17 Mart 2015

, ,

Étienne Balibar’la Söyleşi


Marksist Felsefeyle İlgili Yoğun Bir Tartışma Dönemi
Jérome Skalski
13 Mart 2015
Elli yıl önce Louis Althusser’in Marx İçin’i ve onun yönetiminde, Kapital’i Okumak isimli eser yayınlandı. O dönemdeki tartışmanın bağlamı neydi?
Özetle ifade etmek gerekirse, ortada entelektüel, hatta akademik boyutta geliştirilmiş, politik ve ideolojik düzeyde dile getirilmekte olan bir soru mevcuttu. Ben, 1960’da École Normale Supérieure’e [Yüksek Öğrenim Okulu] girmiş bir neslin üyesiyim. Tarihsel açıdan söylemem lazım: bu durumun mevzu ile bir alakası yok. Ufak ufak Althusser’in etrafında oluşan grubumuzda öğrenciler ama aynı zamanda onun şakirtleri de vardı. Pierre Macherey gibi yaşları biraz büyük olanlar ve bir de kısa bir süre sonra gelen, Dominique Lecourt gibi ileride Maoist olacak olan kişilerin bulunduğu bir gruptu bu. Grup, beş-altı yıl içerisinde oluştu. 1960 yılı, Cezayir Savaşı’nın sona erdiği tarihin iki yıl öncesiydi aynı zamanda; o yıl Jean-Paul Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi yayınlanmıştı. Bizi esas olarak politize eden olay Cezayir Savaşı idi. Hepimiz UNEF [Fransa Ulusal Öğrenci Birliği] militanlarıydık. UNEF, savaş karşıtı eylemleri koordine etmek amacıyla FLN [Ulusal Kurtuluş Cephesi] ile bağlantılı kurulmuş bulunan Cezayirli birliklerle bir araya gelmek için oluşturulmuş ilk Fransız birliği idi. Bu, politikleştiğimiz ve harekete geçtiğimiz ana bağlamlardan biriydi. Ama içeride bir yandan da sert çatışmalar yaşanıyordu. Politikleşme sürecimizin temeli, esas olarak sömürgecilik, sonuç itibarıyla, emperyalizm karşıtlığı idi. Hâlihazırda ortalıkta belirli bir toplumsal boyut mevcuttu ama bu boyut, bir tür eklenti olarak sonradan dâhil olan bir boyuttu.
Diğer yandan içinde yaşadığımız bu dönemde Marksist felsefeyle ilgili yoğun bir tartışma yaşanıyordu. Burada kimi Komünist Partili felsefeciler inkâr edilemez bir rol oynuyorlardı. Ama burada aynı ölçüde önemli bir diğer kesim de, Henri Lefebvre gibi artık KP üyesi olmayan veya hiç partili olmamış Marksist eğilimlere mensup kişilerin oluşturduğu gruptu. Bir de kendisini “refik” olarak tanımlayan Jean-Paul Sartre vardı. Sartre, Marksizmi yeniden kurmayı denediği o muazzam eserini yeni yayınlamıştı. Giriş bölümünde yer alan o ünlü ifadesini sıklıkla hatalı bir biçimde yineleyip duruyorduk: “Marksizm, çağımızın aşılması mümkün olmayan felsefî ufkudur.” Burada tabiî, Fransa’daki tüm felsefe çalışmasının Marx etrafında dönüp durduğunu söylemiyorum. Bu, bütünüyle yanlış bir tespit olurdu. Ama bu noktada şunu söylemek mümkün: o dönemde Marksizmle ilgili tartışma, gerçekten de herkesçe görünür olan, oldukça yoğun ve tutkulu bir biçimde süren, ilginç bir tartışmaydı. Ayrıca o dönemde Komünist Parti, La Pensée [Düşünce] ya da La Nouvelle Critique [Yeni Eleştiri] gibi eleştiri dergilerini çıkartacak olan Marksist bir araştırma ve inceleme merkezi örgütlemeye karar vermişti. Partinin örgütlemeyi düşündüğü diğer bir çalışma da “Semaines de la pensée marxiste” [Marksist Düşünce Haftaları] idi.
İlgili döneme dair bir fikir vermek için 1961 yılından bahsetmek gerek. Sartre’ın kitabının yayınlanmasından bir yıl sonra “Semaine de la pensée marxiste” bir etkinlik düzenledi. Örgütlenen tartışma toplantısının bir tarafında Sartre, École Normale Supérieure’in direktörü ve ünlü bir Hegel uzmanı olan Jean Hyppolite, diğer tarafta da felsefe konusunda FKP’nin resmî çizgisini temsil eden Roger Garaudy ve Merkez Komite üyesi, Direniş savaşçısı, doktor ve felsefeci Jean-Pierre Vigier vardı. İzdihamın yaşandığı bu tartışma bir oditoryumda gerçekleşti. Etkinlik muazzamdı. Althusser felsefe profesörüydü ve bizi sınava hazırlamakla görevliydi. Dersleri Marksizmle ilgili değildi ama başka her tür konu işleniyordu. Althusser, 1961’e dek La Pensée’de hiç yazmadı, 1961’teki ilk yazıyı başkaları izledi ve kısa bir süre içerisinde parti içinde ve dışında canlı bir tartışmayı tetikledi. Yazılar ilgimizi çekti. Onu görmeye gittik ve ileride küçük bir ekip hâlini alacak olan bir çalışma grubu kurmayı teklif ettik kendisine. İtiraf etmek gerek, grubun ömrü pek uzun olmadı. Sürece fazla dayanamadı, 1968’den önce iç gerilimler baş gösterdi. Ama sonrasında birkaç yıl boyunca birlikte sistematik bir tarzda hem Marksizm hem de güncel Fransız felsefesi üzerine çalışma yürüttük. Bu felsefe bahsinde yapısalcılığın doğuşu bizim gözümüzde büyük bir olaydı. Tüm yıl sürecek kamuya açık bir seminer örgütledik. Çalışma kısa bir süre sonra yayınlandı. O günlerde Althusser, Fransa’da Marksist ya da Marksizan solun içindeki entelijansiyanın belirli bir kısmında önemli bir nüfuza ulaşmıştı.
Louis Althusser’in fikriyatındaki ana yönelimler nelerdi?
Bu konuları özetleyebilir miyim, bilmiyorum. İlk konu, her ne kadar Althusser, sonrasında kendisinin politikayı bir anlamda unuttuğunu söylediği bir tür özeleştiri geliştirmişse de, kanaatimce onun projesi, ilk makalesinden itibaren kaleme aldığı tüm çalışma, biri politik diğeri felsefî iki boyuta sahipti. Birçok genç Marksisti hatta genç felsefecileri cezp etmesinin bir nedeni, onun hiçbir zaman bu iki boyuttan birini diğerine feda etmek istemeyişiydi. Bir yandan Althusser, Marksizmi büyük bir felsefe hâline getirmek istiyordu, bir yandan da kendisi alabildiğine politik bir felsefe anlayışına sahipti. Marksizm, işte bu anlayış dairesinde teşkil ediliyordu, üstelik 11. Tez’e atfen, yani sadece dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu dönüştürmek suretiyle. Bugün bu söylediklerim kimilerine uzak gelebilir ama onun yaptığı müdahale, Marksizmin bu iki yönü etrafında örgütlenmiş bir müdahaleydi. Burada Marksizm, her ne kadar kimi dogmatik yönler içerse de bence Althusser üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan Stalin’in o ünlü bildirisindeki tarif üzerinden anlaşılıyordu. Bir yanda Marksizmin felsefî boyutu anlamında diyalektik materyalizm, diğer yanda da tarihsel materyalizm, yani tarih teorisi, politika ve toplumsal dönüşüm teorisi duruyordu.
Spinoza’nın kendisi de radikal demokrasi düşünürü değil miydi? Felsefî açıdan Althusserci Marksizm de Spinoza’ya geri dönüş olarak görülebilir mi?
Althusser, Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme isimli çalışmasına hayrandı ama o, asıl olarak bu konuyla ilgilenmiyordu. Evet, kesinlikle haklısınız; Spinoza’nın fikriyatı, radikal demokratik bir fikriyattır. Bu, bugün ön plana çıkmış bir boyuttur ve bir kısmı Marksist geçmişten gelen bir dizi felsefeci tarafından benimsenen bir yaklaşımdır. Ama Althusser’in esasta ilgilendiği yön ya da boyut bu değildir. İlgisizliğinin nedeni, ona düşman olması değil, onun radikal demokrasinin bir geçiş aşaması, proletarya diktatörlüğüne uzanan bir ara aşama olduğunu düşünüyor olmasıdır. Bu açıdan Althusser epey ortodoks bir Marksistti. Onun Spinoza’da vurguladığı boyut, ideoloji teorisiyle ilgiliydi. Spinoza ile birlikte ideolojinin ilk büyük materyalist eleştirisi yapılabilmişti. Althusser ise paradoksal bir tezi savunmaktaydı. Anladığım kadarıyla, Spinoza kaynaklı ideoloji eleştirisi birçok Marksisti şoke etmiş, bizim içimizdeki kimi insanlara ise cazip gelmişti. Buradaki fikre göre, ideoloji kavramı, Marx’ın teorik devriminin temel bir yönüydü. Burada sadece burjuva ideolojisi değil, genel manada ideolojinin kendisi eleştiriye tabi tutuluyordu. Althusser’e göre, o dönemde Komünizm içre tartışmalardaki husus, kendisinin hümanizm ve ekonomizm dediği ideolojik kompleksin hâkimiyetiydi. Althusser’e göre, Marksist gelenek ideoloji meselesinde zayıftı, üstelik kavramı icat edecek dehaya sahip olsa da Marx’ın kendisi ideolojiyi oldukça kötü analiz etmişti. Spinoza’da Althusser, ne Feuerbachçı ne de Hegelci olan, materyalist bir ideoloji teorisi için gerekli unsurları buldu. Kendisi, bu noktada ne tarih felsefesine ne de yabancılaşma veya insan özü kavramına bağlandı. Tüm bunlar, Althusser’in bilimciliği denilen şeyle birlikte ele alındı. Bu yaklaşım ise yapısalcılığa yakınlık duymaya yol açan, epistemolojik kopuş fikrinde ifadesini buldu. Sonrasında Althusser, bu konumlarını Özeleştiri Öğeleri isimli çalışmasında derhal eleştiriye tabi tuttu.
Althusser’in felsefî müdahalesinden ve o dönemin tartışmalarından bugüne ne kaldı?
Bugünün taleplerini karşılayacak yeterlilikte bir kapitalizm eleştirisine ihtiyacımız olduğu aşikâr. Bugünün talepleri, küreselleşme ve ondan ayrı ele alınmaması gereken ekonomik ve ekolojik sorun ile ilgilidir. Yeni yönetişim biçimleri zuhur etmektedir. Bu biçimler, alt-devletçi, üst-devletçi veya post-devletçi niteliktedir. Burada genel manada işletme veya biçimlendirme süreci yeniden ele alınmaktadır. Bize lazım gelen, yeni bir politik ekonomi ve politika eleştirisidir. Marx’ın bu görev için artık yersiz olduğu iddia edilemez. Onu terk etmek mümkün değildir. Marx, söz konusu görevin dönüştürülmesi suretiyle yeniden zuhur edecektir. Son kaleme aldığı metinlerinden birinde Althusser, Marksizmi “bitmemiş bir teori” olarak betimlemiştir. Şurası açık ki bu ifade esasında hayranlık uyandırıcı bir kelime oyunundan ibarettir. Bugünse herkes, Marksizmin bittiğinden dem vurmaktadır. Althusser ise Marksizmin bitmediğini söylemiş ama öte yandan da Marksizmin kendi iç tarihsel sınırlarını tanımlamasının veya aşmasının gerekliliğinin altını çizmiştir. Belirli bir açıdan onun başta olduğundan daha tarihsici olduğunu söyleyebilirsiniz. Bugün hâlihazırda Marksizmin de, belki de kaçınılmaz olarak, Marksizmin tümden radikal dönüşümünü işaret edecek bir yerden yorumlandığı yeni bir aşamaya girdik. Şüphesiz ki Marksizm, bugün henüz tam manasıyla tanımlayamadığımız bu dönüşümden neşet edecektir. Bu açıdan altmışların ortasında olup bitenler hayli ilginçtir. İlginçliği, o gün yapılan ve bugün henüz tam manasıyla keşfedilmemiş teorik önerilerle ilgilidir. Belirli yönlerden Althusser’in özeleştirisinin kimi olumsuz etkileri olmuştur. Bunun asli nedeni, Althusser’in tek başına Marksizmin yeniden kuruluşuyla ilgili bu tartışmanın tek başkahramanı olmamasıdır. Belirli açılardan o, söz konusu yıllar boyunca farklı ülkelerden Marksistler arasında kapsayıcı bir müşterek proje geliştirmiştir. Althusser, benim hayat hikâyemde imtiyazlı bir yere sahiptir ama bu imtiyaz kesinlikle mutlak değildir. Sunduğu perspektif genişletilmezse veya uzatılmazsa, yaptığı katkının ölçülmesi ve tartışılması da mümkün olamaz. Altmışlarda Alman eleştirel Marksizm çerçevesinde Kapital yeniden okunmuştu (Neue Marx-Lektüre); bu okuma Frankfurt Okulu’na çok şey borçluydu ve özel olarak meta-biçimin genelleştirilmesiyle bağlantılı olduğu düşünülen toplumsal yabancılaşma olgusuna odaklanmıştı. Bu, Althusser’in pek bilmediği ya da bilmek istemediği bir husustu. İtalya’daki işçicilik akımı (operaismo) içerisinde de farklı akımlar mevcuttu. Bunların en önemli isimlerinden biri, tam da Althusser ve grubuyla aynı zamanda Kapital’in yeniden okunması üzerine kurulu bir çalışmayı kaleme almış olan Mario Tronti idi. Tronti’nin eseri de Althusser’in kitabıyla kimi yönlerden örtüşüyor, kimi yönlerdense ayrışıyordu. Ayrıca ilgili perspektifin Latin Amerikalı eleştirel Marksist akımlarla ve Eric Hobsbawm, Maurice Dobb, Christopher Hill veya Perry Anderson gibi Anglosakson dünyada Marksist tarih geleneğini örnekleyen isimlerle genişletilmesi de mümkün. Eğer 1965 yılına geri dönersek, karşımıza her yanı çiçek açmış, tümüyle kendisiyle çelişik bir Marx çıkar. Bir yandan elimizde devlet komünizminin ölü ağırlığı diğer yandan da devrimci umutlar vardır: tüm bunların orta yerinde Marksist felsefe ile güncel felsefe arasındaki bağları veya bağlantıları yenileme kapasitesi durmaktadır. İşe gene aynı şekilde başlanabilir ama bu dönemin bugün için olumlu bir görüş sunduğu kesindir.
Fransızcadan İngilizceye Çevirenler: Patrick King ve Salar Mühendisi

0 Yorum: