Niteliğini bilen, bilmek zorunda olan ezilenler, kendi
tarihinde gücü güçle savuşturmayı bildiklerini gösteriyorlar. Husçuların 1430
tarihli manifestosunda, “tüm haklar ve kanunlar, insanların belirli bir gücü güçle
savuşturmasına imkân verir” diyor.[1] Askerî tarih, bu gücün elimine
edilmesini, dizginlenmesini ve disiplin altına alınmasını anlatıyor.
Yoksulların eline silâh vermekten korkan devlet,
onları kimi zaman dışarıya savaşa gönderiyor, o yoksullar ülkeye döndüklerinde
baş ağrıtmasınlar diye belirli önlemler alıyor. Bu açıdan, birinci ve ikinci
dünya savaşı sonrası geliştirilen düşünceleri ilgili bağlam dâhilinde ele almak
gerekiyor.
Efendiler, belirli politikaları ve adımları için
kitlenin desteğini aramak zorunda kalıyorlar. Fransız Devrimi ile birlikte şevk
ve birlik ruhu meselesi belirleyici hâle geliyor. Kitleleri şevklendirmek ve
birlik ruhu etrafında, belirli amaçlar doğrultusunda birleştirmek gibi
zorunlulukla yüzleşiliyor. Bu açıdan, orta sınıfın Fransız Devrim’ciliğinden
vazgeçememesi, bu niceliğin yarattığı çokluk hissiyle alakalı.
Solun bu birlik ruhu ve şevk meselesinden uzaklaşması
şart. Meseleyi buna kapattığı ölçüde, o, efendilerin siyaset alanına
hapsoluyor. Kopuş, ayrışma, sıçrama imkânları bu noktada hükmünü yitiriyor.
Efendilerin kitleleri harekete geçirme araçlarına ve amaçlarına pek aldanmamak
gerekiyor.
Efendilerde gelişen düşünceler, cephede güç imkânı
edinen yoksulların, ülke içerisinde kontrol altına alınmaları zorunluluğu ile
yoğruluyor. Altmışlardan bugüne sarkan düşünce akımları, ekonomik ilerleme ve
emperyalizm bağlamında şekilleniyorlar. Egemenlerin etrafına, onları koruyacak
tamponu oluşturmak adına, kimileri sahaya sürülüyor ve yoksulların, ezilenlerin
kudret arayışları hükümsüz-temelsiz kılınmaya çalışılıyor. Bu işi de genelde
efendilerden ödünç alınan sahte kudret imkânlarına sahip olan orta sınıflar
üstleniyorlar.
Onların belirli ezilen kimliklere ve kesimlere yönelik
savunularına aldanmamak şart. Bu konuda gerekli araçların ve ayraçların mevcut
olmaması, ciddi bir soruna yol açıyor. Sömüren-zalim güçlerin yoksullara,
emekçilere ve mazlumlara belirli yer ve zamanda kudret araçlarını bahşetmesi
karşısında, onların temel araç ve ayraçlardan yoksun kalması, suyu
bulandırıyor.
Dolayısıyla, meclis koltuğuna oturan sendikacıdan,
burjuva siyasetçilerle aynı masaya kurulan sol siyasetçiden medet umulmaya
devam ediliyor. Bu da ezilenlerin kendi bağrından çıkartacağı kudret
imkânlarını toprağın altına itiyor. Ezilenler kıyam edeceklerse, o toprağı
çatlatacak maddî gelişmelerin yaşanması zorunlu.
Çünkü ezilen kimliklere ve kesimlere yönelik savunu,
temelde ilgili kimlikleri ve kesimleri, burjuvazinin kudret anlayışı temelinde
değerlendiriyor ve onların ağzına bir parmak bal çalıyor. Ezilenlere burjuvaya
has kudret imkânlarını öğütleyenler, dolaylı olarak burjuvaziye hizmet
ediyorlar. Hazır, verili, mutlak, önsel kudret imkânlarını önerenler, bu imkânların
sadece burjuvazi ile mümkün olduğunu gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla siyaset
ve teori, bu mümkünlülük üzerinden biçimleniyor. Devletin belirli adımlarını
meşru bir zemine kavuşturmak için bu tür önerilere ihtiyacı var.
Bu açıdan “demokrasi” çığlığı ve mücadelesi, temel
araçlar ve ayraçlar olmaksızın bir anlam ifade etmiyor. Anlamın oluştuğu
bağlamı her daim dikkate almak gerekiyor. Milliyetçilik gibi akımların
kendisiyle yarış içerisine girmek, belirli tehlikeleri içinde barındırıyor.
Ezilenler, din ve millet bayrağı altında
örgütlenebiliyorlar; mesele, bunların karşısına sosyalizm bayrağını çıkartmak
değil. Bu uğraş, efendilerin tercihlerine de hizmet edebiliyor. Böylesi bir
uğraş, doğası gereği, burjuvazideki “sosyalizm” olarak algılanan liberalizmin
boyasına boyanıyor. Bu anlamda Kur’anî ifadeyle, “Allah’ın boyasıyla
boyanmak” gerekiyor. [Bakara:138] Allah, ezilenlerin kadim, kolektif
iradesine, bahsi edilen araç ve ayraçlara dair çok şeyler söylüyor.
Latin Amerika’daki kızılı pembeleştirme eğilimi de
burjuvazinin kudret imkânlarına bakan düşünce tarzı ile alakalı. “Allah”ın
boyası yerine zaten kudret sahibi olanların boyasıyla boyanmak, hayra alamet
değil. Evet, “Allah”ın boyası, bugüne pek bir şey söylemiyor, daha çok geleceğe
vurgu yapıyor. Ezilenlerin kudreti, bugüne vurarak, geleceği kurarak oluşuyor.
Latin Amerika’da bugüne kul olmak, neoliberalizme
düşman toplumsal hareketlerin devlete entegre edilmesini sağlıyor.[2] Devlet,
Çin-ABD gerilimi arasında bir salınıma tabi tutuluyor. ABD, Çin modelinin Latin
Amerika’da alan bulmasına ses etmiyor. Bu noktada Çin, ABD’ye bölgeye hâkimiyet
kurma ve yerleşme amacı ile yaklaşmadığına dair sözler veriyor. Bu minvalde
çeşitli anlaşmalar imzalanıyor. Böylelikle toplumsal muhalefet, orta sınıfların
güdümünde, belirli yönetişim tarzları dâhilinde, masediliyor.
Kontrgerilla talimnamelerinin güncellendiği coğrafya
olarak Latin Amerika, kuzeyine karşı güç ve kudret imkânlarını verili durum
içerisinde zaten güçlü olanlarda arıyor. Seksenlerdeki muhasebe, araçların ve
ayraçların imha edildiği momentin bir ürünü.
Allende’nin korumalığını üstlenen örgüt (MIR), bu
görevin sınıfsal niteliğini sorgulamadığı için başarısız oluyor örneğin. Özünde
bugün devlet ve toplum katında yaşanan dönüşümleri, araçların ve ayraçların
imha edildiği momenti o talimnamelerden ayrı ele almamak gerekiyor.
Ezilenlerin kudret ve güç arayışının kontrol altına
alınmasına dönük düşünsel arayışların Latin Amerika’dan kaynak almaları tesadüf
değil. Bu noktada Avrupa’dan gelmiş, yüzeysel bir ABD eleştirisine sahip
isimler öne çıkıyorlar ve bunlar, esasen seksenleri muhasebeyle geçirmiş eski
gerilla güçlerinin zihnine sesleniyorlar. Avrupa’ya uygun bir Latin Amerika
hayalinin şekillendirdiği düşünceler, Avrupa’daki solculara sıcak geliyor.
“Devletsiz toplum”, “devletsiz demokrasi” gibi
söylemler, sivil-asker ayrımına dayanıyor. Bu ayrım, askerin inşa ettiği
topluma bir biçimde biat ediyor. Askere öykünen düşünceler, onun gücüne gölge
etmesin diye, ezilenlere güçsüzleşmeyi, varolan kimliklerini silâh zannetmeyi
öğretiyor. Burada kilit ayrımlar yapılamadığından, söz konusu zan, ciddi
yanılsamalara yol açıyor.
Kimlik ve silâh yer değiştiriyor. Temelde kimlik,
neoliberal dönüşüme yedekleniyor. Köylülük, işçilik basit bir kimliksel oluşa
indirgeniyor. Teorik ayraçlar ve politik araçlar, hep birlikte, fiilî dönüşüme
biat ediyor.
Efendiler, ezilenlere ezilmesinin kendi suçu, günahı
olduğunu öğretip duruyor. “İnsan” türünden kategorilerle düşünülmeye alışılıyor
ve o, “İnsan”a karşı işlenmiş günahlardan ve suçlardan bahsediliyor. Efendiler,
zaten yapmaları gerekeni yapıyorlar, bu bilginin unutulmasını “İnsan” potasında
erimekte aramalı.
Suçsuz,
günahsız “İnsan” olma kavgasına indirgenen sosyalist mücadele, en fazla toplumu
ve/veya devleti bu suçlardan ve günahlardan arındırmak olarak tarif ediliyor.
Oysa suçu tayin eden hukuk da günahı belirleyen din de onların.
Bu noktada bazı solcuların ağzından çıkan her lafı
Türkçeye kazandırdıkları Fredric Jameson’ın şu tespitini ciddiye almakta fayda
var:
“Sosyalist bir devletin neye benzeyeceği üzerine kafa
yormak, devleti faşistlere terk etmekten daha hayırlı.”[3]
Devleti liberal yerden eleştirenler, onun ezilenlerin
kudret mücadelesine ait araçlar listesinden de çıkartıyorlar. Devleti mutlak
ayraç kılanlar, araçları; mutlak araç kılanlar ayraçları yok ediyorlar.
Güya askeri, devleti eleştirenler, onlardan ödünç
aldıkları güç imkânları ile konuşuyorlar ve burjuvazinin-emperyalizmin yol
açıcılığına, “ilericiliğine” sarılıyorlar. Kimse, bu tür konularda her zaman
gündemde olan araçların ve ayraçların neden hükümsüz hâle geldiğini
sorgulamıyor.
Teorik kavgayı terk etmek ayraçların; politik
mücadeleden uzak durmak araçların anlamını ve bağlamını silikleştiriyor.
Teoriye burjuva akademilerinin ve düşünce kuruluşlarının hezeyanları;
politikaya burjuva meclislerinin, mahfillerinin illüzyonları galebe çalıyor.
Kavganın terk edilmesi, mücadele alanından uzak
durulması, belirli bir kurguyu koşulluyor ve bu kurgu, temelde mutlak birey’e
dayanıyor; bu bireyse, burjuvazinin eğitiminin bir ürünü. Burjuvazi, kralların,
aristokratların kudretine karşı, yoksulların gücünü kullanıyor, sonrasında o
gücü kendi uhdesine alıp, kralın mutlak iktidarını kendi bünyesinde kuruyor.
Ticaretin, metanın ve paranın akışı adına, kralın devleti, soyluların toplumu
burjuvazi bünyesinde cem ediliyor. Öte yandan, krala yapılan muameleye Tanrı’ya
yönelik tavır eşlik ediyor.
Özünde teoride burjuvazinin tanrısı; pratikte kral
konuşur. Burjuvazinin kralına ve tanrısına biat etmek ve sadakat yeminini ona
yönelik olarak dillendirmek, araç ve ayraçların hükümsüz hâle gelmesine neden
olur.
O kralın ve tanrının kellesini aldı diye burjuvaziyi
övmek sorunludur. Çünkü bu övgü, gözleri kör eder ve kralın, tanrının ruhunun
burjuvazinin varoluşuna yedirildiği gerçeğini gizler.
Gerard Winstanley’nin hem “oğul” hem de “güneş” olarak
tarif ettiği İsa, ezilenlerin elindeki silâh olmaktan çıkartılıp burjuvaziyi
koruyan sırra dönüştürülmüştür. Winstanley’ye göre, “evrensel sevgi, tüm
insanları hükmü altına alınca, açgözlülük de silinip gidecektir.”[4]
İşte burjuvazi, o açgözlülük adına, sevgiyi ve
Evrensel’i mülk edinmiştir. Toprak mülkiyetine yönelik kıyamı, içini boşaltarak,
kendi kentli iktidarına ait kasaya kilitlemiştir. Teorideki tanrı, pratikteki
kral, başka bir bedende bedenlenmiştir. Sevgi de evrensel de o kralın mülküdür.
Ayraçların ve araçların devre dışı kalmasıyla göze
perde gerilmiş, belirli kişiler, burjuvazinin toprağını kendi “vatan”ı,
ekonomisini kendi “gücü”, bedensel varoluşunu kendi “kanı” olarak görmeye
başlamışlardır.
Temmuz 1914’te savaş kredilerine sosyal demokratların
desteğini buradan anlamak gerekir. O günlerde sosyal demokratlar şunu
söylemektedirler:
“Elinde
en iyi insanlarımızın kanı bulunan Rus despotizminin zaferi, halkımız ve onun
geleceği için büyük bir tehlikedir. Bu tehlikeyi savuşturmalı, uygarlığımızı ve
ülkemizin bağımsızlığını korumalıyız.”[5]
Buradaki tüm iyelik ekleri, sıkıntılıdır. O ekler,
solun boynuna vurulmuş prangalardır.
Egemenler açısından aynı prangaların kitlelerin
ayağına ve boynuna vurulması bir zorunluluktur. Teori de pratik de bu
zorunluluk uyarınca biçimlenir. “Rus despotizmi” ile bugünün “Ortadoğu”
tasvirleri ilişkilidir. “Uygarlık” savunusu benzeşmektedir, çünkü sosyalist
solun tek işi, CHP’ye örgütlenmek, onu kendisine layık olacak şekle sokmaya
çalışmak, en fazla, Avrupa sosyal demokrasisinin rengini ona çalmak için
uğraşmaktır. CHP rahminden yeni TİP çıkartma girişimleri de bu uğraşla
alakalıdır.
Bu prangalara bağlı olarak, teoride ve politikada
burjuvazinin biyopolitikası, ekonomi-politikası ve jeopolitikası ağırlık
kazanmaktadır. Bu da devlet ve sermaye ile mücadele konusunda belirleyici olan
tercihleri tayin etmektedir. Kimin kral, kimin tanrı olmaya soyunduğunun bir
önemi yoktur; sol, krala veya kiliseye karşı mücadele tarihini maalesef
burjuvazinin kitabından okumaktadır. Uygarlık, insan, güç ondan
öğrenilmektedir. Bu noktada kralın veya kilisenin, kimi zaman sosyalist pratiğe
alan açmasına aldanmamak gerekir.
Açılan alan, kitlelerin tarihle ve gelecekle
rabıtasını kopartmak içindir. Bu da geçici güç için niceliğin yüceltilmesini
sağlar. İki ayrı rotaymış gibi görünen şey, tek bütündür. Ezilenlerin farklı
bir güzergâha ihtiyacı vardır. Dolayısıyla aslolan, ezilenlerin tarihine ait
olmak ve oradan düşünüp hareket etmektir. Krala ve tanrıya karşı mücadele
ettiklerini söyleyenler, burjuvazinin tanrılığına ve krallığına tek laf
etmezler. Yol, buna göre çizilir. O yol, güce ve kudrete asla çıkmaz.
Eren Balkır
2Ağustos 2018
Dipnotlar:
[1] Jeanne E. Grant, For The Common Good, Brill, s. 76.
[2] Jeffrey R. Webber, Red October, Brill, s.
327.
[3] Filip Balunovic, “Frederic Jameson…”, Left
East. Türkçe çevirisi: Frederic Jameson Söyleşisi, 4 Kasım
2016, İştirakî.
[4] Christopher Hill, Winstanley: The Law of
Freedom and Other Writings, Cambridge University Press, s. 55.
[5] Aktaran: Fritz Fischer, War of Illusions:
German Policies from 1911-1914, s. 511-12.
0 Yorum:
Yorum Gönder