Küresel kapitalizmin sureti, bugün tüm dünyaya
egemen olmuş durumda. Dünya, hâkim uluslararası oligarşiye tabi ve o, tek kabul
edilen evrensel gerçek olarak para soyutlamasının kölesi. Bizler bugün,
komünist Fikrin ikinci tarihsel aşamasının sonu (sürdürülemez, terörist “devlet
komünizmi”nin inşası) ile üçüncü aşaması (“bir bütün olarak insanlığın
kurtuluşu” siyasetini gerçeğe uygun biçimde realize eden komünizm) arasında
uzanan acılı bir süreç dâhilinde yaşıyoruz. Sıradan bir entelektüel konformizm,
kendisini bu bağlam dâhilinde tesis etti; burada her türden gelecek kaybı,
ağlamaklı ve şikâyetçi bir boyun eğme biçimi ile el ele ilerledi. Aslında
hâlihazırda varolanı, tekrar tekrar dile dökmekten başka bir şey yapılmıyor.
Bugün bu yaklaşımın bir muadilinin ortaya çıkışına
tanık oluyoruz. Bu, mantıksal ve dehşet verici, aynı zamanda umutsuz ve ölümcül
bir tepki, yozlaşmış kapitalizmle ölüm saçan bir çeteciliğin karışımı. Ölüm
dürtüsüne kendi öznel biçimini veren bu yaklaşım, en değişken kimliklere doğru,
manyak bir biçimde geri çekiliyor. Bu kimlikçi geri çekilme, o tüm kibriyle
gene kimlikçi olan karşı-kimlikleri tetikliyor.
Bu hikâyedeki fesadın asli sahibi ise Batı. O, eli
kanlı terörizmin referans noktası olan İslamcılıkla çatışan medeni ve hâkim
kapitalizmin anavatanı. Bir yandan elimizdeki temelin karşısına eli silâhlı
cani çeteler veya bireyler çıkıyor. Bunların elinde kendi yedek stokları var.
Bu kesimler, herkesi bir tanrısal varlığın n’aşını onurlandırmaya zorlamak için
oradan oraya savruluyorlar; diğer yandan da zalimane bir dizi uluslararası
askerî seferler tertipleniyor, üstelik bunlar, insan hakları ve demokrasi adına
yapılıyor ve tüm devletleri yok ediyor (Yugoslavya, Irak, Libya, Afganistan,
Sudan, Kongo, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti…). Söz konusu savaşlar, binlerce
insanın katli ile sonuçlanıyor ve büyük iş dünyasının zenginleştiği yaşam
alanlarıyla petrol sahaları, madenler ve gıda kaynaklarını güvence altına almak
için, eşkıyalarla o kıymetli barışı müzakere etmekten öte bir şey elde edilmiyor.
Her şey, gerçek evrenselcilik, kendi yeni
iktidarını dünya ölçeğinde tesis edene dek, bu şekilde ilerleyecek. Gerçek
evrenselcilikse, insanlığın kendi kaderini eline almasını, komünist fikrin
tarihsel-politik manada cisimlenmesini ifade ediyor. Aynı zamanda bu,
devletlerin mülk sahiplerinin ve onların hizmetkârlarının oluşturduğu
oligarşiye köle oluşuna, para soyutlamasına ve nihayetinde de insanların
zihinlerini harap edip onları ölüme sürükleyen kimliklere ve karşı-kimliklere
bir son verecek.
Dünyanın durumu, bir ertelemeden ibaret. Her
kimliğin genel mânâda eşitlikçi ve barışçıl bir yol dâhilinde insanlığın
kaderiyle bütünleştiği vaktin gelişi ertelenip duruyor (bu yüzden farklı,
biçimsel açıdan çelişkili kimlikler hep varolacak.). Bu vaktin gelişi erteleniyor
ama yeterince insan, onu istediği zaman o vakit illaki gelecek.
2. Fransa’daki Ayrıntılar:
Charlie Hebdo ve “Cumhuriyet”
Yetmişlerin asi bir çocuğu olan Charlie Hebdo, birçok aydın, siyasetçi,
“yeni felsefeci”, bunak ekonomistler ve muhtelif soytarılar gibi, demokrasinin,
cumhuriyetin, laikliğin, ifade özgürlüğünün, serbest teşebbüsün, cinsel
özgürlüğün, özgür devletin… kısacası, müesses olan politik ve ahlâkî nizamın
hem ironik hem de ateşli bir savunucusu hâline geldi. Geçmişte olduğu gibi
bugün de, ruhlar, değişen koşullar karşısında yaşlanıp o koşulların artık pek
ilgi görmediği durumda, söz konusu döneklik tipinin yaygınlaştığına tanık
oluyoruz.
Burada görece daha ilginç olan husus ise şu: artık
mevcut hastalıklı yapı, yeni bir iç düşman belirlemiş durumda: Müslümanlar. Bu
yöndeki çabalar Fransa’da seksenlerde başladı ve muhtelif ceza hukuku
pratikleri, “ifade özgürlüğü”nün desteklenmesi, öte yandan da insanların
kıyafetlerine dönük titiz bir kontrol üzerinden sürdürüldü; tarihsel anlatıyla
ilgili olarak yeni yasaklamalar getirildi; TV’de yeni birçok polis dizisi
yayınlanmaya başlandı. Bu süreç, bir de Ulusal Cephe’nin karşı konulamaz
yükselişine engel olmaya dönük bir tür “solcu” çaba üzerinden ilerledi. Ulusal
Cephe, Cezayir Savaşı’ndan beri dobra ve açık bir sömürgeci ırkçılığın
merkeziydi. Hangi türden sebepleri ele alırsak alalım, gerçek şu ki Müslümanlar
Muhammed’den bugüne dek Charlie Hebdo’nun
“kötü arzu nesnesi” olagelmişlerdi. Müslümanları alaya almak ve onların kişisel
özellikleriyle dalga geçmek, ticarî piyasadaki alanı giderek daralmakta olan bu
“komik” dergiyi yüzyıl önce fakir köylülerle dalga geçen Bécassine’e
benzeştiriyor (o dönemde fakirler Hıristiyan’dı). Orada da Britanny’den gelen
köylüler, Paris burjuvazisinin kıçlarını silen kişiler olarak takdim
ediliyorlardı.
Yani kök itibarıyla tüm bu çabalarda pek yeni bir
şey yok. Bu kimlikler savaşında Fransa, kendi icadı olan “seküler demokratik
cumhuriyet” veya “cumhuriyetçi barış” denilen bir totem üzerinden, kendisini
sivriltmeye çalışıyor: Bu totem, Fransa’daki müesses parlamenter nizamı
yüceltiyor. 1871’de Paris sokaklarında yirmi bin işçiyi kıyımdan geçiren
Adolphe Thiers, Jules Ferry, Jules Fauvre ve “cumhuriyetçi” solun diğer
yıldızlarının parçası olduğu kurucu pratikten beri bu yüceltme devam ediyor.
Aralarında Charlie
Hebdo’nun da olduğu birçok solcunun koştuğu bu “cumhuriyetçi barış”a göre
asıl şüpheli durum, belanın varoşlarda, periferideki fabrikalarda ve karanlık
kenar mahallelerde demleniyor oluşudur. Bu alanlara büyük polis müfrezeleri
gönderiliyor. Hapishaneler, çeşitli bahanelerle şüpheli, eğitimsiz bir yığın
gençle dolduruluyor. Bu mahallelerdeki gençlik “çeteler”ine muhbirler ve
ispiyoncular sızıyor. Dahası cumhuriyet, aynı zamanda bir dizi katliam
gerçekleştirmiş bir yapı. O, sömürgeci imparatorluğunda nizamı muhafaza etmek
için yeni kölelik biçimlerini uygulamaya sokuyor. Afrikalıların veya
Asyalıların yaşadıkları köylerdeki karakollarda şüphelilere işkence ediliyor.
Şüphesiz ki bu cumhuriyetçi barışın önemli savaşçılarından biri de Jules Ferry.
Ferry, bu kan emici imparatorluğun yürüttüğü programı savunuyor ve Fransa’nın
“medenileştirme görevi”ni yüceltip duruyor.
Ancak varoşlardaki çok sayıda gencin sadece
eğitimsiz birer işe yaramaz olmadığı açık (tuhaf ki, şu şöhretli “cumhuriyetçi
okul sistemi” bu gerçeğe dönük hiçbir şey yapmıyor… Söz konusu durum,
çocukların sorumluluğundan ziyade, bu sistemin bir hatası.). Dahası, bu
gençlerin ebeveynleri birer proleter ve Afrikalı ya da hayatta kalmak için bu
gençler Afrika’dan bizzat kendileri gelmişler. Çoğunluğu Müslüman. Özetle söz
konusu gençler, hem sömürgeleştirilmiş hem de proleter. Onlara güvenmenin,
onlarla ilgili olarak ağır baskıcı tedbirlere başvurmanın iki önemli nedeni
var.
Bir düşünün; genç siyah bir adamsınız ya da
görünüşünüz Arap’a benziyor veya yasak olduğu ve isyan etmek istediğiniz için
başını örtmeye karar veren genç bir kadınsınız. O vakit bizim şu demokratik
polisimiz sizi sokakta muhtemelen durduracaktır (çoğunlukla da gözaltına alıp
karakola götürecektir.). Fransız olsanız bu, pek mümkün değildir. Fransız
olmak, eski sömürge ya da proleter olmayan bir kişinin özelliklerine sahip
olmak demektir. Bir de Fransız olmak, elbette Müslüman olmamak demektir. Bu anlamda
Charlie Hebdo polisin bu eski
alışkanlıklarını taklit etmekten başka bir şey yapmamaktadır.
Bazı insanlar, Charlie
Hebdo karikatürlerinin Müslümanlara saldırmadığını, aksine köktencilerin
terörist faaliyetlerine saldırdıklarını söylüyorlar. Bu, nesnel olarak yanlış
bir tespittir. Bu noktada derginin karikatürlerine ilişkin tipik bir örneği
verelim: karikatürde çıplak bir kalça var ve yanında “Et le cul de Mahomet, on a le droit?” (Muhammed’in kıçına ne
dersin? Onu kullanabilir miyiz?”) yazıyor. Ne yani, Peygamber’e iman etmiş ve
sürekli bu türden bir aptallığın sürekli hedefi kılınan bir insan mı terörist?
Hayır değil, burada politika namına hiçbir şey yok. Burada “ifade hürriyeti”nin
onurlu bir savunusu da söz konusu değil. Bu karikatür, İslam’ı hedef alan bir
zırva, provokatif bir edepsizlik, başka bir şey değil. Burada üçüncü sınıf
kültürel ırkçılıktan başka bir şey yok, zil zurna sarhoş bir Ulusal Cephe
destekçisini alaya almak için yapılmış bir “espri” bu. Bu espri anlayışı, hâli
vakti yerinde olanlara uygun bir anlayış ama aynı zamanda Afrika, Asya ve
Ortadoğu’daki geniş halk kitleleri aleyhine, ama aynı zamanda Fransa’daki
emekçi halkın geniş bir kesimine karşı hoşgörülü olan “Batılı” eliyle
gerçekleştirilmiş bir provokasyon: çöplerimizi döken, tabaklarımızı yıkayan,
havalı matkapları kullanan, lüks otel odalarını telaşla temizleyen ve sabah
saat dörtte büyük bankaların camlarını temizleyen insanlara karşı bir
provokasyondur bu.
Hâsılı, işini yalnız yapan, karmaşık bir hayat
yaşayan, gerçek bir kurtuluş siyasetinin ne olduğunu anlama kapasitesine,
varoluşa dair bir fikre, birçok dili bilme becerisine sahip olan, riskli
yolculuklara çıkan insanlar, üzerinde kafa yorulmayı hatta takdir edilmeyi hak
ediyorlar. Bu noktada her türden din meselesini kenara koymak gerekiyor.
On sekizinci yüzyılda tüm bu din karşıtı cinsel
espriler, esasında halkla dalga geçiyorlardı ve “kışla” mizahına katkı
sunuyorlardı. Bu noktada Voltaire’in Jan Dark ile ilgili müstehcen yorumlarına
bakılabilir: onun Orleanslı Hizmetçi Kız
şiiri Charlie Hebdo’nun topuna değer.
Hristiyan kahramanla ilgili bu muzır şiir, Voltaire’in üçüncü sınıf bir
versiyonu olan derginin eleştirel düşüncenin gerçekten parlak ışıklar
saçmadığının bir kanıtı. Şiir, Robespierre’in din karşıtı şiddeti devrimin
merkezine koyanları mahkûm etmesi gerektiğini söyleyen iddianın ne denli
akıllıca olduğunu, oysa Robespierre’in eline geniş bir halk muhalefeti ve iç
savaş kaldığını anlatıyor. Şiir bizi, Fransa’daki demokrasi anlayışının nasıl
ikiye bölündüğünü düşünmeye davet ediyor. Şiire göre halk, bilerek ya da
bilmeyerek, ya Rousseau’nun gerçekten demokratik ve sürekli ilerlemeye dayalı
yaklaşımının safında ya da şehvete düşkün, kurnaz ve zengin bir spekülatörün
safındadır. Bu spekülatör, zevk düşkünü ve şüphecidir, ayrıca o, Voltaire’in
omzunda oturmuş duran bir tür “şeytan” gibidir ve başka durumlarda bazen gerçek
mücadeleler yürütme becerisine sahiptir.
Ama bugün tüm bu espriler, sömürgeciyle aynı
zihniyeti paylaşırlar. Esasında “İslamî” örtünme karşıtı kanun, Bretonların
başörtüsüne yönelik Becassine karikatürlerinin alaycı üslubuna kıyasla, daha
fazla şiddet içermektedir. Bunlar, korkutucu bir kültürel ırkçılığın kör bir
husumetle, kaba bir cehaletle ve hâlinden memnun küçük burjuvazimizin kalbine
Afrikalıların veya varoşlarda yaşayan kitlenin, yani yeryüzünün lanetlilerinin
düşürdüğü korkuyla nasıl birleştiğinin işaretleridir.
3. Ne
Oldu, 1: Faşist Tipte Bir Suç
Polisin hızla hallettiği üç genç Fransız’ın başına
ne geldi?
Burada laf arasında şunu ifade etmek gerek:
gençlerin öldürülmesi durumu tartışmayı ve suçun aslolarak nerede olduğunu
anlamayı gerektirecek bir dava sürecinden bizi kurtarmış oldu. Açık ki birçok
insan bu gelişmeden epey mutlu oldu. Ayrıca o gençlerin öldürülmesi, ölüm
cezasının kaldırılması meselesini yeniden gündeme getirdi; hepimiz, batılılar
gibi saf kamusal intikam meselesine geri dönmüş olduk.
Bu gençlerin faşist tipte bir suç işlediklerini
söylemek gerek. Bu tip bir suçun üç ayrı özelliği var.
İlki, cinayetlerin körü körüne
gerçekleştirilmemiş, hedef seçilerek yapılmış olması: cinayetlerin motivasyonu
gayet ideolojik, nitelik itibarıyla faşist, yani dar anlamda kimlikçi bir
eylem: ulusal, ırksal, komünal, halkçı, dinî kimlikler türünden. Bu olayda
katiller, klasik faşizmin sıklıkla saldırdığı üç kimlikten birini hedef
aldılar: gazeteciler, düşman kampı temsil ediyorlardı. Polisler ise nefret
edilen parlamenter nizamı ve Yahudileri savunuyorlardı. Bu sebeple ilk yapılan
eylem bir dinle, ikincisi ise ulus-devletle, üçüncüsü ise “ırk” denilen şeyle
ilgiliydi.
Suçun ikinci özelliği, eylemin aşırı şiddete
dayalı olması: saldırı sınır mınır tanımayan, gösterişli bir şiddet eylemi,
zira eylemde soğuk, kesin bir kararlılık içerisinde olunduğu gösterilmeye
çalışılmış. Ayrıca intihar eylemine benzer biçimde, katiller, sonuçta
kendilerinin de öldürüleceğini biliyorlar. Bu türden eylemlerin ardında
nihilist bir albeni, bir tür “yaşasın ölüm!” duygusu var.
Üçüncü özellik, eylemin açık biçimde muazzam bir
niteliğe sahip olması, olağanüstü bir seyir izlemesi ve şaşırtma amacı
taşıması. Suçun işlenmesindeki amaç, terör tohumları ekmek, böylelikle devletle
kamuoyunun aşırı tepkiler vermesini sağlamak. Buradaki fikir, tepkinin intikama
dayalı karşı-kimlikçi bir tepki olacağı yönünde; suçluların ve başındaki
kişilerin bakış açısıyla, bu eylem, simetrik olarak, eylem sonrasında kanlı
saldırıyı bir biçimde meşrulaştıracak. Gerçekten de böyle oldu. Bu anlamda
faşist cinayet bir nevi zafer kazandı.
Bu türden bir cinayet, eylem başarıya ulaştığı
noktada kaderlerini ona teslim eden katillere ihtiyaç duyar. Bunlar profesyonel
kişiler, gizli servis ajanları ya da deneyimli katiller değiller. Bu kişiler,
anlamsız gördükleri hayatlarını terk etmiş, işçi sınıfına mensup çocuklardır.
Bu gençlerin saf eylemin büyüsünden kurtulmaları mümkün değildir. Buna bir de
birkaç kimlikçi bileşen, gelişkin silâhlar, seyahatler, çeteye aidiyet, iktidar
biçimleri, zevk (haz) ve biraz da para eklenir. Geçmişte Fransa’da aynı türden
sebeplerden ötürü faşist grupların katillerden ve işkencecilerden nasıl adam
devşirdiklerine tanık olmuştuk. Bu, özellikle Fransa’daki Nazi işgali sürecince
gerçekleşen bir süreç. Söz konusu tespit, Ulusal Devrim bayrağı altında birçok
milisi toplayan Vichy rejimi için de geçerli.
Eğer faşist suçlar riskini azaltmak istiyorsak,
bizim yukarıda sunduğum resimden kimi dersler çıkartmamız gerek. Bu suçların
yaşanmasına imkân veren belirli faktörlere bakmamız lazım. Olayda karşımıza
çıkan gençlerle ilgili toplumda negatif bir imaj söz konusu. Yaygın sefalet
koşullarında yaşıyorlar. Toplum da onlara kötü muamele ediyor. Kimlik meselesi
üzerinde pek düşünmediğimiz bir konu. Irk ayrımı ve belirli kesimleri damgalama
ceza hukukunun dayattığı bir husus. Bu noktada ırkçı ve sömürgeci kategoriler
devreye giriyor. Ayrıca şüphe yok ki, hâkim konsensüsün dışında ortaya konulan
politik önerilerin, devrimci ve evrensel nitelikte yaklaşımların bu gençleri
aktif, katı ve rasyonel bir politik kanaatin etrafında örgütlemesi mümkün. Ama
bunlar, bugün uluslararası düzlemde alabildiğine zayıf (bu, söz konusu
yaklaşımların hiç olmadığı anlamına gelmiyor; ülkemizde fikirleri olan
eylemciler var ve bunlar gerçek insanlarla bağlantı içerisinde). Ancak tüm bu
olumsuz faktörleri değiştirmek için, sürekli çalışma temelinde, yukarıdan
aşağıya hâkim politik mantığı değiştirmeye dönük bir çağrı, kamuoyunun olup
bitenin gerçek önemini anlamasını sağlayabilir. Bu ise, salt elindeki mevcut
araçlarla yetindiğinde her daim tehlikeli olan politik faaliyetin aydınlanmış,
duyarlı bir kamusal bilince tabi olmasına imkân sağlayacaktır.
Oysa bugün hükümetin ve medyanın ortaya koyduğu
tepki tam da aksi yönde gerçekleşmiştir.
4. Ne
Oldu, 2: Devlet ve Kamuoyu
Esasında ta en başından beri devlet, bu işlenen
faşist cinayeti tehlikeli ve akıldan mahrum bir tarz üzerinden araçsallaştırdı.
Devlet cinayete, başka bir simetrik kimlikçi davaya başvurarak, gene kimlikçi
motiflerle tepki gösterdi. Utanmak nedir bilmeden, iyi Fransız demokratı
“fanatik Müslüman”ın karşısına çıkarttı. “Ulusal birlik” hatta “kutsal birlik”
denilen o utanç verici temayı, yani gençleri bir hiç uğruna siperlere gönderip
öldüren o safsatayı tekrar gündeme getirdi. Bu aşamada bir de “ulusal birlik”
meselesinin kimlikçi ve savaşa yatkın niteliğine tanık olduk. Zira Hollande ve
Valls’ı medya ile birlikte “teröre karşı savaş” denilen teraneyi tekrarlarken
gördük. Bilindiği üzere, bu terane, Bush’un Irak’ı işgal etmezden önce diline
pelesenk ettiği bir teraneydi (bu saçmalığın yıkıcı etkilerine bugün de hâlâ
tanık oluyoruz). Ama gene de şunu söylemek gerek: nasıl olduysa, bu özel,
faşist tipte cinayetten sonra bile devlet ve medya, halka evlerine
saklanmalarını veya ihtiyat kuvvetlerinin üniformalarını üzerlerine geçirip
boru sesiyle birlikte Suriye’ye gitmelerini tavsiye etmedi.
Devletin halktan gelip otoriter tarzda örgütlenmiş
bir gösteriye katılmasını istediği noktada kafa karışıklığı zirveye ulaştı.
“İfade özgürlüğünün” hüküm sürdüğü bir ülkede devlet emriyle gerçekleştirilmiş
bir gösteriye tanık olduk! Valls’in gösteriye gelmeyenleri hapse atıp
atamayacağını merak bile ettik. Üstelik bir dakikalık sessiz duruşa
katılmayanların cezalandırıldığını gördük.
Popülaritelerinin dipte olduğu bir aşamada
liderlerimizin bir milyondan fazla insanı yürütmesi şaşırtıcıydı. Bu, zafer
elde edebileceğini düşleme imkânı bile bulamamış, yoldan çıkmış üç faşistin
sayesinde gerçekleşti. Yürüyüşe katılanlar, aynı zamanda hem “Müslümanlar”ın
terörize ettiği hem de demokrasinin nimetlerinden, Fransa’nın o ihtişamından ve
cumhuriyetçi barışından faydalanan kişilerdi. Sömürgeci savaş suçlusu Netanyahu
bile en ön safta yürüyordu, muhtemelen bu yürüyüşü de fikir özgürlüğü ve iç
barış adına gerçekleştiriyordu.
O hâlde biraz da şu “ifade özgürlüğü”nden
bahsedelim! Gösteri onunla mı ilgiliydi? Hayır, tam aksine: üç renkli Fransız
bayrağının her yanı sardığı bir ortamda yürüyüş, Fransız olmanın öncelikle
herkesin aynı fikirde olması ve bu fikrin devletçe güdümlenmesi gerektiğini
ortaya koydu. Olayı takip eden ilk günlerde özgürlüğümüz ve cumhuriyetimiz için
zafer nidaları atmaktan ibaret görüşe karşı başka bir görüş ortaya koymak
pratikte imkânsızdı; genç Müslüman proleterler ve o dehşet verici başörtülü
kızlar kimliğimizi yozlaştırıp lanetlemişlerdi; teröre karşı savaş için güç
gösterisi tertipleniyordu. Yürüyüş esnasında ifade özgürlüğünün güzel bir
örneği olan şu sloganı bile duyduk: “Hepimiz polisiz!”
Ayrıca birkaç istisna dışında, tüm gazetelerin ve
TV istasyonlarının büyük özel endüstri kuruluşlarının ve/veya finans
gruplarının elinde olduğu bir ülkede bugün “ifade özgürlüğü”nden bahsetmeye kim
cüret edebilirdi ki? Bouygues, Lagardère, Niel gibi büyük grupların ve tüm
diğerlerinin kendi özel çıkarlarını demokrasi ve ifade özgürlüğünün sunağında
kurban etmeye hazır olduklarını gerçekten hayal ediyorsak, bizdeki
“cumhuriyetçi barış”ın esnek ve uyumlu olması şart!
Esasında ülkemizde hukukun tek yönlü düşünmeye ve
korkuya dayalı teslimiyete sırtını yaslıyor olması gayet doğal. Düşünce
özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eylem özgürlüğü, yaşama özgürlüğü dâhil genel
manada tüm özgürlük alanının bugün birkaç düzine faşist eşkıyayı avlaması
konusunda polise hep birlikte yardım etmemizden, sakalları ve örtüleri
üzerinden onların tehlikeli unsurlar olduklarını teşhis etmemizden,
komünarların katledikleri varoşların bu varislerine sürekli şüpheli bakışlar
fırlatmaktan mı ibaret? Asli kurtuluş ve kamusal özgürlük ödevimiz, esasında
varoşlardaki bu genç proleterlerin önemli bir kısmıyla ve başörtülü ya da
değil, daha çok sayıda genç kadınla yeni bir politika çerçevesinde ortaklaşa
eyleme geçmek değil midir? Bu yeni politika, herhangi bir kimliğe dayanmayan
(“işçilerin anavatanı yoktur”); insanlığın nihayetinde kendi kaderini eline
aldığı ve onu eşitlikçi bir geleceğe hazırlayan bir politika olabilir mi? Bu
politikayı kaderimizi ellerinde tutan merhametsiz efendilerden, zengin
yöneticilerden kurtulmak için gerekli rasyonel perspektifi sunan bir politika
olarak tanımlamak mümkün müdür?
Fransa’da uzun süredir iki
tür gösteri yapılıyor: kızıl bayrak altında yapılan protestolar ve üç renkli
Fransız bayrağı altında yapılan yürüyüşler. İnanın bana, üç renkli bayraklar
efendilerimizin kontrolünde ve onlar eliyle kullanılıyorlar. Bizim için asla
doğru bayrak o değil. Muradımız, bu küçük cani, kimlikçi faşist çeteleri
hiçleştirmek bile olsa (bu faşistlerin İslam’ın mezhepçi formlarını, Fransız
ulusal kimliğini veya Batı’nın üstünlüğünü teşvik edip etmemelerinden bağımsız
olarak), hayır, bence diğerlerini, yani şu kızıl bayrakları savaş alanına
taşımamız gerek.
Alain Badiou
3 Şubat 2015
3 Şubat 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder