 2014, SFP.

[6] Office of the Director of National Intelligence, “DNI Unveils 2014 National Intelligence Strategy”, 18 Eylül 2014, DNI.

[7] “US Isolated, BRICS to Get Greater Voting Power at IMF”, 13 Aralık 2014, BRICS Post.

[8] Colin Chillcoat, “Russia Abandons Petrodollar by Opening Reserve Fund”, 15 Ocak 2015, Russia Insider.

[9] “Beijing calling: Australia & Denmark defy US by applying to join China-led bank”, 29 Mart 2015, RT.

[10] Eric Zuesse, “Obama’s Secret Deals with Saudi Arabia and Qatar”, 6 Kasım 2014, GR.

[11] Robert Parry, “The Crazy US ‘Group Think’ on Russia, 18 Aralık 2014, GR.

[12] Eric Zuesse, “U.S. & ‘International Banks’ Finance Ukraine’s Civil War”, The Pontiac Tribune.

[13] Steven MacMillan, “Israel proposes natural gas pipeline to Southern Europe”, 16 Aralık 2014, Neo.

[14] Ramsey Cox, “Senate pass Russian sanctions bill”, 11 Aralık 2014, Hill.

[15] “‘If US sends weapons to Ukraine, Russia should send troops’ – lawmaker”, 12 Aralık 2014, RT.

[16] Doug Bandow, “How Many Enemies Does America Want? Congress Sacrifices US Security New Sanctions Against Russia”, 15 Aralık 2014, Cato.

[17] Patrick L. Young, “Putin’s press conference for all reasons”, 19 Aralık 2014, RT.

[18] Putin Q&A 2014, Youtube.

[19] Henri Trofimenko, “The Third World and US-Soviet Competition”, www.foreignaffairs.com.

[20] “Outcome of Minsk deal should be cherished: FM”, 25 Mart 2015, People.

[21] “Russian MP accuses US of secret financial support of Islamic State”, Russia&India Report, in.rbth.com.

[22] “Gazprom to build new 63 bcm Black Sea pipeline to Turkey instead of South Stream”, 1 Aralık 2014, RT.

[23] Joaquin Flores, “Russia and Turkey’s Gas Deal can Save Europe and the World”, 11 Aralık 2014, Center of Syncretic Studies, SS.

[24] “Oil falls to four-year low as Opec maintains production levels”, The Irish Times, 27 Kasım 2014, IT.

[25] “‘Impossible’ to cut oil production - Saudi oil minister”, 18 Aralık 2014, Russia Today, RT.

[26] “Russia, Saudi Arabia, Mexico, Venezuela decide not to cut oil production”, 25 Kasım 2014, Russia Today, RT.

[27] “Obama misinformed on Russia economy”, Press TV, www.presstv.ir.

[28] “China Prepars Bailout Russia”, 18 Aralık 2014, Zero Hedge.

[29] Alex Lantier, “China Challenges US Economic War against Russia”, 23 Aralık 2014, Global Research, GR.

[30] “China to Launch Yuan Swap”, 28 Aralık 2014, Peakoil.

[31] Zafar Bhutta, “Ties Triumph”, 22 Aralık 2014, The Express Tribune, Tribune.

[32] Suhasini Haidar, “US upset at India-Russia deals”, 16 Kasım 2014, Hindu.

[33] Paul Craig Roberts, “The Outlook for the New Year”, Paul Craig Roberts Institute for Political Economy, PCR.

[34] Carol J. Williams, “European leaders warn against too much economic pain in Russia”, 19 Aralık 2014, Los Angeles Times.

[35] “Redeployment of nukes to Europe won’t increase US security – Moscow”, 12 Aralık 2014, RT.

[36] “US Officially Loses Battle Over China-Led Investment Bank”, sitsshow.blogspot.co.uk.

[37] “New Greek govt furious over EU ‘unequivocal’ anti-Russia statement”, 28 Ocak 2015, RT.

[38] Mark Thompson, “Putin puts a chill on German economy”, 14 Ekim 2014, CNN.

[39] “West Wishes to End Confrontation With Russia”, 28 Aralık 2014, Sputnik.

[40] “Schachzug gegen die USA”, Deutsche Wirtschafts Nachrichten, deutsche-wirtschafts-nachrichten.de.

[41] Eric Zuesse, Czech President Says […]”, 4 Ocak 2014, Real Independent News & Film, Rinf.

[42] “Russian sanctions must be lifted”, 5 Ocak 2015, RT.

[43] Horace G. Campbell, “The Future of the BRICS Development Bank”, 29 Temmuz 2014, Counterpunch.

[44] Diana Ozemebhoya Eromosele, “UN: Prosecute Bush Officials”, 10 Aralık 2014, Root.

[45] “CCR Legal Director Says […]”, Center for Constitutional Rights, 9 Aralık 2014, CCR.

[46] “CIA torture report”, 10 Aralık 2014, Guardian.

[47] Inder Comar, “Federal Court Gives Early Christmas Present”, 22 Aralık 2014, GR.

[48] “CCR Joins Criminal Complaint”, 17 Aralık 2014, Center for Constitutional Rights, CCR.

[49] “Criminal complaint against Bush”, European Center For Constitutional and Human Rights, ECCHR.

[50] “Breaking down walls in Thuringia”, 19 Kasım 2014, DW.

[51] James Luchte, “Fatal Repetition: Badiou and the ‘Age of the Poets’ with Appendix: ‘A Psychoanalysis of Alain Badiou”, Luchte. Bahsi geçen ek bölüm hariç, makalenin Türkçe çevirisi için bkz.: James Luchte, “Ölümcül Tekrar: Badiou ve ‘Şairler Çağı’, İştirakî dergisi, Nisan-Haziran 2014, Sayı: 2, s. 55-58.

[52] James Luchte, a.g.m.

[53] Brian Becker, “What Really Happened in Tiananmen Square 25 Years Ago?”, 5 Haziran 2014, So That The Peoples May Live, sttpml.

[54] James Luchte, “The Tragic Community: Friedrich Nietzsche and Mao Tse Tung”, Luchte. Makalenin Türkçe çevirisi için bkz.: “Trajik Topluluk: Friedrich Nietzsche ve Mao Zedung”, Çev.: Emrah Saraçoğlu, İştirakî dergisi, Temmuz-Aralık 2014, Sayı: 3-4, s. 143-152.

0 Yorum: