14 Mart 2015

, ,

Kızıl Bayrak ve Üç Renkli Bayrak


1. Arka Plan: Dünya Durumu
Küresel kapitalizmin sureti, bugün tüm dünyaya egemen olmuş durumda. Dünya, hâkim uluslararası oligarşiye tabi ve o, tek kabul edilen evrensel gerçek olarak para soyutlamasının kölesi. Bizler bugün, komünist Fikrin ikinci tarihsel aşamasının sonu (sürdürülemez, terörist “devlet komünizmi”nin inşası) ile üçüncü aşaması (“bir bütün olarak insanlığın kurtuluşu” siyasetini gerçeğe uygun biçimde realize eden komünizm) arasında uzanan acılı bir süreç dâhilinde yaşıyoruz. Sıradan bir entelektüel konformizm, kendisini bu bağlam dâhilinde tesis etti; burada her türden gelecek kaybı, ağlamaklı ve şikâyetçi bir boyun eğme biçimi ile el ele ilerledi. Aslında hâlihazırda varolanı, tekrar tekrar dile dökmekten başka bir şey yapılmıyor.
Bugün bu yaklaşımın bir muadilinin ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Bu, mantıksal ve dehşet verici, aynı zamanda umutsuz ve ölümcül bir tepki, yozlaşmış kapitalizmle ölüm saçan bir çeteciliğin karışımı. Ölüm dürtüsüne kendi öznel biçimini veren bu yaklaşım, en değişken kimliklere doğru, manyak bir biçimde geri çekiliyor. Bu kimlikçi geri çekilme, o tüm kibriyle gene kimlikçi olan karşı-kimlikleri tetikliyor.
Bu hikâyedeki fesadın asli sahibi ise Batı. O, eli kanlı terörizmin referans noktası olan İslamcılıkla çatışan medeni ve hâkim kapitalizmin anavatanı. Bir yandan elimizdeki temelin karşısına eli silâhlı cani çeteler veya bireyler çıkıyor. Bunların elinde kendi yedek stokları var. Bu kesimler, herkesi bir tanrısal varlığın n’aşını onurlandırmaya zorlamak için oradan oraya savruluyorlar; diğer yandan da zalimane bir dizi uluslararası askerî seferler tertipleniyor, üstelik bunlar, insan hakları ve demokrasi adına yapılıyor ve tüm devletleri yok ediyor (Yugoslavya, Irak, Libya, Afganistan, Sudan, Kongo, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti…). Söz konusu savaşlar, binlerce insanın katli ile sonuçlanıyor ve büyük iş dünyasının zenginleştiği yaşam alanlarıyla petrol sahaları, madenler ve gıda kaynaklarını güvence altına almak için, eşkıyalarla o kıymetli barışı müzakere etmekten öte bir şey elde edilmiyor.
Her şey, gerçek evrenselcilik, kendi yeni iktidarını dünya ölçeğinde tesis edene dek, bu şekilde ilerleyecek. Gerçek evrenselcilikse, insanlığın kendi kaderini eline almasını, komünist fikrin tarihsel-politik manada cisimlenmesini ifade ediyor. Aynı zamanda bu, devletlerin mülk sahiplerinin ve onların hizmetkârlarının oluşturduğu oligarşiye köle oluşuna, para soyutlamasına ve nihayetinde de insanların zihinlerini harap edip onları ölüme sürükleyen kimliklere ve karşı-kimliklere bir son verecek.
Dünyanın durumu, bir ertelemeden ibaret. Her kimliğin genel mânâda eşitlikçi ve barışçıl bir yol dâhilinde insanlığın kaderiyle bütünleştiği vaktin gelişi ertelenip duruyor (bu yüzden farklı, biçimsel açıdan çelişkili kimlikler hep varolacak.). Bu vaktin gelişi erteleniyor ama yeterince insan, onu istediği zaman o vakit illaki gelecek.
2. Fransa’daki Ayrıntılar:
Charlie Hebdo ve “Cumhuriyet”
Yetmişlerin asi bir çocuğu olan Charlie Hebdo, birçok aydın, siyasetçi, “yeni felsefeci”, bunak ekonomistler ve muhtelif soytarılar gibi, demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin, ifade özgürlüğünün, serbest teşebbüsün, cinsel özgürlüğün, özgür devletin… kısacası, müesses olan politik ve ahlâkî nizamın hem ironik hem de ateşli bir savunucusu hâline geldi. Geçmişte olduğu gibi bugün de, ruhlar, değişen koşullar karşısında yaşlanıp o koşulların artık pek ilgi görmediği durumda, söz konusu döneklik tipinin yaygınlaştığına tanık oluyoruz.
Burada görece daha ilginç olan husus ise şu: artık mevcut hastalıklı yapı, yeni bir iç düşman belirlemiş durumda: Müslümanlar. Bu yöndeki çabalar Fransa’da seksenlerde başladı ve muhtelif ceza hukuku pratikleri, “ifade özgürlüğü”nün desteklenmesi, öte yandan da insanların kıyafetlerine dönük titiz bir kontrol üzerinden sürdürüldü; tarihsel anlatıyla ilgili olarak yeni yasaklamalar getirildi; TV’de yeni birçok polis dizisi yayınlanmaya başlandı. Bu süreç, bir de Ulusal Cephe’nin karşı konulamaz yükselişine engel olmaya dönük bir tür “solcu” çaba üzerinden ilerledi. Ulusal Cephe, Cezayir Savaşı’ndan beri dobra ve açık bir sömürgeci ırkçılığın merkeziydi. Hangi türden sebepleri ele alırsak alalım, gerçek şu ki Müslümanlar Muhammed’den bugüne dek Charlie Hebdo’nun “kötü arzu nesnesi” olagelmişlerdi. Müslümanları alaya almak ve onların kişisel özellikleriyle dalga geçmek, ticarî piyasadaki alanı giderek daralmakta olan bu “komik” dergiyi yüzyıl önce fakir köylülerle dalga geçen Bécassine’e benzeştiriyor (o dönemde fakirler Hıristiyan’dı). Orada da Britanny’den gelen köylüler, Paris burjuvazisinin kıçlarını silen kişiler olarak takdim ediliyorlardı.
Yani kök itibarıyla tüm bu çabalarda pek yeni bir şey yok. Bu kimlikler savaşında Fransa, kendi icadı olan “seküler demokratik cumhuriyet” veya “cumhuriyetçi barış” denilen bir totem üzerinden, kendisini sivriltmeye çalışıyor: Bu totem, Fransa’daki müesses parlamenter nizamı yüceltiyor. 1871’de Paris sokaklarında yirmi bin işçiyi kıyımdan geçiren Adolphe Thiers, Jules Ferry, Jules Fauvre ve “cumhuriyetçi” solun diğer yıldızlarının parçası olduğu kurucu pratikten beri bu yüceltme devam ediyor.
Aralarında Charlie Hebdo’nun da olduğu birçok solcunun koştuğu bu “cumhuriyetçi barış”a göre asıl şüpheli durum, belanın varoşlarda, periferideki fabrikalarda ve karanlık kenar mahallelerde demleniyor oluşudur. Bu alanlara büyük polis müfrezeleri gönderiliyor. Hapishaneler, çeşitli bahanelerle şüpheli, eğitimsiz bir yığın gençle dolduruluyor. Bu mahallelerdeki gençlik “çeteler”ine muhbirler ve ispiyoncular sızıyor. Dahası cumhuriyet, aynı zamanda bir dizi katliam gerçekleştirmiş bir yapı. O, sömürgeci imparatorluğunda nizamı muhafaza etmek için yeni kölelik biçimlerini uygulamaya sokuyor. Afrikalıların veya Asyalıların yaşadıkları köylerdeki karakollarda şüphelilere işkence ediliyor. Şüphesiz ki bu cumhuriyetçi barışın önemli savaşçılarından biri de Jules Ferry. Ferry, bu kan emici imparatorluğun yürüttüğü programı savunuyor ve Fransa’nın “medenileştirme görevi”ni yüceltip duruyor.
Ancak varoşlardaki çok sayıda gencin sadece eğitimsiz birer işe yaramaz olmadığı açık (tuhaf ki, şu şöhretli “cumhuriyetçi okul sistemi” bu gerçeğe dönük hiçbir şey yapmıyor… Söz konusu durum, çocukların sorumluluğundan ziyade, bu sistemin bir hatası.). Dahası, bu gençlerin ebeveynleri birer proleter ve Afrikalı ya da hayatta kalmak için bu gençler Afrika’dan bizzat kendileri gelmişler. Çoğunluğu Müslüman. Özetle söz konusu gençler, hem sömürgeleştirilmiş hem de proleter. Onlara güvenmenin, onlarla ilgili olarak ağır baskıcı tedbirlere başvurmanın iki önemli nedeni var.
Bir düşünün; genç siyah bir adamsınız ya da görünüşünüz Arap’a benziyor veya yasak olduğu ve isyan etmek istediğiniz için başını örtmeye karar veren genç bir kadınsınız. O vakit bizim şu demokratik polisimiz sizi sokakta muhtemelen durduracaktır (çoğunlukla da gözaltına alıp karakola götürecektir.). Fransız olsanız bu, pek mümkün değildir. Fransız olmak, eski sömürge ya da proleter olmayan bir kişinin özelliklerine sahip olmak demektir. Bir de Fransız olmak, elbette Müslüman olmamak demektir. Bu anlamda Charlie Hebdo polisin bu eski alışkanlıklarını taklit etmekten başka bir şey yapmamaktadır.
Bazı insanlar, Charlie Hebdo karikatürlerinin Müslümanlara saldırmadığını, aksine köktencilerin terörist faaliyetlerine saldırdıklarını söylüyorlar. Bu, nesnel olarak yanlış bir tespittir. Bu noktada derginin karikatürlerine ilişkin tipik bir örneği verelim: karikatürde çıplak bir kalça var ve yanında “Et le cul de Mahomet, on a le droit?” (Muhammed’in kıçına ne dersin? Onu kullanabilir miyiz?”) yazıyor. Ne yani, Peygamber’e iman etmiş ve sürekli bu türden bir aptallığın sürekli hedefi kılınan bir insan mı terörist? Hayır değil, burada politika namına hiçbir şey yok. Burada “ifade hürriyeti”nin onurlu bir savunusu da söz konusu değil. Bu karikatür, İslam’ı hedef alan bir zırva, provokatif bir edepsizlik, başka bir şey değil. Burada üçüncü sınıf kültürel ırkçılıktan başka bir şey yok, zil zurna sarhoş bir Ulusal Cephe destekçisini alaya almak için yapılmış bir “espri” bu. Bu espri anlayışı, hâli vakti yerinde olanlara uygun bir anlayış ama aynı zamanda Afrika, Asya ve Ortadoğu’daki geniş halk kitleleri aleyhine, ama aynı zamanda Fransa’daki emekçi halkın geniş bir kesimine karşı hoşgörülü olan “Batılı” eliyle gerçekleştirilmiş bir provokasyon: çöplerimizi döken, tabaklarımızı yıkayan, havalı matkapları kullanan, lüks otel odalarını telaşla temizleyen ve sabah saat dörtte büyük bankaların camlarını temizleyen insanlara karşı bir provokasyondur bu.
Hâsılı, işini yalnız yapan, karmaşık bir hayat yaşayan, gerçek bir kurtuluş siyasetinin ne olduğunu anlama kapasitesine, varoluşa dair bir fikre, birçok dili bilme becerisine sahip olan, riskli yolculuklara çıkan insanlar, üzerinde kafa yorulmayı hatta takdir edilmeyi hak ediyorlar. Bu noktada her türden din meselesini kenara koymak gerekiyor.
On sekizinci yüzyılda tüm bu din karşıtı cinsel espriler, esasında halkla dalga geçiyorlardı ve “kışla” mizahına katkı sunuyorlardı. Bu noktada Voltaire’in Jan Dark ile ilgili müstehcen yorumlarına bakılabilir: onun Orleanslı Hizmetçi Kız şiiri Charlie Hebdo’nun topuna değer. Hristiyan kahramanla ilgili bu muzır şiir, Voltaire’in üçüncü sınıf bir versiyonu olan derginin eleştirel düşüncenin gerçekten parlak ışıklar saçmadığının bir kanıtı. Şiir, Robespierre’in din karşıtı şiddeti devrimin merkezine koyanları mahkûm etmesi gerektiğini söyleyen iddianın ne denli akıllıca olduğunu, oysa Robespierre’in eline geniş bir halk muhalefeti ve iç savaş kaldığını anlatıyor. Şiir bizi, Fransa’daki demokrasi anlayışının nasıl ikiye bölündüğünü düşünmeye davet ediyor. Şiire göre halk, bilerek ya da bilmeyerek, ya Rousseau’nun gerçekten demokratik ve sürekli ilerlemeye dayalı yaklaşımının safında ya da şehvete düşkün, kurnaz ve zengin bir spekülatörün safındadır. Bu spekülatör, zevk düşkünü ve şüphecidir, ayrıca o, Voltaire’in omzunda oturmuş duran bir tür “şeytan” gibidir ve başka durumlarda bazen gerçek mücadeleler yürütme becerisine sahiptir.
Ama bugün tüm bu espriler, sömürgeciyle aynı zihniyeti paylaşırlar. Esasında “İslamî” örtünme karşıtı kanun, Bretonların başörtüsüne yönelik Becassine karikatürlerinin alaycı üslubuna kıyasla, daha fazla şiddet içermektedir. Bunlar, korkutucu bir kültürel ırkçılığın kör bir husumetle, kaba bir cehaletle ve hâlinden memnun küçük burjuvazimizin kalbine Afrikalıların veya varoşlarda yaşayan kitlenin, yani yeryüzünün lanetlilerinin düşürdüğü korkuyla nasıl birleştiğinin işaretleridir.
3. Ne Oldu, 1: Faşist Tipte Bir Suç
Polisin hızla hallettiği üç genç Fransız’ın başına ne geldi?
Burada laf arasında şunu ifade etmek gerek: gençlerin öldürülmesi durumu tartışmayı ve suçun aslolarak nerede olduğunu anlamayı gerektirecek bir dava sürecinden bizi kurtarmış oldu. Açık ki birçok insan bu gelişmeden epey mutlu oldu. Ayrıca o gençlerin öldürülmesi, ölüm cezasının kaldırılması meselesini yeniden gündeme getirdi; hepimiz, batılılar gibi saf kamusal intikam meselesine geri dönmüş olduk.
Bu gençlerin faşist tipte bir suç işlediklerini söylemek gerek. Bu tip bir suçun üç ayrı özelliği var.
İlki, cinayetlerin körü körüne gerçekleştirilmemiş, hedef seçilerek yapılmış olması: cinayetlerin motivasyonu gayet ideolojik, nitelik itibarıyla faşist, yani dar anlamda kimlikçi bir eylem: ulusal, ırksal, komünal, halkçı, dinî kimlikler türünden. Bu olayda katiller, klasik faşizmin sıklıkla saldırdığı üç kimlikten birini hedef aldılar: gazeteciler, düşman kampı temsil ediyorlardı. Polisler ise nefret edilen parlamenter nizamı ve Yahudileri savunuyorlardı. Bu sebeple ilk yapılan eylem bir dinle, ikincisi ise ulus-devletle, üçüncüsü ise “ırk” denilen şeyle ilgiliydi.
Suçun ikinci özelliği, eylemin aşırı şiddete dayalı olması: saldırı sınır mınır tanımayan, gösterişli bir şiddet eylemi, zira eylemde soğuk, kesin bir kararlılık içerisinde olunduğu gösterilmeye çalışılmış. Ayrıca intihar eylemine benzer biçimde, katiller, sonuçta kendilerinin de öldürüleceğini biliyorlar. Bu türden eylemlerin ardında nihilist bir albeni, bir tür “yaşasın ölüm!” duygusu var.
Üçüncü özellik, eylemin açık biçimde muazzam bir niteliğe sahip olması, olağanüstü bir seyir izlemesi ve şaşırtma amacı taşıması. Suçun işlenmesindeki amaç, terör tohumları ekmek, böylelikle devletle kamuoyunun aşırı tepkiler vermesini sağlamak. Buradaki fikir, tepkinin intikama dayalı karşı-kimlikçi bir tepki olacağı yönünde; suçluların ve başındaki kişilerin bakış açısıyla, bu eylem, simetrik olarak, eylem sonrasında kanlı saldırıyı bir biçimde meşrulaştıracak. Gerçekten de böyle oldu. Bu anlamda faşist cinayet bir nevi zafer kazandı.
Bu türden bir cinayet, eylem başarıya ulaştığı noktada kaderlerini ona teslim eden katillere ihtiyaç duyar. Bunlar profesyonel kişiler, gizli servis ajanları ya da deneyimli katiller değiller. Bu kişiler, anlamsız gördükleri hayatlarını terk etmiş, işçi sınıfına mensup çocuklardır. Bu gençlerin saf eylemin büyüsünden kurtulmaları mümkün değildir. Buna bir de birkaç kimlikçi bileşen, gelişkin silâhlar, seyahatler, çeteye aidiyet, iktidar biçimleri, zevk (haz) ve biraz da para eklenir. Geçmişte Fransa’da aynı türden sebeplerden ötürü faşist grupların katillerden ve işkencecilerden nasıl adam devşirdiklerine tanık olmuştuk. Bu, özellikle Fransa’daki Nazi işgali sürecince gerçekleşen bir süreç. Söz konusu tespit, Ulusal Devrim bayrağı altında birçok milisi toplayan Vichy rejimi için de geçerli.
Eğer faşist suçlar riskini azaltmak istiyorsak, bizim yukarıda sunduğum resimden kimi dersler çıkartmamız gerek. Bu suçların yaşanmasına imkân veren belirli faktörlere bakmamız lazım. Olayda karşımıza çıkan gençlerle ilgili toplumda negatif bir imaj söz konusu. Yaygın sefalet koşullarında yaşıyorlar. Toplum da onlara kötü muamele ediyor. Kimlik meselesi üzerinde pek düşünmediğimiz bir konu. Irk ayrımı ve belirli kesimleri damgalama ceza hukukunun dayattığı bir husus. Bu noktada ırkçı ve sömürgeci kategoriler devreye giriyor. Ayrıca şüphe yok ki, hâkim konsensüsün dışında ortaya konulan politik önerilerin, devrimci ve evrensel nitelikte yaklaşımların bu gençleri aktif, katı ve rasyonel bir politik kanaatin etrafında örgütlemesi mümkün. Ama bunlar, bugün uluslararası düzlemde alabildiğine zayıf (bu, söz konusu yaklaşımların hiç olmadığı anlamına gelmiyor; ülkemizde fikirleri olan eylemciler var ve bunlar gerçek insanlarla bağlantı içerisinde). Ancak tüm bu olumsuz faktörleri değiştirmek için, sürekli çalışma temelinde, yukarıdan aşağıya hâkim politik mantığı değiştirmeye dönük bir çağrı, kamuoyunun olup bitenin gerçek önemini anlamasını sağlayabilir. Bu ise, salt elindeki mevcut araçlarla yetindiğinde her daim tehlikeli olan politik faaliyetin aydınlanmış, duyarlı bir kamusal bilince tabi olmasına imkân sağlayacaktır.
Oysa bugün hükümetin ve medyanın ortaya koyduğu tepki tam da aksi yönde gerçekleşmiştir.
4. Ne Oldu, 2: Devlet ve Kamuoyu
Esasında ta en başından beri devlet, bu işlenen faşist cinayeti tehlikeli ve akıldan mahrum bir tarz üzerinden araçsallaştırdı. Devlet cinayete, başka bir simetrik kimlikçi davaya başvurarak, gene kimlikçi motiflerle tepki gösterdi. Utanmak nedir bilmeden, iyi Fransız demokratı “fanatik Müslüman”ın karşısına çıkarttı. “Ulusal birlik” hatta “kutsal birlik” denilen o utanç verici temayı, yani gençleri bir hiç uğruna siperlere gönderip öldüren o safsatayı tekrar gündeme getirdi. Bu aşamada bir de “ulusal birlik” meselesinin kimlikçi ve savaşa yatkın niteliğine tanık olduk. Zira Hollande ve Valls’ı medya ile birlikte “teröre karşı savaş” denilen teraneyi tekrarlarken gördük. Bilindiği üzere, bu terane, Bush’un Irak’ı işgal etmezden önce diline pelesenk ettiği bir teraneydi (bu saçmalığın yıkıcı etkilerine bugün de hâlâ tanık oluyoruz). Ama gene de şunu söylemek gerek: nasıl olduysa, bu özel, faşist tipte cinayetten sonra bile devlet ve medya, halka evlerine saklanmalarını veya ihtiyat kuvvetlerinin üniformalarını üzerlerine geçirip boru sesiyle birlikte Suriye’ye gitmelerini tavsiye etmedi.
Devletin halktan gelip otoriter tarzda örgütlenmiş bir gösteriye katılmasını istediği noktada kafa karışıklığı zirveye ulaştı. “İfade özgürlüğünün” hüküm sürdüğü bir ülkede devlet emriyle gerçekleştirilmiş bir gösteriye tanık olduk! Valls’in gösteriye gelmeyenleri hapse atıp atamayacağını merak bile ettik. Üstelik bir dakikalık sessiz duruşa katılmayanların cezalandırıldığını gördük.
Popülaritelerinin dipte olduğu bir aşamada liderlerimizin bir milyondan fazla insanı yürütmesi şaşırtıcıydı. Bu, zafer elde edebileceğini düşleme imkânı bile bulamamış, yoldan çıkmış üç faşistin sayesinde gerçekleşti. Yürüyüşe katılanlar, aynı zamanda hem “Müslümanlar”ın terörize ettiği hem de demokrasinin nimetlerinden, Fransa’nın o ihtişamından ve cumhuriyetçi barışından faydalanan kişilerdi. Sömürgeci savaş suçlusu Netanyahu bile en ön safta yürüyordu, muhtemelen bu yürüyüşü de fikir özgürlüğü ve iç barış adına gerçekleştiriyordu.
O hâlde biraz da şu “ifade özgürlüğü”nden bahsedelim! Gösteri onunla mı ilgiliydi? Hayır, tam aksine: üç renkli Fransız bayrağının her yanı sardığı bir ortamda yürüyüş, Fransız olmanın öncelikle herkesin aynı fikirde olması ve bu fikrin devletçe güdümlenmesi gerektiğini ortaya koydu. Olayı takip eden ilk günlerde özgürlüğümüz ve cumhuriyetimiz için zafer nidaları atmaktan ibaret görüşe karşı başka bir görüş ortaya koymak pratikte imkânsızdı; genç Müslüman proleterler ve o dehşet verici başörtülü kızlar kimliğimizi yozlaştırıp lanetlemişlerdi; teröre karşı savaş için güç gösterisi tertipleniyordu. Yürüyüş esnasında ifade özgürlüğünün güzel bir örneği olan şu sloganı bile duyduk: “Hepimiz polisiz!”
Ayrıca birkaç istisna dışında, tüm gazetelerin ve TV istasyonlarının büyük özel endüstri kuruluşlarının ve/veya finans gruplarının elinde olduğu bir ülkede bugün “ifade özgürlüğü”nden bahsetmeye kim cüret edebilirdi ki? Bouygues, Lagardère, Niel gibi büyük grupların ve tüm diğerlerinin kendi özel çıkarlarını demokrasi ve ifade özgürlüğünün sunağında kurban etmeye hazır olduklarını gerçekten hayal ediyorsak, bizdeki “cumhuriyetçi barış”ın esnek ve uyumlu olması şart!
Esasında ülkemizde hukukun tek yönlü düşünmeye ve korkuya dayalı teslimiyete sırtını yaslıyor olması gayet doğal. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eylem özgürlüğü, yaşama özgürlüğü dâhil genel manada tüm özgürlük alanının bugün birkaç düzine faşist eşkıyayı avlaması konusunda polise hep birlikte yardım etmemizden, sakalları ve örtüleri üzerinden onların tehlikeli unsurlar olduklarını teşhis etmemizden, komünarların katledikleri varoşların bu varislerine sürekli şüpheli bakışlar fırlatmaktan mı ibaret? Asli kurtuluş ve kamusal özgürlük ödevimiz, esasında varoşlardaki bu genç proleterlerin önemli bir kısmıyla ve başörtülü ya da değil, daha çok sayıda genç kadınla yeni bir politika çerçevesinde ortaklaşa eyleme geçmek değil midir? Bu yeni politika, herhangi bir kimliğe dayanmayan (“işçilerin anavatanı yoktur”); insanlığın nihayetinde kendi kaderini eline aldığı ve onu eşitlikçi bir geleceğe hazırlayan bir politika olabilir mi? Bu politikayı kaderimizi ellerinde tutan merhametsiz efendilerden, zengin yöneticilerden kurtulmak için gerekli rasyonel perspektifi sunan bir politika olarak tanımlamak mümkün müdür?
Fransa’da uzun süredir iki tür gösteri yapılıyor: kızıl bayrak altında yapılan protestolar ve üç renkli Fransız bayrağı altında yapılan yürüyüşler. İnanın bana, üç renkli bayraklar efendilerimizin kontrolünde ve onlar eliyle kullanılıyorlar. Bizim için asla doğru bayrak o değil. Muradımız, bu küçük cani, kimlikçi faşist çeteleri hiçleştirmek bile olsa (bu faşistlerin İslam’ın mezhepçi formlarını, Fransız ulusal kimliğini veya Batı’nın üstünlüğünü teşvik edip etmemelerinden bağımsız olarak), hayır, bence diğerlerini, yani şu kızıl bayrakları savaş alanına taşımamız gerek.
Alain Badiou
3 Şubat 2015

0 Yorum: