Jérome
Skalski
13 Mart 2015
Elli yıl önce Louis Althusser’in Marx
İçin’i ve onun yönetiminde, Kapital’i
Okumak isimli eser yayınlandı. O dönemdeki tartışmanın bağlamı neydi?
Özetle ifade etmek gerekirse,
ortada entelektüel, hatta akademik boyutta geliştirilmiş, politik ve ideolojik
düzeyde dile getirilmekte olan bir soru mevcuttu. Ben, 1960’da École Normale Supérieure’e [Yüksek
Öğrenim Okulu] girmiş bir neslin üyesiyim. Tarihsel açıdan söylemem lazım: bu
durumun mevzu ile bir alakası yok. Ufak ufak Althusser’in etrafında oluşan
grubumuzda öğrenciler ama aynı zamanda onun şakirtleri de vardı. Pierre
Macherey gibi yaşları biraz büyük olanlar ve bir de kısa bir süre sonra gelen,
Dominique Lecourt gibi ileride Maoist olacak olan kişilerin bulunduğu bir
gruptu bu. Grup, beş-altı yıl içerisinde oluştu. 1960 yılı, Cezayir Savaşı’nın
sona erdiği tarihin iki yıl öncesiydi aynı zamanda; o yıl Jean-Paul Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi yayınlanmıştı.
Bizi esas olarak politize eden olay Cezayir Savaşı idi. Hepimiz UNEF [Fransa
Ulusal Öğrenci Birliği] militanlarıydık. UNEF, savaş karşıtı eylemleri koordine
etmek amacıyla FLN [Ulusal Kurtuluş Cephesi] ile bağlantılı kurulmuş bulunan
Cezayirli birliklerle bir araya gelmek için oluşturulmuş ilk Fransız birliği
idi. Bu, politikleştiğimiz ve harekete geçtiğimiz ana bağlamlardan biriydi. Ama
içeride bir yandan da sert çatışmalar yaşanıyordu. Politikleşme sürecimizin
temeli, esas olarak sömürgecilik, sonuç itibarıyla, emperyalizm karşıtlığı idi.
Hâlihazırda ortalıkta belirli bir toplumsal boyut mevcuttu ama bu boyut, bir
tür eklenti olarak sonradan dâhil olan bir boyuttu.
Diğer yandan içinde yaşadığımız bu dönemde
Marksist felsefeyle ilgili yoğun bir tartışma yaşanıyordu. Burada kimi Komünist
Partili felsefeciler inkâr edilemez bir rol oynuyorlardı. Ama burada aynı
ölçüde önemli bir diğer kesim de, Henri Lefebvre gibi artık KP üyesi olmayan
veya hiç partili olmamış Marksist eğilimlere mensup kişilerin oluşturduğu
gruptu. Bir de kendisini “refik” olarak tanımlayan Jean-Paul Sartre vardı.
Sartre, Marksizmi yeniden kurmayı denediği o muazzam eserini yeni yayınlamıştı.
Giriş bölümünde yer alan o ünlü ifadesini sıklıkla hatalı bir biçimde yineleyip
duruyorduk: “Marksizm, çağımızın aşılması mümkün olmayan felsefî ufkudur.”
Burada tabiî, Fransa’daki tüm felsefe çalışmasının Marx etrafında dönüp
durduğunu söylemiyorum. Bu, bütünüyle yanlış bir tespit olurdu. Ama bu noktada
şunu söylemek mümkün: o dönemde Marksizmle ilgili tartışma, gerçekten de
herkesçe görünür olan, oldukça yoğun ve tutkulu bir biçimde süren, ilginç bir
tartışmaydı. Ayrıca o dönemde Komünist Parti, La Pensée [Düşünce] ya da La
Nouvelle Critique [Yeni Eleştiri] gibi eleştiri dergilerini çıkartacak olan
Marksist bir araştırma ve inceleme merkezi örgütlemeye karar vermişti. Partinin
örgütlemeyi düşündüğü diğer bir çalışma da “Semaines
de la pensée marxiste” [Marksist Düşünce Haftaları] idi.
İlgili döneme dair bir fikir vermek için 1961
yılından bahsetmek gerek. Sartre’ın kitabının yayınlanmasından bir yıl sonra “Semaine de la pensée marxiste” bir
etkinlik düzenledi. Örgütlenen tartışma toplantısının bir tarafında Sartre, École Normale Supérieure’in direktörü ve
ünlü bir Hegel uzmanı olan Jean Hyppolite, diğer tarafta da felsefe konusunda
FKP’nin resmî çizgisini temsil eden Roger Garaudy ve Merkez Komite üyesi,
Direniş savaşçısı, doktor ve felsefeci Jean-Pierre Vigier vardı. İzdihamın
yaşandığı bu tartışma bir oditoryumda gerçekleşti. Etkinlik muazzamdı.
Althusser felsefe profesörüydü ve bizi sınava hazırlamakla görevliydi. Dersleri
Marksizmle ilgili değildi ama başka her tür konu işleniyordu. Althusser, 1961’e
dek La Pensée’de hiç yazmadı,
1961’teki ilk yazıyı başkaları izledi ve kısa bir süre içerisinde parti içinde
ve dışında canlı bir tartışmayı tetikledi. Yazılar ilgimizi çekti. Onu görmeye
gittik ve ileride küçük bir ekip hâlini alacak olan bir çalışma grubu kurmayı teklif
ettik kendisine. İtiraf etmek gerek, grubun ömrü pek uzun olmadı. Sürece fazla
dayanamadı, 1968’den önce iç gerilimler baş gösterdi. Ama sonrasında birkaç yıl
boyunca birlikte sistematik bir tarzda hem Marksizm hem de güncel Fransız
felsefesi üzerine çalışma yürüttük. Bu felsefe bahsinde yapısalcılığın doğuşu
bizim gözümüzde büyük bir olaydı. Tüm yıl sürecek kamuya açık bir seminer
örgütledik. Çalışma kısa bir süre sonra yayınlandı. O günlerde Althusser,
Fransa’da Marksist ya da Marksizan solun içindeki entelijansiyanın belirli bir
kısmında önemli bir nüfuza ulaşmıştı.
Louis
Althusser’in fikriyatındaki ana yönelimler nelerdi?
Bu konuları özetleyebilir miyim, bilmiyorum. İlk
konu, her ne kadar Althusser, sonrasında kendisinin politikayı bir anlamda
unuttuğunu söylediği bir tür özeleştiri geliştirmişse de, kanaatimce onun
projesi, ilk makalesinden itibaren kaleme aldığı tüm çalışma, biri politik
diğeri felsefî iki boyuta sahipti. Birçok genç Marksisti hatta genç
felsefecileri cezp etmesinin bir nedeni, onun hiçbir zaman bu iki boyuttan
birini diğerine feda etmek istemeyişiydi. Bir yandan Althusser, Marksizmi büyük
bir felsefe hâline getirmek istiyordu, bir yandan da kendisi alabildiğine
politik bir felsefe anlayışına sahipti. Marksizm, işte bu anlayış dairesinde
teşkil ediliyordu, üstelik 11. Tez’e atfen, yani sadece dünyayı yorumlamakla
yetinmeyip onu dönüştürmek suretiyle. Bugün bu söylediklerim kimilerine uzak
gelebilir ama onun yaptığı müdahale, Marksizmin bu iki yönü etrafında
örgütlenmiş bir müdahaleydi. Burada Marksizm, her ne kadar kimi dogmatik yönler
içerse de bence Althusser üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan Stalin’in o ünlü
bildirisindeki tarif üzerinden anlaşılıyordu. Bir yanda Marksizmin felsefî
boyutu anlamında diyalektik materyalizm, diğer yanda da tarihsel materyalizm,
yani tarih teorisi, politika ve toplumsal dönüşüm teorisi duruyordu.
Spinoza’nın
kendisi de radikal demokrasi düşünürü değil miydi? Felsefî açıdan Althusserci
Marksizm de Spinoza’ya geri dönüş olarak görülebilir mi?
Althusser, Spinoza’nın Teolojik-Politik
İnceleme isimli çalışmasına hayrandı ama o, asıl olarak bu konuyla
ilgilenmiyordu. Evet, kesinlikle haklısınız; Spinoza’nın fikriyatı, radikal
demokratik bir fikriyattır. Bu, bugün ön plana çıkmış bir boyuttur ve bir kısmı
Marksist geçmişten gelen bir dizi felsefeci tarafından benimsenen bir
yaklaşımdır. Ama Althusser’in esasta ilgilendiği yön ya da boyut bu değildir.
İlgisizliğinin nedeni, ona düşman olması değil, onun radikal demokrasinin bir
geçiş aşaması, proletarya diktatörlüğüne uzanan bir ara aşama olduğunu
düşünüyor olmasıdır. Bu açıdan Althusser epey ortodoks bir Marksistti. Onun
Spinoza’da vurguladığı boyut, ideoloji teorisiyle ilgiliydi. Spinoza ile
birlikte ideolojinin ilk büyük materyalist eleştirisi yapılabilmişti. Althusser
ise paradoksal bir tezi savunmaktaydı. Anladığım kadarıyla, Spinoza kaynaklı
ideoloji eleştirisi birçok Marksisti şoke etmiş, bizim içimizdeki kimi
insanlara ise cazip gelmişti. Buradaki fikre göre, ideoloji kavramı, Marx’ın teorik
devriminin temel bir yönüydü. Burada sadece burjuva ideolojisi değil, genel
manada ideolojinin kendisi eleştiriye tabi tutuluyordu. Althusser’e göre, o
dönemde Komünizm içre tartışmalardaki husus, kendisinin hümanizm ve ekonomizm
dediği ideolojik kompleksin hâkimiyetiydi. Althusser’e göre, Marksist gelenek
ideoloji meselesinde zayıftı, üstelik kavramı icat edecek dehaya sahip olsa da
Marx’ın kendisi ideolojiyi oldukça kötü analiz etmişti. Spinoza’da Althusser,
ne Feuerbachçı ne de Hegelci olan, materyalist bir ideoloji teorisi için
gerekli unsurları buldu. Kendisi, bu noktada ne tarih felsefesine ne de
yabancılaşma veya insan özü kavramına bağlandı. Tüm bunlar, Althusser’in
bilimciliği denilen şeyle birlikte ele alındı. Bu yaklaşım ise yapısalcılığa
yakınlık duymaya yol açan, epistemolojik kopuş fikrinde ifadesini buldu. Sonrasında
Althusser, bu konumlarını Özeleştiri
Öğeleri isimli çalışmasında derhal eleştiriye tabi tuttu.
Althusser’in
felsefî müdahalesinden ve o dönemin tartışmalarından bugüne ne kaldı?
Bugünün taleplerini
karşılayacak yeterlilikte bir kapitalizm eleştirisine ihtiyacımız olduğu
aşikâr. Bugünün talepleri, küreselleşme ve ondan ayrı ele alınmaması gereken
ekonomik ve ekolojik sorun ile ilgilidir. Yeni yönetişim biçimleri zuhur
etmektedir. Bu biçimler, alt-devletçi, üst-devletçi veya post-devletçi
niteliktedir. Burada genel manada işletme veya biçimlendirme süreci yeniden ele
alınmaktadır. Bize lazım gelen, yeni bir politik ekonomi ve politika
eleştirisidir. Marx’ın bu görev için artık yersiz olduğu iddia edilemez. Onu
terk etmek mümkün değildir. Marx, söz konusu görevin dönüştürülmesi suretiyle
yeniden zuhur edecektir. Son kaleme aldığı metinlerinden birinde Althusser,
Marksizmi “bitmemiş bir teori” olarak betimlemiştir. Şurası açık ki bu ifade
esasında hayranlık uyandırıcı bir kelime oyunundan ibarettir. Bugünse herkes,
Marksizmin bittiğinden dem vurmaktadır. Althusser ise Marksizmin bitmediğini
söylemiş ama öte yandan da Marksizmin kendi iç tarihsel sınırlarını
tanımlamasının veya aşmasının gerekliliğinin altını çizmiştir. Belirli bir
açıdan onun başta olduğundan daha tarihsici olduğunu söyleyebilirsiniz. Bugün
hâlihazırda Marksizmin de, belki de kaçınılmaz olarak, Marksizmin tümden
radikal dönüşümünü işaret edecek bir yerden yorumlandığı yeni bir aşamaya
girdik. Şüphesiz ki Marksizm, bugün henüz tam manasıyla tanımlayamadığımız bu
dönüşümden neşet edecektir. Bu açıdan altmışların ortasında olup bitenler hayli
ilginçtir. İlginçliği, o gün yapılan ve bugün henüz tam manasıyla keşfedilmemiş
teorik önerilerle ilgilidir. Belirli yönlerden Althusser’in özeleştirisinin
kimi olumsuz etkileri olmuştur. Bunun asli nedeni, Althusser’in tek başına
Marksizmin yeniden kuruluşuyla ilgili bu tartışmanın tek başkahramanı olmamasıdır.
Belirli açılardan o, söz konusu yıllar boyunca farklı ülkelerden Marksistler
arasında kapsayıcı bir müşterek proje geliştirmiştir. Althusser, benim hayat
hikâyemde imtiyazlı bir yere sahiptir ama bu imtiyaz kesinlikle mutlak
değildir. Sunduğu perspektif genişletilmezse veya uzatılmazsa, yaptığı katkının
ölçülmesi ve tartışılması da mümkün olamaz. Altmışlarda Alman eleştirel
Marksizm çerçevesinde Kapital yeniden
okunmuştu (Neue Marx-Lektüre); bu okuma Frankfurt Okulu’na çok şey borçluydu ve
özel olarak meta-biçimin genelleştirilmesiyle bağlantılı olduğu düşünülen
toplumsal yabancılaşma olgusuna odaklanmıştı. Bu, Althusser’in pek bilmediği ya
da bilmek istemediği bir husustu. İtalya’daki işçicilik akımı (operaismo) içerisinde de farklı akımlar
mevcuttu. Bunların en önemli isimlerinden biri, tam da Althusser ve grubuyla
aynı zamanda Kapital’in yeniden
okunması üzerine kurulu bir çalışmayı kaleme almış olan Mario Tronti idi.
Tronti’nin eseri de Althusser’in kitabıyla kimi yönlerden örtüşüyor, kimi
yönlerdense ayrışıyordu. Ayrıca ilgili perspektifin Latin Amerikalı eleştirel
Marksist akımlarla ve Eric Hobsbawm, Maurice Dobb, Christopher Hill veya Perry
Anderson gibi Anglosakson dünyada Marksist tarih geleneğini örnekleyen
isimlerle genişletilmesi de mümkün. Eğer 1965 yılına geri dönersek, karşımıza
her yanı çiçek açmış, tümüyle kendisiyle çelişik bir Marx çıkar. Bir yandan
elimizde devlet komünizminin ölü ağırlığı diğer yandan da devrimci umutlar
vardır: tüm bunların orta yerinde Marksist felsefe ile güncel felsefe
arasındaki bağları veya bağlantıları yenileme kapasitesi durmaktadır. İşe gene
aynı şekilde başlanabilir ama bu dönemin bugün için olumlu bir görüş sunduğu
kesindir.
Fransızcadan İngilizceye
Çevirenler: Patrick King ve Salar Mühendisi
0 Yorum:
Yorum Gönder