Birinci
makalede tespit edildiği biçimiyle, komünistler, Heinzen’e komünist olmadığı
değil, kötü bir demokratik parti yazarı olduğu için saldırmaktadırlar.
Komünistler, bu saldırıyı ona komünistler değil, demokratlar sıfatıyla
gerçekleştirmektedirler. Sanki dünyada tek bir komünist yokmuş gibi, ona karşı
polemik yürütmüş olanların salt komünistler olması tesadüf değildir, Heinzen’e
karşı demokratların da belirli bir pozisyon alması elbette mümkündür. Bu
münakaşa dâhilinde yegâne mesele, 1. Bir parti yazarı ve ajitatör olarak Bay
Heinzen’in bizim reddettiğimiz Alman demokrasisine hizmet etmeye kadir olup
olmaması; 2. Bay Heinzen’in ajitasyon üslubunun doğru olup olmaması, aynı
şekilde gene reddettiğimiz bu üslubun hoşgörülebilir olup olmamasıdır.
Dolayısıyla mesele, komünizm ya da demokrasi meselesi değil, Bay Heinzen’in
şahsiyeti ve şahsî tuhaflıklarıdır.
Demokratlarla
beyhude ağız dalaşlarına girişmenin ötesinde, mevcut koşullarda bugün için
komünistler, söz konusu dalaşa girmek yerine, tüm pratik parti meselelerinde
demokratlar olarak konumlanmaktadırlar. Tüm medenî ülkelerde demokrasi,
proletaryanın politik iktidarının zorunlu bir sonucu olması sebebiyle, tüm
komünist tedbirler için ilk koşul, proletaryanın politik iktidarıdır. Demokrasi
fiilîleşmediği sürece komünistler ve demokratlar yan yana savaşacak,
dolayısıyla demokratların çıkarları ile komünistlerin çıkarları kimi zaman aynı
olacaktır. O zamana dek, iki taraf arasındaki farklılıklar, özünde teorik
niteliktedirler ve önyargılı olmayan bir tarzda yürütülen ortak bir eylem
olmaksızın, teorik bir düzeyde mükemmelen tartışılacaklardır. Esasında mevcut
anlayışların, büyük ölçekli sanayinin ve demiryollarının devlet eliyle
işletilmesi, tüm çocukların eğitimlerinin masraflarının devlet tarafından
karşılanması gibi, demokrasinin tesis edilmesinden hemen sonra, öncesinde zulme
uğrayan sınıfların çıkarlarına uygun olarak icra edilen birçok tedbirle ilgili
olması muhtemeldir.
Şimdi
Bay Heinzen’e geçelim.
Bay
Heinzen, komünistlerin kendisiyle tartıştıklarını, kendisininse onlarla
tartışmadığını söylüyor. Bu sokak hamalına özgü bilindik argümanı kendisine
seve seve bırakabiliriz. Heinzen, “komünistlerin Alman radikaller kampında
kışkırttığı saçma ayrışmadan ötürü komünistlerle çatıştığını” söylüyor.
Kendisinin, üç yıl kadar önce, yaklaşmakta olan ayrışmaya, gücünün ve
koşullarının izin verdiği ölçüde mani olmaya çalıştığını iddia ediyor.
Söylediğine göre, komünistler kendisine, bu netice alınamayan gayretlerin
ardından, saldırıyorlar.
Herkesin
gayet iyi bildiği üzere, Bay Heinzen, üç yıl önce henüz radikal kampta değildi.
O dönemde Bay Heinzen, yasalar çerçevesinde hareket eden bir ilerici ve bir
liberaldi. Dolayısıyla kendisinden ayrışmış olmak, radikallerin kampını
terk etmek anlamına kesinlikle gelmiyor.
1845
yılının başında Bay Heinzen, Brüksel’de kimi komünistlerle tanışıyor. Bırakalım
ondaki sözde politik radikalizme saldırmayı, komünistler aksine, o günlerde
liberal olan Heinzen’i söz konusu radikalizme dâhil etmek gibi bir büyük belâ
açıyorlar başlarına. Ama her şey beyhude. Bay Heinzen, İsviçre’de ancak bir
demokrat olabiliyor.
“Sonrasında
ben, komünistlere karşı güçlü bir mücadele verilmesi gerektiğine giderek daha
fazla kani (!) oldum”, yani Bay Heinzen, radikal kamptaki saçma ayrışmanın
gerekliğine kani olduğunu söylemiş oluyor! Bu noktada Alman demokratlara
soruyoruz: “Kendisiyle bu kadar saçma bir biçimde çelişen birisi, parti yazarı
olmaya lâyık mıdır?”
İyi
ama Bay Heinzen’in kendisine saldırdıklarını iddia ettiği bu komünistler de
kim? Yukarıdaki imalar ve özellikle komünistler aleyhine geliştirilen sonraki
serzenişler, kimler olduğunu açık biçimde gösteriyorlar. Heinzen’den okuyoruz:
“[Komünistler] tüm
yazınsal muhalefet kampını sesleriyle bastırıyorlar, eğitimsiz insanların
kafalarını karıştırıyorlar, hiçbir şeyden çekinmeksizin, en radikal insanları
bile azarlıyorlardı. […] onların amacı, mümkün olan en kısa sürede politik
mücadeleyi felç etmekti. […] Esasında onlar, nihayetinde, sadece
reaksiyonerlikle olumlu manada bir ittifak kurabiliyorlardı. Dahası
komünistler, sahip oldukları öğretinin bir sonucu olarak, pratik hayattaki en
adi ve en sahte dalaverelere tevessül edecek kadar alçalıyorlardı. […]”
Bu
eleştirilerdeki sisi ve müphemliği dağıttığımızda, ortaya kolayca
tanıyabileceğimiz bir sima çıkıyor: yazar bozuntusu Bay Karl Grün. Üç yıl önce
Bay Grün, Bay Heinzen’le şahsen temas kurdu, bu noktada Bay Heinzen, Trier'sche
Zeitung’da Bay Heinzen’e saldırdı ve tüm yazınsal muhalefet kampını
bastırmaya çalışan Bay Grün, mümkün olan en kısa sürede, politik mücadeleyi
felç etmeye çalıştı vs.
İyi
de Bay Grün, ne zamandan beridir komünizmin temsilcisi? Eğer kendisini üç yıl
önce komünistlere kabul ettirmeye çalışmışsa, o bir komünist olarak kabul
görmemişse, hiçbir zaman açıktan komünist olduğunu beyan etmemiş, bir yıl
öncesine kadar komünistlere şiddetle saldırmanın uygun olduğunu düşünmüşse,
böyle bir iddiada bulunmak nasıl mümkün olabilir?
Ayrıca
o zaman bile, tam da Bay Heinzen’in çıkarına olacak şekilde, Marx, Bay Grün’ü
redde tabi tutmuş, sonrasında da, ilk fırsatında, onun gerçek yüzünü açığa
vurarak, Bay Grün’ü rezil etmişti.[1]
Bay
Heinzen’in sonda dillendirdiği, “adi ve sahte” ifadeleriyle yüklü imasının
arkasında da Bay Grün ve Bay Heinzen arasında yaşanan olaydan başka bir şey
yoktur. Bu olay, mevzubahis olan iki beyle ilgilidir, komünistlerle değil.
Üstelik biz, söz konusu olayla ilgili olarak hakkında hükümde bulunabilecek
kadar tam bir malumata da sahip değiliz. Ama diyelim ki Bay Heinzen haklı. O
vakit, Marx ve diğer komünistler, Bay Heinzen’in muhalifini yerin dibine
sokmuşsa, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, onun muhalifinin asla
komünist olmadığını göstermişse ve Bay Heinzen, hâlâ söz konusu olayı komünist
öğretinin gerekli bir sonucu olarak takdim ediyorsa, bu, onun inanılmaz ölçüde
vefasız bir insan olduğunu ortaya koyar.
Dahası,
yukarıda dile getirdiği sitemlerinde, Bay Heinzen’in aklında Bay Grün dışında
başka birileri varsa, o ancak, herkesin malumu olan gerici teorileri uzun zaman
önce komünistlerce reddedilmiş olan hakikî sosyalistleri kastediyordur.
Bugünlerde tümüyle dağılmış olan ve bir şeyler öğrenme becerisinden mahrum söz
konusu hareketin tüm üyeleri, artık yüzlerini komünistlere çevirdiler ve
şimdilerde bizzat kendileri nerede görseler saldırıyorlar hakikî sosyalizme.
Bay Heinzen, bu nedenle, suçu komünistlerin üzerine yıkmak amacıyla, söz konusu
köhne görüşleri bir kez daha eşeleyip çıkartırken, gene o alışılageldik aşırı
cehaletini konuşturuyor. Bay Heinzen, kendisinin komünistlerle karıştırdığı
hakikî sosyalistlere sitem ederken, sonrasında hakikî sosyalistlerin
komünistlere yönelik anlamsız eleştirilerini komünistlere yöneltiyor.
Dolayısıyla onun, bir bakıma kendisinin ait olduğu o hakikî sosyalistler
kampına saldırma hakkı da bulunmuyor. Komünistler, bu sosyalistlere
sivrilttikleri kalemleriyle en sert biçimde saldırırlarken, aynı Bay Heinzen
Zürih’te ikamet ediyor, onun karışık kafasının içinde bir göz oda bulmuş hakikî
sosyalistlerden arta kalan kesimlerin oluşturduğu kulübe Bay Rüge referansıyla
üye oluyordu. Bay Rüge, tam da kendisine layık bir şakirt bulmuş doğrusu!
Peki
bu noktada gerçek komünistler ne âlemde? Bay Heinzen, istisnaî kimi haysiyetli
ve marifetli insanlardan dem vuruyor; bunların ileride komünist dayanışmayı(!)
reddedeceğini öngörüyor. Komünistler, uzun zaman önce reddettiler, hakikî
sosyalistlerin yazıları ve eylemleriyle dayanışma içine girmeyi. Yukarıdaki
sitemlerin hiçbirisinin komünistlerle bir ilgisi yok. Tüm pasajın amacı bu
sanki:
“Komünistler […]
haysiyetli insanların birliğine ait temeli oluşturma noktasında zarurî olan her
şeyi, o sahip olduklarını düşündükleri üstünlüklerine ait kibirle, gülerek
küçümsüyorlar.”
Bay
Heinzen, burada kendisinin tüm toplumun temeli olarak gördüğü, tüm o kutsal ve
yüce fikirler, erdem, adalet, ahlâk vb. ile alay edip ondaki sert ahlâkî tavrı
eğlence konusu kılan komünistlere taş atıyor. Doğrusu bu serzenişi üzerimize
alıyoruz. Komünistler, Bay Heinzen gibi haysiyetli bir adama
ait ahlâkî öfkenin onların söz konusu ebedî gerçekliklerle alay etmesine mani
olmasına izin vermeyeceklerdir. Ayrıca komünistler, bu ebedî gerçekliklerin
onların karakterize ettikleri toplumun temeli değil, aksine ürünü olduğunu
tespit ediyorlar.
Eğer
Bay Heinzen, komünistlerin kendisinin ilişki kurmak amacıyla kafasının içine
yerleştirdiği insanlarla kurduğu dayanışmayı reddettiklerini düşünüyorsa, bunca
saçma serzenişin ve yalandan imaların ne gereği var? Eğer Bay Heinzen,
komünistleri sadece dedikodular üzerinden tanıyorsa ki her zaman olan budur,
eğer o, kendisine daha yakın olmaları, tabiri caizse, kendilerini ona takdim
etmeleri gerektiğini düşündüğü insanları çok az tanıyorsa, bu kişilere karşı
polemik yürütürken sergilediği bu utanmazlık da neyin nesi?
“Komünizmi fiiliyatta
temsil ettiğini ya da en saf biçimi dâhilinde sergilediklerini söyleyenlerin,
muhtemelen kendilerini komünizme dayandıranları ve onu kullananların ezici
çoğunluğunu tümüyle dışarıda tutmaları gerekecektir, ayrıca Trier'sche
Zeitung’daki insanların böylesi bir iddianın ortaya atılmasına tepki
göstermeleri de pek mümkün olmayacaktır.”
Birkaç
satır ileride de şunları yazıyor:
“Bugün gerçekten komünist
olanların, ileride kendi öğretilerini açıktan ifade edenlerin ve komünist
olanlardan ayrıştıklarını beyan edenlerdeki tutarlılığa ve dürüstlüğe imkân
vermeleri gerekir (burada ne kadar da edepli bir cahil konuşuyor!) […] Söz konusu
öğretinin(!) uygulanması için, gerçek koşullar temelinde, belirli bir yol
bulmanın, bir olasılık olarak yanlış biçimde reklâm edilen ya da düşlenen bir
imkânsızlık(!!) üzerinden acı çeken, eğitimsiz binlerce zihnin içinde
yaratılmış bir kafa karışıklığını ahlâksızca(!) kalıcılaştırmamak, onların
ahlâkî yükümlülüğüdür (ne kadar da tipik cahilane laflar bunlar).
Aydınlatılmamış tüm taraftarları için meseleleri tümüyle açıklığa kavuşturmak
ve onları belirli bir hedefe yöneltmek ile o insanları kendilerinden ayırıp
onları kullanmamak, gerçek komünistlerin bir görevidir.” (Gene aynı cahilane
laflar)
Eğer
bu cümlelerin arkasındaki zihniyeti üreten Bay Rüge ise, eserinden memnun
kalabilir.
Cahilin
talepleri, ondaki fikrî karışıklığın bir ürünüdür. O sadece meseleyle
ilgilenir, biçime bakmaz ve tam da bu sebeple, söylemek istediğinin tam tersini
söyler. Bay Heinzen, esasında gerçek komünistlerin kendilerini komünist
görünenlerden ayırmaları gerektiğini söylemektedir. Ona göre, komünistler iki
farklı eğilimin birbirine karışması sonucu oluşan kafa karışıklığına artık son
vermelidirler (temelde söylemek istediği budur). Ama “komünistler” ve “kafa
karışıklığı” sözcükleri zihninde çarpışır çarpışmaz gene bir kafa karışıklığı
çıkar ortaya. Bay Heinzen bu noktada ipin ucunu kaçırır; genelde komünistlerin
eğitimsiz insanların zihinlerini bulandırdıkları, onların yollarına taş
koydukları ile ilgili kendi formülünü sürekli tekrarlayıp durur ama burada
gerçek ve gerçek olmayan komünistlerin kim olduklarını unutuverir ve gayet
komik bir sakarlıkla, yanlış bir biçimde, olasılıklar olarak reklâm edilmiş ya
da düşlenmiş imkânsızlıkların kucağına tökezleyip düşer ve nihayetinde düşünme
becerisini yeniden kazandığı, gerçek koşulların somut zemininde çuvallayıverir.
Şimdi o neyin mümkün, neyin imkânsız olduğuna dair sorudan farklı bir şeyden
bahsediyormuş gibidir. Bay Heinzen, kendi konusuna geri döner ama başı hâlâ
öylesine dönmektedir ki biraz önce içinde takla attığı muhteşem cümlenin
üzerini bile karalayamaz.
Üslupla
ilgili bu kadar yeter. Meselenin kendisiyle ilgili olarak şunu tekrar edelim:
öylesine dürüst bir Alman ki Bay Heinzen, kendi talepleri konusunda geç kalır
ve komünistlerin uzun zaman önce hakikî sosyalistleri reddettiğini anlamaz. Ama
sonra sinsi imaların geri döndürülemez biçimde edepli bir cahile ait bir pratik
olduğuna yeniden şahit oluruz. Bay Heinzen, komünist yazarların komünist
işçileri sadece kullandığı gerçeğini anlama noktasında net izahatlar verir. O,
bu yazarlar eğer niyetlerini açık etseler, onların komünizm için kullandıkları
insanların büyük bir çoğunluğunun tümüyle kovulacaklarını söyler. Bay Heinzen’e
göre, komünist yazarlar, kendilerine ait gizli bir irfana sahip olan ama o
irfanı söz konusu eğitimsiz insanları hep bebek yürütecinde tutmak için o
insanlara vermeyen birer peygamber, rahip ya da vaizdirler. Ondaki,
aydınlatılmamış insanlar nezdinde meselelerin açıklığa kavuşturulması ve bu
kişilerin kullanılmaması ile ilgili edepli ve cahilane taleplerinin tamamı,
aslında komünizmin yazın alanındaki temsilcilerinin işçileri karanlıkta
tutmada, tıpkı İlluminati’nin[2] geçen yüzyılda sıradan insanları
kullanmak isteyişinde olduğu gibi, onları kullanmada bir çıkarlarının olduğuna
dair varsayımdan kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu yavan düşünce, eğitimsiz
insanların kafa karışıklıklarına dair yersiz konuşmalar yapmasına neden olmakta
ve zihnindekini açıktan dillendirmemenin bir cezası olarak, onu, üsluba dair
taklalar atmaya mecbur etmektedir.
Biz,
bu imaları not etmekle yetiniyor, onlara kesinlikle itiraz etmiyoruz. Söz
konusu imalarla ilgili hükmü komünist işçilere bırakıyoruz.
Bay
Heinzen’in tüm bu ön hazırlıkları, oyalamaları, itirazları, imaları ve attığı
taklaların ardından, biz, onun komünistlere yönelik teorik saldırılarına ve
onlarla ilgili düşüncelerine geçebiliriz.
Bay
Heinzen fark ediyor ki;
“komünist öğretinin özü,
(emek aracılığıyla kazanılmış olanlar dâhil) özel mülkiyetin ilgası ve bu ilga
sürecini kaçınılmaz biçimde takip eden, yeryüzündeki zenginliklerden ortaklaşa
istifade edilmesi ilkesidir.”
Bay
Heinzen, komünizmi onun özü olan kesin bir teorik ilkeden neşet eden belirli
bir öğreti olarak tahayyül ediyor ve sonrasında bu öğreti üzerinden kimi
çıkarımlarda bulunuyor. Bay Heinzen epey hatalı bir yaklaşım sergiliyor.
Komünizm
bir öğreti değil, harekettir; o ilkelerden değil, gerçeklerden neşet eder.
Komünistler, bir çıkış noktası olarak kendilerini şu veya bu felsefeye değil,
geçmiş tarihin tüm seyrine, özelde, bugünkü medenîleşmiş ülkelerde söz konusu
seyrin fiilî sonuçlarına dayandırırlar. Komünizm, geniş ölçekli sanayinin ve
onun sonuçlarının, dünya pazarının kurulmasının ve ona eşlik eden serbest
rekabetin, dünya pazarının hâlihazırda yaşadığı, gerçek krizler hâline gelmiş,
giderek daha şiddetli ve evrensel olan ticarî krizlerin, proletaryanın
oluşmasının ve sermayenin yoğunlaşmasının, bunun peşinden gelen, proletarya ile
burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin bir ürünüdür. Komünizm bir teori
olmaklığıyla, proletaryanın kurtuluşu için gerekli koşulların teorik özeti ve
sınıflar mücadelesi dâhilinde proletaryanın aldığı konumun teorik ifadesidir.
Şüphesiz
ki Bay Heinzen, kendisinin komünizmi değerlendirirken onun özünü özel
mülkiyetin ilgası meselesi dâhilinde anlamaması gerektiğini; özel mülkiyetin
ilgası ile ilgili boş boğaz gevezelik edeceğine, politik iktisat alanında
belirli çalışmalar yapmasının iyi olacağını; özel mülkiyetin koşullarını
bilmiyorsa, onun ilgasının yol açacağı sonuçlarla ilgili ilk şeyi de
bilemeyeceğini şimdi fark edecektir.
Ancak
bu açıdan Bay Heinzen, “yeryüzündeki zenginliklerden ortaklaşa istifade
edilmesi”nin (bir başka yakışıklı ifade daha) özel mülkiyetin ilgasının bir
sonucu olduğunu söyleyen görgüsüz bir cehaletle iş yürütüyor. Esasında tersi
doğru. Çünkü geniş ölçekli sanayi, makinelerin gelişimi, haberleşme ve dünya
ticareti öylesine devasa oranlara ulaşıyor ki, onların tekil kapitalistlerce
kullanılmaları günbegün daha da imkânsız bir hâl alıyor; çünkü dünya pazarının
biriken krizleri bunun en önemli kanıtı oluyor; çünkü mevcut üretim tarzı ve
mübadelesini karakterize eden üretici güçler ve mübadele araçları tekil
mübadele ve özel mülkiyetin üstesinden gelebileceğinden daha fazla olan bir
niceliğe ulaşıyor; çünkü, hâsılı kelâm, endüstrinin, tarımın ve mübadelenin ortaklaşa
yönetimi, endüstrinin, tarımın ve mübadelenin maddî bir gerekliliği hâline
geliyor, işte tam da bu yüzden özel mülkiyet ilga edilecektir.
Demek
ki ne vakit Bay Heinzen, elbette ki proletaryanın kurtuluşunun bir koşulu olan,
özel mülkiyetin ilgasını ona bağlı koşullardan ayırsa, ne vakit fildişi
kulesine özgü bir hayal olarak söz konusu ilga sürecinin gerçek dünyayla
arasındaki tüm bağlantıyı kesip attığını düşünse, ilga meselesi, onun hakkında
sadece basmakalıplaşmış bir saçmalığı dile dökebildiği, saf anlamda basit bir
klişe hâlini alıyor. O bunu şu şekilde yapıyor:
“Yukarıda
bahsedildiği üzere, tüm özel mülkiyetten kurtulmak suretiyle […] komünizm,
zorunlu olarak bireysel varoluşu da ilga eder.” (Böylelikle Bay Heinzen, bizim
insanları Siyam ikizlerine döndürmek istediğimiz konusunda bize serzenişte
bulunuyor.)
“Bunun
sonucu da bir kez daha […] her bir bireyi muhtemelen (!!) komünal tarzda
örgütlenmiş bir kışla ekonomisi içine yerleştirmek oluyor.” (Lütfen okur, bu
lafın Bay Heinzen’in bireysel varoluşla ilgili kendi saçma açıklamalarının bir
sonucu olduğunu not edebilir mi?)
“Bu
sayede komünizm bireyselliği, bağımsızlığı ve özgürlüğü yok eder.” (Hakikî
sosyalistlerden ve burjuvaziden işittiğimiz aynı eski zırva. Sanki bugünkü
işbölümünün kendilerini ayakkabı tamircisine, fabrika işçisine, burjuvaya,
avukata, köylüye, başka bir ifadeyle, bu işbölümüyle el ele giden, özel bir
emek biçiminin, âdetlerin, bir yaşam tarzının, önyargıların ve bağnaz
davranışların kölesi hâline getirdiği bireylerde yok edilecek bir bireysellik
varmış gibi!)
“O,
kazanılmış özel mülkiyetin gerekli bir vasfı ya da temeli (“ya da” harikaymış)
ile tekil şahsı ‘toplum ya da cemaate ait hayalete feda eder” (Stirner mi geldi
yoksa?)
“[…]
öte yandan cemaat, her bir tekil şahıs için bir amaç değil, yalnızca bir araç
olabilir, olmalıdır” (olmalıdır mı!!)
Bay
Heinzen, kazanılmış özel mülkiyete özel bir önem atfediyor, böylece hakkında
konuştuğu konuya yabancı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Bay Heinzen’deki
cahilane adalet anlayışı, her bir insana kazandığını veriyor ama maalesef bu
anlayış da geniş ölçekli sanayi tarafından hüsrana uğruyor. Söz konusu sanayi
ilerlemedikçe, yani özel mülkiyetin prangalarından kendisini kurtarmadıkça,
ürettiği ürünlerin bugün gerçekleşen dağıtımı haricinde, başka türden bir
dağıtımla dağıtılmasına izin vermiyor, kapitalist kârı cebe indirmeye, işçi de
asgari ücretin ne olduğunu pratikte, giderek artan biçimde, bilmeye devam
ediyor. Bay Proudhon, bir vakitler kazanılmış özel mülkiyeti mevcut koşullarla
ilişkilendiren bir sistem geliştirmeye çalışmıştı, ama hepimiz biliyoruz ki bu
girişim başarısız olmuştu. Doğrudur, Bay Heinzen benzer bir deneye girme
riskini asla almayacak, zira bu türden bir risk için onun dersine çalışması
gerek ki bu onun hiç yapmayacağı bir iş. Ama bırakalım da Bay Proudhon örneği,
onun kazanılmış mülkiyetini kamuoyunun incelemesine daha az sunsun.
Eğer
Bay Heinzen komünistlere hayallerinin peşinde koşmak ve ayaklarını gerçekliğin
zeminine basmamaktan ötürü serzenişte bulunuyorsa, bu serzeniş esas kimin için
geçerli acaba?
Bay
Heinzen sözlerine devam ediyor ve burada bahsetmeye gerek duymadığımız başka
bir dizi konuya giriyor. Görüyoruz ki cümleleri giderek daha kötüleşiyor.
Dilindeki sarsaklık, doğru kelimeyi bulamaması, onu yazın alanındaki temsilcisi
kabul eden her türden partiyi itibarsızlaştırmaya yeter. İnancındaki katılık,
onu sürekli söylemeye niyetlendiğinden oldukça farklı şeyler demeye itiyor.
Dolayısıyla her bir cümlesi iki misli saçmalık içeriyor: ilk olarak saçmalığı
söylemeye niyetleniyor, ikinci olarak da o saçmalığı söylemeye niyetlenmiyor
ama gene de söylüyor. Yukarıda bununla ilgili bir örnek vermiştik. Burada bize
sadece, Bay Heinzen’in, yıkılması gereken ve Devlet’in iktidarından başka bir
şey olmayan iktidarın geçmişte olduğu gibi bugün de tüm adaletsizliğin
koruyucusu ve atası olduğunu, kendisinin gerçek manada adalet(!) üzerine kurulu
bir Devlet kurmayı amaçladığını ve söz konusu hayalî yapı içerisinde, “teoride
doğru(!) ve pratikte mümkün(!)” olduğu için, “genel manada olayların seyri
dâhilinde ortaya çıkmış olan tüm toplumsal reformları yapmaya” niyetlendiğini
söylerken, prenslerin iktidarıyla ilgili eski hurafesini tekrarladığını görmek
kalıyor.
Onun
niyetleri iyi, üslubu kötü, bu berbat dünyada iyi niyetliliğin kaderidir bu.
Zamanın
ruhu tarafından baştan çıkartılan
Doğanın yetiştirdiği sanskülot
Kötü dans ediyor ama sinesinde
İyi niyetler taşıyor;
Marifetten mahrum ama bir şahsiyeti var.[3]
Makalelerimiz,
Bay Heinzen’de öfkeli ve dürüst bir cahilin hakkaniyetli öfkesine neden
olacaktır ama her şeye karşın o, faydasız ve küçük düşürücü ajitasyon tarzından
ya da yazı üslubundan vazgeçmeyecektir. Eylem ve karar verme günü geldiğinde,
onun bizi en yakın elektrik direğine asma tehdidini epey eğlenceli bulduğumuzu
da ifade etmem gerek.
Hülâsa:
komünistler, Almanya’daki radikallerle işbirliği yapmalı, hatta bunu
arzulamalıdırlar. Ama onlar, tüm partiyi itibarsızlaştıran her yazara da
saldırma hakkını mahfuz tutmalıdırlar. Heinzen’e saldırmadaki niyetimiz bundan
başka bir şey değildir.
Brüksel
3 Ekim 1847
Uyarı
Notu:
Bir işçinin yazdığı bir broşür geçti elimize[4]: Der Heinzen'sche Staat,
eine Kritik von Stephan, Bern, Rätzer. Eğer Bay Heinzen bu işçinin
yazdığının yarısı kadar iyi yazabiliyor olsaydı, kendisi de tatmin olurdu. Bay
Heinzen, bu broşür sayesinde, başka şeylerin yanında, işçilerin onun köylü
cumhuriyetiyle bir şeyler yapmayı neden istemediklerini yeterince açık biçimde
anlayabilir. Ayrıca görüyoruz ki bu broşür, ahlâkî bir tavrı benimsemeyip,
politik mücadelelerin izini toplumdaki muhtelif sınıflar arasındaki mücadeleye
dek izlemeye çalışan bir işçi tarafından yazılmış ilk çalışma.
26
Eylül ve 3 Ekim 1847’de yazıldı.
İlkin
Deutsche-Brüsseler- Zeitung, Sayı 79 ve 80’de, 3 ve 7 Ekim 1847’de
yayınlandı.
İmza: F. Engels
Dipnotlar:
[1] “Karl Grün’e Karşı Bildirge”ye (bkz.: Collected Works, 6. Cilt,
s. 72-74) ve Ağustos-Eylül 1847’de yayınlanmış olan ve Alman İdeolojisi’ni
içeren 2. Cilt’in Das Westphälische Dampfboot dergisinde “Karl Grün: Die
Soziale Bewegung in Frankreich und Belgien (Fransa ve Belçika’da Toplumsal
Hareket -Darmstadt, 1845) ya da Hakikî Sosyalizmin Tarihyazımı” ismiyle
yayınlanan 4. Bölüm’üne atıfta bulunuluyor. -Ed.
[2]
The Illuminati (Latince illuminatus’tan): Bir çeşit Hür Masonluk
tarikatı olarak, 1776’da Bavyera’da kurulmuş olan gizli derneğin üyeleri.
Dernek, prensin despotizmden hoşnutsuz olan, burjuvaziye ve asiller sınıfına
mensup muhalif unsurlardan oluşmaktadır. Bu derneğin karakteristik bir özelliği
de liderlerinin dediklerini körü körüne yerine getiren sıradan insanları üye
yapmasına ilişkin kurallarda yansıdığı biçimiyle, demokratik harekete dönük
korkusudur. 1785’te dernek, Bavyera’daki yetkili makamlarca yasaklanır. Benzer
derneklere İspanya ve Fransa’da da rastlanmaktadır.
[3]
H. Heine, Atta Troll (Bir Yaz Gecesi Rüyası), Bölüm. 24. -Ed.
[4]
Stephan Born. -Ed.
0 Yorum:
Yorum Gönder