29 Ağustos 2018

,

Kapılar

Tarihimizdeki kişiler ve olaylar, gerçeğe açılan birer kapı değillerse birer hiçtirler. Onlarla kurduğumuz ilişki, hakikatle ilişkidir. Öyle olmalıdır. Onlara yönelik her saldırı, bireyin özgürlüğü adına savuşturulamaz, karşılanamaz. O saldırıda nimet bulmak, tehlikelidir.

Efendilerin çanağını yalayarak politika yapılamaz. Bizim beraber soğan kırdığımız ortak sofralarımız olmalıdır. İnşaat işçileri sendikası kurup, ona sahip olmakla övüneceğimize, akşamları o yapıcılarla birlikte ekmek bölüşebilmek gerekir.

Müşterek tarihimizin kişilere ve olaylara bölünmesi anlamsızdır. Bu bölme girişiminde batıya has bir ilerlemecilik olduğu görülmelidir. Bizdeki Maoizm ve Castroizm, batıdan ithal edilen sol tercümelerin ilerlemecilikle iğdiş edilmesinin çilesini çekmiştir. Yani esasen Maoizm ve Castroizm, Ekim Devrimi, artık batı mahfillerinde “geri” kabul edildiği için belirli bir edinime tabi tutulmuş, bu devrimlerin her bir karesini, kişiliklerin biyografilerini ezberlemek, mertebe atlamak olarak algılanmıştır. Sonuçta bugün Ekim Devrimi’ni aşanlar, aştıklarını düşünenler, onun gerisine çekilerek Paris komüncülüğü düzeyine gelmişlerdir.

Bu, tarihteki kişiler ve olaylarla birey merkezli bir ilişki kurulmasının sonucudur. Bağlam öznelleştirilmiş, o bağlamla özne olunacağı düşünülmüştür. Anlam kazanılacak yer, bağlamdır. Bağ kurulan yer, anlam edinilen yerdir. Mevcut güç ilişkileri içerisinde yapılan tahliller, en kısa erimli olana meylederler. Kişiler ve olayların kapısından geçip gerçeğe nüfuz etmeyi göze almayanlar, o kişi ve olayları kendi varlıklarında dondururlar. Kendi varlıklarını ise o kişi ve olaylarda kilitlerler.

Bağlam dinamik; anlam kavgalı bir süreçtir. Mesele, Ekim’ci olmak veya Ekim’i (geriye/ileriye doğru) aşmak değil, onun açtığı kapıdan girmeye cüret etmektir. Kolay çözümler, kısa erimli anlamlar, kesik bağlamlar, her daim düşmanındır, düşmandandır.

Ortadoğu

Avrupa-Amerika arasındaki yüzeysel gerilimin bölgeye sirayet etmesi sayesinde solun hasbelkader Ortadoğululaşmasına tanık oluyoruz. Orta sınıflar, en ufak olayda, patlamada “nihayet bir Ortadoğu ülkesi olduk!” diye serzenişte bulunuyorlar. AKP’yi çapsız, beceriksiz ve gerici olmak üzerinden eleştiriye tabi tutabiliyorlar. Esasen Ortadoğululaşmıyorlar, Batı Asyalılaşıyorlar. Doğu’yu ağzına almamak için “Batı Asya” tabirini kullanıyorlar. Kendi özgüllüklerini, o özgüllüğün neşet ettiği özel coğrafya olarak Küçük Asya’yı öne çıkartıyorlar. Burada Asya, hep Batı’nın uzanımı olarak görülüyor. Dolayısıyla sol, önemli ölçüde Batı’nın küçük ajanları, o da olamıyorsa, küçük burjuvaları olarak kendisini kuruyor. Anlamını ve bağlamını burada bulabiliyor. Sınıfsal yapısı, kurduğu bağlara sirayet ediyor.

SBKP, yetmişlerin başında TKP’ye soruyor: “Seni hangi KP listesine alalım.” O da “Avrupa KP’leri listesine alın” diyor. Berlin, Paris, Londra gibi yerlerde bu sebeple bürolar açılıyor. Oranın siyaseti bu sayede buraya tercüme ediliyor. SBKP, Fransız, İtalyan KP’leri üzerinden çözülüyor. Bizim KP’miz, bu sayede söz konusu çözülüşün parçası olabiliyor. Bu, sonraki kuşaklara miras kalıyor. KP dışı veya karşıtı dinamikler, Batı failliğini o mahfillerden öğreniyorlar.

Doğu’ya her daim bir misyoner, bir kolonyalist, bir İngiliz valisi gibi yaklaşılıyor. Hindistan’daki paryalar, sol sayesinde düzene eklemleniyorlar. Yetmişlerin başında Ortadoğu’ya değil, Avrupa listesine girme kararı ideolojik açıdan sorgulanmayı bekliyor. Bu sorguya SBKP’nin Arap-Müslüman coğrafyaya “kapitalist olmayan yol”u önermesine ve Türkiye’yi bir kama gibi kullanmasına dönük eleştiriyi de dâhil etmek gerekiyor.

“Kapitalist olmayan yol”, bir açıdan Çin ile alakalı. Sovyet-Çin geriliminin en iyi okunduğu yerlerden biri ise Filistin. Hareketin millî kurtuluş ve devrimci mücadele hattında bölünmesi bu momentte gerçekleşiyor. “İsrail’den mi kurtulacağız, yoksa devrim mi yapacağız?” tartışması hareketi çözüyor. Milli kurtuluş hareketlerinin hamisi olarak Çin, bitmiş-tamamlanmış devrimin savunucusu olarak Sovyetler her düzlemde kavga ediyor. Bağlam, anlam kaçırılıyor, bağlar kopuyor. Nihayetinde özneler dağılıyor.

Kürd’ün kavgası, Sovyet-Çin bağlamında anlam kazanıyor. Filistinleştiği ölçüde ivme kazanıyor. Birinci İntifada, ona da ruh veriyor. Kuzey Irak’a çekilmek, İsrail ve Filistin ile ilgili sözlere de damgasını vuruyor. Suriye savaşı, bu gerçeklikte yaşanıyor. Artık ABD-AB bağlamında farklı bir anlama kavuşmak gerekiyor. Özne olmak, bu anlam aralığında tanımlanma imkânı buluyor. Bu imkânın sorgusuna asla izin verilmiyor. Her türden sorgu, gericilik, arkaizm, tarihdışılık eleştirilerine maruz kalıyor. Ekim’i geri kabul edenler, “doğunun Ekim’i” diye yola çıkıp, batının Şubat’ına, en iyi hâliyle Mart’ına tav oluyorlar. Zira o muhayyiledeki doğu, batının doğusu.

Bugün ABD-AB geldiği için doğu kıymete biniyor, anlam kazanıyor, birden bağlam hâline geliyor. Doğunun sömürü ve zulme karşı yürüttüğü mevcut kavgasıyla bağ kurmak, bağlamı buradan oluşturmak, özneliğin anlamını bu gerçekte kazanmak geçersizleşiyor. Doğu ise devrimini başka bir yerde kuruyor. Bu yer, emperyalizm eliyle İslam’ın tasfiye edilmesi karşısında avuç ovuşturup sevinenlerin, “bize gün doğuyor” diyenlerin ayaklarını bastığı yer asla değil.

Kâmil

Bitmiş-tamamlanmış bir İslam bağlamında cihad, geçersizleşir. Zaten cihad geçersiz kılınsın diye İslam münferit, her şeyden azade kılınıp yüceye çıkartılır. Allah olan, kul olma esaretinden, sorumluluğundan kurtulur.

Aynı durum, sosyalist hareket için de geçerlidir. Bitmiş-tamamlanmış, kâmil bir sosyalizm bağlam hâline gelirse, anlam orada kurulursa, özne kuruculuk-yıkıcılık diyalektiğini askıya alır. Kuruluş ve yıkım arasında tercih yapar. Kendi kâmilliğine süreci kurban eder. Politik mücadele öznede tamamlanır, kemaliyete ulaşır. Sınıflar mücadelesi bu tama halel getireceği için kapı dışarı edilir. Kişilerin ve olayların açtığı kapılardan girme cüreti, yüreği ve aklı terk eder.

Bugün öznelliğin bitmiş-tamamlanmış İslam kurgusu olarak IŞİD üzerinden kurulmasının sebebi budur. Böylelikle kötü kâmil’e karşı iyi kâmiller aranıp bulunmaktadır. Devrimcilik yüceye yerleştirilmektedir. Ya da kâmil olarak özne, kendisini satma imkânına bakmaktadır. Bağlamın burada, bu şekilde kurulması, anlamın bu biçimde bulunması, özneyi süreçteki durum ve dönem denilen kırılmalara karşı körleştirmektedir. Süreç boyunca tek doğruyu sürekli dillendirmek, politika zannedilmektedir.

Ezilenlerle ve onlar adına yürümek, kâmil olmayı dışlar. O ancak herkesle, hep beraber verilen, müşterek kavgayla tanımlıdır. Kâmillik, devletle oydaşmaktır. “Devletin geri, burjuvazinin ileri” olduğu üzerinden tanımlı siyaset de bu “kâmil özne” tasavvuru ile bağlantılıdır. Siyasetle ancak “kâmil özneler”in uğraşabileceği söylenir. Eğitim çalışmalarının amacı budur. Ezilendeki küfür, kırık kalp, eksik akıl, bu siyaset için tehlikeli kabul edilir.

“Burjuvazinin geri, devletin ileri” olduğunu söyleyen anlayış ile diğer anlayış arasında yüzeysel bir fark mevcuttur. Ezilenlerin-sömürülenlerin bu yüzeysel farka nispetle ayrıştırılması zûldür.

Kâmil özne, her olgu ve olaya kendisi gibi bitmiş-tamamlanmış bir şey olarak bakmak zorundadır. Yüzlerce yıldır süren teorik tartışma, kitlelere “her şeyin kader ya da yasa” olduğunu söylemenin yanlış olup olmadığı ile ilgilidir. Kader veya yasaya işaret edenlerin kitleselleşmesi, önemlidir.

Bir yükün beş kilo olduğunu söyleyen, onu sadece kendisinin taşıyacağını söyler. Ama kader veya yasa vurgusu, yükün bin kilo olduğuna vurgu yapar. Bu vurgu da yardıma, dayanışmaya, ortaklaşmaya muhtaç olunduğunu söyler. Bitmiş-tamamlanmış özne, ancak kendisi gibi olanı arar. Oysa devrim müşterektir, müşterek kavgaya ve emeğe muhtaçtır.

Celâlî İsyanları’nın hüküm sürdüğü bir zaman kesitinde ve bir coğrafyada Niyâzî-i Mısrî, İstanbul’a gelir, bir camide verdiği vaazda devranın yasak edilmesini eleştirdiği için ayağına bukağı vurularak Limni’ye sürülür. Devran, “devir”in çoğulu. Şeyh olup tamama ermek derdinde olanların o devre en azından Osmanlı kadar düşman olduğunu görmek gerek. İsyan coğrafyasında ortaklaşmaya dair her tür imkân tehdit olarak algılanıyor. Şeyhler, şefler yükseliyor, parya dışlanıyor. Bizim devranımıza ol paryayı katmamız, onu parya ile kurmamız gerekiyor. O devran celalîdir, kıyamîdir. Bizim dilimizde “bir derdim var, bin dermana değişmem” [Şah Hatayî] eksik olmamalıdır. O devran o dertle dönmektedir.

[…]

Eren Balkır
29 Ağustos 2018

0 Yorum: