Hüseyin Mürüvvet (1910–87) gibi Mehdi Amil (1936–87)
de Lübnan Komünist Partisi’nin önde gelen aydınlarından biridir. Gerçek ismi
Hasan Hamdan olan Amil, 1936’da doğdu. Felsefe doktorasını Lyon
Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra Lübnan Üniversitesi’nde dersler verdi.
1960 yılında katıldığı LKP’nin teorisyeni olarak Amil, 1968’deki ikinci
kongrede önemli bir rol oynadı. Tüm politik faaliyeti süresince Marksizmi Arap
dünyasına gelişkin bir teorik zeminde uygulamak için gayret etti. Bu noktada
Althusser’den etkilenen bir isim olarak Amil[1], bağımlılık teorisinden
beslenen bir yaklaşımla, periferiyi anlamaya çalıştı.[2] Partiye sarsılmaz
bağlarla bağlı olması, ayrıca geliştirdiği teorik söylem ve analiz sebebiyle
sık sık eleştirilen Amil, süreç içerisinde LKP’nin en özgün düşünürlerinden
biri olarak, sahip olduğu vasfı korumayı bildi.
Çalışmalarında Amil, Arap komünist partilerinin teorik
bir katkı üretemediği gerçeği üzerinde durdu.[3] Mehdi Amil, onca çalışma
üretmiş olmasına ve partinin yayın organı olan Tarik gazetesinde her yıl
kitapları üzerine yazılar yazılmasına karşın[4], onun Arap Marksizmi
kategorisinin dışına taşan politik-düşünsel faaliyetinin sınırlarını
belirlemenin zor bir iş olduğunu görmek gerek.
Bu zorluk, Amil’in kullandığı içe kapalı Marksist
dilinden veya geçmişe ait olmasından çok, günümüz Arap politik düşüncesiyle
ilgili çalışmalara nüfuz eden “kriz” anlayışından kaynaklanıyor. Başka bir
ifadeyle, Amil’in düşünsel projesini anlamanın bir miktar güç olmasının bir
sebebi de Arap düşünce tarihi çalışmalarına hâkim olan tarihyazımı
modelleridir.
İster düşünsel düzeyde kaleme alınsın, isterse politik
düzeyde, Arap coğrafyasında politik düşünceye dair tarihyazımı, krizlerle ve
hayal kırıklıklarıyla maluldür. Bu tarih çalışmalarında sürekli yerine
getirilmeyen bir vaatten dem vurulur. Örneğin İbrahim Ebu Rabi, Amil’in
çalışmalarını “Bitmemiş Proje” olarak niteler.[5] Bu kriz anlatısı, İsrail Gerşoni’nin
ifadesine başvuracak olursak, Arap dünyasında modernist düşünce geleneklerinin
hiç bulunmadığı, en iyi hâliyle bunların “ikinci el” olarak görülmesi
gerektiği, bu geleneklerin gerçekle ilişkisiz oldukları üzerinde durmaktadır.
Buradan da Arap aydınlar, bu krize işaret etmekle yetinen, yapayalnız varlıklar
hâline gelirler, böylece onların düşünsel projelerini anlamak da bir biçimde
güçleşir.[6]
Gerşoni, bu “kriz anlatısı”nı otuzlardaki modernist
geleneklere dair incelemeyle ve bu geleneklere mensup aydınların
yönelimlerindeki “kriz”le sınırlandırsa da benzer bir yönelim, 1967’deki
yenilgi sonrası Arap politik düşüncesi tarihlerinde de açığa çıkar. Örneğin
Ajami, Arap modernistlerin düşünsel üretimini “yanılsamaların ve umutsuzluğun,
umutsuzluk sonrası hayal edilen dönüşümlerin ve katliamlara evrilen siyasetin
tarihsel dökümü” olarak tarif etmektedir.[7]
Gerşoni’nin tarif ettiği “Oryantalist” tarihlerin
anlam dünyası, sadece bu anlatıdan oluşmaz. Benzer bir yönelim, postkolonyal
teorinin etkisi altındaki anlatılarda da karşımıza çıkar. Ama bu anlatılar,
kriz meselesini epistemolojik düzeyde, tersten ele alırlar. Yerine getirilmemiş
vaat, Arap aydınların modernist hedeflere ısrarla yürümemeleriyle değil,
sonsuza dek ertelenmiş bir moment veya Dipeş Çakrabarti’nin ifadesiyle, bir
“bekleme odası” olarak periferide modernitenin yapısıyla ilişkilendirilir.[8]
Arap aydınlarında gördüğümüz, kimi postkolonyal
değerlendirmelere göre, sömürgeci ve Oryantalist anlatılardan miras kalan
modernite anlayışı, onları Batı akademyasının epistemolojik ve politik
itirazları arasında durmak bilmeden salınmaya mahkûm etmektedir, böylece bu
aydınlar, bahsi edilen “bekleme odası”ndan bir türlü kaçıp kurtulamamaktadırlar.
Bu aydınlar, Oryantalizmin, sömürgeciliğin veya
Batı’nın anlatılarına itiraz etseler de “aynı kavramsal mimariye sırtlarını
yaslamak ve o mimari yapı dâhilinde icat edilip önerilmiş anlatısal ve
söylemsel terimlere itiraz etmekle yetinmek suretiyle, sonuçta Oryantalist veya
sömürgeci söylemi yeniden üretiyorlar ve karşısında konumlanmaya çalıştıkları,
moderniteye ait kavram ve söylem sisteminin parçası hâline geliyorlar.”[9]
Hikâyenin ahlakî koordinatlarını terse çevirmeksizin
işletilen “kendinden Oryantalizm”[10], bir şekilde Arap politik düşüncesini
anlamak için gerekli ana yapı olarak “kriz anlatısı”nı yeniden üreten sürece
dâhil oluyor ve böylelikle farklı düşünsel projelerin krizi anlatma dışında
oynadığı rolleri kavrayamıyor.
Arap dünyasında hüküm süren modernist düşünce gelenekleri,
bu yaklaşıma göre, nispeten daha hakiki olan bir geleneğin türevi olarak
varlığını sürdürür ve sömürgecilikle karşılaşmanın yol açtığı biçimsel kopuşun
üstesinden gelemez.
Arap politik düşüncesinin özgül yanlarını
kavrayabilecek yaklaşımları esas zayıflatan husus, bu “kriz anlatısı”nın sahip
olduğu hâkimiyettir. Batı’nın bütünlüğünü idrak edemeyen Arap aydınlarının
zihin dünyası alabildiğine düzleşir ve bu insanların teorik katkıları,
Batı’daki düşünce üretiminin basit bir uzantısı olmanın ötesine geçemez. Arap
politik düşüncesi, aradaki mesafeyi kapatamadığı için bir dizi krizle yüzleşir,
böylelikle, özgüllüğünü ve pozitif özelliklerini yitirir. İlerlediği sürecin
neye yol açacağı önceden bilindiğinden, bu düşünce, belirli bir bağlam içine de
oturtulamaz.
“Gezgin teori” meselesini tartıştığı çalışmasında
Walter Mignolo, “bilgi üretimi ile coğrafi-tarihsel konum arasındaki oran”dan
söz etmektedir.[11] “Kriz anlatısı” bağlamında bu orana baktığımızda, karşımıza
coğrafi düşünsel işbölümü meselesi çıkar. Periferi, Batılı teorilerin doluştuğu
havuzlar olarak iş görmektedir. Bu Batılı teoriler temelinde önceden varolan
bilgileri uygulama becerisine odaklanılmaktadır. Sonuçta kriz anlayışı, sürecin
vereceği sonuca galebe çalmaktadır.
Bu anlatının sınırlarını dikkate alan Gerşoni, bizden
Arap âlemindeki düşünce üretimini başka bir bağlama oturtmamızı, Arap
düşünürlerin muhtelif düşünsel hamlelerinin somut boyutlarını görmemizi, üretim
ve kabul aşamasında bu türden hamlelerin konumlanışını anlamamızı
istemektedir.[12]
Bu tespitle ilişkili başka bir değerlendirme David
Scott tarafından yapılmaktadır. Sömürgecilik karşıtı yazarları özcülüğe prim
vermeden yorumlamaya gayret eden Scott, “sömürgecilik karşıtı eleştirmenlerin
ele aldıkları soruların, kendi dertleri ve meşguliyetleri üzerinden hareket
eden isimlerin üzerinde durdukları sorulardan farksız olduğunu”
söylemektedir.[13]
Cevapları verilmesi gereken ve sürekli sorulan sorular
temelinde yürütülen düşünce üretiminin işlediği sahalar arasındaki ayrımları
ortadan kaldıran bu eleştirmenler, periferideki aydınları, zaten teorik açıdan
modası geçmiş bir çerçeveye sıkışmış kişiler olarak takdim ederler.
Gerşoni gibi Scott da “sorun alanı” anlayışı üzerinde
durur ve onu düşünce üretimi ile politik müdahalenin “yerleşikliğini” kavramak
olarak anlar. Sorun alanı ise “bir söylemin, bir dilin, […] bir argümanın
dolayısıyla bir müdahalenin bağlamı”nı ifade etmektedir. Başka bir
ifadeyle bir sorun alanı, kavramsal ve ideolojik-politik düzlemde sorulan
soruların ve verilen cevapların oluşturduğu birlik demektir.[14] Bu kavramın
geliştirilmesinde amaç, tarihsel, politik ve teorik yorum bağlamlarının özgül
yanlarını kullanmaktır. Bu tür bir pratikte mesele, sadece cevapları değil
ayrıca aydınların cevaplamaya çalıştıkları soruları açığa çıkarmaktır. Bu
sayede aydınların müdahale ettikleri sahanın yapısal kısıtları ve
geliştirdikleri projeler idrak edilecektir.[15]
Düşünce üretiminin sorun alanını kavramak, bize bu
üretimin gerçekleştiği kavramsal ortamı anlama, o üretimin maruz kaldığı
güçlükleri ve kısıtları belirleme imkânı verir. Bu bakış açısı sayesinde Mehdi
Amil’in düşünsel projesini anlamak için gerekli çıkış noktası belirlenecek,
“Arap Marksizmi”nin özelliklerini tespit etme adına bugüne dek ortaya konulan
çabaların ötesine geçme imkânı bulunacaktır.
Mehdi Amil’i çok katmanlı sorun alanı dâhilinde
belirli bir bağlama kavuşturmak, Marksist projesini farklı bir biçimde
anlamamızı sağlar, ayrıca düşünce üretiminin dayandığı sosyolojik zemin
belirginleşir. Bu yaklaşım bize, “sömürgeler arası farklılıklar”ı gören
teorinin kaderi konusunda Mignolo’nun sorduğu soruyu farklı şekilde ele alma
imkânı sunar ve bu bağlamda, teorinin farklı düşünce sahalarında yaptığı gezi
tarihselleştirilir, böylelikle teoriyi son biçimini almış iki ayrı bütünlük
arasındaki karşılaşma olarak ele alma hatasına düşülmez.[16]
Arap
Marksizmindeki İki Fay Hattı:
Amil’in Düşünsel Projesi ve Sorun Alanının Dönüşümü
Mehdi Amil’in çalışmalarında belirleyici olan, Arap
dünyası ile Marksizm arasındaki karşılaşma ve bu karşılaşmaya dair
düşüncelerdir. Bu bağlamda, Amil şu tespiti yapar:
“Her
bir teorik ve politik adımımızda karşımıza engeller ve güçlükler çıkar.
Görebildiğimiz kadarıyla, kullandığımız ve her tür bilgi biçiminin üretiminde
zaruri olan teorik araçlar olarak Marksist kavramlar, Marksist teorinin
üretimine ve sorunlarımıza dair bilimsel bir anlayışın oluşumuna mani olan ana
engeller hâline gelmişlerdir.”[17]
Amil’in düşünsel seyahatinin çıkış noktası, işte bu
kabuldür. Bu tespit, aynı zamanda Marksizmin genelde Arap dünyasının
gerçeklerine, özeldeki Lübnan’daki toplumsal formasyonun gerçeklerine uygun
şekilde uyarlanmasına dönük bir çaba olarak okunabilir.
Öte yandan bu çaba konusunda Amil yalnız da değildir.
Arap dünyasında Marksizmin tarihi, bu türden görüş ve yaklaşımlarla doludur.
Fakat bu tarz çalışmalarda gündeme getirilen Arap Marksizmi, esasen teorik bir
zeminden yoksundur. Gene de buna karşın, Arap coğrafyasında Marksizmin
uyarlanması konusunda ciddi çalışmalar yapılmıştır.
Bu çalışmalardan biri, altmışlarda Faslı tarihçi ve
felsefeci Abdullah Larui’ye aittir. Marx’ı tarihselcilik düzleminde okuyan
Larui, bu okumayı ilgili ideolojinin Arap dünyasına uyarlanması çabası
dâhilinde başvurulacak en uygun çerçeve olduğunu düşünür.[18]
Marksizmin Arap gerçekliğine uyarlanması konusunda
gündeme getirilen diğer bir alternatif formül ise “İslamî solculuk” başlığı
altında toplanan muhtelif akımlar tarafından geliştirilmiştir. İslamî solculuk,
Arap-Müslüman geçmişin içinden Marksizme ve sosyalizme dair gerçekleri çekip
çıkartmak için uğraşmıştır.
Dolayısıyla esasen Amil’in çabasını bu iki yaklaşımın
karşısına çıkartılan bir seçenek olarak görmek mümkündür. Bu bağlamda Amil,
Arap dünyasının tarihselci Marksizmin o teleolojik çerçevesi içinde çözünmesine
de Arapların geçmişine sadakatle bağlı olmak adına Marksizmin devrimci
niteliğinin sulandırılmasına da karşı çıkar.
Amil’in Marksizminde çıkış noktası, Lenin ve Mao’da da
gördüğümüz, “evrensel olanın yapısal düzlemde ayırt edilmesi” [temyiz-i
kevniye] ile ilgilidir. Burada Marksizm, Arap gerçekliğine, iki karşıtlık
düzlemi birbirine bağlanarak, uyarlanır.
İlk karşıtlık düzlemi, teori ile politik pratik
arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Amil, bu çelişkiyi komünist partinin politik
pratiği ve yeni bir sınıf bilincinin edinilmesi üzerinden çözüme kavuşturur.[19]
“İster
istemez sınıfsal pratikler olduğu sürece teorik pratikler, proletaryanın bakış
açısı üzerinden uygulanan birer pratik vasfı kazandıkları vakit, yani parti
pratiği hâline geldiğinde, devrimci boyuta kavuşurlar.”[20]
Bu geçişkenlik üzerinden teori, sınıf, proletarya ve
parti eşitlenip birleştirilir, böylelikle teoriyle pratik arasındaki karşıtlık,
çözüme kavuşturulur.
İkinci karşıtlık düzlemi ise çevre ülkelerin genel
bağlamına has bir düzlemdir ve özel ile genel, başka bir ifadeyle, Batı dünyası
ile Arap dünyası arasındaki etkileşime atıfta bulunur. Amil bu meseleyi,
eşitsiz gelişim yasasının tayin ettiği maddi düzlem üzerinden ele alır.
“Marksist
düşüncenin birliği ve evrenselliği ile Marksist-Leninist düşüncenin temel
yasalarından olan eşitsiz gelişim yasası arasında ne tür bir ilişki vardır? […]
Ülkelerdeki maddi koşullar birbirlerinden farklı olduğundan, yüzleşilen muhtelif
meselelerdeki farklılığın niteliği ile düşünce düzeyinde oluşan birlik
arasındaki çelişkili ilişkiyi nasıl ele almalıyız?”[21]
Larui, bu meseleye tarihselcilikle cevap vermektedir.
Burada Marx, devrimci değişimin teorisyeni değil, kapitalist gelişimin
teorisyeni olarak okunur. Bu tarz bir liberal çıkarımdan uzak durmak adına
Amil, Althusserci Marksistlerin her türden Hegelci eğilime yönelik güvensizliği
temelinde, bağımlılık teorisine yakın duran bir fikrî hamle dâhilinde,
kapitalizmin evrenselliği ile onun ülkeden ülkeye değişen etkilerine dair sırrı
çözmek için “Sömürge Üretim Tarzı” kavramını gündeme getirir.[22]
Sömürge üretim tarzı, sömürgelere has bir formasyondur
veya başka bir ifadeyle, gelişimine emperyalist merkezle kurulmuş yapısal
bağımlılık ilişkilerinin yön verdiği kapitalist formasyondur. Amil, bu görüşünü
aynı zamanda, genel bağımlılık çerçevesini Althusserci “çağırma” anlayışıyla
ilişkilendiren teorik yaklaşımıyla besler.
Burada özel ve genel, bağımlılığın maddi yapısı
içerisinde birleştirilir, böylelikle burjuva sınıfının öncü olduğunu söyleyen,
kapitalist sistemi ilerici bir sistem olarak gören, ayrıca Batı’nın tarihsel
kılavuz olduğunu iddia eden yaklaşımlar devre dışı bırakılır.
Sömürge üretim tarzı temelli anlayış, Marx’ı kapitalist
gelişmenin teorisyeni olarak Batı’ya hapseder, ama öte yandan da periferiyi
Batı’nın tarihsel geçmişi değil de coğrafi açıdan çağdaşı olarak ele alan bir
Marksist okumayı mümkün kılar. Bu yaklaşım sayesinde Amil, yereldeki
burjuvazinin, sömürge üretim tarzının ve küresel kapitalizmin krizlerini
anlama, aynı krizin bu üç unsur dâhilinde sunduğu örnekleri idrak etme imkânı
bulur. Bu tarz bir okuma ile Amil, tarihselci okumanın tepeden inmeci dilinden
uzaklaşır. 1979’da yayımlanan Nazariyye fi el-Mümaresetu’l Siyasiyye’deki
[“Politik Pratikte Teori”] tespiti de bu yöndedir.[23]
Amil, bu çalışmayı özel bir tarihsel konjonktürde
kaleme almıştır. Amil’e göre, Marksizmi Arap dünyasına uyarlama meselesi, teori
ve periferi denilen iki bütünlük arasındaki karşılaşmanın bir sonucu değil,
Lübnan ve Arap coğrafyasındaki değişen sorun alanlarına belirli bir Marksizm
okumasının uyarlanmasını öngören tarihsel bir projedir. Amil’in bu projesi iç
tutarlılığına, bu okuma, ilgili sorun alanının bir parçası olarak yapıldığında,
o uzamın güçlükleri, sorduğu sorular, getirdiği kısıtlamalara cevap olarak ele
alındığında kavuşur.
Amil’in belirlediği sorun alanı, çok katmanlıdır.
Yetmişlerin Lübnan’ı bağlamında düşünce alanı sınırlı bir özerkliğe sahiptir.
Bu darlıkta Amil, farklı düzlemleri ele alır. İlki, politik alandır. Bu düzeyde
Amil, karşımıza LKP’nin teorisyeni olarak çıkar ve esas olarak 1967 yenilgisi
sonrası dönemin ve Lübnan iç savaşının damgasını vurduğu Lübnan’daki ve belirli
ölçüde Arap coğrafyasındaki politik alana müdahale eder.
1967 yenilgisi, belirli Marksist mahfillerin
radikalleşmesine sebep olur. Bu isimler, devrimci olduklarını iddia eden Arap
rejimleriyle ilgili kanaatlerini değiştirirler ve Filistin devrimci
mücadelesinin yükselişe geçmesiyle birlikte, cesaretlenirler.
Lübnan iç savaşı ise savaşın ana oyuncularından
birinin teorisyeni olarak Amil için toplumsal, politik ve bölgesel bir
mücadeledir. Amil, bu süreçte emperyalizme karşı mücadeleyi Marksizmin
sosyo-ekonomik boyutuyla birlikte ele alır.[24] Dahası bu iç savaş, bilhassa
altmışların başında cumhurbaşkanı olan Fuad Şehab’ın modernleşmeye yönelik
ürkek politikalarının başarısız olması sonrası, Lübnan’da reformların
yapılmasının imkânsız olduğunu teyit etmiştir.
Bu süreçte politik gündemin ana maddelerini, ülkenin
kimliği, mezhep temelli politik sistemin niteliği ve seküler seçenek ihtimali
gibi meseleler teşkil etmiştir. Gelgelelim, bu “ülke içini ilgilendiren”
meseleler, hikâyenin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Diğer kısım, savaşın
bölgesel bileşeniyle, özellikle Filistin meselesi üzerinden bölgede yaşanan
ayrışmayla alakalıdır.
Amil gibi birçok Lübnanlı solcu için savaş, Arap milli
kurtuluş hareketlerinin mücadelesinin ve Filistin direnişinin bir uzanımı
olarak cereyan etmiştir. Bu noktada önemli dönüm noktası ise Lübnan Komünist
Partisi’nin ikinci kongresidir.[25]
Amil’e göre, politik alanda yaşanan olaylar,
Lübnan’daki düşünce alanının süzgecinden geçmekte, bu düşünce alanı ise savaşın
başlarında Hristiyan milliyetçi güçlerle radikal güçler arasındaki karşıtlık
temelinde biçimlenmektedir. Bilindiği gibi bu radikal güçler, sonrasında
Baasçılar, Nasırcılar, farklı Arap milliyetçisi ekipler hâlinde bölünmüş,
Marksist ve sosyalist bir dizi akım bu radikal güçlerin içinden çıkmıştır.[26]
Hristiyan milliyetçi güçlerle radikal güçler
arasındaki tartışmalar, daha çok Lübnan kimliği, ülkedeki politik sistemin
niteliği, Arap-İsrail çatışmasında bu politik sistemin oynadığı rol gibi konu
başlıklarına odaklanmaktadır. Radikal kamp ise kendi içinde milliyetçi
ideolojilerle Marksizm arasındaki ihtilaflara tanıklık etmektedir. Bu
tartışmalar ise temelde politik mücadelenin toplumsal boyutuna
yoğunlaşmaktadır. Sonrasında Marksistler arasında Marksizmin Arap dünyasına
uygun şekilde uyarlanması, savaş, mezhepçilik ve kitle anlayışları gibi
konularda tartışmalara tanık olunmuştur.
Amil’in yerelde ele aldığı düşünsel ve politik
alanları dikine kesen alan ise Batılı teorik alandır. Bu alanı esas
biçimlendirense, bilhassa Louis Althusser, Nicos Poulantzas ve Yves Lacoste’un
çalışmalarının Fransız felsefesine ve Marksist teoriye yaptığı katkılardır.
Düşünce üretiminin tali görüldüğü koşullarda, farklı bir bağlamda üretilen
fikirlere ve anlayışlara nadiren rastlanabilmektedir.[27] Her ne kadar Amil,
periferide olmanın ceremesini çekip Batı sahasına müdahil olamasa da Lübnan ve
Batı’daki iki düşünce sahası arasındaki benzerlikler üzerine sürekli kafa
patlatmış, iki saha içerisindeki konumunu netleştirmeye çalışmış, buradan da
karşıya aldığı isimleri bu saha temelinde incelemiştir.
Amil’in sorun alanında belirleyici olan, farklı
sahalar arasındaki ilişkilerden oluşan çok katmanlı uzamdır. Burada farklı
zamansallıklar ve meseleler sürekli irdelenir. Özelde bu sorun alanını karakterize
edense bir yandan yereldeki politik alanla düşünce alanı arasındaki ilişki, bir
yandan da Batılı teori alanının yereldeki teori alanı arasındaki ilişkidir.
Düşünce alanı zayıf bir özerkliğe sahiptir, bu anlamıyla, periferideki düşünce
üretiminin tabi olduğu koşullara dair sınırlı bir görüş sunar.
Amil, kendi Arap Marksizmi projesini tam da bu
bağlamda geliştirir. Bu çok katmanlı sorun alanında Marksizm, Mignolo’nun
ifadesiyle, “sınırlarda ifa edilen bir tür düşünme pratiği” olarak varolur.
Sınırlarda düşünmek, hem modern-sömürgeci dünya sisteminin iç sınırlarında hem
de dış sınırlarında yapılan bilgi üretimi üzerine eleştirel düşünmek”
demektir.[28]
Amil’e göre Marksizm, toplumsal dünyayla ilgili bir
bakış açısını ifade eder. Marksizm, Amil’in sorun alanını oluşturan muhtelif
alanları birleştiren ana ilke, rakip görüşler içerisinde tayin edici konuma
sahip olan kerterizdir. Bu noktada Marksizm, periferideki düşünce üretiminin
koşulları üzerine düşünmede bir araç olarak iş görür.[29] Başka bir ifadeyle
Arap Marksizmi, hem Marksist kavramların Arap dünyasına aktarılmasına ihtiyaç
duyan hem de Arap dünyasındaki düşünce sahasını sosyolojik düzlemde incelemeyi
şart koşan politik bir teoridir.
Bu çok katmanlı sorun alanı üzerinden bakıldığında,
Marksizm sayesinde bir yandan politik mücadelenin mevcutta varolduğu yerler
arasında ilişki kurulmuş, bir yandan da Arap politik düşüncesindeki kurucu
kopuş pratikleri arasındaki boşluk kapatılmıştır ki bu vasfı onun periferide
neden popüler olduğunu da izah eder.[30] Arap Marksizminde gördüğümüz iki temel
nitelik, Marksizmin sahneden çekilmesiyle Arap düşüncesinde bıraktığı boşluğu
izah etmememize katkıda bulunur. O boşluk, esasen Arap dünyasının ve Batı ile
ilişkisinin tüm yönleriyle teorinin konusu edilmemesiyle alakalıdır.
Hikâyenin akışına baktığımızda, bahsi edilen bağlamın
bir biçimde değiştiğini görürüz. Amil’in sorun alanı dönüşür ve projesi
geleceğe taşınma imkânı bulur. Bu noktada Amil’in politik-teorik faaliyet
sahası zaman içerisinde bölünür. Dolayısıyla, Marksizmin ifa etmesi gereken
teoriyle pratiği birleştirme görevi, hükmünü yitirir.
Teoriyle pratiğin ayrışmasına sebep olan ilk etken,
nihilizmle ve iç savaş üzerinden Marksizmden uzaklaşma eğilimiyle birlikte
Marksizmin nüfuzunu yitirmiş olmasıdır. Lübnan’da Marksizmden kaçış, esasen tüm
dünya genelinde “totalitarizm karşıtlığı” denilen moment dâhilinde yaşanan
kaçışın bir tezahürüdür.[31] Seksenlerle birlikte teoriyle pratiğin birleşmesi
ihtimali, savaşın yol açtığı mezhepçi dönüşüm ve Marksizmin dünya genelinde
sorgulanması bağlamında, iyice ortadan kalkar.
Teoriyle pratiğin ayrışmasına sebep olan ikinci
etkense esasen Arap dünyasındaki tartışmalarla pek örtüşmeyen bir konu olarak,
Batı’da gündeme gelen yeni eleştiri pratiğinin ortaya çıkmasıdır. Bu eleştiri
pratiği, Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabının yayımlanması ile
birlikte yaşanan tartışmalarda gündeme gelen postmodern ve postkolonyal
fikirlerle alakalıdır. Artık farklı alanlar arasında ilişki kurmak
imkânsızlaşmıştır. Arap Marksistleri, hem kendi ülkelerinde hem de genel teorik
alanda politik bir konum alma imkânını yitirmişlerdir. Bu süreçte Batı’daki
direniş söylemi ile periferideki aydınların dertleri birbirinden ayrışmıştır.
Bu gelişmeler üzerinden Amil, dolambaçlı bir yola
girmek zorunda kalmış, bu yolda düşünsel ve politik faaliyetler üzerinden,
yapısalcılık savunusunu terk edip iradeci bir sınıf mücadelesi anlayışına
yönelmiş, Arap dünyasını kültürcülük üzerinden aktaranlara yönelttiği
eleştirileri geride bırakıp Doğu’yla alakalı temsillerin eleştirisinin
eleştirisine yelken açmıştır.
Tarihselcilik,
Yapısalcılık ve Sınıf Mücadelesi:
Praksis Olarak İradeci Yapısalcılık
Amil’in
projesinin açtığı, içeriği ve konumu değişen sahaları dikine kesen, meşakkatli
yolda amaç, bu sahaların üzerinde durduğu farklı konuların teşkil ettiği birliği
korumaktı. Amil’in geliştirdiği Arap Marksizmindeki bu “birleştiricilik” rolü,
onun teorileri kullanma biçiminde de karşımıza çıkıyor. Amil, teorileri, düşünce
ve politika sahası arasındaki uçurumu kapatmak, bunun için de politik
müdahaleler için gerekli giriş noktalarını kavramsallaştırmak için
kullanıyordu.
Örneğin
Nicos Poulantzas’ın ideoloji ve devletle ilgili kitapları üzerinden
geliştirdiği, mezhepçiliğe yönelik yapısalcı anlayış, Lübnan’daki mezhepçiliğin
karşısına çıkartılacak alternatif yaklaşımlar meselesine özel bir politik boyut
katıyor. Amil bu anlayışı, Mişel Çiha’nın ve o dönemin kimi Marksistlerinin
önerdiği tarihselcilik seçeneğinin etkisi altında bulunan politika ve düşünce
sınıfının belirli kesimlerinin savunduğu primordialist tanımın (ulusların veya
etnik kimliklerin sabit, doğal ve kadim olduğuna dair fikrin) karşısına
çıkartıyor. Kendi dönemindeki birçok Marksist gibi mezhepçiliğe dair özcü
anlayışı reddeden Amil, Marksistlere sert eleştiriler yöneltiyor. Ama öte
yandan tarihselci sapmalara karşı Altuzercilerin yaptığı değerlendirmeleri
önemsiyor.
Bu
tarihselci Marksistler, mezhepleri kendi meşreplerince anlıyorlar ve
geliştirdikleri bu anlayışla, farkında olmadan, kapitalizm öncesi toplumsal
formasyonların hâkimiyeti meselesinin çözümü konusunda kapitalizmi bir çözüm
olarak öne sürüyorlar.[32] Amil, mezhep sistemine yönelik eleştirilerin
mezhepçiliği yeniden katılaştıracağını, onu aşma ihtimali konusunda hiçbir
katkı sunmayacaklarını söylüyor.
Bu
tarihselcilik eğiliminin baş temsilcilerinden olan Mesud Dahir’in Cuzurü’l
Tarikiyye li’l Mas’alat’ül Taifiyye eserini eleştirirken şunu söylüyor:
“Mezhepçiliğin köklerini
açığa çıkartmak yerine Dahir, karşımıza ‘çeşitlilik kaderimizdir’ sözünde
temsil olunan primordialist yaklaşıma birçok yönden yakın düşen cılız kimi sonuçlarla
çıkıyor.”[33]
Mezhepçilikle
ilgili bu türden tarihselci anlayışlar, Marx’ı Batı’nın başarısının sırlarını
açığa çıkartan kapitalist modernleşmenin teorisyeni olarak okuyorlar. Geri kalmışlık,
prekapitalist formasyonlar, aşamacı gelişme ve teleolojik tarihselcilik
konusunda geliştirdiği fikirlerle Marx, Said’in “Oryantalist Marx” okuması ile
popüler hâle gelmiş bir okuma tarzıyla bağlantılı olarak, ya “liberal
kapitalist topluma geçişin teorisyeni” ya da “emperyalizmi savunan isim” hâline
geliyor.[34] Amil, tam da bu tür bir okumaya imkân veren yanına bağlı olarak,
Marksizmin Arap dünyasında kolay kolay benimsenmediğini düşünüyor. Bu sorunu
aşmak için bu türden liberal çıkarımların Marksizm alanından kovulması gerektiğini
söylüyor.
Bu
Marksist okumalardaki tarihselci temayülün karşısına yapısalcılıkla çıkan Amil,
mezhepçiliği prekapitalist yapılar tezini redde tabi tutan, onun bugündeki
hâlini anlamaya çalışan yapısalcılık anlayışı çerçevesinde ele alıyor. Onun görüşüne
göre, bu türden toplumsal olguların, geçmişteki bir toplumsal formasyon değil, mevcut
toplumsal formasyonun maddi temeli üzerinden değerlendirmeye tabi tutulması
gerekiyor. Söz konusu görüş, bu anlamda belirli bir olgunun tarihi ile onun ait
olduğu toplumsal formasyon arasında bir ayrım yapıyor.
Bu
açıdan mezhepçiliğin sömürgedeki toplumsal formasyonun tarihinden bağımsız bir
tarihe sahip olmadığını söyleyen Amil, buradan şu tespiti yapıyor:
“On yedinci, on sekizinci veya
on dokuzuncu yüzyıldaki mezhepçilikle bugün Lübnan’da hüküm süren toplumsal
formasyondaki mezhepçilik bir değil.”[35]
Amil’e
göre, tarihselciliğin geliştirdiği mezhepçilik, millet sistemiyle, yabancılara
imtiyazlar bahşeden sistemle, kabileci yapıyla veya İbn Haldun’un asabiyye
teziyle bağlantısı dâhilinde analiz ediliyor. Bu anlamda söz konusu analiz,
tarihsel anakronizm tuzağına düştüğü, bu mezhepçilik denilen yapının ortaya
çıkış tarihini onun oluşumunu takip eden tarihiyle birlikte ele aldığı için tehlikeli
bir analiz. Bu analiz üzerinden tarihselciler, mezhepçilik üzerinden
prekapitalist formasyonların varlığını sürdürdüğünü ileri sürüyorlar, buradan
da kapitalizmin ilerici olduğu görüşünü dillendiriyorlar.
Buna
karşılık, Amil mezhepçiliği, Lübnan’da sömürgeye has bir tarza evrilmiş olan
mevcut kapitalist üretim tarzının içine yerleştiriyor. Böylelikle mezhepçilik, “burjuva
hâkimiyetinin dayandığı politik sistemin aldığı biçim hâline geliyor ve bu
hâkimiyet kitleleri, en azından belirli bir bölümünü, mezhepçi politik temsille
ilişkisi dâhilinde burjuvaziye bağlayan politik sınıfsal bağımlılık ilişkisi
olarak işliyor.”[36] Bu okumada mezhebin ve mezhepçiliğin, kitlelerin burjuva
sınıfının hâkimiyetine meydan okuma ihtimali bulunan bağımsız bir politik güce
evrilmesine mani olmak gibi bir işleve sahip olduğu söyleniyor.
Amil’in
yapısalcı okuması, kapitalizmle mezhepçiliği ilişkilendiriyor ve mezhepçiliğin
kapitalizmdeki prekapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldıramamasının bir
tezahürü olduğu iddiasına karşı çıkıyor, bu düşünsel hamle sayesinde Amil, kapitalizmin
ilerici olduğu tezine karşı durma imkânı buluyor. İlgili hamle üzerinden Amil, hem
reformist politikayı, bilhassa Şehab deneyiminin başarısızlığı sonrası gelişen
hâlini, hem de mezhepçiliğin ortadan kaldırılması işini yokuşa süren tarihselci
mezhepçilik okumalarını redde tabi tutuyor.
Amil’in
reddettiği bu iki seçenek, reformizm ve tarihselcilik, birlikte kapitalizmin
toplumsal yapının modernize edilmesinde ilerici bir rol oynayabileceğini
söylüyor. Bu iddiaya karşı çıkan Amil, Lübnan’da toplumsal formasyonun sömürgeye
has bir formasyon olarak teşkil edildiğini, bu formasyonun emperyalizme geçiş
süreciyle birlikte krize giren küresel kapitalist üretim tarzının bir neticesi
olduğunu söylüyor. Bu anlamda Amil’e göre, Lübnan’daki toplumsal formasyon esasen
“krizde” olan bir formasyondur ki bu da yeni gelişen sömürge burjuvazisinin
Avrupa burjuvazisinde görüldüğü üzere önceki hâkim sınıflarla çatışmamasının,
bunun yerine, bu sınıfların dini ideolojisiyle neden uzlaştığının izahını
sunuyor.[38]
Bu
okuma, Arap dünyası ile Avrupa arasında varolan ve tarihselcilerin anlattığı
hikâyede karşılık bulan vesayet ilişkisini hükümsüz kılıyor, bunu da Arap
dünyası ile Avrupa’nın tarihsel deneyimleri arasına bir kama sokarak yapıyor.
Aradaki tarihsel farklılığı belirleyen Amil, böylelikle Avrupa’ya, yani
kapitalizme ve onun failleri olan burjuvalara tarihsel rehberler olarak evrensel
bir rol bahşeden yaklaşımı redde tabi tutuyor, bunun yerine, eşitsiz gelişim
yasasının aracılık ettiği farklı bir evrensellik anlayışı geliştiriyor.
Prekapitalist
ilişkileri yıkıma sürükleyen kapitalist gelişmenin genel kanunundan farklı
olarak sömürgeye has üretim tarzı bu ilişkileri yeniden üretiyor. Bu bağlamda
burjuvazi, Avrupa burjuvazisinin ilericilik iddialarına hiçbir şekilde sahip çıkmıyor.
“Lübnan burjuvazisindeki
sınıfsal güçsüzlük, en yalın hâliyle, kendisini toplumu sınıfsal liderliği
altında toplama veya demokrasinin yaşama ihtimali bulunan bir biçimini inşa
etme gibi Avrupa burjuvazisinin üstlendiği görevlerin hiçbirisini yerine
getirememesinde karşılık buluyor.”[39]
Amil,
bu tespiti ışığında şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Avrupa’da kapitalist
toplumsal formasyonda burjuva devleti birleştirici bir etmen iken, sömürge
burjuvazisinin devleti olarak mezhepçi devlet, Lübnan’daki sömürgeye has
toplumsal formasyonun parçalanmasında önemli bir etmendir.”[40]
Amil,
tarihselci okumaların ve onların yol açtığı politik ataletin hâkim olduğu bir
sahada politik ve teorik açıdan karşılık bulan bir düşünsel hamle olarak
yapısalcılığı devreye soktu. Böylelikle, mezhepçilik gibi hâkim etmenlerle bağımlılık
üzerinden dışarıyla kurulmuş ilişkileri birbirine bağlamanın ve ulusal kurtuluş
mücadelesinin ulusal ve toplumsal boyutlarıyla ilgili, kendisinin “yanlış
tartışma” dediği tartışmayı aşmanın bir yolunu buldu.[41]
Ama
öte yandan Amil, Althusser ve Poulantzas’a sırtını kayıtsız şartsız yaslamadı, o,
aynı şekilde yapısalcılıkla ona hiçbir eleştiri getirmeden ilgileniyor da
değildi. Yapısalcılık, politikadan uzak duran yaklaşım veya nihilizm gibi
belirli yollara girme potansiyeline sahip, toplumsal değişimi teorize edemeyen
bir kola sahipti. Arap dünyasında politik eylem için gerekli rehber olarak iş
görecek bir Marksist teoriyi inşa etme derdinde olan Amil, tarihselcilikle
kıyaslandığında yapısökümle ilgili bir potansiyele sahip olmasına karşın, yapısalcılığın
devrimci dönüşümde politik eylemin rolünü teorize edemediğini düşünüyordu. Yapısalcılıktaki
bu genetik yapıdan kaynaklı zafiyet sebebiyle Amil, Althusser tedrisatından bir
süre sonra rahatsızlık duymaya başladı ve bu rahatsızlığını ilk yazılarında
dile getirdi.
1972
yılı civarı kaleme aldığı Fi Tamarhulu’l-Tarik’te Amil, Marksizmdeki “tarihin
aşamaları” meselesini ele aldı ve yapısalcılığı, bilhassa Althusser’in en ünlü
öğrencisi ve yoldaşı Etienne Balibar’ın yazılarını eleştirdi.[42] Amil’e göre
yapısalcılığın en önemli sorunu, yapısal kopuşlar, kırılmalar ve “alabildiğine
yeni” olanın ortaya çıkma ihtimali konusunda bir açıklama getiremiyor oluşuydu.
Amil’e göre, Balibar’ın anlayışında toplumsal formasyonlar, sadece iki momente
sahipti: oluşum dönemi ve yeniden üretim dönemi. Bu son dönem üçüncü momente,
kopuşa mani oluyordu. Bu açıklamanın sebebi şuydu: Balibar, kendisini başarıyla
yeniden üreten bir toplumsal formasyonda yaşamaktaydı.
“Düşünce,
gerçeklikte sadece mevcut formasyon neyi gösterirse onu görür”[43] diyen Amil’e
göre yapısalcılık, yeniden üretim dönemini genele teşmil ediyor, bu dönemi mekanik,
neredeyse doğal bir süreç olarak tasvir ediyor, sınıf mücadelesinin işlediği
süreci temel aldığı gerçeğini göz ardı ediyordu. Bu genelleme çabası, toplumsal
değişimin dayattığı ihtiyaçların kendisini fazlasıyla hissettirdiği çevre
ülkelerde bilhassa sorunlu bir çabaydı.
Teorinin
politik gücüne dair endişesi sebebiyle Amil, Fransa’daki teorik sahadan, bilhassa
yetmişlerde ve seksenlerde bu sahada yaşanan gelişmelerin ardından, uzaklaştı. Ama
öte yandan, ülkedeki iç savaşın etkisiyle dönüşmüş olan düşünce sahası, onun
politikaya dönük ilgisinin tehdidi altına girdi.
İç
savaşın iki tarafı vardı: Hristiyan partilerini temsil eden Lübnan Cephesi ve Filistin
direnişiyle ittifak kurmuş olan sol ve milliyetçi partilerin oluşturduğu Lübnan
Ulusal Hareketi isimli ittifak. O günlerde bu iki taraf da Amil’in modeline
uygun düşüyordu. Fakat başlarda net olan bu görüş, iki tarafın kendi içinde
yaşadığı bölünmeler ve mezhepçilik meselesinin diğer tüm meselelerin üzerine
çıkması, LKP’nin ana ideologunun bile sınıfsal açıdan teorize etmekte güçlük
çektiği bir gelişmenin yaşanması sebebiyle daha da karmaşıklaştı.
İç
savaş, mezheplere yönelik bir dizi katliama tanıklık ettikçe, “ilerici” boyutundan
mahrum kaldı. 1975’te Falanj partisi üyelerinin 200 kadar sivil Müslümanı
katletmesiyle başlayan savaşta bölgeler mezheplere göre bölündü. En nihayetinde
süreç, 1983’te Dürzi İlerici Sosyalist Partisi’nin Hristiyanları katletmesiyle
zirveye ulaştı. İki ideolojik tarafı karşı karşıya getirmek şöyle dursun, savaş,
“mezheplerin kendilerini yeniden ürettiği bir gerçekliğin oluşmasını sağladı.”[44]
Bu
süreçte birçok aydın ki bunların birçoğu solcuydu, savaşın mezhepçi şiddete
doğru kapanması karşısında savaşın doğasına dair endişelerini dile getirmeye,
hatta bu tür savaşları meşrulaştıran ya da destekleyen farklı teorilere karşı çıkmaya
başladı.
Gerçekte
mezhepçi bir çatışma olarak yaşanan savaşın “radikal bir dille meşrulaştıran
yaklaşımlar”ı ilk eleştiren isim, Yasin Hafız idi. 1976’da şunu söylüyordu:
“Biz, bu savaşa ülkeyi
yalnızlığa mahkûm edenlere karşı verilen milliyetçi bir savaş, imtiyazlı
kesimlere karşı yürütülen bir sınıf mücadelesi veya muhafazakâr azınlığa karşı
verilen ilerici ve laik bir savaş olduğu için karşı değiliz. Biz, bu savaşa
mezhepçi bir savaş olduğu için karşıyız.”[45]
Savaş
öncesinde ve savaşın başlarında hâkim olan devrimci dile dair inancını yitirmiş
olan aydınları “nihilist eğilim” olarak niteleyen Amil, bu isimleri politik
değişim ihtimalini dünya ölçeğinde sorgulayan isimler olarak okuyordu.[46] Bu
insanlar “nihilist”ti, çünkü savaşa yönelik itirazlarını gündelik hayattan ve
estetikten beslenen bir dille ifade ediyorlardı. Onlar, kendilerini toplumdaki
artan mezhepleşmeden kurtulmanın mümkün olduğu ana zemin olarak tahayyül
ediyorlardı.
Amil’e
göre, nihilist düşünce, tüm tarafları eşitlemek suretiyle nihayetinde bilimin
ve bilginin karşısına ne anlama geldiği belli olmayan “yaşanmış deneyim”
kavramını çıkartıyor, eleştirinin temelini sorgulayan bir yerde duruyordu.[47] Bu
kişiler, savaşan taraflar arasında hiçbir fark olmadığını düşünüyor, dolayısıyla
onları ilerici/gerici güçler veya solcu/sağcı partiler olarak kategorize etme
gereği de duymuyorlardı. “İlerici güçler”le “gerici güçler”i birbirine denk
gören nihilist aydınlar, bu sebeple, taraf tutamıyor, sonuçta da Marksizmin dile
getirdiği tasnif etme ilkesini çöpe atıyorlardı. Bu tür bir analize karşı Amil,
savaşın anlamı üzerinde durdu ve ilerici-gerici arasında yapılan ayrımın geçerliliğine
vurgu yaptı, bir yandan da bu ayrımı sorgulayanların burjuvaziye hizmet
ettiğini söyledi.
Amil’in
Marksist teoriyi merkeze değil de çevreye ait bir vaka olarak Lübnan sahasına
tatbikinde amaç, devrimci teoriyi üretmek, yani teoriyle pratik arasındaki
mesafeyi kapatacak, çevreyle alakalı bir anlayış geliştirmekti. Ne var ki bu
iki boyutu birleştirme amacı güden proje, teorik düzlemde bir karşılık üretse
de Amil’in dâhil olduğu muhtelif düşünce alanlarında sahip olduğu popülariteyi
zaman içerisinde kaybetmekteydi.
Amil’e
göre, Batı’da epey hızlı işleyen devrimci Marksizme sırtını dönme süreci, burjuva
düzeninin yeni üretimine teslim olmanın bir biçimiydi. Seksenlerde, tüm dünya
genelinde yaşanan bu dönüşe iç savaşın tetiklemesiyle, ülke içerisinde radikal
teoriden uzaklaşma eşlik etti. Bu da Amil’in teoriyi birleştirme gayretini
giderek daha da kıymetli hâle getirdi.
Marksizmle
arası iyi olmayan birbirinden farklı kimi eğilimler, faaliyet yürüttükleri alanlarda
farklı tarihlere sahip oldular, buna karşılık, Amil, hepsini aynı eğilimin
parçası olarak ele aldı. Amil, bu eğilimi sadece Marksizm değil, birleştirici
teorinin varolma ihtimali üzerinden de sorguladı. Belirgin bir dağılma süreciyle
yüzleşen Amil, zor, kimi zaman hiç ümit vaat etmeyen konumlar almak zorunda
kaldı. Buna karşılık o, işçi sınıfının mezhepçi gruplar temelinde bölünmek
yerine devrimci bir sınıf olarak hareket etme potansiyeline inanmayı sürdürdü. Bu
inancını korumak adına, proleter devrimi ve burjuvazinin çöküşünü kaçınılmaz
gören tarihsel determinizmle, ortaya çıkan sonuçları tarihi hareket ettiren güç
olarak işçi sınıfının artan politik rolüyle ilişkilendiren iradecilik arasında
salınıp durdu. İlk başta genel yapısalcı zeminde iş gören teorik sistem
dâhilinde Amil, sınıf mücadelesini devrimin güvencesi olarak takdim ederken, teoriyi
teori dışı iradecilik biçimlerine yamama gereği duydu.
Kültürcülüğe
Karşı
Düşünce
sahasındaki dönüşüm, Amil’i yapısalcılık alanından sınıf mücadelesinin merkezi
olduğunu söyleyen teoriye geçiş yapmasına neden oldu. Burada amaç, politik
olanla teorik olanın birliğini sağlamaktı. Ardından başka bir dönüşüm yaşandı
ve bu dönüşüm Amil’i, kendi inşa ettiği Arap Marksizminin ikinci ilkesini yeniden
düşünmeye itti: ülkedeki ve dünyadaki düşünce sahaları için gerekli zemin
olarak, özgül ve genel arasındaki ilişki.
Marksizmin
Arap dünyasına tatbik edilebilirliğini sorgulayan, Edward Said’in Şarkiyatçılık
kitabında zirvesine ulaşan eleştiri geleneğini eleştiriye tabi tutarken Amil, bilginin
evrenselliği meselesini ele almak zorunda kaldı. Ona göre, Mişel Çiha gibi
Lübnanlı burjuva aydınlar, ortak özelliği Marksizmi reddetmek olan bu eğilimin
parçasıydı.
Çiha,
Lübnan’ı istisnai bir olgu olarak ele alıyordu. Amil bu okumayı ideolojik mistifikasyon
olarak nitelemekteydi. Lübnan’ın temel farklılıklarına işaret eden ve onun
biricikliğine vurgu yapan Çiha, geliştirdiği görüşler üzerinden Lübnan’ın
Marksizm dâhil hiçbir teorinin konusu olamayacağı sonucuna ulaşıyordu.[48] Ona
göre, Marksizm başka toplumları anlamak için uygun bir teori olsa da Lübnan’daki
toplumsal yapı, ülkenin istisnailiğini temel almadan yola koyulan hiçbir
teorizasyon çabasının idrak edemeyeceği bir yapıydı.
Amil,
benzer bir iddianın Arap milliyetçiliğini ifade eden “milliyetçi ideoloji”
destekçileri tarafından da dile getirildiğini söylüyordu. Emperyalizme karşıymış
gibi görünse de milliyetçi eğilim, Marksizme karşı çıkıyor, böylelikle emperyalist
eksenin destekçileriyle yan yana geliyordu. Marksizmle Arap milliyetçiliği
arasındaki gerilimli ilişki, kurtuluş hareketlerinin “milli” ve “toplumsal”
boyutları ile ilgili tartışmada da karşılık buluyordu.[49] “Milliyetçi ideoloji”ye
göre, Marksizm, Arap dünyasına ait gerçeklere uygun düşmeyen Batılı bir
teoriydi. O, toplumsal mücadelelere odaklanmak ve ulusal soruna sırtını dönmek
suretiyle ayrışmaları besliyordu.[50]
Amil,
bir yandan da “İslami burjuva eğilim” üzerinde duruyor, bu kesimin 1979 İran Devrimi’nin
etkisiyle sesinin çok çıktığını söylüyordu.[51] Azmi’nin “İslamanyak eğilim”
olarak tarif ettiği söz konusu eğilim, Arap dünyasını ne seküler
milliyetçiliğin ne de devrimci komünizmin kurtarabileceğini iddia ediyor, “onu
ancak halktan destek gören, hakiki politik İslam’a dönüş kurtarabilir” diyordu.[52]
Marksizmdeki radikalizmi ülkenin hak ve çıkarlarını savunan İslami söylem
içerisinde yeniden kodlayan İslami eğilim, “İran Devrimi’nin popülist Marksizm
dâhil, tüm Batılılaşma modellerinin iflas etmeleri ardından gerçekleşmiş hakiki
devrim” olduğunu söylüyordu. Bu görüşe göre Marksizm, sömürgeci Batı’nın
yürürlüğe koyduğu projenin “ideolojik yedek gücü” olan liberal düşüncenin bir
uzantısı hâline gelmişti.[53]
Bu
gelişmeler karşısında Amil, Marksizmin “Batılı” köklerini yeni gelişen
cemaatçiliğe karşı savunma ihtiyacı duydu, bu noktada hakikilik arayışındaki düşünsel
kusurlara işaret etti.[54] Bu tür konularla ilgili argümanlarını Ezmetü’l
Tatavuru’l Hazari fi el-Vatanü’l Arabi isimli 1974 tarihli çalışmasında
aktaran Amil, burada Kuveyt’te düzenlenen bir konferansın eleştirisi
bağlamında, Arap “gericiliği”yle ilgili fikirlerini paylaştı. Bu kitapta Amil, postkolonyal
eleştirinin ana unsurları hâline gelecek kimi konu başlıklarını ele aldı:
ilericilik-gericilik ikiliği, sömürgelerde tarihselciliğin potansiyeliyle
ilgili tartışma, Arap medeniyetine yönelik özcü anlayışların yapısökümü ve
çevre ülkelerdeki aydınların teorik tahayyülünde Batı’nın konumuyla ilgili
eleştiri.
Amil’e
göre, Kuveyt konferansındaki hâkim mantık, “Arap dünyasındaki krizin buradaki
gericilikten kaynaklandığını, gericiliğin ana sebebinin geçmişin bugündeki
ısrarlı varlığı olduğunu, hiç değişmeden veya hiç farklılaşmadan yaşamaya devam
ettiğini” söylemekteydi.[55]
Bu
anlatıya karşı çıkan Amil, sömürgelerin kopuşu meselesini merkeze koyan materyalist
analizi devreye soktu ve Arap dünyasının bugününün emperyalist momentle
birlikte başlamadığını söyleyen her türden tarihsel yorumu redde tabi tuttu. “Geri
kalmışlığın sebepleri tarihsel değildir” diyen Amil sözlerine şu şekilde devam
ediyordu:
“Bu sebepler ne doğuştandır
ne de ırsidir, yapısaldır. Çünkü sömürgede hâkim olan üretim tarzının
gelişiminin belirlediği toplumsal formasyonun doğası ile alakalıdır. Bu üretim
tarzı, emperyalizme yapısal açıdan bağımlı olunması, yani ilgili üretim
tarzının kapitalist tarza evrilmesine mani olan yapısal engel sebebiyle, geçmişteki
toplumsal ilişkilerin varlığını muhafaza etmesine ihtiyaç duyar.”[56]
Bu
eleştiri üzerinden Amil, Şarkiyatçılık sonrası oluşan teori âleminin ana
alameti olarak, Arap dünyasının değil, onun temsilinin krizde olduğunu söyledi.
İlgili teori âleminin kimi ilkelerini paylaşsa da Amil, Şarkiyatçılık’ta
tespit ettiği akılcılık karşıtı sapmaya temkinlilikle yaklaştı. Said’in düşünsel
hamlesine yönelik cevabını 1985 yılında yayımlayan Amil, orada, Said’in
müdahalesini biraz da lütufkâr bir üslupla, Araplara dair temsilleri Şarkiyatçı
önyargılardan kurtaran, ama bir yandan da bir tür yerliciliğe teslim olan bir teorik
müdahale olarak gören, Arap coğrafyasındaki birçok modernist aydınla en azından
dil düzeyinde ortaklaşıyordu.[57]
Amil’e
göre Edward Said’in hamlesi üç açıdan tehlikeliydi: kitap, Marksizmi
Şarkiyatçılık olarak görüp eleştiriyordu, bilgiyi rolünü ve iktidarla
ilişkisini eleştiriye tabi tutuyordu, ayrıca “Batı kaynaklı teoriler”e karşı dile
dökülen kültürcü iddialara destek sunuyordu.
Amil’in
eleştirisi, ilk başta Said’in Batı’ya dair anlayışının onu kendi içinde tutarlı,
kaynaşık ve birleşik bir yapı olarak gördüğü üzerinde duruyordu. Oysa bu
yaklaşım, Arap dünyasına dair özcü ve Şarkiyatçı okumalarla bağlantılı bir
yaklaşımdı. Batı, Şarkiyatçılık ve hâkim sınıflar yan yana getirildiğinde veya
ayrılmaz bir bütün olarak takdim edildiklerinde, her türden Batı kaynaklı
düşünce Şarkiyatçı bir düşünceye dönüşüyordu. Esasen Said’in düşünsel hamlesi, burjuvazinin
kendi özel kültürünü genel kültürle kaynaştırma arzusuna destek sunuyor, onun
sınıfsal bakış açısını Batılı bir bakış açısına dönüştürüyor, onun düşüncesiyle
çatışma veya ona muhalefet etme imkânını ortadan kaldırıyordu.[58]
Amil,
Şarkiyatçılığın ana ilkelerini ve ondaki özcü itirazları yeniden ürettiği
iddiası üzerinden Said’in yöntemsel önermelerine yöneltilen yaygın eleştiriyi
yeniden dillendirdi. Ona göre, Said’in eleştirisi, “Şarkiyatçı düşüncenin
toprağına ait bir ürün”dü, çünkü “onun tek yaptığı, bu ikiliği terse çevirmek
suretiyle teyit etmek, bunun için de Doğu’nun öz, Batı’nınsa öteki olduğunu
söylemek”ti.[59]
Ama
sonra Amil, farklı bir konum aldı ve Said’i estetik Romantizmin bir biçimi
lehine aklı redde tabi tutmakla suçladı. Amil’e göre, Said, sadece Şarkiyatçılığın
itirazlarını yeniden dillendirmekle kalmadı, ayrıca o itirazlar temelinde
niteliksel bir ayrım getirdi. Duyguya ve akla itiraz etmek suretiyle Said, aklı
Batı’yla, dolayısıyla Batı’daki burjuva sınıflarıyla sınırlı tuttu, duyguyu
Doğu’yu anlamayı sağlayacak yegâne hakiki olarak takdim etti. Bu karşıtlık
üzerinden Marx muğlaklaştı, “tarihsel değişim ihtiyacı” ile “Doğuluların çektiği
çileler” arasında kalmış birine dönüştü.
“Said’in teorisinde Marx,
kalbini kullandığı vakit Şarkiyatçı dünyanın genel yapısını terk ediyor, ama aklını
kullandığında, o yapıya yeniden giriyor, ona teslim oluyor.”[60]
Bu
karşıtlığı belirleyen Said, akılcılık karşıtı bir konuma savruldu. Teori denilen
eylemi şiddet eylemine indirgiyor, bilimsel, dolayısıyla evrensel bilgi
ihtimalini reddediyor, direnişi ancak sanatın ve sezginin sergileyebileceğini
söylüyordu. Amil’e göre, bu düşüncenin kökleri Foucault üzerinden Nietzsche’ye
uzanıyordu.[61]
Amil’in
okumasına göre, Said, bilginin üretilmesi sürecini, teori öncesi ve söz öncesi içgüdülerin
“resmi” bilginin yeniden üretimi dâhilinde idare edilen, evcilleştirilen,
dönüştürülen bir söylem hâline getirilmesi süreci olarak ele alıyordu.[62] Bu
görüş, emperyalizme yönelik direnişi sömürü temelli ilişkilerin maddiliğine hiçbir
şekilde atıfta bulunmayan, bireysel ahlaki, hatta estetik bir gayrete
dönüştürüyordu.[63]
“Michel Foucault’nun
düşüncesine damga vuran kültürel yapısalcılığın Niçeci nihilizmle ortak bir
zeminde buluşmasına kimse şaşmamalı. Akılcı emperyalizm, aklın birliği
iddiasında bulunurken, neticede hâkim aklın çelişkisi anlamında devrimci akla
itiraz ederken, akıl karşıtı nihilizmle uzlaşıyor.”[64]
Amil’in
materyalist ideolojiye dair görüşünün doğal bir sonucu olarak kültürcülüğe
karşı geliştirdiği itiraz, onu Said’i bu muhafazakâr ideolojinin “radikal” versiyonu
olarak eleştirmeye itti. Said, Amil’e göre düşünce sahaları arasında daha
önceden varolan türdeşliği ortadan kaldıracak karşıtlık anlamında, kültürcü
solun esas unsurlarından biri olarak, Batı’daki akademi sahasında Said’in sahip
olduğu konumun karşısında duran bir konuma yerleştirildi. Bu türden bir görüşe
göre Said, milliyetçi düşüncenin bir türevi olarak Arap düşünce dünyasında dolaşan
biriydi. Onda milliyetçilik, düşünme pratiğini coğrafi konuma indirgemekteydi.
Arap
dünyasındaki yerliciliğe karşı koymaya çalışan Amil’e göre Said, kendisindeki
akılcılık karşıtlığı ile yerliciliğini Batı akademyasının tüm ağırlığını
kullanarak örtbas etmek derdindeydi. Said, kitabının bu tür sonuçlar üretmesini
tabii ki istemiyordu. Dolayısıyla, vakıf olsa, Amil’in yaptığı türden okumalara
illaki karşı çıkardı.
Üretimi
temel alan politika ile Şarkiyatçılığın kabulünü esas alan politika arasındaki
mesafe, bize önceki “ilerici” eğilimlerde hüküm süren sahalar arasındaki
türdeşliklerin dağıldığını ortaya koyuyordu. Amil, esas olarak bu kopuşa tepki
koyuyordu.
Diğer
kimi Said eleştirmenleri gibi Amil de teorik müdahalelerin politik sahada
farklı şekilde ele alındıklarının, kabul noktasında farklı risklerin ortaya
çıktığının ispatı. Bunun dışında, Amil’in Said’e verdiği cevap, Batı akademyasında
geliştirilen postmarksist radikal teorilerle Lübnan ve Arap coğrafyasında
düşünce üretimleri arasında giderek artan mesafenin ispatı aslında.
Tek
derdi, periferiyi ele alacak bir Marx meydana getirmek olan Amil, sömürgeye has
üretim tarzı anlayışı ile tarihselci Marx okumalarından kurtulmaya çalışıyordu.
Ama Said’i eleştirmek zorunda kalınca, tehlikeli gördüğü görececilik anlayışına
karşı koyma çabası dâhilinde, yapısöküme uğratmaya çalıştığı tarihselci Marx’ı
savunma pozisyonuna çekilmek zorunda kaldı.
Amil’in
farklı sahalarda gerçekleştirilen teorik müdahaleleri kucaklayacak bir Arap
Marksizmi inşa etme projesi, türdeşliklerin, tüm dünyayı kuşatacak bir direniş
söylemi oluşturmanın mümkün olduğunu veya bu ihtimalin bir yanılsamadan ibaret
olduğunu söylediği döneme kıyasla, postmarksist dönemde varlığını sürdürme
konusunda daha fazla güçlüklerle yüzleşti.
Periferide
Teori
Gerşoni,
“‘kriz anlatısı’ tezi savunucularının, Arap aydınlarının modernist ajandayı içselleştirememelerini,
“namuslu, kararlı ve cüretkâr bir tutum alamamalarını, kişisel kusura bağladığını”
söylüyor.[65] Bu türden meseleleri şahsa ve şahsiyete bağlayan yorumlar, bu tür
düşünsel projelerin yere, zemine tabi olduğu gerçeğini kavrayamıyorlar, teori
düzleminde uyum göstermek için ihtiyaç duydukları çabayı ortaya koyamıyorlar. Bu
projeler, kalıcı cevapların varolduğunu söylüyorlar, aydınları bu türden
cevaplara kararlı bir biçimde destek sunup sunmadıklarına göre yargılıyorlar.
Mehdi
Amil’in asarı, uyum gösterme denilen karmaşık işin somut bir tezahürü. Bu asar,
Amil’in müdahil olduğu çok katmanlı teorik sahaların bir ürünü. Belirli bir
düzeyde Amil’in projesi, teoride çevreyi çevreden düşünme projesi. Bu hâliyle
proje, teorinin uyumu ve dönüşümüyle ilgili tüm şartları yerine getiriyor.
Mignolo’nun
anımsattığı biçimiyle, seyyah teoriler, varış noktası veya kabul gördükleri
sahaya sömürgedeki farklılıklar damgasını vurduğu vakit kendi “sınırlar”ına
ulaşıyorlar.[66] Bu açıdan bakıldığında, çevre ülkelerdeki diğer birçok aydın
gibi Amil de alabildiğine farklı olan bir bağlama taşınmış olan teorinin
sınırlarını tefekkür etme işini üstleniyor. Bu taşınma işlemi, teorinin
kullanımına, çok katmanlı sorun alanından kaynaklanan, belirli bir “düşünümsellik”
dayatıyor.
Amil’i
teori ve çevre denilen iki bütünlüğün karşılaşması olarak okumaktan uzak durmak
için bizim onun geliştirdiği projedeki artsüremliliği ele almamız gerekiyor.
Amil,
ilk projesinden biçimsel düzeyde koptu. Bu kopuş, sonuçlarını bütünlemeye
çalıştı. Ama sonrasında bu çabasıyla çelişen kimi yolları takip ederek
dönüştürülen özel bir sorun alanı belirledi ve oraya müdahale etti.
Arap
Marksizmini inşa etme projesi, sorunsallaştırılan farklı başlıkları birbirine
bağlama girişimiydi. Ama sonra seksenlerde politika ve düşünce alanında yaşanan
dönüşümler, bu projenin yaşamasını güçleştirdi. Amil’in bağlamaya çalıştığı
farklı alanlar arasında belirlediği türdeşlikler, zamanla gevşedi, bu da tüm
dünyayı kucaklayacak, politik ve teorik direniş söylemi projesini tehdit etti. Yaşanan
değişimler, Amil’i devrimci savaşın teorisyeni olmaktan çıkarttı, kaybeden bir
ideolojinin savunucusu hâline getirdi.
18
Mart 1987’de Mehdi Amil, işte bu ideolojinin şehidi oldu. Onu sonrasında Arap
dünyasında radikalizmin en önemli destekçileri hâline gelecek olanlar öldürdü.
Ölümünden
yirmi yılı aşkın bir zaman sonra, entelektüel kariyerinin başlamasından
yaklaşık kırk yıl sonra Amil’i okumak, bu tür bir gayret üzerinden elde
edilecek görüşler açısından önemli kimi soruları gündeme getiriyor. İçinde bulunduğumuz
şimdi ile Amil’in yaşadığı dönem aynı değil. Biz ondan farklı şeylerle
ilgileniyoruz. Teoride baktığımız yerler farklılaştı, bu da onun
müdahalelerinin demodeymiş gibi görünmesine neden oluyor.
Başta
değindiğimiz, David Scott’ın değerlendirmesine geri dönecek olursak; bu tür
yazarların belirledikleri sorun alanını yeniden ele alma işi dâhilinde bizim o
yazarların şimdisiyle bizim şimdimizin farklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Scott, konuyla ilgili olarak şunu söylüyor:
“Bugün yeni başlangıçlar
yapmak isteyen bizim ufkumuzu ulus veya sosyalizm belirlemiyor. İleride ulaşmak
istediğimiz, uğruna mücadele edeceğimiz hedefler değil bunlar. Bilâkis, ulus ve
sosyalizm, içinde olduğumuz sömürgecilik sonrası dönemin katılaştırıcı bağlamı
dâhilinde, kendi şimdimizin somut yıkıntıları olarak tecrübe ettiğimiz normatif
sınırlara sahip toplumsal ve politik gerçeklikler.”[67]
“Kendi
şimdimizin yıkıntıları”, Amil’in politikada aldığı konumların bugünde karşılık
bulmasını, edinilmesini imkânsızlaştırsa da bu kabul, onun eleştirel edinimini
bugünde geçersiz görmemize mani olan bir şey değil.
Scott’ın
C. L. R. James’e ait Toussaint Louverture isimli kitaba dair yorumu, Amil’in
müdahalelerini eleştirel açıdan nasıl edinebileceğimize dair önemli kimi ipuçları
sunuyor. Scott’a göre, James’in kitabının bugünde eleştiri açısından sahip
olduğu değer, kitabın sunduğu, bizim bugün hiçbir şekilde ilişki
kuramayacağımız o devrimci mesajından kaynaklanmıyor. Kitap değerli, çünkü o
Haitili devrimci Toussaint’ı, hem kaçınılmaz hem de imkânsız olan, onu “köleliğe
de Fransa’sız bir San Domingo’ya da geri dönmemeyi tercih etme” becerisine sahip
kılan seçeneklerle yüzleşmiş, “modern sömürge aydını”nın vücut bulmuş hâli
olarak takdim ediyor. Trajik bir koşul olarak modernle yüzleştiğimizde,
Toussaint bize kimi köprüler temin ediyor:
“Aydınlanmanın bu muğlak
mirasını aşmanın imkânı yok. Onunla ancak sonsuza dek müzakere edebilirsiniz. Bu
müzakere, bizim için de Toussaint için de modernitenin askeri olmanın anlamında,
hep varolacak bir unsurdur.”[68]
Devrimci
değişimin rehberi olarak Amil’in modası geçmiş olabilir, kullandığı dil eski
zamanlara aitmiş gibi çalınabilir kulağa. Ama onun yüzleştiği güçlükler ve
açmazlar, farklı müdahale sahalarının birliğini oluşturmak için ortaya koyduğu,
çoğunlukla trajedinin sınırında gezinen çabaları ve Arap dünyası içerisinden teorik
bir politika anlayışı üretmeye yönelik düşünsel çabası, hâlâ bizimdir.
Arap
dünyasındaki düşünsel çalışma ve politik müdahale arasındaki ilişki ile Arap
siyasi düşüncesinin Batı’ya ait gelenekteki gelişmelere yapısal açıdan bağımlı
oluşu hâlen daha geçerliliğini muhafaza eden sorunlardır. Amil, bu sorunlara sonuçta
başarısız da olsa, kimi cevaplar sundu. Fakat bu başarısızlıkta, bu yaşanan “kriz”de
biz, kendi şimdimize, kendi sorgulamalarımıza dair düşünceleri bulabiliriz. Bu
açıdan Amil, hâlen daha faydalı bir rehber olabilir.
Samir Frengi
[Kaynak:
International Journal of Middle East Studies, Sayı 44 (2012), s.
465-482.]
► Teorik Öntezler
► Arap Gramsci
► Mehdi Amil
► İki Komünistin Hikâyesi
Dipnotlar:
[1] Althusser’in çalışmalarına iyi bir giriş yapmak
için bkz.: Alex Callinicos, Althusser’s Marxism (Londra: Pluto Press,
1978).
[2] Amil’in 1972’de yayımlanan ilk iki kitabı onun
yaklaşımının teorik omurgasını teşkil eder; bkz. Fi al-Tanaqud (“Çelişki
Üzerine”) (Beyrut: Dar al-Farabi, 1973) ve Fi Namat al-Intaj al-Kuluniyali (“Sömürgeci
Üretim Tarzı Üzerine”) (Beyrut: Dar al-Farabi, 1976). Bu iki kitabın ardından,
öldükten sonra yayımlanacak olan üçlemesini kaleme almıştır: Fi Tamarhul
al-Tarikh (“Tarihin Aşamaları Üzerine”) (Beyrut: Dar al-Farabi, 2001).
Siyaset ve polemik âleminde en fazla bu son çalışmaları ses getirmiş, bu
makalede de bu kitaplar ele alınmıştır. Teorik ve politik üretiminin yanı sıra
Amil, ayrıca iki şiir kitabı bir de Tarik gazetesinde çoğunluğu eğitimle
ilgili olan makalelerini içeren bir derleme yayımlamıştır. Bu kitapların tamamı,
Beyrut’ta Daru’l Farabi tarafından basılmıştır. Çevirilerin tamamı bana aittir.
[3] Tarık Y. İsmail, Arap komünist partilerinin
düşünce üretimine pek önem vermeyen bir isimdir: “Pratikte Arap komünist
partilerinin ürettiği analiz amaçlı teorik birikimin önemli bir bölümü
toplumsal düşünceye önemli teorik katkılar sunamayan ürünlerdir. Bu partilerin
ortaya çıkarttığı literatür içerik itibarıyla eleştiri nedir bilmez.” [Tareq Y.
Ismael, The Communist Movement in the Arab World (Oxford:
RoutledgeCurzon, 2005), s. 102.] Yazar, Amil’in çalışmalarını bu noktada
istisna olarak anar.
[4] Anma konusunda Tarik gazetesinin 1987,
1988, 1990, 1997, 2000 ve 2003’teki sayılarına bakılabilir. Amil’in
çalışmalarına dair İngilizce kaleme alınmış bir takdim için bkz. Ibrahim M.
Abu-Rabi, “Mahdi Amil and the Unfinished Project of Arab Marxist Philosophy,” Contemporary
Arab Thought: Studies in Post-1967 Arab Intellectual History içinde
(Londra: Pluto Press, 2003), s. 318–43. Arap politik düşüncesi konusunda bkz.
Anouar Abdel-Malek, Contemporary Arab Political Thought (Londra: Zed
Books, 1984); Fouad Ajami, The Arab Predicament: Arab Political Thought and
Practice since 1967 (Cambridge: Cambridge University Press, 1992); Jaafar
Aksikas, Arab Modernities: Islamism, Nationalism, and Liberalism in the
Post-colonial Arab World (New York: Peter Lang, 2009); Leonard Binder, Islamic
Liberalism: A Critique of Development Ideologies (Şikago: University of
Chicago Press, 1988); Michaelle L. Browers, Political Ideology in the Arab
World: Accommodation and Transformation (Cambridge: Cambridge University
Press, 2009); Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798–1939 (Cambridge:
Cambridge University Press, 1983); Elizabeth Suzanne Kassab, Contemporary
Arab Thought: Cultural Critique in Comparative Perspective (New York:
Columbia University Press, 2009); Roel Meijer, The Quest for Modernity:
Secular Liberal and Left-Wing Political Thought in Egypt, 1945–1958 (Londra
ve New York: RoutledgeCurzon, 2002); Paul Salem, Bitter Legacy: Ideology and
Politics in the Arab World (Syracuse, N.Y.: Syracuse University Press,
1994); ve Christoph Schumann, Liberal Thought in the Eastern Mediterranean:
Late 19th Century until the 1960s (Leiden: E. J. Brill, 2008).
[5] Abu-Rabi, Contemporary Arab Thought.
[6] Hourani, Liberal Çağda Arap Düşüncesi isimli
çalışmasının 1983 tarihli baskısında gayet net bir ifadeye başvurarak, “ele
aldığı aydınların büyük bir kısmının ikinci veya üçüncü derecede öneme sahip,
başkalarının türevi olan düşünürler” olduğunu söyler. (s. v)
[7] Ajami, The Arab Predicament, s. 4.
[8] Dipesh Chakrabarty, Provincializing Europe:
Postcolonial Thought and Historical Difference (Princeton, N.J.: Princeton
University Press, 2000), s. 9.
[9] Saree Makdisi, “‘Postcolonial’ Literature in a Neocolonial
World: Modern Arabic Culture and the End of Modernity,” Boundary 22
(1995): s. 85–115.
[10] Aksikas, Arab Modernities, s. 154.
[11] Walter Mignolo, Local Histories/Global
Designs: Coloniality, Subaltern Knowledges, and Border Thinking (Princeton,
N.J.: Princeton University Press, 2000), 173. “Seyyah teori” konusunda bkz.
Edward W. Said, “Traveling Theory,” The World, the Text, and the Critic içinde
(Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1983); ve “Travelling Theory
Reconsidered,” Critical Reconstructions: The Relationship of Fiction and
Life içinde, Yayına Hz.: Robert M. Polhemus ve Roger B. Henkle (Palo Alto,
Calif.: Stanford University Press, 1994).
[12] Israel Gershoni, “The Theory of Crisis and the
Crisis in a Theory: Intellectual History in Twentieth-Century Middle Eastern
Studies,” Middle East Historiographies: Narrating the Twentieth Century içinde,
Yayına Hz.: Israel Gershoni, Amy Singer ve Y. Hakan Erdem (Seattle, Wash:
University of Washington Press, 2006), s. 131–82.
[13] David Scott, Conscripts of Modernity: The
Tragedy of Colonial Enlightenment (Durham, N.C.: Duke University Press,
2004), s. 3.
[14] David Scott, Refashioning Futures: Criticism
after Postcoloniality (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1999),
s. 4.
[15] Arap düşünce tarihini bu açıdan ele alan bir
çalışma için bkz. Fadi A. Bardawil, When All this Revolution Melts into Air:
The Disenchantment of Levantine Marxist Intellectuals (New York: Columbia
University, 2010).
[16] Mignolo, Local Histories/Global Designs,
s. 174.
[17] Mahdi Amil, Munaqashat wa-Ahadith: Qadaya
Harakat al-Taharrur al-Watani wa-Tamyiz al-Mafahim al-Marksiyya ‘Arabiyyan (Tartışmalar
ve Sohbetler: Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Marksist Kavramların Arap
Coğrafyasındaki Somutlaşma Biçimleri Üzerine (Beyrut: Dar al-Farabi, 1990), s.
241. Bu makale derlemesi Amil’in ölümünden sonra yayımlanmıştır.
[18] Bkz. Abdallah Laroui, L’Ideologie Arabe
Contemporaine (Paris: Francois Maspero, 1982); ve The Crisis of the Arab
Intellectual: Traditionalism or Historicism? (Berkeley ve Los Angeles,
Calif.: University of California Press, 1976). Marksizmin “Araplaştırılması”
konusunda farklı bir değerlendirme için bkz.: Yasin al-Hafiz, “Ta’rib
al-Marksiyya” (“Marksizmin Araplaştırılması”) al-A’mal al-Kamila li-Yasin
al-Hafiz içinde (Beyrut: Markaz Dirasat al-Wihda al-‘Arabiyya, 2005), s.
321–27.
[19] Amil, Munaqashat wa-Ahadith, s. 18–22.
[20] A.g.e., s. 62.
[21] A.g.e., s. 236–37.
[22] Bağımlılık teorisyenlerince yapılan benzer bir
tartışma için bkz. Andre Gunder Frank, “The Development of Underdevelopment,” Monthly
Review 18 (1966): s. 17–31.
[23] Amil, al-Nazariyya fi al-Mumarasa
al-Siyasiyya: Bahthun fi Asbab al-Harb al-Ahliyya fi Lubnan (“Politik
Pratikte Teori: Lübnan İç Savaşının Sebepleri Konusunda Tahkikat”) (Beyrut: Dar
al-Farabi, 1990).
[24] Lübnan iç savaşı öncesinde, altmışların
sonlarında bir dizi greve ve toplumsal hareketlenmeye tanık olundu. Bu sürecin
sonunda, Kasım 1972’de Gandur grevi gerçekleşti, yaşanan çatışmalarda birçok
militan öldürüldü. Öğrenci isyanlarına eşlik eden bu toplumsal hareketlenmeler
savaş öncesinde Lübnan toplumu denilen kazanın iyiden iyiye kaynayıp taşmasına
sebep oldu. Toplumsal huzursuzluk politik krize evrildi, bu kriz temelde
Lübnan’daki politik sistemde ve sistemin mezhepçi niteliğinde yaşanan
sertleşmenin bir sonucuydu. Daha fazla ayrıntı için bkz. Fawwaz Traboulsi, A
History of Modern Lebanon (Londra: Pluto Press, 2007).
[25] 1968’de Beyrut’ta düzenlenen LKP ikinci kongresi
parti tarihinde önemli bir momentti ve politik konumlarındaki dönüşüme işaret
etmekteydi. Kongre Arap ulusal kurtuluş hareketleriyle emperyalizmin,
Siyonizmin ve gerici Arap rejimleri arasındaki yarılmayı esas alan yorumlar
için gerekli zemin olarak iş gördü. Bu analiz üzerinden Arap kurtuluş
hareketlerinin muhtelif unsurlarının, dünyanın üç ana anti-emperyalist gücünün,
yani dünya sosyalist sisteminin, kapitalist ülkelerdeki devrimci işçi
hareketinin ve dünya genelinde faal olan ulusal kurtuluş hareketlerinin
birleşmesi çağrısında bulunuldu. Bu bağlamda LKP uzun zamandır ikircikli bir
tutum aldığı Filistin direniş hareketini tanıdı. LKP konusunda daha fazla bilgi
için bkz. Tareq Y. Ismael ve Jacqueline S. Ismael, The Communist Movement in
Syria and Lebanon (Gainesville, Fla.: University Press of Florida, 1998).
[26] Bu radikal güçler konusunda genel bir
değerlendirme için bkz. Tareq Y. Ismael, The Arab Left (Syracuse, N.Y.:
Syracuse University Press, 1976).
[27] Latin Amerika’nın düşünce tarihi ile ilgili
olarak Walter Mignolo, “dünya sisteminin merkezindeki, Almanya, Fransa ve
İngiltere’deki düşünce üretiminin ve yeni düşünce dalgasının soykütüklerini
düzenli olarak kesintiye uğrattığını” söyler. Local Histories/Global Designs,
s. 56.
[28] A.g.e., s. 11.
[29] Bu düşünsel hamlenin iki boyutu da Pierre
Bourdieu’nün politika alanına dair tarifiyle kimi benzerliklere sahiptir. Buna
göre politika alanı “insanları farklı görmeye ve inanmaya itme becerisi
üzerinde tekel kurmak”la alakalıdır. Burada “hem bir sahaya yönelik bir tür
müdahale olarak politik eylem hem de toplumsal dünyadaki ayrışmanın ve onu
görmenin ilkelerini değiştirmekle ilgili bir çaba söz konusudur.” Propos sur
le Champ Politique (Lyon, France: Presses Universitaires de Lyon, 2000), s.
67–68.
[30] Abdullah Larui için önemli olan, belirli bir
Marksizm anlayışının Arap düşüncesinin merkezine oturmasıdır. Bu merkezî konum
ise Marksizmin Doğu ile Batı arasındaki birliği tesis etme becerisine dayanır,
Avrupa’ya teslim olmaksızın geleneği reddeder ve halktaki inançla öznel
hakikati bir araya getiren bir tür pratik temin eder. Bkz. L’Id´eologie
Arabe Contemporaine ve The Crisis of the Arab Intellectual.
[31] Michael Scott Christofferson, French
Intellectuals against the Left: The Antitotalitarian Moment of the 1970s (Oxford
and New York: Berghahn Books, 2004), s. 19. Bu totalitarizm karşıtlığının bazı
Lübnanlı aydınlar üzerindeki tesiri konusunda bkz. Fadi A. Bardawil, When
All this Revolution Melts into Air.
[32]
Amil’in özcü mezhep okumasına dönük itirazı ve ülkenin en önemli milliyetçi
ideologlarından biri olan Mişel Çiha’nın yazılarına yönelik eleştirisi için bkz.:
Madkhal ila Naqd al-Fikr al-Ta‘ifi: al-Qadiyya al- Filastiniyya fi
Idiyulujiyyat al-Burjwaziyya al-Lubnaniyya (“Mezhepçi Düşüncenin Eleştirisine
Giriş: Lübnan Burjuvazisinin İdeolojisinde Filistin Davası”) (Beyrut: Dar
al-Farabi, 1989 [1980]). Marksist mezhepçilik anlayışı konusunda yürüttüğü tartışma
için bkz.: Fi al-Dawla al-Ta‘ifiyya (“Mezhepçi Devlet Üzerine”) (Beyrut:
Dar al-Farabi, 2003), ilk basım: 1986. Amil, mezhep meselesini analiz etmiş
Marksist tarihçi Mesud Dahir’in kitabına odaklanıyor. Bkz.: Mas‘ud Dahir, al-Usus
al-Tarikhiyya li-l-Mas‘ala al-Ta‘ifiyya (“Lübnan’da Mezhep Meselesinin
Tarihsel Kökleri”) (Beyrut: Institute for Arab Development, 1986).
[33]
Kais M. Firro, Inventing Lebanon: Nationalism and the State under the
Mandate (Londra ve New York: I. B. Tauris, 2003), s. 60.
[34]
Edward W. Said, Orientalism (New York: Vintage Books, 1979).
[35]
Amil, Fi al-Dawla al-Ta‘ifiyya, s. 178. Teorik farklılıklarına rağmen
benzer politik sonuçlara ulaşan bir mezhepçilik anlayışı konusunda bkz.: Ussama
Makdisi, The Culture of Sectarianism: Community, History, and Violence in
Nineteenth-Century Ottoman Lebanon (Berkeley, Calif.: University of
California Press, 2000).
[36]
Amil, Madkhal ila Naqd al-Fikr al-Ta‘ifi, s. 259. Mezhepleri politik
ilişkiler olarak tarif etmek suretiyle Amil, mezheplerle sınıflar arasındaki
her türden ilişkiyi redde tabi tutuyor. Bu, Lübnan solunda dokunanın elini
yakan, Marksizm alanında yürütülmüş diğer bir tartışma konusu. Amil’in görüşüne
göre, mezhepler sadece sınıfa ait bir alan olarak üretim ilişkileri alanında varolan
bir şey değiller.
[37]
Devlet ve sahip olduğu aygıtlar, toplumsal kontrol işlevi görüyorlar ve bu
işlevi yeniden üretiyorlar. Amil, bu görüşü Poulantzas’ın “yalnızlaştırma
etkisi” ile ilgili görüşünden alıyor. Bkz.: Bob Jessop, The Capitalist
State: Marxist Theories and Methods (Oxford: Blackwell, 1982), s. 163–64.
[38]
Amil, Fi al-Dawla al-Ta‘ifiyya, s. 193–208.
[39]
Amil, Munaqashat wa-Ahadith, s. 125.
[40]
Amil, al-Nazariyya fi al-Mumarasa al-Siyasiyya, s. 158. Devamında Amil, her
türden ilerici aygıtı burjuvaziden kopartıyor, burjuvazini laikliğin öncüsü olma
ihtimalini redde tabi tutuyor: “Eğer laiklik, Avrupa burjuva devletinin burjuva
devleti olma becerisinin bir alameti ise mezhepçilik de sömürgedeki burjuva
devletinin burjuva devleti olamamasının bir alametidir.” Amil, Madkhal ila
Naqd al-Fikr al-Ta‘ifi, s. 39.
[41]
Amil, al-Nazariyya fi al-Mumarasa al-Siyasiyya, s. 37–38.
[42]
Amil, Balibar’ın Cinq Etudes du Mat´erialisme Historique (“Tarihsel
Materyalizm Üzerine Beş Çalışma” -Paris: Maspero, 1974) isimli eserini
yapısalcılık eleştirisi alanına açılan en önemli kapı olarak gördüğünü
söylüyor. Bkz.: Amil, Fi Tamarhul al-Tarikh.
[43]
A.g.e., s. 56. Tarihselciliği savunurken Larui de benzer bir tespitte
bulunuyor: “Tarihselciliği bir felsefe olarak eleştirenler, ki ben burada Fransız
düşünür Althusser’i kastediyorum, esas olarak geliştirilecek anlayışın gerekçesiyle
ilgileniyorlar: bu insanlar kesin sonuçlar dillendiren, şimdinin ebedi, ortamın
homojen olduğunu varsayan bilimleri model alıyorlar. Kendisinin evrim sürecinin
zirvesi olduğuna inanan, elde ettiğini düşündüğü dengeyi korumaya çalışan bir
toplum, bu dengenin ilgili gerekçeyi sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanına
taşırken hiçbir güçlükle karşılaşmayacağını düşünüyor. Oysa kendi şimdisini reddeden,
homojenlikten yoksun, nüfuzu altında olan kültürlerden farklı olduğunu düşünen
bir toplum, tarihselciliği bazen Marksizm kılıfı altında, kendi eylemlerinin
seyri için gerekli teorik meşruiyet zemini olarak yeniden keşfediyorlar.”
Laroui, The Crisis of the Arab Intellectual, s. x.
[44]
Traboulsi, A History of Modern Lebanon, s. 229.
[45]
Yasin al-Hafiz, “Harb Ta_ifiyya am Taqadummiyya wa-‘Ilmaniyya?” (“Mezhepçi
Savaş mı İlerici ve Laik Bir Savaş mı?”), al-A‘mal al-Kamila li-Yasin
al-Hafiz içinde (Beyrut: Markaz Dirasat al-Wihda al-‘Arabiyya, 2005), s. 1117–38.
[46]
Mahdi Amil, Naqd al-Fikr al-Yawmi (Beyrut: Dar al-Farabi, 1989). Bu
makale derlemesi, 1987’de isimsiz olarak yayımlandı.
[47]
A.g.e., s. 16–28.
[48]
Amil, Fi al-Dawla al-Ta‘ifiyya.
[49]
Amil, al-Nazariyya fi al-Mumarasa al-Siyasiyya, s. 77–78.
[50]
A.g.e., s. 41–44.
[51]
Amil, Naqd al-Fikr al-Yawmi.
[52]
Sadiq Jalal al-Azm, “Orientalism and Orientalism in Reverse,” Khamsin 8
(1981): s. 5–26.
[53]
Amil, Naqd al-Fikr al-Yawmi, s. 155–70.
[54]
A.g.e., s. 156–86.
[55]
Mahdi Amil, Azmat al-Hadara al-‘Arabiyya am Azmat al-Burjwaziyya al-‘Arabiyya?
(Beyrut: Dar al- Farabi, 2002), s. 220.
[56]
A.g.e., s. 58.
[57]
Edward Said’e bazı Arap aydınlarının gösterdiği kimi tepkiler konusunda bkz.: al-Azm,
“Orientalism and Orientalism in Reverse”; Hazem Saghiyyah, Thaqafat
al-Khumayniyya (“Humeynici Kültürler”) (Beyrut: Dar al-Jadid, 1995); ve Emmanuel
Sivan, “Edward Said and His Arab Reviewers,” Interpretations of Islam: Past
and Present içinde (Princeton, N.J.: Darwin Press, 1985).
[58]
Mahdi Amil, Hal al-Qalb li-l-Sharq wa-l-‘Aql li-l-Gharb? Marks fi Istishraq
Idwar Sa‘id (Beyrut: Dar al-Farabi, 2006), s. 7–10.
[59]
A.g.e., s. 48.
[60]
A.g.e., s. 19. Amil’in Said okumasında düşünce hâkim unsur hâline geliyor
ve teoriyi önceleyen “insani kimlik” anlayışının karşısına çıkartılıyor: Said,
Marx konusunda şunları söylüyor: “Bizim hemen Şarkiyatçıların insanlığı ya
büyük kolektif ölçüler veya soyut genellikler düzleminde algıladığını görmemiz
gerekiyor. Şarkiyatçılar bireyleri tartışma meselesiyle ilgilenmiyorlar ki
zaten bu yönde bir beceriye de sahip değiller. […] Marx da bu konuda istisna
değil. Marx, bir teoriyi resmederken varoluşa ait insani kimliklere kıyasla kolektif
Doğu’dan daha kolay istifade ediyor. […] Yoksul Asya ile kendisini pek
tanımlamayan, ona dostça yaklaşamayan Marx, Doğu’ya dair bilginin kaynağı
olarak Goethe’ye başvurmazdan önce kimi etiketleri devreye sokuyor.” Said, Orientalism,
s. 166.
[61]
Amil, Hal al-Qalb li-l-Sharq wa-l-‘Aql li-l-Gharb?, s. 61–62.
[62]
A.g.e., s. 67–69.
[63]
A.g.e., s. 39.
[64]
A.g.e., s. 72.
[65]
Gershoni, “The Theory of Crisis and the Crisis in a Theory,” 146.
[66]
Mignolo, Local Histories/Global Designs, 174.
[67]
Scott, Conscripts of Modernity, 29.
[68]
A.g.e., s. 175.
0 Yorum:
Yorum Gönder